Dil bir iletişim ve anlaşma aracıdır. Sözcükler ne kadar kolay anlaşılırsa, anlamı ne kadar iyi bilinirse, diğer sözcüklerle oluşturduğu anlam ağıyla ne kadar uyumlu ise insanlar arası anlaşma da o kadar iyi olur. Sözcüklerin anlamı birçok yolla öğrenilebilir. Dilin mantığını çözen bir çocuk daha önce duymadığı ve anlamını bilmediği bir sözcükle karşılaştığında kökünden-ekinden o sözcüğün en azından neyle ilgili olduğunu yorumlayabilir.
“Sözcük”ü ilk kez duyan bir çocuk onun kökündeki “söz”den konunun söz, ses, anlam ile ilgili olduğunu çıkarsar. “Kelime”yi ilk kez duyduğunda ise “kel”likle, saç baş konusuyla ilgili olabileceğini düşünebilir ve konuşulan durumu kavramakta güçlük çeker. önce-evvel, sevgili-aziz, başkan-reis, başarı-muvaffakiyet, siyasa-politika, bilgisayar-kompüter vb. Duruma ilişkin binlerce benzer örnek verilebilir. Konuşmanın yarısı Türkçe yarısı başka dillerden aşırma sözcüklerden oluşuyorsa anlaşmak güçleşir. Öyleyse insanların iletişim kurduğu dili temiz kullanmak gibi bir zorunluluğu vardır.
Bir dilde olmayan bir sözcüğe gereksinim varsa ve o sözcük başka bir dildeyse ödünç alınabilir. Ancak dilimizde bir sözcük veya kavram varken neden yabancı dilden aynı anlamda olan sözcüğü aldık ve kullanmaya başladık? Türkçeyi öğrenirken ya da konuşurken neden Türkçe sözcüklerin eşanlamlısı olan Arapça, Farsça, İngilizce vb dillerden gereksiz olarak alınmış sözcükleri de öğrenmek zorunda bırakılıyoruz? Öğrenme enerjisini gereksiz olarak telef etmek, zaman harcamak ve öğrenmeyi çekilmez hale getirmek değil midir bu durum? Bunları söylerken, yabancı dilleri öğrenmeye karşı olduğum gibi bir anlam çıkaran olmaz sanırım!
***
Müslüman olduktan sonra Türk abecesini (Göktürk/runik) bırakıp Arap elifbasını aldık. Türkçeye uygun değildi. Şöyle ki “öldü” diye yazdığımızda onu okuyan “oldu” gibi okuduğu için Arapça “vefat” sözcüğünü dilimize almışız. Türkçesi varken, sırf kötü alfabe yüzünden! Gel, kel ve gül sözcükleri aynı biçimde yazılıyordu. Okurken hangisi olduğunu sözün gelişinden anlamak gerekiyordu.
Bunun yol açtığı diğer sonuç da madem doğru okuyup yazmak için Arapça ve Farsça sözcükleri kullanmak zorundayız, o halde o dillerin sözcüklerini, ek ve köklerini hatta dilbilgisini öğrenmek zorunluluğuydu. Yani Türkçe okuma yazmayı öğrenmek için kıyısından köşesinden, “tarzanca” da olsa Arapça ve Farsça da öğrenmek gerekiyordu! Bu ise okuma yazmayı ağır, zahmetli ve bıktırıcı bir sürece dönüştürüyordu.
Ceviz Arapçadır. Türkçesi “koz” idi. Koz sözcüğünü Arapların alfabesiyle yazsanız bile okuyanlar “köz”, “göz” ya da “kuz” diye okuyabiliyordu. Bazen gereksiz komik durumlar, yazılanları dalga geçerek okuma biçimini ortaya çıkarıyordu. Bu yüzden “koz” diye yazmak yerine yabancı dilden (Arapçadan) alıp kullanmaya başladık: Ceviz! Böylece Kozluk, Kozluca gibi yer adlarına da Fransız gibi bakmaya başladık!
Bu, Türkçeye ihanet değil midir?
Dilinizde olmayan bir kavram veya sözcüğü yabancı dilden almak zorunda kalabilirsiniz. Bu bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak sözcüğünüz varken yabancı sözcük kullanmak züppeliğin ötesinde bir şeydir! Şimdi yazı ve konuşmalarımızda “ceviz” yerine “koz” desek bize uydurukçu, öztürkçeci diye verip veriştirecekler!
***
Ortaokuldaydım. İlk derse geç kalmıştım. Ders Türkçeydi. Öğretmen, nerde kaldığımı sordu. Oysa vardır bir olağanüstülük işte! Gerekçe açıkladım ve iyi niyetimi de belirttim. “Evedi ettim ama yetişemedim.” de demiş oldum. Hoca “evedi-ivedi” sözcüğüne takıldı. Kızdı. “Komünistler artık köylere ve çocuklara kadar inmiş, eyvah. Bu kış olmasa gelecek kış komünistler devleti ele geçirir!” dedi. Komünist sözcüğünü bilmiyordum ama iyi bir şeyden söz etmediğini anladım. “Bizim evde böyle konuşuluyor.” dedim. İnanmadı. Sınıfı tanık gösterdim. Hepsi “Evet, bu kelime konuşmalarda kullanılır ve ‘acele etmek’ anlamına gelir” dediler. “Milliyetçi hoca” şaşırdı ve konuyu kapattı. Binlerce yıllık eskicil bir sözcük! Lisede Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı”nı okurken fark ettim. Milliyetçiliği Türkçe yerine Arapça-Farsça gibi yabancı dillerden alınmış, sömürgen sözcükler kullanmak olarak anlayan hocalar vardı. Temiz Türkçe konuşanları “gayri-milli” diye niteleyen “milliyetçi-mukaddesatçı” hocalar!.. Kendine tartışılmaz millî ve dinî sıfatlar takınınca eleştirilemez olduklarını sanıyorlardı.
Ortaokul ve lisedeyken sınavlarda hocalara gıcıklığına sorardık: “Hodjam, cevaplar diye mi yazalım, yanıtlar diye mi?”
Bu arada “yanut” sözcüğünün “Kutadgu Bilig”de geçtiğini de ekleyelim. Temiz Türkçeye karşı olan bir Türk milliyetçiliği nasıl yorumlanabilir?
***
Türkçenin savaşı devam ediyor. Geçen gün ana dili günüydü. Elime bir kitap geçti: “Türkçeyi, ana dilini kullanma, sonradan dilimize girmiş yabancı sözcükler kullan; madem evimize gelmiş, misafirperverdigâr ol, kullan. Ejdat hatırası!” diye ayar veriyordu! Yine milliyetçi mukaddesatçı maskesinin altında yapıyor bunu!
İnsaf edin. Uydurukça dediği Türkçedir. Türkçe dedikleri Arap-Fars sözcükleri ise önceki alfabenin laneti yüzünden dilimize sokmak zorunda kaldığımız yabancı sözcüklerdir. Türkçe karşılıkları vardı, yine de var, yeni kavramlar için muhteşem üretme kolaylıklar da var!
Özbekistan Türklerinin hükümdarı Timur’a hayranım. Arap elifbasını yasaklayıp Türk abecesine (Göktürk Abecesine) geçmişti. Torunu Babür Şah ise Arap harfleriyle Türkçe yazmanın yol açtığı sorunlar yüzünden Uygur abecesinden esinlenerek yeni bir abece geliştirmiş, özel hayatında kullanmıştır. En büyük minnettarlık ise elbette Atatürk’edir.
Türkçenin bağımsızlık savaşı sürüyor. Temiz Türkçe konuşmak milliyetçiliğin ölçütlerindendir. Öyle yaşırgayan Türkçe diye sulandırmadan, olabildiğince temiz Türkçe konuşanlara esenlikler diliyorum.