Selahattin Aydemir ile Röportaj

Sayı 72- Ekim 2021

Çorum’da eser veren, iz bırakan şair ve yazarları tanıtmaya devam ediyorum. Bugün konuğum sayın şair, yazar, gazeteci ve araştırmacı Selâhattin Aydemir.

 

 ZÜLÂL KAYA:

 Sayın Selâhattin Aydemir, bize kedinizi nasıl tanıtırsınız, diyerek sohbetimize başlayalım mı?

 

 Selâhattin Aydemir: Elbette neden olmasın. Memnuniyetle. Efendim zahmet buyurup buraya kadar geldiniz. Öncelikle size teşekkür etmek isterim. Anadolu’muzun bağrında nice değerli şair, yazar, ressam, müzisyen, heykeltıraş …, gibi hüner sahibi sanatkârlar var. Bu üreten değerli insanlarımızı bazen kendi illerinde bile tanımıyorlar. Siz bu çalışmanızla hem kendi yöresinde hem Anadolu genelinde onları tanıtmış oluyorsunuz. Takdire şayan bir hareket. Çorum’da bu, bir ilk.  Şahsım için değil ama Çorum adına, bilim, sanat, kültür ve edebiyat adına size tekrar teşekkür ederek sorularınıza cevap vereceğim. Müsaadenizle, kendimden önce, biz kimiz, kimin oğlu, kızı veya torunlarıyız kısa bir kronolojik giriş yapmak istiyorum.

A-: Bizim kuşağın DEDELERİ kimdir? 1875-1910 doğumlu olan bizim dedelerimiz, Harb-i umumi’de, (yani Birinci Dünya Harbinde) Balkanlarda, Kafkasya’da, Arabistan’da, Yemen çöllerinde ve en son olarak da İstiklâl Harbi’nde savaşmıştır.

Büyüklerimizden şunu çok duyduk. Dedelerimiz on sene, on beş sene ve hatta yirmi sene askerlik yapmışlardır.  Yüzde sekseni, %80 ni, evine dönmemiştir. Dönen %20 si de dönmüştür ama ya kolu ya bacağı ya gözü cephede kalmıştır

B-: Bizim kuşağın BABALARI  1910- 1935 doğumlular. Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli dönemini ve ilk devresini yaşayan insanlardır. Yüzde doksanı tarım yani köy çocuğudur. Okur- yazar olanı çok azdır.  Çünkü o tarihlerde köylerde okul yok. Bu kuşağın %80 ni şehit çocuğu, %20 si gazi çocuğudur. Cumhuriyet ile ülke genelinde özellikle Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Erzurum, Adana gibi illerde önemli kalkınma yatırımları yapılmaktadır. İnkılâplar ile her yerde birçok, hatta pek çok yenilikler başlamıştır. Bu bağlamda şehirlere göç de başlamıştır. Çünkü her alanda bir şeyler yapılmakta ve herkese mutlaka bir iş düşmektedir.

C-: Onların çocukları olan BİZİM KUŞAK yani 1935- 1960 doğumluların hayatı da sosyolojik olarak ele alınırsa babalarımız kadar önemli bir nesil olduğumuz anlaşılır. Biz 1910- 1935 doğumlu köylü kuşağın şehirde doğan çocuklarıyız.  Dedelerimizin savaşını gözümüzle görmedik ama babalarımız gördü. Babalarımız bin bir güçlükle şehre göçtü. Şehir hayatı köy gibi değildi. Ne kileri vardı ne harımı. Her şeyi çarşıdan para ile almak gerekiyordu. Bu yüzden çoğu cumartesi, pazar günleri de çalıştı. Köylerinde ilkel tarım yapılıyordu. Elektrik yoktu. İçme suyu köy meydanında ki pınardan temin ediliyordu. Çamaşıra, bağa bahçeye ve hayvanlara suyu kuyulardan sağlıyorlardı. Babalarımız savaşmadı ama savaşın barut kokusu ile büyüdüler. Babasızlığı yaşadılar. Onların da şehre göçleri ve bir iş tutmaları, mekân sahibi olmaları onlara göre bir savaş idi. Babalarımız bizi şehirde barut kokusundan uzak yetiştirmenin gayreti içinde idiler. Onlar çarık giymişti ama bize Sümerbank’ın Beykoz ayakkabılarını giydirdiler. Bizler babalarımızın yaşadığı çileleri görmedik. Onlar da zaten o çileleri biz de yaşamayalım diye bizim için kendilerini paraladılar. Bizi disiplinli, terbiyeli, tasarruflu, kesinlikle büyüğüne saygılı vb. yetiştirdiler. İlla okumamızı istediler. Ayırımsız vatanın her yerinde halka ve ülkeye faydalı olalım diye yetiştirdiler. Bizim kuşağın hemen hemen %90’nının annesi okuma yazma bilmiyordu. Babalarımızın çoğu okuma ve yazmayı askerde “Ali Okulunda” öğrenmişti. Bu kadar tarihî ve sosyal bilgiyi aktardım ki; bizim çocuklarımız da gençlerimiz de yakın tarihimizi bilsin. Çünkü kendimizi bilmenin yolu atalarımızı ve tarihimizi bilmekten geçer.

 Sayın Zülâl Hanım siz de bizim kuşaktansınız. Siz de aynı yerlerden geçtiniz. Kitaplarınız o günleri anlattığı için bence çok kıymetli. Ben de burada, sizin ve Sayın İkram Çınar’ın sayesinde Eğitişim Dergisi’nde yakın tarihimizi çok kısa arz etmek istedim. Gençleri sıkmadan ve üzmeden gençlerimize, bu satırlar ile sadece kıymetli bir anahtar vereceğim. Onlar bu anahtarla yüzlerce kapı açabilirler.

Efendim, demin bizim kuşağın hem dedeleri hem ebeveynleri tamamı ya şehit ya gazi çocuğudur dedim. Bunu unutmayalım. Bu iki kuşağın çektiklerini acılarını, mahrumiyetlerini, çilelerini ve hayat mücadelesini mutlaka ve mutlaka her Türk genci okunmalı ve öğrenmelidir. Gençlerimizden yakın tarihimizi ayrı, ayrı sekiz, on kitaptan okuyarak öğrenmelerini, şiddetle ve şiddetle rica ediyorum. Çünkü bu vatan kolay kurtulmadı. Size bizzat yaşadığım bir hatıramı arz etmek istiyorum.

                                                        -&-

Yıl 1978 veya 79. Babam, annem, ben, hanım ve iki oğlum ile Dinar’dan yola çıktık. Babamın sıfır km, Murat 124 taksisi ile Ankara’ya geliyoruz. Mevsim yaz, hava güzel, yollar geniş düz ve asfalt. Sandıklı İlçesini geçtik. Dümdüz ova ve boş yolda dördüncü vites gidiyoruz. Sıfır km. araba kendi, kendi yavaşladı.  Üçüncü vitese aldım, araba sanki yokuş çıkıyor gibi zorlanıyor. Arabayı ikinci vitese düşürdüm, yine gitmiyor.  Mecburen sağa çekip durdum. Kaputu açıp sağına soluna bakıyorum.  Ovanın tam ortası ve yolun her iki tarafı tarla, mis gibi toprak kokuyor.  Ben araba ile uğraşırken baba aynen şöyle konuştu:

Oğlum bak şu tepe var ya Tınaz Tepe, şu Çiğil tepe, şu da Kocatepe. Hani Atatürk’ün eli çenesinde düşünürken fotoğrafının olduğu tepe. Bu topraklarda Yunan ile göğüs göğüse savaş yapıldı. Deden burada üç kurşun yedi ölmedi oğlum.  Deden bu topraklarda gazi oldu. Bu toprakların her karışında şehit kanı var oğlum.

Babam böyle der demez gözlerim doldu.

-Tamam, baba tamam. Arabanın neden gitmediği belli oldu. Şehitlerimizin toprağından destursuz ve duasız geçiyoruz diye işaret verdiler. Arabayı durdurdular, dedim.

Hemen tarlanın pâk toprağında teyemmüm ile abdest aldık. Şükür namazı kılıp dua ettik. Fatiha okuduk. Arabaya bindik ve araba uçmaya başladı. Arabada babam bir şeyi daha söyledi. Bu ovada bu topraklarda Atatürk ile beraber savaştığı için Dedem babamın adını Mustafa Kemâl koymuş. Abbas Amcanın oğlunun adını da Ali İhsan koymasının sebebini anlattı. Bu bölgede vazifeli Ali İhsan Paşa’ya varmış. Yunanlıların korkulu rüyası imiş. Tebdili kıyafet ile işgalci Yunan askerlerinin gittiği köylere, kahvelere gider, yunanca bildiği için yakınlarına oturur dinlermiş.

                                                              -&-

 Sayın Zülâl Hanım, siz de biliyorsunuz, soykırım suçlusu Ermeniler hakkında beş atı kitap ve birçok broşür yazdım ve dağıttım. Ermenilerin isyan, ihanet ve cinayetlerini araştırırken gördüm ki dedelerimiz dünyanın en kahraman insanlarıdır. Mustafa Kemâl Atatürk ve silâh arkadaşları çok büyük ama çok büyük insanlardır. Gayet açık ve net ifade edeyim ki bizim İstiklâl Harbi bir mucizedir. Mustafa Kemâl Atatürk de bir mucize liderdir.  Bu sözleri bir filmi seyredip de söylemiyorum. 1800 ve 1923 yıllarını okumuş irdelemiş biri olarak söylüyorum.

Sözü uzattım galiba Kusura bakmayın.

Zülâl Hanım önce aslımızı, neslimizi, bilelim diye kendimizi anlatmak için dedelerimizden, babalarımızdan başladım. Şimdi kendimi anlatabilirim…

Z.K. : İyi etiniz Selâhattin Bey okuyucuya lüzumlu tarihî bilgiler verdiniz. Teşekkür ederim. Buyurun şimdi de sizi tanıyalım.

S.A.: Efendim, ben aslen Afyonkarahisar’ın Dinar kazasının AKGÜN köyündenim. Soyum oradan gelir. Dinar ve Afyonkarahisar arası Büyük Taarruz ’un yapıldığı yerdir. Babam çok sıkıntılar ile 1943 yılında liseyi bitirmiş bir insandır. Yedek Subay olarak Hakkâri’de askerlik yapmış, terhis olunca Ankara’ya yerleşmiştir. Annemin okuma yazması yoktur. Biz dört kardeşiz ve birimiz hariç üç kardeş yüksek okul tahsilimizi yaptık.

Ben,1 Temmuz 1949 Ankara doğumluyum. İlk- orta ve liseyi Ankara’da okudum. Açık Öğr. Fak. İşletme önlisans mezunuyum.  Evliyim, 1972 ve 1974 doğumlu iki oğlum var. Yirmi sene Ankara’da yaşadım. 20 ay askerlikten sonra evli olarak Merkez Bankası İstanbul Karaköy Şubesine tayinen gittim. 28 sene İstanbul’da çalıştım. 1,5 sene Libya’da boşa (!) harcadım. Netice olarak yedi yıl (7) memur, dokuz yıl (10) işçi, on dört sene (14) serbest iş sahibi olarak mesai ömrümü tamamladım. 1994 yılında da SSK’dan emekli oldum. 2000 yılında Çorum’a nakli mekân ettim. Hâlen Çorum’da ikamet etmekteyim.

 Bugüne kadar beş tanesi Soykırım Suçlusu Ermenilere ait olan dokuz kitap bastırdım. Şu anda elimde üzerinde çalıştığım 35- 40 kitap var. Bazısı bitmiş, bazısı düzelecek, bazısı yarım kalmış, şiirlerim, hikâyelerim, risalelerim var. Konu olarak, felsefî, ahlâkî, millî, fikrî, dinî, eleştirel, didaktik, aşk ve sevgi hepsi var.  Ayrıca 13-14 senedir ÇORUM HABER gazetesinde “Perşembenin Gelişi” başlığı ile siyasi olmayan makaleler yazmaya devam ediyorum. Ermeni konusunda okullarda, derneklerde konuşmalar yapıyorum.

BASILMIŞ KİTAPLARIM     :   

1.Kolay mı Uçamıyorum Demesi? -Şiir- 2003

2.Kolay mı Türküm Demesi?  2003

3.Abdurrahman Sâmi Niyazi ve Uşşakiler -Biyografi- 2005

4.Soykırımı Kim yaptı? 1915 te ne oldu? -Tarih – 2011

5.Dünyanın En Büyük Yalanı: Soykırım, Truva Yayınları-   İstanbul.  -Tarih – 2013

6.Abdurrahman Sâmi Niyazi ve Uşşakiler    (2. Baskı)  2014

7.Soykırım Suçlusu Ermenistan AF dile      -Tarih – 2015

8.Tarihi İnkâr Eden Soykırım Suçlusu Ermeniler Kültür Ajans- Ankara   – Tarihî araştırma-     2018

9.Denize Dönen Dalgalar –  Şiir – 2018

10. Tarihi İnkâr Eden Soykırım Suçlusu Ermeniler  2019 Kültür Ajans- Ankara   (ikinci baskı)

Basıma hazır olanlar

10-.İstanbulistan Hikâyeleri

11-.Rindâne  –  (Rubailer I )

12-Abdurrahman Sami ve Uşşakiler.  3. Baskı

13- Denize Dönen Dalgalar  (şiir)  2. Baskı

14- Risale-i hakikat (Kaside-i hakikat)

Uzun yıllardır yazdığınızı biliyorum, yazmaya nasıl başladınız?

SA: Bizim ilkokul çağımızda okuduğumuz bütün masal kitaplarının yazarı yabancı idi.  Ta o zaman niçin Türkler masal kitabı yazmıyor diye çocuk aklımla hayıflanırdım. Büyüyünce masal kitapları yazmayı düşünüyordum.

Şu anda elimde orta üçte on beş (15) yaşında iken yazmaya başladığım iki roman var.  Okul defterimin baş tarafına aşk ve macera romanı demişim. Romanın adı bile koymuşum. Sınıf Arkadaşı.  Aynı defterin sonundan polis romanı diyerek bir romana daha başlamışım. İki roman da yarım kalmış.

 Şiire de aynı tarihlerde başlamıştım. 1984- 85 yılında İstanbul Selimiye’de bakkal dükkânımda bütün şiirlerimi temize çekip düzgün ve kalın bir deftere geçirdim. Müşterilerimden biri babam da güzel şiir yazar dedi. Babası ile tanıştık.  Yaşlı bir amca idi. Bana şiir kitabını hediye etti.  Onun şiirlerini okuyunca ben yazdıklarımdan utandım. Beş on şiiri içinden seçip aldım defteri çöpe attım.

  1. : Yazık olmuş şiirlerinize. Şimdi attığınıza pişman mısınız?

S.A. : Hayır değilim.  Hepsi çocukça şiirlerdi. Fakat saklasam yayınlanmazdı ama hatıra değeri olurdu.

 

Z.K.: Yaşam zorluklarından geçtiğinizi söylersiniz, eğitiminize rağmen hangi işlerde gocunmadan çalıştığınızı okuyucularımıza anlatır mısınız?

 SA: Zaten hayat zor. Herkes hayatında ekmek parası için zorluklar içinde boğuşuyor. Benim hayatımın zorluğunun farkı çok iş değiştirmemdir. Bunun sebebini bilemiyorum, bulamıyorum. Hepsinde de işten atılmama ve benim o işi bırakmama kendimce makul ve haklı sebepler vardı. Buna rağmen doğru bir olay değil. Bir insan bir işe girmeli adam gibi çalışmalı ve adam gibi emekli olmalı. Herkese sebatkâr ve istikrarlı olmalarını tavsiye ederim. Çünkü yuvarlanan taş yosun tutmuyor.

Sorunuzun içinde “eğitiminize rağmen” diyorsunuz. Evet, bugün yüksek okul mezunu biriyim ama ben yüksek okulu kırk bir yaşında bitirdim. Ondan evvelki iş hayatımda hep lise mezunu idim. Tahsil hayatım da karışıktır. Onu başka bir zaman anlatayım.

Ben memur olmayı hiç düşünmedim. Kardeşlerim ve arkadaşlarım hepsi liseyi bitirince babalarının çalıştığı işyerlerine memur girdiler. Ben satış elemanı olarak çalışmayı tercih ettim. Üniversite okumakta gözüm yoktu.

Bu yüzden nereye ve ne işe girsem lise mezunu olarak çalıştım. İş ararken gurur kibir edecek durumum yoktu. Evim kira idi, okuyan iki çocuk vardı. Gazete ilanlarından iş arardım. Müracaatıma ilk olumlu cevap veren ilk işe hemen balıklama atlıyordum. Seçici olma şansım yoktu. Bir süre sonra, bir daha iş aramak zorunda kalıyordum. Aramızda ki sohbetlerde sıkıntılar dediğim işler bu yüzden idi.

 

Z.K. : Sizi, ben ve yakın arkadaşlarınız dost canlısı, fedakâr ve sabırlı olarak tanırız. Böyle bir kişiliğe sahip olmanızı neye borçlusunuz?

Benim için önemli olan bu konuda insanlara tavsiyeniz ne olur?

 S.A: Beni böyle tarif ve tavsif ettiğiniz için teşekkür ederim.  Tarif ettiğiniz gibi bir insan olmaya çalışıyorum. Bunun gerekçesi ve sebebi belli değil. Ben de bilmiyorum. Allah öyle yaratmış diyebilirim. Belki hayat beni evire çevire böyle bir karaktere yönlendirmiş olabilir. Ayrıca ben bencil biri değilim. Zerre kadar kıskançlığım yoktur. Ben iyi bir şeye sahip isem arkadaşlarımın da ona sahip olmasını canı gönülden isterim. Arkadaşlarımın, dostlarımın mutluluğu bana mutluluk verir. Sıkıntısı da üzer. Gurur kibir ve benlik bilmem. Herhalde bu yüzden olsa gerek.

Tavsiyem elbette herkesin böyle olmasıdır. Bazen bunun karşılığını göremezsiniz. Kızabilirsiniz, üzülebilirsininiz. Burada püf noktası şudur diye düşünüyorum. Karşılık beklemeyeceksiniz. Ben bu tür davranışımı yaradılışa bağlıyorum. Hatta Allah rızası için veya sevap kazanırım diye de yapmam. Benim ruh yapımda esas nokta İNSANLIK bunu gerektirir. Etrafıma karşı daima pozitif olmayı seviyorum, içimden öyle geliyor… Ben herkesi bir üst makamda selâmlarım. Onurlandırıcı, ümit verici, moral verici konuşurum.

 

Z.K.: Yazmış olduğunuz kitaplarda en çok Ermenilerin Türklere yaptığı zulümden bahsediyorsunuz, sizi bunu konu üzerine yoğunlaştıran sebep nelerdir?

 S.A:  İşte beklediğim soru bu idi. En başta şunu kesin ve net arz edeyim ki, soykırım yapan Ermenilerdir. Türklerin tarihinde hiçbir zaman asla ve asla soykırım yoktur. Bu konuda beş kitap yazdım. Kesin olarak bunu ispat ettim. Hodri meydan isteyen gelsin tartışalım. Yüzde yüz Türkler haklıdır. Ermeni iddiaları tamamen asılsız, mesnetsizdir. Sadece Ermeniler değil tüm Avrupa ve Amerika yani siyasetçi Hıristiyan dünyası yalan söylemektedir. Maksat siyasidir. Tarihin hakikati bize göstermektedir ki soykırım yapan Ermenilerdir. Bir rakam vermem gerekirse 1821’den itibaren bugün PKK içinde yaptıkları cinayet dâhil, Ermeniler 2,5 milyon Osmanlı Müslim tebaasını tamamen soykırım amacı ile öldürmüştür. 2,5 milyon Osmanlı Müslim tebaasını da tamamen ırkçı imha kastıyla topraklarından sürgün etmiştir. Yani tam 5.000.000 Osmanlı Müslim tebaasına resmen soykırım suçu işlemiştir.

 Ermeni meselesine neden ilgi duyduğuma gelince:

Asıl cevabı uzun ama kısadan arz edeyim. Ankara’da daha çocukken birkaç yerde ayrı ayrı zamanlarda, Şiran’dan, Bayburt’tan, Van’dan, Erzurum’dan, Kars’tan, Ankara’ya göç eden yaşlılar, ERMENİ ZULMÜNDEN kaçtıklarını anlatmışlardı. Ermeni vahşeti ve zulmü ile ilgili çok şey duydum. Nitekim siz de “Kardaki Ayak İzleri”-“Erzurum’dan Kan Damlıyordu” ve “Savaşın Yarık Tabanlı Kadınları“ kitaplarınızda bu göçleri birinci ağızdan naklederek yazmıştınız. Siz de hem baba tarafından hem ana tarafından Çorum’a kaçan ailelerin kızısınız. Sizin gibi çok insanlarla karşılaştım. Soykırımı yapan Ermeniler olduğu halde, Ermenilerin, soykırıma uğradık diye timsah gözyaşları ayarı ile dünyayı kandırması beni rahatsız etti.  Mâsum, mazlum ve mağdur olan atalarıma karşı bu hizmeti yapmayı borç bildim. Yirmi yıldır hem kitap olarak hem gazete olarak, hem konferans vererek halkımıza hizmet ettim. Seve seve hâlâ devam etmekteyim.

Z.K.:  Ahıska konusuna ilginiz nereden geliyor?

S.A.  Bunun iki cevabı var. Biri, bir Türk insanı olarak ilgisiz kalmam imkânsız. İkincisi, çocukluğumdan beri Doğu Anadolu’nun her şehrinden insanların Ermeni zulmünden batıya kaçtığını, göç ettiğini değil kaçtığını duyarım.  Bunların en önemlisi çok yakın komşumuz olan Rıfkı Bey Amcalar Şiran’dan Ermeni zulmünden kaçıp Ankara’ya gelmişlerdi. Bunu o tarihte (1962) 80-90 yaşında olan babaları anlattı.

Ahıska’nın özelliği ise Çorum’da Ahıska göçmeni olan çok arkadaşım var. Biri de sizsiniz. Bu konuda iki kitabınız var. Ayrıca 2014 yılında Ahıska Türklerinin ikinci sürgününün 70 nci yılı Çorum’da kutlanırken bende katıldım. Allah’ın hikmeti olsa gerek o tarihte Bakanlardan biri, Çorum Valisi Ahmet Kara ve rektörümüz Reha Metin ALKAN Ahıska göçmeni idiler. Ben de hemen Çorum Haber’de köşemde makale yazdım. Özellikle Ahıskalılar Derneği olsa ne iyi olur dedim. Kimseden ses gelmedi. Dayanamadım, “Ahıskalılar şu adreste şu gün” buluşma ve tanışma günü yapalım diye gazetelere ilan verdim. Tanıdığım Ahıskalı arkadaşlara bizzat gidip gelin diye rica ettim. Sen de biliyorsun ki maalesef bir kişi geldi.  Burada tekrar rica ediyorum. Çorum’da veya diğer illerde bulunan Ahıskalılar ve bütün Kafkas göçmenleri bir araya gelin. Senede bir iki kere buluşun tanışın konuşun. Anadolu’da ve Kafkaslarda Ermenilerin zulmü o kadar çok ve feci ki, bunu tüm dünyaya duyurmak hepimizin boynunun borcudur.

 

  Z.K.: Vatansever ve millî duygularınızın çok güçlü olduğunu on beş yıllık arkadaşlığım süresinde gördüm. İki çocuğunuzu yetiştirirken onları bu konuda nasıl etkilediniz veya bu konuya hiç değinmediniz mi?

 S.A:  Vatansever olmak, millî hisler beslemek her ülke ve millet için geçerlidir. Belli insanî kaideler, hukuk ve adalet çerçevesi içinde her insanın vatanperver olması gayet tabiidir. Öyle de olmalıdır. Bu hisler aşırıya kaçmamalı, asla kan dökmeye evrilmemeli. Asla işgale ve emperyalizme dönüşmemeli.

 Çocuklarıma da bu meyanda konuşmuşumdur. Onları şartlandırıcı şekilde konuşmadım. Çocuklarıma siyaset aşılamadım. Hatta ben Galatasaraylıyım. İki oğlumun biri Beşiktaşlı, biri Fenerbahçeli. Kendi akıl ve iradelerini kullanmalarına imkân verdiğimizi sanıyorum. Gerekirse beni rahatlıkla tenkit ederler. Bazen bana fikir olarak karşı gelirler, itiraz ederler. Tartışırız. Kabul etmezlerse ısrar etmem ben bilirim diye dayatmam. Haklı iseler ben fikrimden dönerim.

 ZK.: Ben şiirlerinizi ve rubailerinizi okumaktan zevk alıyorum.  Şiirleriniz ve rubailerinizden birkaç örnek verir misiniz? 

 SA:   Hay hay memnuniyetle.

SENİNLE SENSİZLİK

Seven gönüllere düşünceler akseder
Bakışlarımız kubbe pistlerde raks eder

Gözlerin ayrı güzel, kaşların ayrı güzel
Seni bir kere gören ömrünü feda eder

Öyle müessir ki seni hayâl etmek
Her an seyretsem, hiç görmesem ne fark eder

Aklın en ince fikirleri takılır kirpiklerine
Kazara bir bakışına hedef olan aklını kaybeder

Eksik olsun tebessümünden mahrum padişahlık
Bana olmak yeter damağında nazın kalmış bir derbeder

                                           1.7.1970 Cuma  -Bolu

ZAVALLI YILAN

Çöp gibi de olsa, iki ince ayak,
İşini görüyor herhal leyleğin.
Bir gram gelmez karıncada,
Ne işi var altı ayağın?

Dört ton çeken koca fil neden dört ayaklı?
Hele şu kırkayak, ne ayak?
Tamam, anladık
Balığa ayak gerekmez yüzüyor suda
Peki…
Yılanın günahı ne?

                                 15.05.2008-   Batman

 

 GÜNLER

Hep dinç, hep tazedir, Pazartesiyi severim
Salı çok koşturur, çok yorulur garibim

Erkek karakterlidir ama hep sel alır Çarşambayı
Kız evidir Perşembe biraz sever naz yapmayı

Kulağı ezanda, gözü camidedir Cumanın
Hep plan yapar hep yetiştiremez Cumartesi

Neredesin ey Pazar, sen olmasan olmaz,
Aç koynunu, uyumak istiyorum biraz

                                                           18 Ekim 2008

 

RUBAİ

Şafak sökünce kesilir nağmesi bülbülün
Fecrin ışığı ile gider kokusu gülün
Bülbül susar, gül küser, uçar gecenin sihri
Mânâ yok sabahın olmasında; doğmasın gün

                                                             5 Mayıs 2009

RİNDİN AŞKI

Rindin aşkı, ne güledir, ne goncaya, belki dikenedir
Ne gülene, ne oynayana, belki boynunu bükenedir
Malûl, mazlum, mağdurdur, hem garip hem harabattır Erenler
Ehli keyfe hiç bakmaz, rindin aşkı, gözyaşı dökenedir

                                                                   19-5- 2016

 

 Z.K.: Türkçemize yüz yıllar önce girmiş yabancı kelimelerin kullanılması hakkında ne düşünüyorsunuz?

S.A.: Ben tutucu ve gerici değilim ama bizim tarihimize bakarsak, biz çadır ve göçmen hayatından gelen bir milletiz. Biz Orta Asya’dan göçlerden sonra gittiğimiz yerlerde yerleşik düzene geçtik. Meselâ, Karadeniz’in üstünden gidenler, oraların hayat şartlarına uyum sağlamış. Güneye ve Batı’ya yönelenler Anadolu, İran, Hindistan, Irak, Arabistan’a kadar gitmişler.

Bu ne demek?

Şu demek.

Kim nereye gitmiş ise dilleri onlarla karışmış. Anadolu’ya gelen bizler yerleşik düzeni ve şehir hayatını burada görüşüz. Anadolu’ya gelen bizler de Anadolu insanı ile karışmış ve kaynaşmışız. Onlarla evlenmişiz. Akraba olmuşuz. Gelenek, göreneklerimiz ve dilimiz de akraba olmuş ve karışıp kaynaşmış. Öyle kaynaşmışız ki, atasözlerimiz bile müşterek oluşmuş. Yemek kültürümüz, giyim kuşam, sokak oyunlarımız, oyun havalarımız, hatta bâtıl itikatlarımız bile bu yüzden aynı. Kurduğumuz Selçuklu ve Osmanlı Medeniyetinde resim, heykel, mimari, ev işleri, el işleri, dokuma, dantel, örgü, işleri hepsi kaynaşmıştır. Çoğu âdetler bize yerleşik Anadolu halklarından geçmiştir. Yani işlemler ve eylemler yabancı ismi de yabancı.  Meselâ, kaplıca’yı, ayazma’yı, hamal’ı, hamam’ı, salata’yı, sandal’ı, mandal’ı, kanal’ı, sini’yi, simit’i, somun’u, vb. değiştirelim mi?

Tabi böyle bir ortamda dilimiz de kaynaşmıştır. Şu anda Türkçemizin içinde 22 milletin binlerce kelime vardır. Türkçemizin zenginliği buradan gelmektedir. Bu bir zenginliktir. Öztürkçecilik yapacağım diye bunları ırkçı zihniyetle kaldırıp çöpe atamazsınız. Zaten dünyanın hiçbir yerinde arı dil, arı ırk yoktur. Olamaz da. Hele bu küresel çağda.

                                        &

Orta Asya’da ki hayatımızda çadır vardı, ev yoktu. O yüzden eve dair kelimeler de yoktu. Mahalle yoktu mahalleye dair sözler de yoktu. At arabası yoktu. At arabasına dair kelimeler yoktu. Bu işleri yapan ustalar ve sanatkârlar da yoktu. Daha doğrusu pek çok sanat ve meslek yoktu. O yüzdendir ki Osmanlı İmparatorluğunda ticarete ve sanata dair bütün işleri gayrimüslimler yapıyordu.  Daha ileri yıllarda İslâm ile resim- heykel -müzik günah diye hiçbir Türk bu işleri yapmadı. Mimarlarımız, doktorlarımız, kaptanıderyalarımız birçok sadrazamlarımız, büyükelçilerimiz niye gayrimüslim?  Bu bağlamda mütalaa edersek dilde, sanatta ilimde, müzikte ırkçılık yapılmaz. Hele bu gün dilimizde yüz binden fazla yabancı kelime varken bunları etnik kökenine bakıp atmak ve yerine 2021 model başka bir sesleniş uydurmak akıl işi değil. Ölçümüz halkın anlayıp anlamadığıdır. Bugün konuştuğumuz dil, meslek ve ilim dili dâhil (tahminen, ?) 100.000’den fazla kelimeden oluşmaktadır. Arıcı, ırkçı, öz Türkçeci gözle bakarsanız, bunun 3000 kelimesi öz Türkçedir. 97000 kelimeyi değiştirelim mi? Üstelik bu çağda çalışkan ve çalışan yabancılar her ay en az yüz yeni icat yapıyor yüz yeni isim ortaya çıkıyor. Bütün dünya televizyon, telefon, ekran, kaset, internet, mail, facebook, twitter, wi fi, whatsapp, sms, virüs, mikrop, şırınga, Covid 19, taksi, tiren, şilep, tanker, novigasyon, ultrason, drone, …, …, …, derken biz bunlara başka isim uydurunca ne kazanmış olacağız?

Benim bu hususta kanaatim TDK son yıllarda halkın dilini ve hatta ana dilimizi bile değiştirmeye ve bozmaya başladı. Artık TDK nun uydurdukları kelimeler bize yabancı.

                                            &

Bu hususta TDK üyesi Ali Püsküllüoğlu, KONUŞMALAR isimli kitabında gereken cevabı şöyle vermiş. (Kaynak: Ali Püsküllüoğlu, Konuşmalar, sayfa, 22, TDK yayınları, Ankara, 1966)

DİLSEVER: Peki Türkçemiz bugün yeterli bir dil mi? Yani bu günkü Türkçe ile demek istediğiniz her şeyi yazılarınızda verebiliyor musunuz?

YETKİN: Evet yazılarımda söylemek istediklerimi, bu günkü Türkçe ile verebiliyorum.  Ben Türkçe derken, kökü hangi yabancı dilden gelirse gelsin halkın konuşma diline girmiş, yabancılığından iz kalmamış sözleri de öz Türkçe sözcüklerin yanına koyuyorum.

 

Yani TDK’nın o zaman ki yazarı, diyor ki halk anlıyorsa Türkçedir. Hâlbuki TDK son elli yıldır halka mâl olmuş, hatta ana dilimiz olmuş kelimeleri de etnik köküne bakıp değiştiriyor. Buna ben de karşıyım.  Diyebilirim ki artık TDK normal Türkçemizi de bozuyor.

Z.K: Çok güzel hikâyeleriniz var. Bunları bastırmayı düşünüyor musunuz?

11-: S.A:  Niyetim var. Kısmet. Malumunuz kitap bastırmak çok pahalı. Sponsor olan da yok. Fakat biz bastıracakmış gibi hazırlık yapıyoruz. Tam olarak biten beş kitabım var. Allah sağlık verdiği sürece yazmaya devam edeceğim.

 Z.K. : Selahattin Bey verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

 S.A.: Ben de size teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir