Bir insanı vatanından ayırmak; bir çocuğu annesinden ayırmaya, anne sütünden kesmeye benzer. Bir insanın doğup büyüdüğü yerde çayırlarda koşarken, derelere tepelere tırmanırken soluduğu havadan mahrum bırakmak; baharın uyanışıyla her tarafa yayılan çiçeklerin kokusunu, güneşin ufukta belirmesiyle cıvıl cıvıl öten kuşların sesini duyamamaktır. Bir insanı vatansız bırakmak, onu diri diri toprağa gömmek; gönlünde taç etmiş sevgilisinden ayırmak demektir.
Dünya acımasız bir yerdir. Savaş ve sürgünler, zulüm ve imkânsızlıklar, doğa afetleri ve hastalıklar gibi nedenlerden dolayı birçok insan vatanından uzaklaştırılmıştır. Zorunlu veya isteğe bağlı göç eden insanlardan biri de Seyfettin Dursunov’dur. O, zorla vatanından koparılmış, vermiş olduğu mücadele sonucunda, hayatın sonbaharında dahi olsa, vatanına dönme imkânını elde edebilmiş sessiz bir kahramandır. Ahıska Türklerinin gönlünde taht kurmuş, halkın “Seyfet dede” sembolü haline gelmiş örnek bir insandır.
Seyfet dede, “tıpkı sevgilisinden ayrılan Mecnun gibi, çöllerde susuzluktan bitkin düşmesine, yakıcı güneşin altında kavrulmasına rağmen Leyla’sına kavuşabilmenin hayali” ile yaşamış ve doğup büyüdüğü yerlere dönerek vatanına karşı borcunu yerine getirmiş cesur bir insandır. O da, tıpkı diğer Ahıska Türkleri gibi, vatanından sürülmüş, Ahıska’dan Özbekistan’a, Özbekistan’dan Azerbaycan’a ve sürgünde geçen yetmiş dört yılın ardından Azerbaycan’dan vatanı Ahıska’ya giden uzun ve ıstıraplı bir yoldan geçmiştir. Karanlık bir tünelden geçen bu yolculuk onun hayatında derin izler bırakmış; sevdiklerini almış, ölümle karşı karşıya getirmiş, hayatın tüm acımasızlıklarıyla baş başa bırakmıştır.
Seyfet dedeyle ilk tanışmamız 2016 yılında eşimle birlikte Ahıska’ya yaptığımız bir ziyaret esnasında oldu. O zamanları doksan bir yaşındaydı. Sağlığı sonraki ziyaretlerimize nazaran daha iyiydi. Bizi kapıda karşıladı, bahçede bulunan çardağa davet etti ve bizimle uzun uzun sohbet etti. Yaşadıklarını o kadar içten anlatıyordu ki duygulanmamak elde değildi. Zaman zaman kendimizi yaşanan olayların içinde buluveriyorduk. Çok samimi ve içtendi. Konuşmalarıyla, tavırlarıyla, misafirperverliğiyle, acısı ve sevinciyle gönlümüzde taht kurmayı başarmıştır. Zaten bunca zorluklara rağmen, her şeyi geride bırakıp doğup büyüdüğü yere, daha doğrusu atalardan miras kalan kutsal topraklara dönmekle örnek olan bu insana hayran kalmamak imkânsızdı.
Anlattığına göre Seyfet dede 1925 yılında Ahıska’nın Adıgön ilçesinde, Utgusuban köyünde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Seyfettin’dir. Babasının adı Dursun’dur. Sürgünden evvel sülale adı Topaloğulları’ydı. Sürgün edildiği yerde de kendilerine babasının adı kullanılarak Dursunov soyadı verilmiştir. Dört erkek ve dört kız kardeş olmak üzere kalabalık bir ailenin çocuğuydu.
Seyfet dedeye kardeşlerinin hayatta olup olmadıklarını, sürgünde ölenlerin olup olmadıklarını sorduk. Onlardan söz ederken, her ne kadar belli etmemeye çalıştıysa da, içi kan ağlaya ağlaya anlatmıştı onların trajik hikâyelerini. Anlattığına göre hiçbiri sürgün yolculuğunda vefat etmemişti. Ancak sürgün edildikleri yerde, daha doğrusu Özbekistan’ın Andijan bölgesinde iki kız kardeşinin feci bir şekilde vefat ettiklerini dile getirmişti.
Kız kardeşlerinden birinin vefatı en acısıydı. Kendisi çocuklarıyla birlikte Özbekistan’ın Buhara vilayetine sürgün edilmişti. Kocası savaştaydı. İki küçük çocuğu vardı: bir kız, bir oğlan. Aralık ayıydı. Dışarıda Özbekistan’ın alışık olmadıkları soğuk bir hava. Kaldıkları yer pek ısınmıyordu. Gece yatarken kız kardeşi iki çocuğunu da kucağına almış; birini sol tarafa, diğerini sağ tarafa. Onları ısıtmak için, daha doğrusu çocuklar çok üşümesin ve kucağından düşmesinler diye parmaklarını birbirine kavuşturarak kollarının arasına almış ve böylece uyumuşlardı. Ancak Orta Asya’nın o soğuk iklimine yenik düşer ve oradayken vefat eder kız kardeşi. Sabahleyin dışarıya çıkmayınca Özbek komşusu onları merak eder. “Bu kadın neden hala kalkmadı? Bir bakayım.” diyerek kaldıkları yere gider. Karşısında da kucağında uyanık vaziyette iki çocuk ve parmakları kenetlenmiş bir şekilde donmuş annelerini görür.
Bunu büyük bir acıyla dile getiren Seyfet dede kardeşinin çocuklarının akıbetini de anlatmıştı. Çocuklara bakacak kimse bulunamayınca hükümet ikisini de başta kendi himayesi altına almıştı. Ancak savaş dönemi, kıtlık zamanı olduğundan hükümetin çocuklara bakmaya pek gücü yoktur. O bölgedeki bir pazar yöneticisi oğlanı evlatlık ediniyor, kıza da yetmiş altı yaşında bir Özbek ihtiyar sahip çıkıyor. Bu arada savaşta bulunan babaları cezalandırıldığı için Rusya’nın doğusuna sürgüne gönderiliyor. Yıllar sonra ancak çocuklarına kavuşabiliyor. İkisini de yanına alıyor. Oğlan Rus bir kızla evleniyor. Kız da daha sonra dedesinin evine, yani nine ve dedesine bakan dayısı Seyfet dedenin yanına yerleşiyor.
Seyfet dedenin diğer kız kardeşi de kendi eceliyle vefat eder. Ancak ölüm sebebi de açlıktır. Yiyecek bir şey bulamayınca açlıktan vefat eder.
Biz, Seyfet dedenin bunları anlatırken içinde ne kadar büyük bir acı yaşadığını görünce fazla yaralamamaya karar verdik. Konuyu değiştirmeye gayret ettik fakat Seyfet dede diğer kardeşlerinden de söz etmeye devam etti. Anlattığına göre, Seyfet dedenin en büyük ağabeysi zamanında Türkiye’de cepheye katılmıştı. Sürüldükten sonra Andijan’ın Karasu vilayetine yerleştirilmiş, orada da vefat etmiştir. Seyfet dedenin babası da Özbekistan’da 1946 yılında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Sürgünde yaşadıkları trajik olayları uzun uzun anlattıktan sonra Özbekistan’da onları bekleyen o daha da acı günleri tane tane dile getirmiştir. Yiyecek ve içecek, kıyafet, ölüleri sarmak için kefen, ısınmak için yakacak kolay kolay bulunmuyordu. Ne kadar çok insanın açlıktan, soğuktan, hastalıktan vefat ettiğini anlatmıştı. İş bulmak da zordu. Ancak Seyfet dede Ahıska’dayken az çok Rusça öğrendiği için sürgün edildiği vilayetin dört köyünde tercümanlık yapıyordu. Kendi ve aile geçimini bir şekilde sağlıyordu.
Sürgünde geçen günler Seyfet dedenin yüreğini param parça ettiyse de vatanına kavuşma hayali onu daima teselli etmişti. En büyük hedefi ata baba topraklarına kavuşmaktı. Stalin’in ölümünden sonra sıkıyönetimin kaldırılmasıyla vatana kavuşmanın ilk adımı Ahıska’ya yakın olan yere göç etmekti. Seyfet dede Özbekistan’dan Azerbaycan’a göç etmişti. Elli yıl Azerbaycan’ın Saatlı ilçesinde yaşadıktan sonra bir yolunu bulup 2007 yılında ata baba yurdu Ahıska’ya yerleşmek için Gürcistan’a göç eder. Ancak Gürcistan hükümeti onun ailesini Ahıska’ya değil uzakta bir yer olan Gori’ye yerleştirir. Seyfet dede, vatanına kavuşmak için daha sonra Türkiye’nin de yardımıyla Vale’de kendisi için inşa edilen bir eve yerleşir. Ömrünün sonuna kadar torunu Cemile’yle birlikte bu evde yaşar.
Seyfet dede vatanına kavuşmuştu. Oradaki hayatından söz ederken büyük bir mutluluk ve gururla anlatıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’ne minnettarlığını bildirirken Gürcü halkının yardımlarından da söz etmeyi ihmal etmiyordu. Gerek hükümet tarafından gerekse çevredeki insanların yaptığı yardımlardan sık sık bahsederdi. Ona göre kötü millet yoktu, kötü insanlar vardı. Ve Allah’a şükrederek kendisinin daima iyi insanlarla karşılaştığını dile getirmişti.
Ancak Türkiye ve Gürcistan Cumhuriyeti’ne karşı minnettarlığını dile getirirken, en büyük sitemi öz halkına karşı ediyordu. Konuşurken Ahıska Türklerine adeta sesleniyordu: “Ey benim halkım! Vatanınıza neden dönmüyorsunuz? Neden buralara sahip çıkmıyorsunuz? Buradan sürgün edilen yedi halktan altısı kendi vatanına kavuşmuş, neden benim halkım vatanına dönmüyor? Gelin, vatanımızda toplanalım. Bir insan vatanını nasıl unutur? Biliyorum, bizim milletimiz çok zor günler geçirdi. Ama dinini, dilini, milliyetini kaybetmedi. Bunlar unutulmamalıdır. Benim tek isteğim vardır: Artık milletim vatanına dönsün.”
Seyfet dedeye “Ahıska’dayken, sürgün öncesinde Atatürk’ü tanır mıydın?” diye sorduk. Verdiği cevap kendisine ne kadar hayran kaldığının bir göstergesiydi: “Atatürk’i tanımayan var mıydı ki… O vaxıt Atatürk içün diyerdilǝr ki: ‘Atatürk gǝldi, dinimizin dirǝgi, qalbimizin ilaci, başımızın taci. Bu sözlǝri bǝn oxula gedǝnǝ qadar tuyardım. Hǝlǝ dǝ axlımdadur. Böyük adam idi.”
28 Nisan 2021 tarihinde Seyfet dedenin vefat haberini aldık. Çok üzüldük. Bu haberi duyunca aklıma söylediği bir dörtlük geldi:
Ahıska, Ahıska, ah vatanım
Ölmek istiyorum öz toprağımda
Bir ağaç dibinde, kendi bağımda
Yalın ayak giderim bu çağımda
Aslında, Seyfet dedenin bu çağında vatanı Ahıska’ya dönmesinin bir nedeni daha vardı. O, ata baba topraklarında hayata gözlerini yummak, ebediyen kutsal toprağın altında huzur içinde yatmak için gelmişti. Nur içinde uyu sessiz kahraman. Sen vatanına karşı borcunu fazlasıyla yerine getirmişsin.
Çok güzel bir yazı ,Seyfet Dedeye rahmet diliyorum.Sevgili Minara Çınar’a çok teşekkür ederim.