5) Vasıf Çınar [1892 İzmir-

08.03.1924 tarihinde millî eğitim bakanı olan Vasıf Çınar, birinci millî eğitim bakanlığını 21.11.1924 tarihine kadar 8 ay 14 gün sürdürmüştür.

Vasıf Bey'in millî eğitim bakanı olarak görev almış olduğu ikinci İsmet Paşa kabinesi, TBMM'ye hükümet programı sunmamıştır. Bu nedenle Vasıf Bey'in çalışmalarını daha çok diğer hükümetlerin programlarındaki eğitim hedefleriyle Atatürk'ün direktifleri, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 439 sayılı Orta Tedrisat Muallimleri Hakkında Kanun ve İsmail Safa zamanında toplanmış olan I. Heyet-i İlmiye'nin kararlarıyla kendisinin toplamış olduğu II. Heyet-i İlmiyenin kararları yönlendirmiştir.

II. Heyet-i İlmiye

Cumhuriyet eğitim tarihinde II. Heyet-i İlmiye olarak adlandırılan toplantı 23..04.1923 tarihinde Ankara'da yapılmıştır.

Vasıf Bey, II: Heyet-i İlmiye'nin açılış konuşmasında gündemi, "...mektep programlarını hazırlamak, tevzii ders cetvelini tanzim ve mektep kitaplarını ihzar etmek..."[1] olarak belirlemiş, daha sonra da neden böyle bir toplantıya ihtiyaç duyulduğunu açıklamaya çalışmıştır.

Vasıf Bey, heyeti toplantıya çağırmadan önce bazı anketler düzenlediklerini, bu anketlerden elde edilen sonuçların ışığında toplantının kaçınılmaz olduğunu dile getirmiştir.

II. Heyet-i İlmiye, sürdürülen komisyon çalışmalarının sonuçlarını dikkate alarak şu kararlara varmıştır:

  1. İlköğretimin altı yıldan beş yıla indirilmesi,

  2. Orta ve lisenin birer cüz ü tam sayılması ve her ikisinin üç sene olması ve böylece orta tahsilin yedi seneden altı seneye indirilmesi,

  3. Dört sene olan muallim mekteplerinin beş seneye çıkarılması,

  4. Orta mektep, lise, muallim mektebi programlarının tadili ve içtimaiyat dersinin ilavesi,

  5. İlköğretimlerin öğretim programları,

  6. Ders kitaplarının yazılması.

Heyetin çalışmaları arasında orta ve liselerde Türkçe - Türk dili ve edebiyatı derslerinin programları üzerinde ayrıca, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı olarak değinilecektir.

Bunlara ek olarak Vasıf Bey'in yapmış olduğu bir diğer önemli iş, Amerikalı ünlü eğitim ve bilim adamı John Dewey'i Türkiye'ye çağırmasıdır. John  Dewey'in bakanlığa sunduğu raporla birlikte ilk kez ciddî biçimde meslekî ve teknik eğitimin önemine dikkat çekilmiştir.[2]

6) M. Şükrü Saraçoğlu [1887 İzmir-1953]

Ali Fethi Okyar'ın kurduğu kabinede görev yapan Saraçoğlu, 22.11.1924-03.03.1925 tarihleri arasında 3 ay 12 gün millî eğitim bakanlığı yapmıştır. Bu kısa zaman içerisinde kayda değer bir çalışmasını göremediğimiz Saraçoğlu'nun, 1925 yılı millî eğitim bakanlığı bütçesinin görüşülmesi sırasında meclis genel kurulunda yapmış olduğu konuşmada 1925 yılının millî eğitim panoramasını çizmiştir.

Konuşmada, "İlk Eğitim", "Köy Okulu Modeli", "Orta Öğretim Okulları", "Liselerimiz", Öğretmen ve Öğretmen Okullarımız", ""Meslek Okullarımız" "İmam ve Hatip Okulları", "Sayıları Çok Olan Orta Okullar" alt başlığında görüşlerini dile getirmiştir.

Öğretmen okulları üzerine düşünceleri konumuz açısından önemlidir. Öğretmen okullarında son sınıf öğrencilerinin staj görmesi gerektiği üzerinde duran Saraçoğlu: "Öğretmenin çevreye değil, çevreyi kendisinin peşine takmak gerekir" diyerek son sınıf öğrencilerinin staj görerek topluma uyum sağlamalarının eğitimin kalitesi açısından önemli olduğunu vurgulamıştır.[3]

7) Hamdullah Suphi Tanrıöver [1886-1966]

Tanrıöver'in ikinci millî eğitim bakanlığında daha çok beş yıllık bir dönemin eğitim sorunları masaya yatırılmıştır. Konumuzla bağlantılı bazı kararlar alınmıştır.

Tanrıöver'in özellikle kültür politikası dikkat çeker. Eski eserlerin korunmasına gereken önemin verilmesini değerli kültür varlıklarımızın yurt dışına çıkarılmaması konusunda herkesin ortak bir duyarlılıkla mücadele etmesi gerektiği üzerinde durmuştur.

Mecliste özellikle, Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi'nin her fırsatta Türkçenin sadeleştirilmesi gerektiği üzerine düşüncelerine cevap olarak şu açıklamayı yapmıştır: "...Bolu muhteremi Hilmi Beyefendinin sualleri şudur: Hars teşkilatı dahilinde Türkçecilik teşkilatı var mıdır? Yani Arapça, Acemce ile dolu lisana mukabil temizlenmiş bir Türk lisanı meydana getirmek için mesai deruhte etmiş teşkilat var mıdır? Yoktur efendim..."

8) Mustafa Necati [1892 İzmir-01.01.1929 Ankara]

21.12.1925 tarihinden 01.01.1929 tarihine (ölümü) kadar millî eğitim bakanlığı yapmış olan Mustafa Necati, cumhuriyet döneminin en idealist, en çalışkan, öğretmen kitlesinin en fazla sevgisini ve saygısını kazanmış kişidir.

Necati, Atatürk'ten sonra Cumhuriyet döneminde Türk öğretmenin hamisi olmuştur denilebilir. Onun zamanında öğretmene verilen yüksek moral değerlerinin sonucunda, öğretmen okullarını bitiren her genç öğretmen, seve seve yurdun en ücra köşesine kadar koşmuş ve genç devletin ilke ve ideolojisini halk kitlelerine aktarmışlar, onları cehaletin karanlığından kurtarmaya çaba harcamışlardır.

Türk millî eğitim sisteminin merkezî bir örgütsel yapıya kavuşturulması, öğretmen yetiştiren yeni kurumların açılması, kırsal yerleşim birimleri için ayrı bir öğretmen yetiştirmek amacıyla köy öğretmen okullarının açılması hep Mustafa Necati'nin zamanında gerçekleştirilmiştir.

Avrupa ülkeleriyle eğitim alanında sıkı işbirliği Necati'nin zamanında kurulmuştur.

Mustafa Necati'nin zamanında III. Heyet-i İlmiye toplanmış, heyet, önemli kararlar almış ve bu karalar ivedilikle uygulamaya konulmuştur. Konumuzla bağlantılı olarak heyetin karalarından bir kaçını burada aktarmak gereği vardı:

  1. Liselere yeniden düzen vermek ve belirli merkezlerde kuvvetli liseler açmak ve yavaş yavaş çoğaltma yoluna gitmek,

  2. Talim ve terbiye işleriyle meşgul olmak üzere bir talim ve terbiye dairesi kurmak.

Mustafa Necati'nin bakanlığı döneminde kabul edilen yeni harflerin bütün yurttaşlarımıza öğretilmesi amacıyla Millet Mektepleri kurulmuştur.

Millet mekteplerinin çalışma esaslarını düzenlemek amacıyla bir de talimatname hazırlanmış ve İcra Vekilleri Heyetinin 22.09.1929 tarihli toplantısında "Millet Mektebi Teşkilatı Talimatnamesi" kabul edilmiştir. Bu örgütlenmenin iki yönlü bir işlevselliği vardır:

  1. Öğrenim çağını geçirmiş ancak Arap ve yeni Türk harflerini bilmeyen vatandaşların okuma ve yazmayı öğrenmelerini sağlamak üzere tek devreli olarak açılmış dört aylık kurslardır.

  2. Eski Arap harfleriyle okuyup yazmasını bilmelerine karşın yeni Türk harflerini bilmeyen vatandaşlara bu harflerle okur yazar duruma getirmek için iki aylık ve tek devreli kurslar.[4]

Mustafa Necati'nin ölümüyle eğitim reformları bir süre yavaşlamıştır. Mustafa Necati'nin zamanında gerçekleştirilmiş bulunan yazı devrimi ve ardından da başlatılan okuma-yazma seferberliği İsmet İnönü [1884-1973] (01.01.1929-27.02.1929), Vasıf Çınar (İkinci millî eğitim bakanlığı 28.02.1927-07.04.1929), Recep Peker (09.04.1929-10.04.1929-vekil), ve Cemal Hüsnü Taray [1893 (10.04.1929-15.09.1930),  zamanlarında aksatılmadan uygulanmıştır. Esat Sagay [1873-1938] (27.09.1930-18.09.1932), ve Dr. Reşit Galip [1897-1934] (19.09.1932-13.08.1933), daha çok İstanbul Darülfünununun modern bir yükseköğretim kurumu durumuna getirilmesiyle uğraşmışlardır. Yine Türk tarih ve dil devrimleri de bu bakanlar zamanında gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Dr. Reşit Galip, köye yönelik çalışmalarıyla da dikkatleri çekmiştir. Üniversite reformunun aksayan yönleri Dr. Refik Saydam(14.08.1933-26.10.1933) ve Hikmet Bayur [1891-] (27.10.1933-08.07.1933) zamanında giderilmeye çalışılmıştır.

Kültür Bakanı Abidin Özmen[1897-1966] (09.07.1933-09.06.1935)'in zamanında ise ilköğretim işleri CHP'nin öncelikli işleri arasına girmiştir. Fakat Türkiye'de o günler için ilköğretim sorunun çözümü büyük ölçüde öğretmen yetiştirmeye dayandığından, öğretmen yetiştirmeyi dikkate almayan politikalar yüzünden başarılı olamamışlardır. Bu gerçek Saffet Arıkan [1888-1947] (10.06.1935-28.12.1938)'ın kültür bakanlığı döneminde iyi kavranılmış olacak ki öğretmen yetiştirme işleri ön plâna çıkmış köy eğitmenleri ve öğretmenleri yetiştirme işlerine hız verilmiştir. Özellikle köy öğretmenleri yetiştirilmesi Arıkan'ın orijinal eğitim icraatları arasında yer almıştır.

Yukarıda konuya bir giriş niteliğinde dile getirdiğimiz konuların ayrıntısına girmek araştırmanın hedefinin sapmasına neden olacağından, bu noktadan itibaren özellikle yirminci yüzyılın başında yazarlar, spesifik olarak Türkçe için neler yapmıştır. Bu konuya ağırlık vermek hedefimiz doğrultusunda yol almamıza vesile olacaktır.

Bu yüzyılda Türkçe’ye hizmet eden devlet adamlarını, yazarları ve şairleri adlarıyla oluşturulan başlık altında vermeyi uygun bulduk.

1. GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, yüzyıllardır bağımsızlığından ödün vermeden yaşayan Türk milletinin geçmiş devlet yöneticileri içinde Türkçe’ye en büyük önem verenidir. Gazi’nin, mesaisini en çok meşgul eden dil hakkındaki görüşleri ve direktifleri aşağıda bir bütün olarak verilmeye çalışılmıştır.

“Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir (Korkmaz, 1992: 191)[5].

“Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar (Korkmaz, 1992: 191)

“Türk demek dili demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz

Yalnız, milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk düşüncesine bağlı olduğunu iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz (Korkmaz, 1992: 191).

Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini, doğru temelleri üzerine kurmak; öz Türk diline, değeri olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere ereceğine şimdiden inanabiliriz (Korkmaz, 1992: 213).

Zamanımızda yaşamak isteyen milletler, tarihlerine ve tarihlerini yaşatan her şeyde dillerine sağlam sarılırlar. Dil bilgisi, tarihin en uzak, en karanlık köşelerini aydınlatır... Asırlık işleri yıllara sığdıran Türk inkılâbı, kendi mihrabının bizzat güneş olduğunu bulmuştur. Tarih yolculuğunda güneşin ilham izlerine, en çok biz, Türkler tesadüf ediyoruz. Türk ırkı, kültürünü öyle bir yerde buldu ki, orada güneş ona verimli oldu. İlk yurttan ayrılmaya mecbur olan Türkler, başlıca göç yolları için yine güneşin kılavuzluğundan istifade ettiler. Doğu ve Batı ellerine yayıldılar; o geniş ülkelerde, yüksek varlıkların edebî vesikalarını bıraktılar. Öz yurdumuz Anadolu’nun ilk kültürünü kuran cetlerimiz güneşi sembolize ettiler. Türk tarihi, Türk ırkını ancak müspet ilim belgeleriyle bulur. Türk dili bunlardan en önemlisidir.... Türk’ün tarihi varlığını ve bu varlığın dünyadaki yaygınlığını, Türk dili orijinalliği bilhassa çok açık bir kesinlikle göstermektedir.l Bu itibarla Tarih Kurumu Türk Dil Kurumunun kendinden ayrılmaz eşidir. Bu iki kurum, birlikte yükselmesi, birbirini tamamlaması icâbeden iki âbidedir (Korkmaz, 1992: 217).

Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafamızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılamayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve lüzumu anlamak mecburiyetindesiniz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlayacağız. Buna katiyetle eminim. Siz de emin olunuz (Korkmaz, 1992: 33).

“Aziz Arkadaşlarım,

Her şeyden evvel inkişâfın ilk yapı taşı olan meseleye temas etmek isterim. Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine, onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır.

Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe, Lâtin esasından Türk harflerinin Türk diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde ve köyde, yaşı ilerlemiş Türk evlatlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır. Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla, Türk harflerini katiyet ve kanuniyet kazanması bu memleketin yükselmesi mücadelesinde başlı başına bir geçit olacaktır. Millet ailesine, münevver, yetişmiş büyük bir milletin dili olarak elbette girecek olan Türkçe’ye bu yeni canlılığı kazandıracak olan Üçüncü Büyük Millet Meclisi, yalnız edebî Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde mümtaz bir sima kalacaktır.

Efendiler,

Türk harflerinin kabulüyle hepimize, bu memleketin bütün vatanını seven evlatlarına mühim bir vazife teveccüh ediyor. Bu vazife milletimizin kâmilen okuyup yazmak için gösterdiği şevk ve aşka bilfiil hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz hususî ve umumî hayatımızda rast geldiğimiz okuyup yazma bilmeyen erkek kadın her vatandaşımıza öğretmek için tehalük göstermeliyiz. Bu milletin asırlardan beri hallolunmayan bir ihtiyacı birkaç sene içinde tamamen temin edilmek, yakın ufukta gözlerimiz kamaştıran bir muvaffakiyet güneşidir. Hiçbir muzafferiyetin hazlarıyla kıyas kabul etmeyen bu muvaffakiyetin heyecanı içindeyiz. Vatandaşlarımızı cehaletten kurtaracak bir sade muallimliğin vicdanî hazzı mevcudiyetimizi işba etmiştir (Korkmaz, 1992: 48).

Yeni yazı, Türk’ün meftur olduğu yüksek zeka ve kabiliyeti inkişaf ettirebilecektir. Yeni yazımızı, Yeni Türk harflerini tarlalarında çalışan çiftçilerimize, sürüleri başında dolaşan çobanlarımıza kadar en az zamanda teşmil etmeye çalışmak cümlenin vicdan ve millî haysiyet borcudur (Korkmaz, 1992: 48).

Arkadaşlar,

Bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarınızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz.

Şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Çok işler yapılmıştır ama bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil lâkin çok lüzumlu bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk örenmelidir. Vatandaşa, kadına erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin yüzde onu okuma bilir, yüzde sekseni bilmez nevidendir. Bundan insan olanlar için utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir, iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir... artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz. Hataların tahsis edilmesinde bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene içinde bütün Türk heyet-i içtimaiyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz, yazısıyla, kafasıyla bütün âlem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir (Korkmaz, 1992: 162) [9 Ağustos 1928 Sarayburnu]

Başka dillerdeki her bir söz için en az bir kelime bulmalı, onları ortaya atmak lâzımdır. Millî zevkimiz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman lügatimize koyalım (Korkmaz, 1992: 278)

Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır (Korkmaz, 1992: 315).[6]

Türk konuşurken önce somut şeyi, sonra soyut anlam bildiren kelimeyi söyler. “Ahmet geldi.” der. , çünkü Ahmet somut varlığı, geldi soyut anlamı ifade eder. Türk‘ün tabiî söz dizimi budur. Bunu ancak heyecan, korku, şaşkınlık gibi haller bozabilir ‘Korkmaz, 1992:347).

Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat Türk dilinin yapısını zorlamak olmaz. Bu bünye meselesini Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ketebe yektübü Arap’ındır, kâtip, kitap, mektup Türk’ündür (Korkmaz, 1992: 347).

En iyi müdafaa usulü taarruzdur. Şu hâlde dil alanında türemiş yabancılıklara saldıralım; ağacı bir defa silkeleyelim: Görelim hangi çürükler düşecek; kalan sağlamlar bakalım ne kadardır? Dökülmeyenler, özleri ve arınmışları bulununcaya kadar biraz daha işe yarayabilir; geçici olarak... (korkmaz, 1992: 358).

Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için tüm devlet örgütümüzün dikkatli, ilgili olmasını isteriz.[7]

Kültür işlerimiz üzerine ulusça yüreğimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini doğru temelleri üzerine kurmak, öz Türk diline hakkettiği genişliği vermek için candan çalışmanın geldiğini söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere erişeceğine şimdiden inanabilirsiniz (Turhan, 1995: 187-188).

Başlarında değerli Millî Eğitim Bakanımızın bulunduğu Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumumuzun, her gün yeni gerçeklerin ufuklarını açan ciddî ve sürekli çalışmalarını övgüyle anmak istiyorum. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki köken niteliklerini inkar edilemez bilimsel belgelerle ortaya koydukça yalnız Türk ulusu için değil, ama tüm bilim dünyası için dikkat çekici ve uyandırıcı, kutsal bir görev yaptıklarını güvenle söyleyebilirim. Türk Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonunda ortaya çıkardığı 5500 yıllık maddî Türk tarih belgeleri cihan kültürünü yeniden incelemeyi gerektirecek niteliktedir.

Birçok Avrupalı bilim adamlarının katılmasıyla toplanan Dil Kurultayının ışıklı sonuçlarını doğrudan doğruya gördüğüm için mutluyum. Bu ulusal kurumların kısa sürede ulusal akademiler hâlini almasını dilerim. Bunun için çalışkan tarih ve dil bilginlerimizin, dünya bilim âlemince tanınacak, özgün yapıtlarını görerek mutlu olmanızı dilerim (Turhan, 1995: 188).

Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları beğenmeye değer kıymet ve nitelik göstermektedir. Tarih Kurumu ülkenin çeşitli yerlerinde kazılar yaptırmış ve uluslar arası toplantılara başarıyla katılarak yaptığı tebliğlerle yabancı uzmanların ilgi ve beğenilerini kazanmıştır.

Dil Kurumu en güzel ve verimli bir iş olarak çeşitli bilimlere ait Türkçe terimleri saptamış ve böylelikle dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda sağlam bir adım atmıştır. Bu yıl okullarda öğretime Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlanmış olmasını kültür hayatımız için önemli bir olay olarak kaydetmek isterim.

Türk Dil ve Tarih Kurumlarının Türk ulusal varlığını aydınlatan çok değerli ve önemli birer bilim kurumu niteliği kazandığını görmek hepimizi sevindiren bir olaydır (Turhan, 1995: 188).

İlk fıkra kumandanı olduğum Tekirdağ’ını 14 sene sonra ziyaret edebildim. Bundan çok memnun ve mütehassisim. Fakat, daha çok memnun ve münşehir olduğum nokta şudur: Tekirdağlı vatandaşlarım daha şimdiden yeni Türk harflerini yazıp okumayı öğrenmişlerdir, diyebilirim. Memurların kaffesini bizzat imtihan ettim. Sokaklarda ve dükkânlarda halk ile temaslar yaptık. Arap harfiyle hiç yazmak okumak bilmeyenlerin Türk harfleriyle derhal ünsiyet ettiklerini gördüm. Henüz ortada selâhiyetler makamatın tastikinden geçmiş bir rehber olmadan, henüz mektep muallimleri delâlet faaliyetini geçmeden, Yüce Türk milletinin hayırlı olduğuna kanaat getirdiği bu yazı meselesinde bu kadar yüksek şuur ve intikal ve bilhassa istical göstermekte olduğunu görmek, benim için cidden büyük, çok büyük saadettir.

Bu husus elbette ağyar için mucib-i hayret olacaktır. Az zaman sonra, yeni Türk harfleriyle, göz kamaştırıcı Türk manevî inkişafının vâsıl olabileceği kudret ve itibarın beynelmilel seviyesini gözlerimi kapayarak şimdiden o kadar parlak görüyorum ki, bu manzara beni gayşediyor. (Korkmaz, 1992: 43)

Yeni harflerin tatbikatını memleketin pek çok yerinde gördüm. Şehirlerde, köylerde, her yerde halk yeni harflerle okuyup yazmaya geçmiştir. Halk yeni yazının kolaylığından memnundur. Yalnız her yerde, şehirde ve köyde, memurda ve muallimde zihinde karıştırıp şaşırtan, bağlama çizgisinin doğru olarak kullanılmasındaki endişe vaziyetidir.

Bu sıkıntı harflerin kolaylığına, şevk ve neşeye dokunacak derecede kendini hissettirmektedir.

Encümen esasen yeni harflerle yazıya başlanırken uzun kelimemizin hecelemesini, seçilmesini kolaylaştıracak bir çare olmak üzere bağlamayı düşünmüş ve bağlamanın kalkmasını ileriye bırakmıştır. Yeni harflerin kabul ve taammümündeki tehalük ve sürat bu zamanın geldiğini gösteriyor. Bilakis bağlama çizgisinin kalkması halkın öğrenmesini pek çok kolaylaştıracak ve şevklendirecektir. Bu sebeple ve halk içinde müşahedelerime güvenerek atideki esasları kabul etmek faydalı ve lazım görülmüştür.

  1. istifham edatı olan “mı?, mi?, mu?, mü?” umumiyetle ayrı yazılır. Mesela, “Geldi mi?” gibi. Fakat kendinden sonra gelen her türlü lâhikalarla beraber yazılır. Mesela, “Geliyor musunuz?, Ben miydim?” gibi.

  2. Rabıt edatı olan “ki” ve dahi manasında olan “de, da” müstakil kelime olarak ayrı ayrı yazılır. Mesela, “Görüyorum ki. Sen de iyisin” gibi.

  3. Türk gramerinde bağlama işareti olan (-) kalkmıştır. Binaenaleyh fiillerin tasriflerinde ve isim ve sıfatların fiil gibi tasriflerinde lâhikalar (-) ile ayrılmazlar, beraber yazılırlar. Mesela, “Geliyorum, Gideceksiniz, görecekler, yapmalıyım, gideyim, gidebilirim, söyleyesin, güzeldir, demirdir” gibi.

  4. Kezalik ile, ise, için, iken kelimelerinin muhaffefleri olan –le, -se, -için, -ken şekilleri kendinden evvelki kelimeye bitişik yazılır. Çizgiyle ayrılmaz. Mesela, “Ahmetle, buysa, seniniçin, gelirken” gibi. Bunun gibi –ce, -çe, -ca, -ça ve zarf edatı olan (ki) lâhikaları da her vakit iltihak ettiği kelime ile bitişik yazılır. Mesela, “mertçe, benimki, yarınki, hasta iyicedir, iyice anladım.”

  5. Türkçe’de henüz mevcut olan Farisî terkiplerle dahi bağlama çizgisi yoktur. Terkip işareti olan sedalı harfler (i), ilk kelimenin sonuna eklenir. Mesela, hüsnü nazar.

Şimdiye kadar tabı ve neşrolunmuş muhtelif vesaitler bu esaslara göre derhal en seri surette tashih olunmak lazımdır. (Korkmaz, 1992: 45-46)

Yeni harfler bizi çok işgal etmelidir. İnönüleri, Sakarya, Dumlupınar arifelerinde ne kadar dikkatli, ne kadar müteyakkız, aynı zamanda ne kadar pürûmit olduğumuzu düşünürüz; yeni harfler meselesinde o kadar dikkatli, ve o kadar ümitli olmalıyız. Bu memleketin cidden mes’ûd olmasını kalpten arzu edenler, bunca muvaffakiyetlerine rağmen hâlâ bu milletin lisânını ve yazısını akvâm-ı iptidâiyenin işaretleri gibi görecek ona hiçbir kıymet vermek lüzûmunu hissettirmeyenleri hakîkate ircâ etmeli, yeni harflere ve bu harflerle husûle gelecek  vaziyete bütün heyecanları, ümitleri ve ciddiyetleri ile ehemmiyet vermeli ve meşgûl olmalıdırlar.

Eğer bugün dimağımızı demir çerçeve içinde bulunduran bu kıskacı parçalamazsak, bütün ihtilal ve inkılâp muvaffakiyetlerinin mesut neticelerine rağmen, parçalanırız. Kazandıklarımızla müteselli ve bilhassa mağrûr olmayı asla düşünmemeliyiz (Korkmaz, 1992: 48-49)

Türk alfabesinin sadeleştirilmesi hakkındaki tebrikinizi memnuniyetli aldım. Şurasını tecrübe ile zikredeyim ki, hece ve alfabe ıslahı, hakikaten çocukları  müşkülattan kurtaran, onlara küçük yaşta muvaffakiyet lezzetini arttıran en müessir vasıtadır. Yaşlı adamların sevinçleri ise daha aşikârdır. İnsanlar arasında kolay ve hevesli okumak vasıtasının temin edilmesi hem millî inkişafa hem de milletler arasında anlaşmaya çok hâkimdir (Korkmaz, 1992: 50).

Meclisimizin en büyük eseri olan Türlk harfleri, memleketin umumi hayatına tamamen tatbik olunmuştur. İlk müşkülât, milletin mefkûre kuvveti ve medeniyete olan muhabbeti sayesinde kolaylıkla yenilmiştir. Millet mektepleri, normal tedrisat haricinde kadın ve erkek, yüz binlerce vatandaşın nurlanmasına hizmet etti. Bu mekteplerin daha fazla bir gayret ve şevkle idame edilmesi lâzımdır (Korkmaz, 1992: 50)

Türk çocuklarını, onları, kafalarındaki kabiliyetleri, Türk karakterlerindeki sağlamlıkları, Türk duygularındaki yükseklik ve genişlikleri kendilerini hiç zorlamadan natürel bir tarzda ve olduğu gibi ifadeye alıştırmak.

Bunlar yapılınca netice şu olacaktır: Türk çocuğu konuşurken onun beyan ve anlatış tarzı, Türk çocuğu yazarken onun ifade ve üslûbu, kendisini dinleyenleri onun yürüdüğü yola götürebilecek, bu kabiliyeti sayesinde Türk çocuğu kendisini dinleyen ve yazısını okuyanları peşine takarak yüksek bir Türk ülküsüne ulaştırabilecektir (Korkmaz, 1992: 212).

Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hâle getirmeliyiz (Korkmaz, 1992: 284).[8]

Türk dili kaynakları üzerinde edindiğimiz bilgiler, umduğumuzdan daha verimli çıktı. Şimdi yalnız ana dilimizin öz varlıklarını bilmekle kalmıyoruz; bunların çok eski bir medeniyetin ilk ve ana dili olduğunu da öğrendik.

Klâsik etimolojinin karışık görüşleri karşısında bizim teorimiz ve analiz metodumuz çok basit görünüyor. Fakat hakikat, ezelî ve edebî hakikat basittedir. Teorimizi bir dil kanunu olarak ileri âlemine tanıttığımız gün, Türklük için şanslı bir zafer günü olacaktır (Korkmaz, 1992: 310)

Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumunun öz kardeşi ve tabiî tamamlayıcısıdır!... Bu kadar eski bir varlığı olan bir büyük milletin bu kadar eski, köklü ve yaygın bir dili de olması gerektir. Nasıl ki bütün bakımsızlığına ve unutulmuşluğuna rağmen o dil bugün de hemen hemen Orta Avrupa’dan, Kuzey Balkan’dan ta yukarı orta ve aşağı, ta uzak Asya’ya kadar türlü lehçelere bürünmüş olsa da gene aynı asıldan kalarak hâlâ konuşuluyor!... Bu dilin indoeuropeen dedikleri göç aileleri dilleriyle de şu ve bu ilgisi olsa gerektir.... Lengüistik, filoloji, morfoloji, etimoloji, gramer ve sentaks burada...

Araştırılsın, incelensin: görülsün ne çıkacak? Bugünkü başka dillerde karşılığı bulunup atılamayan şu bu sözlerin, ta İlyada’daki, Odise’deki şu bu sözlerin Türkçe’de karşılığı bulunabilip anlatılabilmesi ne demeye gelir? Araştırılsın, eleştirilsin görülsün! (Korkmaz, 1992: 351)

Türk dili zengin, geniş bir dildir, her mefhumu ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde işlemek lâzımdır (Korkmaz, 1992: 369)[9]

Türk milletini ve Türk medeniyet tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz (Korkmaz, 1992: 369).

Şurasını tecrübe ile ifade edeyim ki, hece ve alfabe yeniliği hakikaten çocukları güçlüklerden kurtaran, onlara küçük yaşta muvaffakiyet lezzetini tattıran en etkili vasıtadır. İnsanlar arasında kolay ve hevesli okumak vasıtasının temin edilmesi hem millî gelişmeye hem de milletler arasında anlaşmaya çok hizmet eder (Kocatürk, 1984: 122).

Türk harflerinin kabulüyle hepimize, bu memleketin bütün vatanını seven yetişkin evlatlarına mühim bir vazife düşüyor. Bu vazife milletimizin kâmilen okuyup yazmak için gösterdiği şevk ve aşka fiilen hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz, hususi ve umumi hayatımızda rast geldiğimiz okuyup yazma bilmeyen erkek kadın her vatandaşımıza öğretmek için can atmalıyız. Bu milletin asırlardan beri hallolunmayan bir ihtiyacı birkaç sene içinde tamamen temin edilmek, yakın ufukta gözlerimizi kamaştıran bir muvaffakiyet güneşidir. Hiçbir muzafferiyetin hazlarıyla kıyas kabul etmeyen bu muvaffakiyetin heyecanı içindeyiz. Vatandaşımızı bilgisizlikten kurtaracak bir sade öğretmenliğin vicdanî hazzı mevcudiyetimizi doyurmuştur (Kocatürk, 1984: 123).

Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını isteriz (Kocatürk, 1984: 124)[10].

Millî şuurun ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz (Kocatürk, 1984: 124)[11].

Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğimizin korunmasıyla mümkün olacaktır (Korkmaz, 1992: 243).

2. ZİYA GÖKALP

Atatürk’ün sosyoloji alanındaki fikir babası diyebileceğimiz Gökalp’in Türkçe’ye hizmetini bilimsel metinlerle ispatlamaya sayfalar yetersiz kalacaktır inancındayız. Onun daha çok edebî metinlerle Türkçe’ye aktarmaya çalışacağız.

LİSAN

Güzel dil Türkçe bize,

Başka dil gece bize.

İstanbul konuşması

En saf, en ince bize.

*

Lisandan sayılır öz

Herkesin bildiği söz;

Ma’nâsı anlaşılan

Lûgate atmadan göz.

*

Uydurma söz yapmayız,

Yapma yola sapmayız,

Türkçeleşmiş, Türkçedir;

Eski köke tapmayız.

*

Açık sözle kalmalı,

Fikre ışık salmalı;

Müteradif sözlerden

Türkçesini almalı.

*

Yeni sözler gerekse,

Bunda da uy herkese.

Halkın söz yaratmada

Yollarını benimse.

*

Yap yaşayan Türkçeden,

Kimseyi incitmeden.

İstanbul’un Türkçesi

Zevkini olsun yeden.

*

Arapçaya meyletme,

İrân’a da hiç gitme;

Tecvîdi halktan öğren,

Fasîhlerden işitme.

*

Gaynlı sözler emmeyiz,

Çocuk değil, memeyiz!

Birkaç dil yok Tûrân’da,

Tek dilli bir kümeyiz.

*

Tûrân’ın bir ili var

Ve yalnız bir dili var.

Başka bir dil var diyenin,

Başka bir emeli var.

*

Türklüğün vicdânı bir,

Dîni bir, vatanı bir;

Fakat hepsi ayrılır

Olmazsa lisânı bir. (Yeni Hayat 1915)

“Hıristiyan kavimlerin ne suretle i’tilâ ve istiklâl yollarına gittiklerini gözlerimizle gördük. Bunlar iptida lisanlarını millîleştirmekle işe başladılar. Lisanî bir istiklâl, siyasî istiklâlin mukaddimesidir. Bir kavim, millî lisânını sevmeğe, millî edebiyatını bu millî lisân üzerinde te’sis etmeğe başladığı anda necât va’dini almış demektir.”[12]

You have no rights to post comments