Bu soruya neredeyse herkes olamayacağı yönünde cevap veriyor. “Olabilir” diyenlerin bir kısmı da sorduğunuza göre “olabilir” diyor. Bu sorunun cevabı, cevaplayanın eğitim seviyesine (daha doğrusu kişinin sahip olduğu diplomalara) pek bağlı değildir. Daha çok eğitim sisteminin nasıl olduğuna, insanların neleri düşünerek yanıt verdiklerine ve soruya yaklaşma biçimlerine bağlıdır.
Örneğin sokaktaki herkes, “uzun yıllar” denildiğinde iki yıldan uzun bir sürenin kastedildiğini anlar. Ancak 1995 yılında YÖK memuru böyle anlamamıştı. 1995 yılında Türkiye için çok önemli bilim adamı statüsü ile TC vatandaşı oldum1. Daha önceden, 1992’de ODTÜ’nün daveti ile gelip profesör olarak çalışmaya başlamıştım. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, YÖK’te diplomaların denkliği belgesini veriyordu ve benim de bu belgeleri almam gerekiyordu. Yüksek bilinç ve kültür seviyesine sahip profesörlerle görüştüm ve diplomalarımın denkliği konusunda yapılması gerekenleri az zamanda bitirdiler. Sonra bir YÖK memuru iki yıldan fazla profesör olarak çalıştığımı gösteren belge istedi. Benim 1978 yılında profesör olduğum diplomalarımdan da görülebilirdi; ama bunun için ek bir belge istediler. Hadi buraya kadarını anlaşılabilir kabul edelim. Moskova’dan uzun yıllardır profesör olarak çalıştığıma dair bir yazı gönderdiler. Ama yazılması gerekirmiş ki “2 yıldan fazla”. Memur bu yazıyı kabul etmedi. Mecburen Moskova’dan uzun yılların ne anlama geldiğini gösteren bir belge almam gerekiyordu. Moskova’dan, uzun yılların iki yıldan daha çok yıl anlamına geldiğini ifade eden belge gönderildi. Böylece işimi tamamlatabildim. Daha sonra da 1978- 1992 yılları arasının beş yıldan fazla olduğunu kanıtlamam gerekiyordu ve bu işi de, tecrübe kazandığımdan kendim becerebildim.
Durumumu görenler o zaman bana fıkraya benzer bir şeyi anlattılar. Daha önceki yıllarda sürücü belgesi almak için ilkokulun bitirildiğini gösteren bir belge gerekiyormuş. Ne üniversite diploması ne de profesör olduğunun belgesi işe yaramıyormuş, illa ki ilkokulu bitirme belgesi gerekiyormuş.
Eski Sovyet Cumhuriyetlerinin günlük gazetelerini okuyan ya da TV de haberleri seyreden birisi için şimdi bahsedeceğimiz türden haberler çok sıradandı. Örneğin bir yankesicinin veya hırsızın bir vatandaşın 100 dolarını çaldığı ya da gasp ettiği haberi. Bu bir suçtur ve hırsız da yaptığının suç olduğunun farkındadır. Diğer yandan bir bakan yılda yaklaşık olarak bir milyar (1000 000 000) dolar kadar, halkın malını, kendi sermayesine kattığında ise bu durum neredeyse normal karşılanmaktaydı. Böylesine büyük bir vurgunu yapan kimseler ise, açıklamalarında “ne yapalım, acımızdan mı ölelim”, ”çevremizdekiler yaparken biz yapmayalım mı?” gibi cümleler kuruyorlardı. Bu adam haklı mıdır, haksız mıdır?! Devletin kaynaklarını böylesine sömüren birisini, sadece hemşerisi olduğu için destekleyen, yapılan soyguna haklı gerekçeler arayan ve ayda 100 dolarla geçimlerini sağlayamaya çalışan insanlar da var.
Yüz dolar mı çoktur yoksa bir milyar dolar mı? Bu hiç de kolay soru değil. Üç tane kıl çok mu, az mı? Eğer bir kişinin kafasında ise azdır. Ama bir tas çorbanın için de ise çoktur. Sahip çıktığın para da öyledir. Birileri için önemsenmeyecek kadar az olan para başka birileri için çok önemli olabilir. Ya da aynı kişiler için aynı para, farklı zamanlarda farklı değerler ifade edebilir. Her şey çevreye, koşullara bağlıdır ve bu nedenle de 100 doların cezası milyar dolara göre çok daha ağır olabilir.
Bu örnekler, kesinlikle insanların doğuştan gelen, genetik düşünce kısıtlığından kaynaklanmıyor. Bunlar yönetmelik belgelerini hazırlayanların, genel olarak yöneticilerin ve toplumun acı kusurlarıdır.
Şimdi anlatacağımız ise bizim eğitim sistemimizin kusurudur. İnsanın bilimsel düşüncesi esasen lise ve üniversite yıllarında gelişir. Buralarda da bizim ezberciliğe dayanan eğitim sistemimiz, bilimsel düşünceyi geliştirmek yerine kısıtladığından ne bilim, ne eğitim, ne de yeni teknolojilerin üretimi alanlarında iyi sayılabilecek şekilde gelişmemiz mümkün değildir. Öyle ki eğitim sistemimizde ve kurumlarımızda kalite aramıyoruz. YÖK’ün ise daha çok, diploma dağıtan bir kuruma dönüştüğünü görüyoruz.
Bir şeyi tartışırken önce kullandığımız kavramların ne olduğunu anlamalıyız. Uzay nedir ve kimin uzayı en büyüktür. Bir boyutlu nesnelerin uzayı sadece bir çizgidir (doğrudur). Onların uzayı, iki boyutlu uzayda yaşayan nesnelerin uzayının sadece bir ayrıtıdır. Yine iki boyutlu nesnelerin uzayı bir düzlemdir, yani üç boyutlu nesnelerin uzayının sadece bir ayrıtıdır. Örneğin yüzük çember şeklinde olduğundan o geometrik anlamda sonlu (sınırlı, uçları belirlenmiş) değil, sonsuzdur. Çünkü başlangıç ve son noktaları yoktur. Bu çember üzerinde hareket eden, bilimsel düşüncesi gelişmemiş bir boyutlu bir yaratık olsaydı, bu yaratık çember üzerinde dönüp duracaktı. Yani hiçbir zaman sonuna varamayacaktı. Ancak aynı yaratık çemberin çevresi ile aynı uzunluğa sahip bir doğru parçası üzerinde hareke etseydi, doğru parçasının sonuna varabilecekti. Bir kürenin yüzeyinde çektiğimiz kapalı çizgilerin hepsi bu bakımdan sonsuzdurlar. (Burada biz kümeler kuramı dışında konuşuyoruz). Çemberin çevresi, uzunluğu sonlu olan (yani başlangıç ve son noktaları belirlenmiş.) bir çizgi parçasının küçük bir parçası kadar olabilir. Böylelikle sonsuz bir çizginin uzunluğu, sonlu bir çizginin uzunluğunun çok küçük bir parçası kadar olabilir.
Sonsuz evren denildiği zaman onun boyutlarını hiç düşünmüyoruz. Bizim evrenimiz sonsuzdur, çünkü onun içerdiği ortalama materyal yoğunluğu (madde değil, enerji yoğunluğunun ışığın boşluktaki hızının karesine oranı) kritik değerden azdır. Her bir evrenin de kendinin genişleme hızına (toplam enerjisine) bağlı olan kritik materyal (madde, ışıma ve alanlar bir arada) yoğunluğu vardır. Eğer bir evrenin ortalama materyal yoğunluğu kendi kritik değerinden çoksa o evren kapalıdır, yani sonludur. Böyle bir sonlu evrenin boyutları, bizim sonsuz evrenin boyutlarından çok büyükse, bizim sonsuz evrenimiz sonlu bir evrenin küçük bir parçası olabilir. Eğer evrendeki materyalin yoğunluğu gereken kritik yoğunluktan az ise, böyle bir evren sonsuzdur. Bu iki yoğunluklar eşit olduğu zaman evren düzdür denir. Her bir evrenin kritik yoğunluğu, onu düz yapmak için gereken yoğunluktur.
Böyle şeyleri kavramak içinde gelişmiş bilimsel düşünce gerekir. Yani bizim eğitim sisteminin yoğun şekilde kısıtladığı ve toplumumuzun da pek umurunda olmayan düşünce. Bizim okul fizik kitaplarındaki pek çok temel kavram bile yanlış anlatılıyor. Öğrenciler yanlış yöntemler ile yanlış sonuçlar veren fizik problemlerinin çözümlerini ezberlemek zorunda kalıyorlar.
Eğitim sistemimiz geçmişten günümüze her dönemde böyle kötü müydü? Hayır, bu işler her zaman bu kadar kötü değildi. Örneğin Büyük Azeri Türkü olan Seyyid Nesimi (1369 veya 1370 yılında doğmuş ve 1417 yılda öldürülmüş) şöyle yazmıştı: ”Bende sığar bin bir Cihan, ben bu Cihana sığmarım”. Böylece üzerinde konuştuğumuz meselenin felsefesini yüzlerce yıl önce ortaya koyabilmiştir. Geçen yüzyılda Feza Gürsey ve Asım Barut, Cahit Arf gibi matematik ve fizik konularında dünyaca ünlü bilim adamlarımız vardı. Ne yazık ki bunlar geçmişte kaldılar ve bizim sistemimizle yetişen bilim adamlarının onlar gibi temel bilimler konusunda gelişme imkânları yoktur.