Göktürklerin Orhun yazıtlarında, Uygurların bıraktığı türlü belgelerde, Müslümanlığın kabulünden sonra da Türklerin meydana getirdikleri ilk ürünlerde, Türk olmanın verdiği gurur açıkça görülür. Türk ulusu varlığını değerlendirmekte, kendine inanıp gücüne güvenmektedir.
Ne olduysa bundan sonra oldu. Türk ulusunun talihi üzerinde birbirine karşıt iki yel esti. Biri uğurlu idi. Türklere genişleme ve yükselme yollarını açıyor, ilerisi için ışık tutuyordu. Çünkü türlü ülkelerde birbiri ardınca büyük devletler kuruluyor, yeni uygarlık merkezleri beliriyor, genlik artıyordu. Öteki ise uğursuzdu. Çünkü Türk ulusu kılıçla kazandığını kültür alanında yitiriyor, Türk dilinin zararına Arap ve Fars dillerinin egemenliği kabul ediliyordu. Türk hakanları, kuruldukları saraylarda, kendilerini Farsça kasidelerle öven İran şairlerini büyük “çâize”lerle karşılarken, bir kenara itilen Türk dili yalnız konuşma dili olarak halk arasında yaşıyor, yazarların himmetinden yoksun kaldığı için edebiyat dili olarak gelişemiyordu. Türk dilini yaşatan tekkelerdi. XII. yüzyılda Orta Asya’da Ahmet Yesevî ve halifeleri, XIII. yüzyılda Anadolu’da Yunus Emre ve çağdaşları Türk diline bu olanağı kazandırıyorlardı.
Öte yandan, bilimi yaymak amacıyle kurulan medreseler Arap dilini koruyor, Türkçeyi unutturmağa çalışıyordu. Öyle ki, kısa zamanda Farsça edebiyat dili, Arapça da bilim dili olarak Türk ülkelerinde gelişip yerleşti. Resmi dilin zaman zaman Arapça ya da Farsça olması bundandır. Türk hakanlarının bu tutumu, yabancı adları benimseyecek kadar kendilerini benliklerinden uzaklaştırmıştı.
Selçuklu saraylarının değerlendirdiği Fars dili ve edeyatı ilk kez Anadolu’da direnme ile karşılaştı. Orta Asya’ dan Anadolu’ya geçen Oğuz Türkleri, Selçuklu sultanlarının hizmetine girip sınır boylarına yerleşince, uç beyleri, gösterdikleri yararlığa göre sancak beyi oluyorlar, daha sonra da bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı. Bu beyler Farsça bilmiyorlardı. Bunlardan Karamanoğlu Mehmet Bey Konya’yı ele geçirince, Türkçeden başka bir dil kullanılmasını yasakladı. Böylece resmî dilin Türkçe olması gerçekleşti.
Öte yandan, XIII. yüzyılda Anadolu şairlerinin elinde Türkçe edebî dil olarak gelişmeye başlamıştır. XIV. yüzyılın başında Osman Bey’in bağımsızlığını ilân etmesiyle Osmanlı devleti kuruldu. Yeni devlet, Bizans topraklarını ele geçirip genişledikçe, gerek kılıç altında zorla, gerek Türklerin gücünü ve adaletini görerek gönül hoşluğuyle Müslüman olanların sayısı arttı. Bunların birçoğu, dinlerini değiştirip Türk savaşçıları arasına katıldıktan sonra eski benliğini unuttu; toplum içinde eriyip gitti. Kişilik kazanıp sivrilenlerin bir bölüğü ise, eski benliğini bir türlü unutamadı. Kaynaşmış görünmekle birlikte, kendi ırkını dize getiren Türklere karşı beslediği düşmanlık duygusunu gizlice sürdürdü. Bunun sonucu olarak “kötü Türk, kaba Türk” gibi deyimlerle içini boşaltmaktan kendini alamadı.
Anadolu’dan Rumeli yakasına geçiş, Müslüman olanların sayısını artırdı. Din bağlılığını ulus sevgisinden üstün tutmağa başlayan Türkler, Müslüman olan Hıristiyanları kendilerinden saydıkları halde, dinlerini bırakan Hıristiyanlar, Türklere bir türlü alışamadılar. Daha sonraları, Türk toplumu içinde kişilik kazanmış olan öteki Müslüman ırklar da, kendilerine gösterilen saygınlığa omuz silkerek, Türkleri hor görenlere katıldılar. Böylece Türklük, büyük bir hıyanet şebekesinin kurduğu ağa düşmüş oldu. Kinlerin besleyip kabarttığı bu düşmanlık, yüzyıllar boyunca sürdü. Bunlara sonradan medreselerde ve enderunda yetişenlerin etkisi altında Türkler de katıldı ki, bu, işin en acı yönüdür.
Öte yandan, İmparatorluğun sınırları genişledikçe gücü artmış, zaferlerin verdiği gurur ve akınların getirdiği varlıkla, görkemli bir saray hayatı başlamıştır. Sarayların asıl olumlu yönü, kültürü koruması, şairleri ve bilginleri kayırmasıdır. Bu koruyuculuk birçok önemli eserlerin yazılmasını sağlamış, böylece Türk dili işlenmiş, edebiyat dili gelişmiştir. Bu durum, İstanbul’un alınmasından sonra Fatih’in kurduğu Yeni Saray’da büsbütün genişler.
Ne var ki padişah ve şehzade saraylarıyle vezir konaklarına kapılanan bu şairlerle bilginlerin arasında Türk olmayanlar da vardı. Arap ve İran ülkelerinden gelip Anadolu’ya yerleşmişler ve saraylara çatmak yolunu bulmuşlardı. Padişahlarla şehzadeler de, Fars dili ve edebiyatını iyice öğrenmiş olduklarından, kendilerine sunulan Türkçe eserler yanında, Arapça ve Farsça eserleri de ihsanlarla karşılıyorlardı. Arapça ve Farsçanın etkisi altında bulunan Osmanlı dili ve edebiyatının gelişmesi, asıl Fatih’ten sonradır. süre içinde
Bu hal Tanzimatın sonlarına dek sürer. Bu Türklük küçümsenmekten kurtulmamakla birlikte, resmî dilin Türkçeden başka bir dil olması düşüncesi kimsede yer etmez.
1876 (1293) Kanun-1 Esasisini hazırlayan encümen, ilk tasarısında Türk dilinin resmî dil olduğunu belirtecek yerde, azınlıkların kendi dillerini öğrenmek ve serbest olacaklarını kaydetmiş, böylece, mehkemelerde davalıyla davacının, Mebusan Meclisi kürsüsünde ise mebusların kendi dilleriyle konuşmalarına yol açılmış olacaktı. Bereket versin ki, Eğinli Sait Paşa buna karşı gelmiş, uzun çekişmelerden sonra Türkçenin resmî dil olduğunu Kanun-1 Esasinin ilk maddesinde açıklanmıştır (bu konuda bkz. Agâh Sırrı Levend, “Türk Dilinin Atlattığı Tehlikeler”, Ulus gazetesi, 8 temmuz 1963).
1878’de, II. Abdülhamit, Tunuslu Hayrettin Paşa’yı sadrazam yapmıştı. Hayrettin Paşa Türkçe bilmediği için, gerek mabeyn başkâtipliğine gönderdiği tezkireleri, gerek padişaha sunduğu “arîza”ları Arapça yazıyordu. Daha acısı, mabeyn başkâtibi de padişahın emirlerini Arapça yazdırıp sadrazama gönderiyordu. Bir ara, Abdülhamit sadrazamını bu sıkıntıdan kurtarmak için resmî dilin Arapça olmasını istemiş, ama o zamanlar mabeyn başkâtibi olan Küçük Sait Paşa’nın: “O zaman Türklük ortadan kalkar.” diye direnmesi üzerine bu düşüncesinden vazgeçmiştir. (bkz. Agâh Sırrı Levend, “Türk Dili ve II. Abdülhamit”, Ulus gazetesi, 27 haziran 1961).
31 mart 1909 olayından sonra tahttan indirilen Abdülhamit, özel doktoru Atıf Hüseyin Bey’e 1914’te “Bu Arapça güzel lisandır. Keşke vaktiyle Arapça resmî lisan olarak kabul edilseydi.” demiştir.
Meşrutiyet devrinde de, Arapçanın Türkçe yerine resmî dil olarak kabul edilmesini isteyenler görülmüştür. İttihatçıların başlıca muhaliflerinden olan Dr. Rıza Nur, Meclis-i Mebusanda Fırkalar Meselesi adını taşıyan kitabının 11. sayfasında şöyle söyler: “O halde Türk dili yerine Lisan-1 Arabî kabul edilmiş olsaydı bugün Vatan-1 Osmani dahilinde zannımızca herkesin lisan-ı mâder-zadı Arapça olacak ve umum efrad-ı millet bir lisana malik bulunacaktı. Mazide vaki olan böyle bir teşebbüsün akim kalmış olmasına müteessif olmalıyız. Ne olacak, bir vatan ehlinde lisan vâhid-i müşterek olsun da, Türkçe olacağına varsın Arapça olsun (bkz. Agâh Sırrı Levend. “Dr. Rıza Nur’un Muhalefetteki Rolü”, Ulus gazetesi, 5 nisan 1964).
Böyle bir sözün, bir Türk tarafından hem de Türkçülük ve millî edebiyat akımının geliştiği sıralarda söylenmesi, insana şaşkınlık ve üzüntü veriyor.
Son bir olay da ibret vericidir: Dil devriminden çok sonra, terimlerin görüşüldüğü bir komisyonda, şimdi rahmetli olan sevimli bir profesörümüz, bilim dili olarak Fransızcanın kabulünü önermişti. Buna o zamanlar hep şaşmış ve rahmetliyi kınamıştık. Sevimli profesör bu öneriyi nasıl yaptı? Bu düğümü hâlâ çözmüş değilim. Demek ki, dil bilinci yalnız bilgiyle uyanmıyor, daha başka etkenler de gerekiyor.
(Türk Dili, sayı 241, ekim 1971)
AGÂH SIRRI LEVEND
DİL ÜSTÜNE
TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI
TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI: 382