Tarih Öğretiminin İlke ve Amaçları [1]
YAŞAR ÇAĞLAYAN [2]
TARİH BİLİMİ
Bu yazımızda tarih öğretiminin ilke ve amaçlarının ne olması gerektiğini belirtebilmek için önce ana çizgileriyle tarih bilimini niteliğine değinme gereğini duymaktayız. Tarih biliminin niteliğini belirtmeden öğretim ilke ve amaçlarını tartışmak yanlış anlamalara yol açabilir. Bu yazının sınırları elverdiği ölçüde, asıl konumuzu açıklığa kavuşturabilmek için bilimsel tarih anlayışına giriş olarak yer vereceğiz.
Fransızcada araştırma anlamını taşıyan Latin kökenli histoire ile günleri gösteren date sözcüklerinin dilimizdeki karşılığı tarihin bilim olarak anlaşılmasının tarihçesi pek uzun sayılmaz. Gerçi hikayeci ve pragmatik (öğretici) tarih anlayışıyla eskiden beri yazılmış yüzlerce “tarih” varsa da bilimsel anlamda tarih yazma işi Tanzimat’tan sonra belirmiş, İkinci Meşrutiyet döneminde değer kazanmış, Atatürk’ün Türk Tarih Tetkik Cemiyetini (Türk Tarih Kurumu) kurmasıyla ve “tarih tezi” oluşturmasıyla birlikte verimli bir aşamaya ulaşmıştır. Atatürk döneminde bilim adamlarımızca savunulan tarih tezi O’nun ölümüyle birlikte yavaş yavaş bırakıldığı için tarih araştırmalarına gösterilen özen eski değerini yitirmişse de iyi kötü birtakım kalıcı sonuçlar günümüze aktarılabilmiştir. Ancak sözü edinilen bu dönemlerin hangisinde olursa olsun, birkaç özel durum dışında, öğretim kurumlarımızda bilimsel tarih anlayışı kökleşememiştir. Hatta bilimsel tarih kurumlaşmamıştır bile. Bu yargının daha iyi anlaşılabilmesi için bilimsel tarih anlayışının içeriğini yakından gözlemek gerekir.
Bilimsel tarihin Batı’da ortaya çıkması XIX. yy. içindedir. Bu zamandan önceki bir takım düşünürlerin tezleri böyle bir sonuca ulaşılmasından etkin olmuştur. Batı’da bilimsel tarih belirmeden önce, örneklerini bizde de gördüğümüz tipte hikâyeci ya da pragmatik tipte yazılmış eserler vardı. Hikâyeci tarihçilikte yapılan öncelikle hükümdarlar çevresinde oluşan siyasal olayları sıralamak işiyken pragmatik tarihçilikte kahramanların, peygamberlerin, din ulularının yaşam öykülerini yazmakla yetinilmiştir. Böylece okuyanlara erdem dersi verilmesi yolu tutulmuştur. Her iki görüşle yazılan ve özel öğretim yerlerinde soylu sınıfların çocuklarına okunan bu tip tarih eserlerinin bilimsel bir amacı söz konusu değildi. Arap ve İran kökenli tarih anlayışla Orta Asya Türk kavimlerinin kısa kronolojik sıralamaları da aynı nitelikleri taşımaktaydı. Osmanoğulları soyunun önceleri gazalarını, sonra da İmparatorluğun resmi ilişkilerini yazan hikâyeci tarihçiler için bilimsel bir değerlendirme amacı yoktur. Onlar savaşan gazilere kahramanlık öyküsü olarak sundukları ya da padişahın kulu olarak yöneticilere geçmişi hatırlattıkları ve şehzadelere örneklemeler yaptıkları bu eserlerle bilimsel bir tarih araştırması değil pratik bir yarar sağlamayı düşünmekteydiler. Bu tip yazılı tarihler bugün tarih araştırmacılarının, araştırmalarda kullandıkları verilerin bir kısmını oluşturmaktadır. Kronik ve vakayiname adı verilen bu tip yazılı belgelerin bugün bile tarih olarak sunulması, eğer bilgisizlikten gelmiyorsa, kasıtlı olarak bilimsel tarih anlayışını saptırma amacı taşıdığından kuşkulanılmalıdır.
Batı’da tarihin bir bilim olarak belirlemesinden sonra hızlı bir gelişme izlediğini, buna karşın hikâyeci ve pragmatik tarihçiliğin de sürdüğünü görmekteyiz. Tarih bilimi anlayışı Osmanlı döneminin sonlarında bizde ortaya çıkarsa da batıdaki gelişmeye koşut bir yol izleme olanağı doğmaz.
Bilim olarak ortaya çıkan tarihçilik önceleri toplumsal olayların kristalize olmuş biçimi olan siyasal ilişkilere ağırlık vermekteydi. Tarihsel olaylar ele alınırken olayın determinist bağının çözümlenmesi işi önceleri bilimsel araştırma olarak yeterli sanılmaktaydı. Oysa kısa sürede toplumun determinist bağlarla açıklanamayacağı, toplumun bir diyalektik gelişimden oluştuğu anlaşılıp, toplum araştırmalarında bilimsel yöntem olarak ortaya konmasıyla birlikte tarih bilimin işlevi de değişmiş oldu. Giderek salt siyasal olayların “neden-oluşum-sonuç” zinciri içinde araştırılmasının yetersizliği belirginleşti. Artık yapılacak iş toplumun durgun biçimlerinin değil, gelişim sürecinin kavranmasıydı. Bunun için de toplumun gelişim sürecini belirleyen üretim biçimlerinin değişimi araştırmak tarih biliminin temel görevi olmuştur. Diğer toplumsal ve siyasal olaylar ise temeldeki ekonomik devinimle ilişkili olarak tarihsel süreci oluşturmaktaydılar. İşte bu gün “tüm bir tarih” anlayışıyla yola çıkan tarih bilimcisi tarihsel gelişim sürecini aydınlatma uğraşı içinde bulunmaktadır. Bu gelişim sürecinin tam aydınlatabilmesi için toplumun zaman ve yer olarak derinliğine incelenmesi işini yaparken de genel yöntem ve araştırma tekniklerinden sapmadan çalışan tarihçi, bilim adamı olarak nesnel bir yol tutmuş bulunmaktadır. Oysa bizde tarih bilimciliği “neden-oluşum-sonuç” bütünlüğü içinde inceleme aşamasını aşabilmiş değildir. Toplumsal gelişim yerine zaman ve mekân sınırlandırmalarıyla araştırma yapmakla yetinilmektedir. Söz gelimi Selçuklu dönemi tarihçisi bu dönemin öncesi ve sonrasıyla bağıntılı araştırma yerine yalnızca belli bir zaman ve mekân sınırıyla bağlı kalmaktadır. Türk tarihinin genel gelişim sürecini kurmaya katkısı olacak araştırmaları asıl alarak kendini sınırlandıran tarihçi bilimsel işlevini yapmaktan uzak bulunmaktadır.
Bu kısa açıklamadan sonra tarih öğretiminin niteliğine gelirsek çok değişik bir yapıyla karşılaşırız. Burada ilke ve amaç açısından değerlendireceğimiz öğretim kurumlarında bilimsel tarih yerine hikayeci ve pragmatik tarihçiliğin başından beri sürdürüldüğünü görmekteyiz. Siyasal ilişkilerin ön plana alındığı bu tarih öğretimi ülkemize Tanzimat’tan sonra girmiş, II. Abdülhamit döneminde bir ara okullardan kaldırılmış, İkinci Meşrutiyetle birlikte daha geniş ders konusu olmuş, Atatürk’ün tarih tezine koşut olarak programlar yapılmış, sonra da bu görüş yavaş yavaş bırakılarak bilimsel bir tarihten çok abartılmış biçimde kahramanlık öykülerinin ağır bastığı bir öğretimle günümüze ulaşılmıştır. Tarih öğreniminin “neden-nasılcı” (genetik) anlayışla bilim konusu olurken orta öğretimde tarihin olaylar sıralaması (kronoloji) biçiminde sunulması bir bakıma doğal karşılanmalıdır. Öte yandan UNESCO ve Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantılarında tarih öğretimiyle ilgili ders kitaplarının geliştirmesi araştırma ve çalışmalarına katılmamıza karşın tarih kitaplarını amaç, program ve eğitsel yönlerden geliştirme yoluna girilmemesi de bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hemen belirtilmesinde yarar gördüğümüz bir nokta bilimsel tarih anlayışıyla öğretim yapmanın gereğidir. Ulusal tarihimizin gelişen sürecini bilimsel tarih anlayışıyla okutmakla en azından tarih bilinci verme işi gerçekleşmiş olur ki öğrenci bilimsel düşünce kazanarak çağının sosyo ekonomik yapısını kavrama olanağı bulur. Bilimsel tarih anlayışıyla temellendirilmeyen bir tarih öğretiminin not korkusu ile ezberlenmiş zorlamalardan öte bir anlam taşımayacağı kuşkusuzdur. Ancak bilimsel tarih öğretimi ile aşağıda ele alacağımız ilke ve amaçları gerçekleştirme olanağı vardır.
TARİH ÖĞRETİMİNİN İLKELERİ
Genel olarak örgün eğitim kurumlarındaki öğretimin ilkelerini saptamak siyasal seçenek işidir. Ancak bir bilimin ders konusu olarak öğretim kurumlarında yer etmesi birtakım ilkelere dönük olunmasını gerekli kılar. Tarih biliminin burada saptayacağımız temel ilkeleri Anayasal düzenimizle koşut olarak ele alınmıştır. Ülkemizde siyasi yapı ne olursa olsun Anayasa düzeni var olduğu sürece tarih öğretimi bu ilkelere dönük nitelik taşımalıdır. Çünkü yasal sınırlar içerisinde nesnel ölçütler taşımaktadır.
1.Tarih öğretimi demokratik bilinç vermelidir.
Eski Yunan Devletlerinden günümüze değin demokrasi kavramının içeriği değişmektedir. Köleci toplumda demokrasi tüm ülke halkının bilinçli olarak yönetime katılması anlamı taşımamaktaydı. Çağımızda demokrasi kavramının içeriği seçme-seçilme gibi dar kalıpların dışına taşarak halkın ekonomik eşitliği ile özdeşleşmiş bulunmaktadır. “Özgürlükçü Demokrasi” gibi açıklayıcı deyimler kullanılması aslında demokrasinin ekonomik öz kazanması ile ilgilidir.
Çağdaş tarih öğretiminin demokrasi gelişimini kavratacak, giderek bireylere demokratik bilinç kazandıracak yönde olması kaçınılmazdır. İnsanlığın bugün kazandığı temel özgürlük ve demokrasi gelişimini öğretecek nitelikte tarih öğretimi tarih bilimiyle aynılık gösterir. Bu ilkeye dönük program geliştirilmesi örgün eğitim kurumlarının başta gelen görevdir. Böylece yetişen kuşaklar çağdaş demokrasinin gelişim sürecini kavrayacak tipte bilimsel tarih öğretimi ile karşılamakla bilinçli olarak kendi sorumluluklarını benimsemiş olacaklardır.
Bu gün nesnel olarak doğru olan gerçek toplumların vardığı ekonomik içerikli demokrasi anlayışıdır. Bu bakımdan tarih biliminin araştırıp aydınlattığı doğrular ilkel, köleci, feodal toplumların övgüsü olarak kullanılamaz. Kitlelerin demokrasiyi öğrenmelerine dönük bir tarih anlayışı bilimsel öz taşır.
2.Tarih öğretimi bilimsellik ilkesine uygun olmalıdır.
Tarih, geçmişin olaylarını sıralamak değildir. Bilimin nesnelliğine uygun biçimde toplumun sosyo-ekonomik ve buna bağlı olarak siyasal gelişim sürecinin açıklanması tarih biliminden beklenen işlevdir. Gerçi toplum bilimi araştırmalarında varsayımlar önermek, bu varsayımların doğrulanması yönünde belgeler sunup değerlendirmek ilk bakışta nesnelliğe aykırı görülüyorsa da incelendiği zaman bu varsayımların temelde bilimsel duygulara dayalı olduğu görülür. Buna karşın tarihsel olayların birbirleriyle bağlarının kurulması işi bilimin nesnelliğine uygun olmalıdır. Tarih, konusu olan olayları sıralamak yerine gelişim sürecini aydınlatmayı görev birliğine göre hikayeci ve pragmatik anlamda tarih öğretmenin bilimsel olmadığı açıkça görülür. Uydurma, zorlama yollarla tarihsel gerçekler saptırılmaz. Öncelikle birtakım görüşlerle kişileri koşullandırmak için tarihsel gerçekleri gizleme, yanlış yorumlama ve değerlendirme hakkına hiç kimsenin sahip olmaması gerekir.
Ulusal tarih derslerinde bilimsellikten uzaklaşıldığı tüm dünya uluslarında görülen bir gerçektir. Özellikle yöneticiler tarihi bir kahramanlık örneklemesi olarak sunmakla bilimsellikten uzaklaşılmasına yol açarlar. Aslında ulusal tarihin de bilimsel nesnellikle öğretilmesinin gereği vardır. Çünkü yetişen kuşaklara erdemlilik dersi vereceğim diye sosyo-ekonomik yapının kavranmaması ile karşılaşır. Abartmalar, küçümsemeler, yanlış koşullandırmalar bilimin işi olmasa gerektir. Öte yandan tarih siyasal ilişkileri, aslında var olan sosyo-ekonomik yapı ile bağlantılı biçimde ele alan bir bilim olduğu için öğretimde de bu yolun tutulması zorunludur.
Çağdaş uygarlık nasıl geçmişten süzülerek gelmiş ise değiştirilmeden tarh bilimince konu edinmektedir. Öğretimde ise buna aykırı bir biçim izlemek, ulusal değerleri yüceltiyorum diyerek, yanlış saptırmalardan başka bir anlam taşımaz. Unutulmasın ki bugün var olan ulusların hepsi vahşet döneminden, ilkel toplum aşamasından geçerek var olmuşlardır. Tarihte yaşanılan aşamalar utanç verici değil, bugün varılan noktayı aydınlatıcıdır. Tarih bilimi için de önemli olan varılan uygarlık aşamasının geçmişini doğru olarak saptayıp yaşanan sosyo-ekonomik değerlerin boyutlarını ortaya koymaktır. Bilimsellik ilkesine bağlı olmadan yapılan tarih öğretimi kişisel yargıların sergilenmesinden başka bir anlam taşımaz.
3.Tarih öğretimi laik dünya görüşü kazandırmalıdır.
İnsanlığın binlerce yıllık geçmişi, bilimsel eksiklikler nedeniyle, metafizik korkutmaların baskısı altında kalmıştır. İktidar gücünü ele geçirenler kitlelerin bu korkularını kendi çıkarları açısından alabildiğince sömürmüşler, iktidarlarını kutsal güçlere dayanmışlardır. Üretim araçlarını ele geçiren iktidar sınıflarının kitleleri, kutsal kavramlarla baskı altında tutmaları işi ilk kez XVII. yy.’da sarsılmaya başlamıştır. Gerçi dünyanın her yerinde aynı zamanda bu gelişme belirmemiştir ama bilimlerin alanı genişledikçe yönetilenler işin sınıfsal gerçeğini de kavramaya başlamışlardır. Yönetenlerin kutsal kişilikleri gittikçe zayıflayınca iktidar gücünün ekonomik dayanakları aydınlanmıştır. Bu aşamaya varılıncaya dek insanlık çok acı çekmiştir. Tüm baskılar, öldürmeler, saldırılar, kutsal güçlere bağlanarak sürdürülüp gitmiştir.
Laisizm batı uygarlıklarında ortaya çıkmıştır. Eski Doğu Uygarlıkları alanında ise laik dünya görüşü çağımızda belirmeye başlamıştır. Toplumsal yaşantıda kutsal kavramları değil de bilimsel yaklaşımları asıl alan bu dünya görüşüyle yalnızca yönetimde dindışılık önerilmekle yetinilmez, kaynağını bilimin nesnelliğinden alan yasalara dayalı ilişkiler toplumun dayanağı olarak var olur. Laik dünya görüşü ülkemizde temel anayasal doğrultudur. Tarih öğretiminde bu temel doğrultu asıl alınmak zorundadır. Bu ilkeye dönük bir öğretimle demokrasinin gereği olan hoşgörü, iyi insan ilişkileri, toplumsal dayanışma kazandırılabilir. Toplumsal ilişkilerde dinsel bir anlayış ancak korkuyu, gerçeklerden kaçmayı öğütleyebilir. Kaynağı dogma olan bir dünya görüşü çağdaş uygarlık anlayışını kavrama ve çağdaş dünyaya uyma yeteneklerini baskı altına alır, bilimsel yorumlama gücünü engeller.
Bu ilkenin tarih öğretmenindeki yeri uzun uzun üzerinde durulmasında gerek duyulmayacak denli açıktır. Eğer sosyo-ekonomik gelişimden kopuk, yani bilimsel olmayan tarih görüşünün öğretimi temel alınırsa bu ilke en başta zarar görür. Çağlar boyu uzayıp giden din savaşlarının nedenlerini kavrayamayan kişi günümüzde bile inançlarına göre kendini din ve mezhep grupları içinde insanlık dışı bir savaşımda bulur. Söz gelimi Arap kabilelerinin iktidar savaşımının inanç bölünmesine yol açmasından doğan Alevi-Sünni mezhep çatışması ya da XI. yy.’da feodal toplumun ekonomik çıkmazından doğan Haçlı Seferleri bilimsel olarak ele alınmazsa günümüzde bile çıkar çatışmalarını gizleyen saptırılmış savaşım olarak kitleleri etkiler.
Bilimsel tarih öğretmekle laik dünya görüşü kazandırılabilir. İster ulusal uygarlık gelişimi, isterse dünya uygarlığı konu edinilsin tutulacak ana yol laiklik anlayışının kökeninden beri gelişim sürecini kavratıcı bir nitelik taşımalıdır. Bu iş hem yasal sınırlamadır, hem de bilimsel yoldur.
4.Tarih öğretimi bağımsızlık ilkesine uygun olarak ulusal birliği güçlendirmelidir.
Tarih öğretiminde öncelikle ulusal tarihin konu edinilmesi, bugünkü toplumların vardığı aşama bakımından, eğitsel bir yoldur. Ulusun eriştiği aşamayı tarihsel gelişim sürecini ortaya koyarak doğrulama olanağı vardır. Ulusal birlik doğru bir tarih değerlendirmesiyle sağlanabilir. Kökeni yanlış saptanmış, gelişim süreci saptırılmış bir tarih öğretimi ile ulusal birlik anlayışı kazandırılamaz, giderek zarar görebilir.
Emperyalist ülkeler ele geçirdikleri yörelerin dil, tarih, yazın, sanat vb. kültür ögelerini, o ülkelerden önce inceleyerek birtakım ölçütler koymuşlardır. Ulusal bağımsızlıklarını kazanan ülkeler, emperyalistlerin koşullandırmalarından uzun süre kurtulamamışlardır. Emperyalistlerin koşullandırmalarına göre bir tarih öğretimi yapmak bağımsız bir Ulus için hem bilim dışı hem de bağımsızlık ilkesiyle çelişiktir. Özellikle Ulusal Bağımsızlık Savaşı vererek kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde Bağımsızlık kavramının içeriği tam anlam kazanmış olmalıdır.
Siyasal bağımsızlığın ekonomik ve kültürel bağımsızlıktan ayrı düşünülemeyeceği gerçeğini bilerek tarih öğretiminin temellendirilmesi gerekir. Ne emperyalistlerin koşullandırdığı gerilik ne de buna bir tepki olarak şövence üstünlük duygularına kapılmak bağımsızlık kavramı içerisinde düşünülemeyecek saplantılardır. Tarih biliminin verdiği doğrultu tam bağımsızlık anlayışına dönük olduğu kadar şövenizmin sakatlığını da belirtecek güçtedir. Bilimsel tarih öğretiminin yönü bu açıdan doğru çizilmelidir.
Gerçek tarih öğretimi tam bağımsızlık anlayışına bağlı ulusal birliği güçlendirici olmalıdır. Toplumsal gelişimi rastlantılarla, önderlerin özverileriyle açıklayan bilim dışı bir tarihle bu ülkeye ulaşmak olanaksızdır. Ülkenin ekonomik bağımsızlığını, Ulusunun birlik anlayışının gelişim sürecini kavrayan kişi bilinçli olarak bu doğrultuda sorumluluk duyar. Böylece Ulusallığın sosyal-ekonomik ve siyasal anlamda içerik kazanması sağlanabilir.
5.Tarih öğretimi ulusal ve dünya uygarlığını insancıl bir yaklaşımla kavratmaya dönük olmalıdır.
Tarih tüm insanlığın toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişiminin zengin deneyimleri birikimidir. Her ulus bu birikimden serbestçe yararlanıp sosyo-ekonomik yapısını daha iyiye, daha güzele doğru yöneltmelidir. Bu birikime karşı çıkarak, yok sayarak, yadsıyarak, çağdaş insanlığın vardığı uygarlık aşaması anlaşılamaz. İnsancıl bir yaklaşımla tarihin bilimsel sonuçlarını öğrenen birey toplumsal kişiliğini geliştirebilir. Böylece birey bir yandan günümüzün sosyo-ekonomik yapısını kavramada bilimsel yorumlama yeteneği elde ederken, bir yandan da toplumsal kişilik kazanır. Aydın sorumluluğuna ulaşan kişi çağından, insanlığından ve giderek sosyal sınıfından sorumluluk duyar ve insanlığın daha ileriye götürülmesinde devrimci tavır alır. Tam insan böylece ortaya çıkar. Kendi köşesinde sorumluluktan kaçan, bilgelik taslayan, kişisel çıkarlarının doğrultusunda entelektüel gevezeliği aydınlık sayan insan bilimsel tarih anlayışı kazanmamış demektir.
Çağdaş uygarlığın insancıl yapısını kavramaya dönük bir tarih öğretimi, her şeyden önce tarih biliminin gerçek değerleriyle öğrenilmesi sonucu sağlanır. Bu bakımdan tarihsel olayları saptırmadan, gerçek bağlarıyla kavratmak tarih öğretiminde vazgeçilmez ilke olmalıdır.
Özetlemeye çalıştığımız tarih öğretiminin temel ilkelerini topluca ele alırsak; tarih öğretimi demokratik, laik, ulusal bağımsızlığı güçlendirici, insancıl bir dünya görüşü kazandıracak tipte bilimsel bir uğraştır, diyebiliriz.
Bu ilkelere dönük tarih öğretiminin amaçlarını ise davranışsal olarak saptamak gerekir.
[1] Yaşar Çağlayan, muhtemelen 1978 yılında yayınladığı bu makalesine şu dipnotu düşmüş. ” “Tarih Öğrenimi ve Öğretimi” adlı kitap için hazırlamakta olduğumuz bu bölümü Yeni Toplum okurları için yeniden yazılmıştır.” Ancak bu adla bir kitap yayınlamamış, “Tarih Öğretimine Başlangıç” adlı bir kitap yayınlamıştır.
[2] Yaşar Çağlayan, 1944 yılında Posof’ta (Ardahan) dünyaya geldi. Eğitimci, Tarihçi, Yazardır. İlk ve orta öğrenimini Posof’ta tamamladı. Trabzon yatılı öğretmen okulundan Yüksek Öğretmen Okulu’na gönderildi. Yatılı olarak Yüksek Öğretmen Okulu okudu ve 1965 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. 1965-69 tarihleri arasında Hakkari Lisesi’nde Tarih Öğretmenliği yaptı. 1969 yılında Bursa Kız Lisesi’ne atandı. Kısa bir süre görev yaptıktan sonra 1969-70 tarihleri arasında Iğdır Lisesi Müdürü, 1971-72 Diyarbakır-Ergani Lisesi Müdürü, 1972-73 Konya Yüksek İslam Enstitüsü Müdürü, 1973-74 yıllarında Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü Müdürü, 1974-1975 tarihleri arasında bir okulda Tarih Öğretmeni olarak görev yaptı. 1975 yılı Haziran ayından sonra siyasi nedenlerden dolayı 6 sürgün, 3 Danıştay kararı, 2 tazminat davası açılmıştır. 1980 öncesi Demokrat Gazetesinde yazılar yazmış, 1981’de geçirdiği trafik kazasında eşiyle birlikte yaşamını yitirmiştir. Eserleri: Genel Tarih I: Eskiçağlar ve Türk Tarihinin İlk Dönemleri (1975, İsmet Parmaksızoğlu ile birlikte), Tarih Öğrenimine Başlangıç (1978).