Suriyeli öğrencilerime ve tüm mülteci çocuklara,

Bu yolculuğa çıkmaya karar vermek benim için oldukça zor oldu. Sanki gönlümün bir yanı kanatlanıp uçacak, bir yanı ise cehennem çukurlarında sonsuza dek dağlanacak gibiydi. Yedi yıl önce bir kamyonetin arkasında, amcamın dizinde yarı baygın terk etmiştim ülkemi. Ailemi, evimi, çocukluğumu yıkılan duvarların altına gömmüş, Türkiye'yi yaralarıma merhem etmiştim.

Neredeyse bir yılımı almıştı vücudumdaki eziklerin, kırıkların iyileşmesi. Ruhumdaki kırıklarsa hala sızlar durur. Belki bir şifa olur umuduyla doğduğum toprakları yeniden görmek, kaybettiklerimi bulamayacağımı bilerek yine de bulmayı ümit ederek karar verdim yola çıkmaya.

Otobüsten inerken bu şehirde kendimi  tamamen yabancı  hissediyordum. Adımlarım zifiri karanlık bir gecede uykusundan uyanıp annesini çağıran bir çocuğun sesi gibi tedirgindi. Etrafta açık dükkanlarda insanlar alışveriş yapıyor, kimi seyyar satıcılar Şam tatlısı satıyor,  kadınlı erkekli pekçok kişi sokaklarda dolaşıyordu. Havada bunaltıcı bir sıcak vardı, güneş neredeyse tepemizdeydi. Yedi yıldır kimi gün eski eşyaların arasında, kimi gün nemli çekmecelerde sakladığım kibrit kutusunu elimde sımsıkı tutuyordum. Belki susuzluktan belki de heyecandan dilim damağıma yapışmış, dudaklarım kurulmuştu. Bir şeyler söylemeye mecalim kalmamış, sesim soluğum çıkmaz olmuştu. Vücudumda aniden başlayan titremeye engel olamıyor, ellerimin kollarımın kontrolünü kaybediyor, bir yandan da sırılsıklam terliyordum. Sanki bir kum fırtınası içinde her şey, herkes dönüyor, savruluyor, zaman geriye doğru akıyordu.

Ne zamandır buradayım bilmiyorum. Kulakları sağır eden o seslerden sonrasını hatırlamıyorum. Yıkıntılar arasından bir parça ışık süzülüyor yüzüme. Sanırım gündüz. Ama hangi günün gündüzü bilemiyorum. Sağ gözümü hafifçe aralayabiliyorum. Sol gözümden kan sızıyor yüzüme, gözümü açamıyorum. Kollarım, ayaklarım, bacaklarım acı içinde,  onlarca kırık, ezik, yara bere içindeyim. Bir daha ayağa kalkıp yürümek, koşmak, doyasıya sarılmak sanırım artık çok uzak ihtimaller.   Yanık et, kan ve barut kokusu geliyor burnuma. Hala nefes aldığıma şaşıyorum. Bir ses diyorum bir ses olsa. Ahmet... O da buralarda olmalı. Bir acı inleyiş yahut hırıltılı bir nefes… Sanırım soğuk bedenler arasında yalnızım. Başım sağ yanıma dönük. Sağ elim başım hizasında. Sımsıkı sıkıyorum elimi. Açmak istesem de parmaklarımı oynatamıyorum. Kibrit kutusu hala elimde…

Sabahın alacakaranlığında bir ezan sesi hatırlıyorum. Her sabahkinden farklı, sanki bir ağıt olup sokuluyor evlerin pencerelerinden içeri. Uçak sesleri, koşuşturan insanların telaşlı fısıltıları ve o müthiş gürültüler geliyor ardı ardına. Bombalar arsız kuşlar gibi kaplıyor gökyüzünü. Bir daha bir daha... Ahmet’in ince bedeni gözlerimin önünde duvarlar altında kalıyor, sesim çıkmıyor. Belki de etrafta öyle çok çığlık var ki benimki yıkıntılarla birlikte karanlığa gömülüyor. Yaşadığım bu kent hiç yaşanmamış, tarih boyunca hiç var olmamış, sevmemiş, sevilmemiş, hiç bayram sabahı görmemiş gibi yaslı bir moloz yığınına dönüşüyor.

Kulaklarımda hala keskin çınlamalar ve bir de çocuk sesleri var. Evimizin sokağında koşup oynadığımız, Ahmet’le geceleri uyumamak için gereksiz şeylere kahkahalarla güldüğümüzü, annemin memnun sitemini hayal ediyorum. Sonsuz bir uyku göz kapaklarımı zorluyor.

Uzaklardan araba sesleri geliyor. Siyah giyimli, öfkeli adamlar, ellerinde silahlarla kamyonetler üzerinden bağırarak bir şeyler söylüyorlar.  Ahmetle ben korkup saklanıyoruz yıkıntılar arasına. Adamlardan birkaçı kamyonetten inip annemi çekiştiriyor, arabaya bindirmeye çalışıyorlar. Çırpınıyor annem fakat susuyor. Annemin tedirgin gözlerinde tüm dünya susup izliyor, alkış tutuyor. Ben ve Ahmet saklandığımız yerden izliyoruz annemin sürüklenişini, siyah çarşafı tozlara bulanıyor. Kamyonetin arkasına oturmuş, eli yüzü kan içinde diğer üç beş kadının yanına itiyorlar annemi de. Havaya birkaç el ateş edilince hareket ediyor kamyonet ve toz duman içinde yitip gidiyor annem.

Bizleri bu kanlı oyundan kurtarmak için bir umudun peşine düşüp ortadan kaybolan babamın ardından annemin de gidişiyle büsbütün yalnızlaşıyoruz savaşın ortasında. Çocuk olmak artık daha ağır bir yük oluyor ruhumuzda. Son olaylardan sonra Ahmet’le kalabalık yerlere gitmekten ve akşam olunca dışarı çıkmaktan vazgeçiyoruz. Aslına bakarsanız gündüz de dışarı çıkmak pek akıllıca görünmüyor. Çünkü artık yaşadığımız kentin sokakları- buna yaşamak denirse- oldukça ıssızlaşıyor. Bir gün daha hayatta kalabilirsek, bir akşam daha bir arada olabilirsek şanslı oluyoruz. Yıkık dökük binalar arasında yiyecek bir şeyler arıyoruz. Siyah giyimli silahlı adamlar sokaklarda dolaştıkça insanlar akın akın terk ediyor kenti ve gün geçtikçe eksiliyoruz. Gidenler “Türkiye!” diyor, “Türkiye bize kucak açıyor!”

Ben on yaşındaydım, kardeşim Ahmet ise altı. Geceleri evimizin henüz yıkılmamış kuytu duvarına yaslanıp  kaderimizin bizi nasıl bir  sabaha uyandıracağını bilmeden çaresiz beklerdik. Gidecek hiçbir yerimiz, sığınacak hiç kimsemiz yoktu. Ahmet cebinden bir kibrit kutusu çıkardı. Omuzlarına inen kıvırcık saçlarından bir tel koparıp kutuya koydu.

“Bu benim sana emanetimdir,” dedi. “Sen elbet bir yolunu bulup Türkiye’ye ulaşırsın.”

 

You have no rights to post comments