Savruk Düşünceler – 3

Sayı 45- Ocak 2015

 

Demokrasimsi

Demokrasilerde muhafazakârlık olur. İnsanların bir kısmı geleneklerini, dinî inanç ritüellerini ve alışageldikleri, kimseyi engellemeyen yaşama biçimlerine bağlıklarını savunmak isteyebilirler. Ancak demokrasiler totalitarizmin hiç birine meşruiyet sağlamaz. Demokrasisi gelişmiş ülkelerde dini ya da mezhep temellerine dayanan bir toplum mühendisliğine soyunan parti bulunmamaktadır. Türkiye’de biraz farklı. Türkiye’de şu sıralarda siyasi yelpazenin sağ tarafında muhafazakâr bir parti yoktur. Öncekiler, Adalet Partisi, ANAP, DYP gibi partiler de liberalizmi savunmadıkları gibi, zorda kaldıklarında modern muhafazakârlığı savunmak yerine ordu yüzünden zoraki demokrat olduklarını söyleyip duruyorlardı. Her şeye rağmen yine de vardılar.

Demokrasilerde milliyetçilik de bir değerdir. İnsanlar ülkelerinin gelişmesi, kalkınması, dünya üzerinde saygın bir yer edinmesi ve uygarlığa katkı yapmasını ve yurttaşlarının daha müreffeh yaşamasını istemeleri istenilen bir durumdur. Demokratik ülkelerde milliyetçilik siyasi yelpazenin sağının da, solunun da ortak değeridir. “Ülkem gelişmesin, insanım iyi yaşamasın” diyene normal insan gözüyle bakılmaz. Milliyetçilik ortak değer olduğundan milliyetçilik üzerinden siyasi çekişme olmaz. Ancak ırkçılık (kavimcilik, etnikçilik, şovenizm) milliyetçilikten farklıdır. Bir ülkedeki herhangi bir kavmin üstünlüğü ya da ayrıcalığı veya ayrılık-gayrılık politikası gütmesi milliyetçiliğin ruhuna aykırıdır. Demokrasilerde ırkçıların dernek veya parti olarak örgütlenmesine izin verilmez. Bazen ırkçı hareketler yasal boşluklardan ya da görmezden gelindiğinden de olsa partileşebilirler. Uygulanan politikalarla bunlar eritilir ya da partileri kapatılır. Avusturya’da Halk Partisi önderi Haider ile 2005’te birinci parti oldu. Koalisyon kuracakken AB’nin itirazıyla koalisyon engellendi ve partisi yasaklandı. Yunanistan’da ırkçı Altın Şafak partisinin geçen yıl milletvekilleri meclisten yaka-paça atıldı ve partiye büyük bir operasyon yapıldı. Bulgaristan’da Ataka partisi için de benzer operasyonlar yapılıyor. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde ırkçılık yasaktır.

Bizde din ve mezhep öncelikli bir parti demokrasi sayesinde iktidarda ve medyaya göre de Kürt partisi Bdp ana muhalefet durumundadır…

Demokrasiyi geliştirmiyoruz, geleceğin sorunlarını ülkeye ekmekle meşgulüz.

 

Sol hasta

Hem Cemil Meriç hem de Alev Alatlı, çok değerli aydınlarımızdır. İsmet Özel de öyle. Solcuydular. Solculuk onları yola, entelektüel yolculuğa çıkardı, yol aldılar. Sonra? Sol değerlerden değil ama solculardan kaçtılar, sağa sığındılar!.. Sol tayfa bunun üzerinde düşündü mü? Hayır, umursadığını bile sanmıyorum. Özeleştiri yapmak yerine suçladı. Solumuz, sol entelijansiyamız, sol kültürümüz, sol yanımız hastadır.

 

Opera

Sanat soyutlamaktır. Bir manayı güzellikle ifade etmenin bir yoludur. Şiir, anlatımı sayfalarca sürebilecek bir anlamı bir matematik formülü yazar gibi kısa ve güzel bir ifade ile anlatmaktır ama bazen kelimeler kifayet etmez. Tiyatro bir durumu canlandırarak ortaya koymak, müzik bir anlamı, duyguyu başka bir yolla, uyumlu seslerle anlatmak; roman, resim, heykel yine öyle. Bazen öyle bir an gelir,öyle bir durum ortaya çıkar ki bu anlatım biçimlerinin hiçbiriyle anlatamazsınız. Çok daha üst düzeyde bir soyutlama yapmanız gerekir. İşte, opera ve baleye o zaman ihtiyaç duyarsınız. Opera ve bale bütün sanatların karmasıdır âdeta. Kelimelerin kifayet etmediğinde yanına müziği, o da az gelirse tiyatroyu, resimi ve mükemmel bir sanat eseri olan insan bedenini de koyarak anlatırsınız manayı, güzellikle…

Ya da bir güzelliği aynı anda birçok sanatın işbirliğiyle yaşadığınızı düşünürsünüz. Aynı anda aynı “şey”i anlatan bir şiir, roman, hikâye, resim, müzik eseriyle ilgili olduğunuzu düşünün. Hepsini birden yaşamaktasınızdır. Karşınızda beden diliyle, sesiyle, resim ve müzikle bir şeyler anlatan bir takım vardır. Sizi akıl, duygu ve düşünce ufkunuzun ötesine götüren… Orkestrada her bir sesi ayrı ayrı hissetmeniz gerekir. Viyolonsel, kemanlar, davul, zil… O karmaşada, farklı seslerden ortaya çıkan akıl, duygu ve anlam yüklü uyumlu mesajlar sizi akış haline getirebiliyor mu? Opera ve bale tembel seyirci istemez, dersinize çalışarak gitmelisiniz, neyi izleyeceksiniz, hikâye nedir, kim yazmış, kim bestelemiş? İzlerken aslında hikâyeyi biliyorsunuzdur. Anlatımın sizi akış haline getirip getirememesidir mesele.
Akış hali ne mi?

Siz tuğkleğ nasil diyoğ, boole transcendental bir ekşın

 

Yamalı bohça

Düşünüyorum, anlamaya çalışıyorum: İslamcı aydın, toplumun muhafazakâr kesimini karşısına almamak adına, onunla iliştirilmiş (embedded) bir ortakyaşarlık ilişkisi kuruyor. Sonra kendi ürettiği kitlenin kontrolünü kabul etmek zorunda kalıyor; cehaletin sözcülüğüne soyunuyor. Gerekçesi ise “âvam böyle istiyor”! Böyle olunca aydın değil, avamın sözcüsü oluyor, cehaletin dediği oluyor. İyi de, nasıl yol alacağız?

İslamcı aydın, Sanayi devrimini ve onun sonuçlarını görmek istemiyor. Okuyorlardır zahir, lâkin kıraatlerinde sınaî inkılâbından sonrası yok. Bilmediklerini artık aptallarımız da biliyor. Yoksa nasıl böyle yaparlar ki!.. Son dört yüz yıldaki gelişmeleri görmek, duymak, anlamak ibret alarak kendi sentezini yapmak da istemiyor. Dört yüzyıl öncede yaşıyor ve kendisini 21. yüzyıla sürgüne gönderilmiş gibi, diasporada hissediyor. Günümüze sürgüne gelmişler, diasporadadırlar, vatanlarını, 16. yüzyılı özlemektedirler. Çivileri sökmeleri vatan hasretindendir. Anavatanı 16. yüzyıl ve sürgünden kurtulmak için kendisiyle beraber toplumu da 16. yüzyıldaki anavatanına taşıyarak huzur bulacağına inanıyor. Dört yüzyıl geriye giderek bugünü düzelteceğini sanıyorlar. Zira, Sanayi devrimi aslında Doğunun Batı karşısında yenilgisidir ve bu yenilgiyi kabul etmemek adına modernizmi yok sayıyor veya ona direniyorlar. Bunun ortaya çıkardığı entelektüel körlük, tehlikeli yollarda çukura düşmesini ve ikna ettiği toplumun başını belaya sokmasını da kaçınılmaz kılıyor: İslam toplumları ortaçağı aşamıyor. İslamcı aydın öyle bir yere çıpa atmış ki onu oradan çıkarmak kabil değil. Öyleyse, İslamcı aydını kendi halinde bırakmak zorundayız. Peki, onların kontrol ettiği kitleleri? İlginçtir; modernizmin ortaya koyduklarına karşı çıkarken, modernizmi de tepe tepe kullanıyorlar? Yamalı bohça gibi bir kafa taşımak böyle bir şey galiba…

 

Ar

Biz? Biz başörtüsü muhabbetine devlet yıktık ya, bu da bize âr olsun.

 

Hazır yiyim

Alışveriş yaptığım markette konserve ve hazır yiyecek bölümü giderek genişliyor. Merak ettim; nelerin konservesini yapıp satıyorlar diye. Tuna-ton balığı… olabilir, kuru fasulye konservesine de alıştık. Bugün haşlanmış patates konservesi gördüm yahu… Bre, bu millet artık patates haşlamayı bile yap(a)mıyor ve marketten konservesini alıyorsa… (cümleyi tamamlayamadım, siz tamamlayın)… Bir öneri: Tiz elden mekteplere Osmanlı usulü patates haşlama dersi konula

 

Atam bilir

Atasözüne bak: “Dünya arsızın, güzel nursuzun, para hırsızındır”. Adam hayatın şifresini bir cümlede çözmüş… Kalanı da bizimdir; var mı ötesi. Geride hayatı hala anlamlı kılacak şeyler var. Görene, bilene, emek harcayana…

 

Din kültürü

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ülkemizde uygulandığı şekliyle din derslerini insan haklarından “kişinin eğitim hakkı”na aykırı buldu. Türkiye bu karara uymak zorunda. Eğitim sistemimizde önemli bir sıkıntı durumunu ortaya çıkardı. Düzenleme yapılmak zorundadır.

Okullarda din dersinin zorunlu derslerden biri olarak öğretilmesi gerektiğini (hala) savunan biri olarak bu kararı doğru buluyorum. Zira yıllardan beri birçok kesimden insanın “bu şekliyle” din derslerinin Sünni ilahiyat öğretmenleri tarafından bir tür Sünnicilik eğitimi biçiminde verildiğini dile getiriyordu, gözlemliyor, görüyorduk. Haddini iyice aşan ve pervasızlık gösteren öğretmenleri de gördük, duyduk, okuduk. Adı “din kültürü” olsa da müfredat (içerik) de öyleydi. Eleştirilere kulak asmayıp, bildiğini okuyan siyasi zihniyeti durdurmak açısından, insan hakları mahkemesi olmasaydı ne olurdu bilmiyorum. Kararı hala anlayamadıklarını konuşmalarından anlıyoruz. “Ben çokum, ben seçildim, öyleyse her bir şeyi seni dikkate almadan, istediğimi yaparım, İslamı ben böyle ve doğru anlıyorum, sen de benim anladığım gibi anlamak zorundasın” anlayışı çoğulcu demokrasiye de, kul haklarına da aykırıdır. Kendi inançlarına saygı bekleyenlerin, başkalarının inançlarına da saygı göstermesi gerekir.

Benim savunduğum zorunlu din kültürüdür. Savunma gerekçem, bir bilgi türü olarak Dinsel Bilginin kullanılmasının öğretilmesi, tarihsel ve sosyolojik bağlamda dinin ve inancın önemi, taraf olmadan din ve mezhepler tarihi, inanma ve dini algılama biçimlerinin birbirine benzer ve farklı yönleri gibi konuların öğretildiği bir içeriktir. Olması gereken budur. Göreli bir alan olan “inanç” alanında bir mezhebin inanç ve uygulamalarının öğretilmesi işine (çoğunluk olsa bile) okul girmemelidir. Bu ailenin alanıdır, aile çocuğuna iman esaslarını ve uygulamalarını öğretmelidir; okul değil. Çocuklarıma bir başkasının din öğretmesini kendime saygısızlık sayarım. Ayrıca ibadethaneler ve mezheplerin kendi kuruluşları da vardır (Kur’an Kursu gibi) Okul subjektif konularda ortak değerlerin vurgulandığı ve müfredata aldığı bir yerdir. Din öğretiminin bu şekli savunulamaz. Laikliği iş olsun diye savunmuyoruz, bir zarurettir. Hem laikliği, hem inanç özgürlüğünü hem de bunun adil bir dengede icrasını savunuyorum, savunmalıyız.

Başbakan sünni imam hatip okulları için “gözbebeğimizdir” demişti. Çok sayıda açıldı. Genellikle merkezi yerler tahsis edildi. İlk yıl çoğu öğrencisiz kaldı. Şu sıralar personel, araç gereç ve birçok hususta tahkim ediliyorlar. En kaliteli okullar haline getirilerek talebi artırmaya çalışıyorlar. Ayrımcılık yapılıyor. Önceden yetiştirilenlere yönelik en önemli eleştiri, ülkedeki din birliğine zarar vereceği endişesi idi. Endişeler haklı çıktı. Şimdi yetişenler önümüzdeki on yıllarda bakalım ne getirecek, ne götürecek…

 

Maazallah

Bir hoca efendi buyurmuşlar ki, “kadınlar olmasa daha çok erkek cennete gidecek!”  Belki de, kadınlar burada eleme yaparak hurileri öküzlerden korumaya çalışıyorlardır. İmtaan dünyasındayız hocam.

Bu tür adamların beyni uçkuru içinde hapis olmalı. Ya da ne yiyip içiyorlar, ne okuyorlar araştırmak lazım. Etraflarındaki kadınların kapanarak neden kendilerini korumaya aldıklarının ipuçları bulunabilir. Kadını sadece cinsi münasebet aracı olarak görüyor olmalılar. Sadece kadınlar mı, bunların yanında erkeklerin de bulunmaması lazım. Maazallah…

 

Bilgi türü

Bir sorunla karşılaştığımızda o konu hakkında ne kadar etraflı bilgiye sahip isek sorunu o kadar kolay çözer ve isabet oranı yüksek karar verebiliriz. Daha önemli olan ise şudur. Sorunu çözerken kullandığımız bilgi hangi yolla elde edilmiş ve asıl, hangi tür bilgidir! Gündelik bilgi mi, bilimsel bilgi mi, estetik bilgi mi yoksa dinsel bilgi midir? Hepsi de bilgidir ama her biri gözümüze başka bir gözlük takar… Baktığımız şeye göre değişmekle beraber, en iyi gözlük bilimsel bilginin gözlüğüdür. Arada bir camlarını silmek kaydıyla.

 

Orduda Mehter

Bir karakter vardı, sık sık karşılaşırdım, e-sosyal olmadan önce. Her türlü pis işin içinde olmuş, ahir çağında tövbe etmiş olurlardı. Tövbeden sonra ise kendine müslüman olmaz, başka bir kötülüğe batarak, yobazlığın yıkılmaz kalesi haline gelir, kendisini dini töre bekçisi sayarak etrafına cehennem hayatı yaşatırlardı. Ahlaksızlık ve yobazlık tek yumurta ikizidir, birbirinden ayrılmazlar.

Osmanlı da sondan önceki yüzyılında öyle oldu. Bilim ve felsefeden uzaklaştı ve battı. Battığını görünce dine sığındı. Yobazlığıyla Türkmen düşmanlığı paralel biçimde arttı. Meşhur adaletini de hoşgörüsünü de yitirdi. Bilim ve felsefenin olmadığı yerde, din insanı dinden de eder. Osmanlı yobazlaştı. O zamanın yobaz kafası galebe çaldı. Bu kafa hakimiyeti ordu orkestrasını, mehterini bile “müzik günahtır” diye, “o yüzden batıyoruz” diye yasakladı. Mehteri de, müziğini de unuttuk. Aradan birkaç kuşak geçti. Ve sonra Osmanlı kurtuluşun bilimde olduğunu, onun Batıda bulunduğunu anladı ve taklitçilikle de olsa Batılılaşmaya başladı. (Kınamıyorum, başlangıç için taklitçilik kötü değildir, süreklileşmesi kötüdür. Beni bilenler kökten Batı karşıtı olduğumu, kerhen modernist olduğumu bilirler) Batılılaşmayla birlikte akıl selametine kavuştu. Bilim ve felsefeyi yeniden keşfetti. 19. yüzyıl Osmanlısı devrimcidir. Yobazlıktan yobazlar izin verdikçe kurtulmaya çalışmıştır. Devrimciliği Osmanlıyı kaçınılmaz sondan kurtaramamıştır ama yobazlıktan büyük ölçüde, devlet olarak kurtulmuş, ciddi bir aydın kitlesi üretmiştir. O zamanın yobaz kafası Osmanlı düşmanıydı. Bilim, felsefe ve özgürlükten o zaman da nefret ediyorlardı. O kafa son yüzyılında Osmanlıda iktidara gelemedi ama Cumhuriyette devleti ele geçirdi, naaber?

Son yüzyılında Osmanlı Mehter Takımını yeniden kurdu. Eski marşlar unutulmuştu, yeniden marşlar yazıldı. Son yüzyılında Osmanlı devleti zamanın İslamistlerine karşı mücadele vererek varlığını sürdürdü. Modernistler, Kemalistler, Demokratlar niye son yüzyılın aydınlığını sahiplenmiyorlar anlamıyorum. Başka tür bir yobazlık olsa gerek.

Bir subay askerlerine mehter marşlarından birini söyletmiş, pek şaşırmışlar. İnsaf edin yahu, Britanya ordusunun ya da Bizans ordusunun marşını söylememiş. Modern Osmanlı ordusunun marşı… 2.220. yıldönümünü kutlayan bir ordudan söz ediyoruz.

Ağalar, Osmanlı son yüzyılında yobaz kafa ile mücadele etti ve onu yendi. Osmanlıyı toptan reddedip köksüzlüğe talim etmektense, yobaz karanlığa karşı çıkıp Osmanlının aydınlığını niye sahiplenmiyorsunuz? Bilgisizlikte yobazlık ile yarıştığınızın farkında mısınız? Hatırlatayım mı, çocuklar siz dine ve modern tarihe, Osmanlı’nın aydınlanma çağına karşı değilsiniz, yobazlığa karşısınız.

Aferin o subaya. “Allahü Ekber”. Çatlayın len.

 

Diyalektik

Kenan Evren zamanıydı. Üniversitede öğrenciydim ve Bilimsel Araştırma Yöntemleri dersini Niyazi Karasar hocadan alıyorduk. Polis sık sık okulda ve öğrenci evlerinde arama yapardı. Bu kitabı yanında bulunan öğrencileri tutukluyordu. Hoca da, biz de anlayamadık. Sonunda hoca polisten sormuş. Kitabın içinde Diyalektik Yöntem bulunduğu için öğrencilerin solcu olduğuna karar vermiş meğer polis (solcu olmak yasaktı). Hoca emniyet müdürü ve valiye çıkarak diyalektiğin ve kitabın masumiyetini anlatmaya çalışmıştı… İlginçtir, daha sonra yazılan Bilimsel Araştırma Yöntemi kitaplarında “diyalektik yöntem”den söz edene rastlayamadım. Felsefesine gerek yok zaten, Yök, bilgin değil, araştırma teknikeri istiyor, prof olmak için anket doldurtuyoruz zaten

 

Abartı

Abartıyorum: Çok sesli müziği anlayarak, hissederek dinlemeyen birinin güzel yemek yapacağına inanmıyorum.

 

Tahakküm

Ankara ve İstanbul’da durum nasıl bilmiyorum. Taşra berbat, boğuluyorum. Tahakküm edici bir güruh ile karşı karşıyayız. Kendi haklarını elde etmek gibi bir derdi yok. Talep edip alamadığı bir hakkı da yok. Başkalarının haklarını imha etmeye çalışıyor. Kendi ilkelliğini başkalarına dayatan, kendi hal ve davranışlarını sorgulamayan, özeleştiri yapmayan, “sen de benim gibi olacaksın, benim keyfime göre yaşayacaksın” diyen bir anlayış var. “Sen öl” diyorlar. Bunların talepleri ciddiye alınamayacağı gibi, oturup konuşulamaz da. Selamını almak bile insan olan için yeterince utandırıcıdır.

 

Mankurt sol

Solcuları harbiden dövücem. Felekten başka, devletten de çok dayak yedikleri için kıyamıyorum. Ama hal ve gidişleriyle emperyalizme hizmet eder oldular, affetmem arkadaş cheeky Kavram kargaşası içinde sapı samanı birbirine karıştırdılar. Yahu çocuklar siz kavimciliğe, ırkçılığa karşısınız, milliyetçiliğe (Türkiyeciliğe) karşı değilsiniz. Türkilizce söyleyeyim, siz nationalist değil, patriotistsiniz. Başka ülkelerdeki solcular da öyledir. Kastro önce Küba’yı düşünür. Kastro Küba içinde kavim ayrımı yapmaz, yapanı da, ayrıcalık isteyeni de affetmez, o kadar. Ama ülkesi için canını verir. Ülke içinde yaşayan kavimlere “ulus, millet” dediğiniz zaman içinden çıkamıyorsunuz. Her ülkede bir millet, çok kavim yaşar. Kavimlerin toplamına millet denir. Bunu derken milletin bir konfederasyon olduğunu da anlamıyoruz. Bunu, kavimleri yok saymak diye anlamayın. Her kavmin kendi kültürünü yaşaması, dilini öğrenmesi, hatta istiyorsa kendi dilinde de eğitim almak gibi haklarını yok saymak anlamına gelmiyor. Rusya’dan gelen herkese “Rus” diyoruz, tebaa, uyruk, milletinin adı anlamındadır. Ama Rusya’da yüzlerce dil konuşuluyor ve yüzlerce kavim var demektir. Ama biz hepsine birden “Rus” diyoruz. Onların buna itiraz etmek aklına bile gelmiyor. Bu hukuki bir durum. “Ben Rusum” dediğinde Moskoviç kavmindenim demiş olmuyor, uyruğunu söylüyor. Milliyetini sorunca böyle diyor. Kavmini, etnisini sorunca hiç duymadığımız bir kavim (ırk, etni) adı söylüyor. Söylesin ya da söylemesin, ulusal-uluslararası hukukta hangi devletin vatandaşı, üyesi isek o devletin milletinin adıyla anılırız. Ben yarın Türk vatandaşlığından çıkıp Almanya’nın vatandaşı olsam artık “ben bir Almanım” derim; oranın vatandaşı olduğum için. Ama kavmim şu anda ne ise, Alman vatandaşı olunca da aynıdır. Bunu anlamak niye zor? Bir ülkedeki halklar (buna millet denir) aynı gemiye binerek kader birliği yapmıştır. Benim kavmimin kaderi ile başkasınınki artık aynıdır. Eğer kendi kavmim için ayrıcalık yapar, istersem, kavimci olurum. Birlikte olma durumuna aykırı. O yüzden ben Türkiyeci yani milliyetçi olmak durumundayım. Solcu da sağcı da olsam bu böyledir. Küreselleşen emperyalizmin eski oyunu olan ayır-parçala-böl-sömür politikasına alet olmak ne zamandan beri antiemperyalistlik oldu? Solculuğu kimden öğreniyorsunuz?

 

Ebat

Bu ülkede 44 numaranın üstünde çorap imalatı neden yok? Kaç şehirde aradım, yok. Basketçi çorabı olurmuş diye akıl verdiler, burada o da yok. Bu kadar mı ufak tefek bir toplumuz. Bir de çoraplar tek kullanımlık mı üretiliyor; ilk yıkamadan sonra büzüşüyor, çekiştire çekiştire, yırta kopara giymekten bir hal geldi. Standart ötesi insanları neden dikkate almıyoruz? Nerde bu devlet, hani demokrasi?

 

Demokrasi mecburiyeti

Normal şartlar altında hiç kimse demokrat filan değildir. Her birimiz kendi görüşlerinin hakim olmasını ister. Herkes bizim gönlümüze ve izin verdiğimiz kadar yaşasın isteriz. Ama bu mümkün değil. Çok kişiyi imha etmek gerekir. O yüzden birbirimize fazlaca karışmadan bir arada yaşama çözümünü bulmuşuz. Buna demokrasi, insan hakları filan yönetimi diyoruz. Bakın etrafınıza, dilinden demokrasi kelamını düşürmeyenlerin çoğunu konuşturduğunuzda aslında demokrasi istemediğini, demokrasiyi kendi diktasını kurmak ve paşa gönlüne göre, başkasını dikkate almadan yaşamak olarak anladığını görüyoruz. Demokrasiden anladıkları budur. Oysa demokrasi bu değildir.

F. Gülen, Süddeutsche Zeitung’dan Christiane Schlötzer’e verip, 13 Aralık 2014 tarihinde yayınlanan röportajında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ülkeyi “tek adam devletine” dönüştürmekle eleştirdi. Gülen, “Türkiye’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan ziyade bir parti devleti, hatta bir tek adam devleti olduğu izlenimi uyandırdığını” belirtti. “Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kalktığını” ifade eden Gülen, “Türkiye’nin içeride bir kutuplaşma dışarıda ise her gün itibar kaybı yaşadığını ve yalnızlaştığını, ülkenin içine düştüğü durumun kendisini üzdüğünü” söyledi.-

İzleyicileri bugünlerde operasyona maruz kalmış durumda. İnanmak istiyorum ki bu ifadesinde samimidir. Ama daha bir yıl öncesine kadar iktidarın örtülü ortağıydı ve iyi şeyler yapmadılar. Aynı şeyi Akplilere ve üniversiteler dahil, çeşitli kurumların yöneticilerine de söylüyorum. Hukuk size de lazım olacak. Bal tuttuğunuz parmağı değil, artık kâseyi de yalıyorsunuz. Atamalarınız, görevlendirmeleriniz, torpilleriniz, adam kayırmalarınız, devlet memurlarınızın parti memuru gibi olması bir gün başınıza iş açacak. Bugün başkanın gücüne inanan amir ve memurlar, adaletin elbet bir gün karşınıza çıkacağını ve bunun için çok beklemeniz gerekmeyeceğini bilmelisiniz. Gülen gibi sonradan demokrasiye geleceğinize şimdiden gelin. Demokrasi istediğimiz değil, mecbur olduğumuz yönetim biçimidir.

 

Hümanizm

Kavimcilik ve mezhepçilik batağına doğru yürümekte olan bir toplumuz. Hümanizmi anlatamadık, kavimcilik ve mezhepçiliğe karşı insancılığı ileri sürüp ulus-devleti öneriyordu. Hümanizm, resmi ve sosyal hukuki düzenlemeleri ırk ve mezhebe göre değil, yurttaşa göre düzenlemektir. İnsaniçincilik budur. Kemalizm tam da bunun yolunu açmıştı. Anakroni özürlü kafalara “jeton” düşmedi. Hümanizmi kabul etmeyen kavimci ve mezhepçilerin dilinden bir de demokrasi sözü düşmüyor, iyi mi!.. Hümanizmi içine sindirmeden, ırkçılık ve mezhepçilik yapınca demokrasi yerleşmez! Bir başka sorunumuz, bu ülkede tarihçiler, bunca olan ve gidişata bakarak neden etnogenez kavramını açıklamazlar anlayamıyorum. Etnogenez kavramı tarihçilerin bazılarının kulağına bile çalınmış değildir. Binmişiz bir alamete…

 

Saçılım

Irkçı “Kürt” ile mezhepçi “bilmem kim”, otruşmuş Türkiye’nin geleceğini planlıyormuş. Benim fikrimi de sorarlar mı acaba, ben de burada yaşıyorum. Bu yolla aldığınız kararı, ne olursa olsun, tanımayacağımı şimdiden söyleyeyim; sürpriz olmasın!

 

Saygı değmek

İnsan sırf insan olduğu için yaşı, cinsiyeti, memleketi, kavmi, dini, mezhebi, dinsizliği, imanının derecesine bakılmaksızın saygıdeğerdir, sosyal ve yasal yönden eşittir. Ahlaklı ve erdemli insanlar böyle kabul eder ve sağlıklı sosyal ilişkiler bu zemin üzerinden sürdürülür. Birileri kendisini cinsiyeti, yaşı, dini, mezhebi, kavmi, siyasi görüşü, takva sahibi olduğunu düşünmesi, felsefi görüşleri vb yönlerinden diğerlerinden üstün sayıp, farklı olanları aşağılıyorsa, aşağılığın tekidir. Bir zavallının ilkel ve ahlaksızca kin ve nefreti beni değil, onu alçaltır. Çeşitli toplum kesimleri için hiç kimse değerlendirme yapamaz. İnsanı değerli kılan, sahip olduğu doğuştan gelen genetik ve sonradan edindiği sosyal-kültürel özellikler değil, ahlak ve erdemlerinin yüksekliği ve ülkesine-insanlığa ne kattığıyla ilgilidir ve kişiseldir. Saygı karşılıklıdır ve saygıdeğerindir. Neyine saygı duyacakmışım?

 

Medeniyetiniz

Bir gün kimliğimi yırtıp atıcam, adımı unutucam, bilmeyip görmediğim bir yerlere gidicem, hiç traş olmayacağım, hiç yıkanmayacağım, elbise giymiyecem, soğuktan ötürü giyersem onları da yıkamayacağım, hiç kimseyle tanışmıyacağım, sevmediğim adamların yüzlerine karşı küfredecem, dayak atarlarsa el kaldırmadan dayağımı yiyicem, doktora gitmiyecem, ekmiyecem, biçmiyecem, ot otlayacam, hiç kitap okumayacam, uykumun geldiği yerde kıvrılıp uyuyacam, kimseye fayda da vermiycem zarar da… İstanbul hanımı ağzıyla da konuşmuycam.

İyi ki bir hayat var, kalıplarınızla kurallarınızla iflahımı kestiniz be. Başlıyacam medeniyetinize.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir