Test edildi, onaylandı
19. yüzyılda neredeyse her kavim bir devlet kurmak istiyordu. Belli başlıları kurdu. Sonra bu hareket soğudu. Hümanizm üzerine inşa edilen demokrasinin gelişmesi, kavimlerin devletleşme isteğini büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Ulus-devlet modeli giderek geçerlik ve yaygınlık kazandı. Ancak günümüzde başlangıçtakinin tersi bir gelişme yaşanıyor. Bölünerek küçülme değil, birleşerek büyüme!
Ulus-Devletlerüstü devlet modeline doğru bir gidişat var. Avrupa’nın ulus-devletleri AB (Avrupa Birleşik Devletleri) adı altında böyle bir deneme yapıyorlar. NAFTA, ASEAN, Şangay Grubu gibi ciddi ulus-devletler üstü çabalar da var. Daha sessizce İngiliz Milletler Topluluğu (Komunvelt) ve Arap Birliği gibi uluslararası dayanışma içinde olan devletlerin varlığını da görüyoruz.
Türkiye bir yandan iştahsız biçimde AB’ye katılmaya çalışırken, örtülü olarak, eğitim ve kültür politikalarının yönüne bakarak bir Ortadoğu ülkesi olma yolunda gittiği iddia ediliyor. Öte yandan jeopolitiği, tarihi kültürel mirası ve akrabalığı ise Türkiye’yi, Türk Dünyasına çağırıyor.
***
2020’nin Ekim ayında Azerbaycan’ın Karabağ’ın kurtarılması için yaptığı savaşının birçok sonucu ortaya çıktı. Bunlardan biri de Azerbaycan’ın jeopolitik çerçevesinin belirginleşmesidir. Ancak Azerbaycan derken bunu “Türkiye” diye okuyup anlamak da mümkündür. Zira Türkiye en başta ve en yüksek düzeyde Azerbaycan’ın yanında olduğunu açıklamıştır. Ayrıca Azerbaycan ordusunun kurtardığı bazı yerlere Azerbaycan bayrağıyla birlikte Türkiye’nin bayrağını da çektiği gözlenmiştir. Bunun gayri resmi olduğunu düşünmeliyiz ama önemli bir mesajdır. Zira bu olgu “Bir milletin öteki devletlerinden biri” ifadesinin altını dolduruyor.
“Bir milletin öteki devletlerinden diğerleri” de bu savaşta renklerini ortaya koydu. En başta Türk Keneş’i. Üyelerinin adlarını saymaya gerek yok. Türk topluluklarından da bu haklı kavgaya destekler geldi. Kıbrıs’tan Tataristan’a, Kırım’dan Tebriz’e kadar. Gagauzya ya da Altay ile dinimiz de bir değil ama Türk Dünyasıyla birlikte hareket ettiler. Ancak Ortadoğu’da yer alan ve birçok davasına ilk koşanın biz olduğumuz Arap ülkelerinin bir kısmı, bu haklı davada destek olmak bir yana, açıkça Ermenistan’ın yanında yer alarak içimizdeki Pan-Arabist elitleri bile utandırdı.
Öte yandan Macaristan, Ukrayna, İsrail, Pakistan gibi ülkeler de Türk Dünyası ile birlikte hareket ettiler. Bu dayanışma grubunda Bulgaristan, Güney Kore ve Japonya’nın da zamanla yer alacağı düşünülebilir. Kısacası, Türk dayanışması test edildi ve onaylandı. Zamanla güçleneceği düşünülebilir.
***
Bu bir Turan İmparatorluğu kurmak değil. Öyle bir gelişmeyi tarih kaydetmemiştir. Gelecekte olacağını da sanmıyorum. “Adriyatik’ten Çin denizine kadar” dar bir enlemde sadece kültür birliği kurulabilir. Bu da bir akraba dayanışmasıdır. Akraba dayanışmasının kime ne zararı var? Başkaları yapınca oluyor da biz yapınca neden olmasın?
Yine de gerek Batı ülkeleri gerek Rusya gerekse Arap ülkeleri bu doğal ve barışçı dayanışmadan irkilmektedir. Korkutucu olmak iyi fikir değildir ancak öyle bir izlenim yaratıldığı da bir gerçek. Sosyal medyadaki ergen gruplarının paylaşımları Türk Dünyasının lehine değildir. Grup sorumlularının aklı selimle hareket etmeleri gerekir.
90’lı yıllarda S. Demirel’in diline doladığı “Adriyatik’ten Çin Denizine kadar Türkiye” sloganı Türkiye’nin rakiplerini Türkiye düşmanlığına yöneltmekten başka bir işlev görmemiştir. O günden beri Türkiye dış kaynaklı sorunlarını çözememekte ve enerjisini telef etmektedir.
Tarih Atatürk’ü yine haklı çıkarmıştır. Türk Dünyasının kültürel dayanışmasını çok isteyen Atatürk, Pantürkizm konusunda oldukça dikkatlidir. Başka ülkeleri tedirgin etmenin yanlış sonuçlarını 1 Aralık 1921’deki meclis konuşmasında şöyle dile getiriyor:
“Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki “Yapıyoruz, yapacağız!” dedik. Düşmanlar da “Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!” dediler. Panturanizm yapmadık, “Yaparız, yapıyoruz!” dedik, “Yapacağız!” dedik ve yine “Öldürelim!” dediler. Bütün dava bundan ibarettir.”
Akrabaları olan bir ülke olmak çok güven vericidir. Türkiye bu şanslı ülkelerden biridir. Böyle bir ülkenin yurttaşı olmak da, bu bağlamda, büyük bir güvencedir.
Pislik temizleyiciler
Rusya’da yeni bir kitap yayınlandı: “SSCB Sürülmüş Halklarının 1941-1945 Büyük Vatan Savaşı Zaferine Katkıları”. Bu kitapta 2. Dünya Savaşına katılan toplumlar anlatılıyor. Kitaptaki bölümlerden biri Kırım Türklerinin, biri de Ahıska Türklerinin 2. Dünya Savaşı’ndaki kahramanlıklarıyla ilgili:
Türkiye’de yıllarca SSCB’de 1944’te Kırım ve Ahıska’da yapılan etnik temizliğin meşru olduğu anlatıldı çünkü Kırımlıların ve Ahıska Türklerinin Hitler Almanya’sının yanında yer aldığı iftirası atılmıştı. Bu iftira SSCB tarafından atılmadı ama oradaki ve dünyanın her tarafındaki Antitürk ırkçılığın bir imalatı olduğu uzun zamandan beri biliniyordu.
Bilim alet edilerek yapılan bir kalleşlik! SSCB’deki Ermeni ve Gürcü ırkçılığının yaptığı etnik temizliği bilim alet edilerek temizleme! Etnik temizliğin temizlikçiliği!
Rusya’da yayınlanan bu kitap, etnik temizlikçilerin yalanını yalancıların yüzüne tokat gibi yapıştırıyor. Savaşa Ahıska’dan on binlerce kişi katılmış ve sağ kalanlardan yüzlerce kişi yüksek kahramanlık madalyası almıştır. Kitap Sovyet belgeleri, kızılordu kayıtları ve savaş gazilerinin ellerindeki belgelerle yazılmış.
Gelelim etnik temizliğe maruz kalan mazlum halka iftira atan “Türkiyelilere”! Bu iftira “sol” hareket içinde “bir kesimce” dile getirildi. Başlangıçta, sosyalist rejimi ya da Stalin’i aklamaya çalışmak gibi bir yere kadar anlaşılabilir bir güdü olsa bile durumun masumca olmadığı anlaşılıyor. SSCB’deki etnik temizliğin temizlikçilerinin burada da uzantıları varmış! Demek ki sol içinde ciddi bir Anti-Türk ırkçı kesim bulunuyor!
Bizdeki “pislik temizleyicilerin” yazdıkları Türk nefreti, yazılarında ve arşivlerde duruyor. Gençlere o yazıları bulup ortaya koymak, yazanların yüzüne vurmak düşüyor. “Halk bizi niye sevmiyor?” diye mırıldanacaklarına, o sol maskeli Türkofob ırkçıların maskesini indirmek asıl görevleridir. Sol’un içinde Türkofob bulmak “sağ”ın içinde gladyo bulmaktan daha kolaydır!
Dilerim bu kitap Türkçeye de çevrilir.
Bu vatan kimin?
Kendisine hazır vatan bulan sünepe diyaspora çocuklarının değil, ecdadı cepheden cepheyi soranlarındır.
Devir
Devir, Mevlâna dergâhından ayrılıp Dadaloğlu kervanına katılma devridir.
Millî terbiye
Eğitim politikalarımızın tartışmalı alanlarının başında eğitimimizin millî olup olmadığı gelir. İnönü ve Nato sonrası dönem millilik konusunda oldukça tartışmalıdır. İnönü ile birlikte Atatürkçü eğitimden vazgeçip, Anatolyen hümanite anlayışı, Nato ile birlikte ise Batıcılaşmanın başladığı dile getirilir. Kemalist çevreler bu gelişmeye 1960’lardan itibaren isyan ederler. Yüzlerce kitap adı verilebilir. TÖS’ün mücadelesi vb. Teokratlar ilgisizdir ama Muhafazakâr demokratlar da itiraz halindedir. Nurettin Topçu, Nato mankurtlaştırmasını izlemiş ve “Türkiye’nin Maarif Davası” adıyla sergileyerek kitaplaştırmıştır.
İyi de “Millî” eğitim nedir, neyin alternatifidir?
Atatürk döneminde “Millî Eğitimi” kuranlardan biri Prof. Ali Haydar (Taner)’dir. 1926 yılında yazdığı bir metinde eğitimin millîliğini ortaya koymuş. Bellek tazelemek ve ölçü aramak isteyenlere anımsatma… “Millî Terbiye” kitabı Doğu Kitabevince yayınlandı.
Muhabir
Üzerinize afiyet, grip olmuşum. İki gündür yataktan televizyona bakıyorum.
Sunucuların soruları Reha Muhtar’ı aratmıyor:
– Yeni yıldan ne bekliyorsunuz? diye soruyor, sokakta. Halam, teyzem olsa bir beklentim olur da, “yıl” yahu!
Ancak arif sohbetçiler yanlış soruyu doğru anlıyor! İşte bu muhteşem. Münasebetsiz soruya münasebetliymiş gibi cevaplar vererek muhabiri kurtarmaya çalışıyorlar. “Ekmek parası kazanıyor. İşini yapsın garip!” dercesine…
Bu yaklaşım saygıdeğer gibi görünse de bu göz yummalar birçok kötülüğe kanal oluyor.
Gerçi, muhabirler de muhabirlik yapmaktan sıkılmışlar. Heyecan verici iş yapamamak insanın beyin ölümüdür.
Araştırmalarda “kız” meselesi
Araştırma istatistiklerinde görüyoruz. Ortaokulda yapılan bir araştırmada katılımcıların cinsiyeti değişken olarak alınmış. “Erkek” ve “Kadın” diye sınıflama yapılmış! Biri erkek diğeri kadın!
Ortaokul hatta lisedeki çocuğa “kadın” nasıl denilir? “Kız” deyince diline eşek arısı mı sokuyor?
Bunu yapanlar bekareti “mesele” yapmayanlar mıdır acaba! Halbuki biz “kız” derken “henüz evlenmemiş genç dişi insan”ı kastediyoruz. Bu tanımda “bikr” ölçüt olarak dikkate alınmıyordu. Belki de alındığını sanıp alınganlık etmişler!
Sorun sadece kızlara “kadın” demekle bitmiyor. Kızlara kadın diyorlarsa “erkek” yerine de “adam” demeleri gerekir! Kadın toplumsal cinsiyet adı iken erkek biyolojik cinsiyet türüdür. Oğlanlara “erkek” denilince kızlar (kadınlar) da “dişi” olmaz mı? Ben mi yanlış biliyorum yoksa?
Karşıt anlamlarıyla mı yazsam…
Adam-Kadın
Erkek-Dişi
Oğlan-Kız
Eril-Dişil
Male-Female…
Şefika
Nedendir bilmem, eskiden bizde Şefika adı çok kullanılırdı. Bacımın adı da Şefika’dır. Ahıska’da bilge bir kadın vardı, Şefika Efendizade! Onu bilir miydi bizimkiler? Emin değilim.
Türk Dünyasında mankurtluktan ilk ayıkan Kazan Türkleri olmuştur. Sonra Balkan ve Kırım Türkleri, Azerbaycan… Anadolu? Anadolu, Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen aydınların dürtük ve dümsükleriyle ayılabilmiştir. (Bundan da emin değilim.)
Türk Dünyasında düşünce hareketlerini izlediğimde önemsiz bulunarak kıyıda bırakılmış önemli bir olgu dikkatimi çeker. Kadın etkisi. Kadın ama herhangi bir dişi değil; Kazan Tatarı kadınların etkisi. Kazan Türk kadınları erken aydınlanmışlardı. Türk Dünyasından davası olan erkekler Kazanlı kızlarla evleniyorlardı. Birçok aydınının eşi Kazanlıdır. İsmail Gaspıralı’nın da öyle.
Ve Gaspıralı’nın kızı da Şefika. Türk Dünyasının ilk kadın hakları savunucusu (haydi feminist diyeyim), örgütçüsü ve politikacısı kadınlarından biridir. Onu da Azerbaycan’dan Nesip Yusufbeyli kapmıştır. Diplomatik kriz çıkarmayacaksam, Şefika Hanım’ın Nesip Bey’i Azerbaycan başbakanı yaptığını söylemek zorundayım. Ama Nesip Bey’in hayatında (gizli) ikinci eş olarak da Kazanlı Aynilhayat Hanım var. İkisi muhteşem kadına birden sahip olmak Nesip Bey’e çok fazla gelmiş olmalıdır!
Nesip Bey’in Şefika Hanım’a yüz küsur yıl önce yazdığı Rusça mektupların bir kısmı Şefika Hanım’ın eliyle Necip Hablemitoğlu’na verilmiştir. Diğerleri de iki yıllık hafiyelikten sonra yurt içi ve dışında farklı yerlerden toplanmış, Türkçeye çevrilmiş, bağlamı kurularak yayınlanmıştır. (Mektuplar: Şefika Gaspıralı’dan Nesip Yusufbeyli’ye. Yazar, Dr. Minara Aliyeva Çınar. Ötüken Neşriyat)
Verilen emek ve zahmet bir yana… Kitap 1904-1918 arası, dünyanın kaderinin belirlendiği, haritaların çizildiği, Türk Dünyasının uyanmakta olduğu bir dönemde, iki aydının yazışmaları aslında. Memlekette epeyce Türkçü, epeyce sosyalist, epeyce Azerbaycanlı ve Kırımlı var. Karşılık aradığı soruların yanıtlarının bir kısmı bu kitapta. Arka planda o kadar yoğun bilgi var ki!… Kaç kişi meraktan okudu?
Okumayın; cehalet fazilettir. Sosyal medyada slogan atmak yetiyor zaten.
Boynuz-kulak diyalektiği
“Biz hocamızdan böyle öğrendik.” deyip onu sorgulayamayan öğrenci kulağı geçemeyen boynuza benzer. Aynı biçimde, boynuzun kendisini geçmesini istemeyenler kulak bile olamayan kıkırdaklardır. Boynuz ona derim ki, böylesi kulağın kaprisine çelme taka!
Puştluk eğitimi
Okullarda çocukların tek kişilik sıralarda oturmalarını biz de savunabilirdik. Savunmuyoruz. Çocuklarımız iki-üç kişilik sıralarda oturacak, “sıra arkadaşı” diye bir sosyal akrabalık öğrenecek. Toplumsal dayanışmayı bilecek, kan bağı olmadan da başkalarıyla yardımlaşmayı, dertleşmeyi öğrenecek. Komşuluk bilinci geliştirecek, onu ilerletip toplum olacak. Ulus olacak.
İnsan toplumsal bir varlıktır, Topluca yaşar, tek kişilik sıra bize uymaz.
Okullarda küme çalışmalarımızı, işbirlikli öğrenmelerimizi metodolojik fukaralığımızın çaresizliği mi sanıyorsunuz? Eşitliksiz toplumda, yanındakiyle aynı sırada ve benzer önlükte olurken eşitliği tadacak. Öğretmenden eşit davranış görecek. Normali yaşayacak ve yurttaşlığın farkına varacak.
Beğenmediğiniz Batı’nın iki yüzyıl önce tamamladığı toplumsal süreçleri gecikmiş olarak tamamlamaya çalışıyoruz…
Öğretmenlerimizin kitleleri birleştirip bütünleştirme çırpınışlarına rağmen ülkenin medyası ne yapıyor? Eski çağların örgütlenme biçimi olan aşiret ve eşkıya düzenleri ya da mafya hesaplaşmalarını kalıp davranış koleksiyonumuza ekliyor. Üstelik o çağın değerlerini yücelterek çağdaş değerlere karşı ilkelliği savunur duruma düştüklerini biliyor olmalılar!
Herkes birbirine tuzak kuruyor, herkes birbirini kandırıyor, aldatıyor. İşlenen yöntemler entrika, kahpelik, puştluk ve köpekleştirme! Dizilerdeki herkes puşt… İşler şantaj yapmadan ilerlemiyor, hak yerini bulmuyor. Değerli insanlar puştlardan daha az puşt olanı seçer oluyor. İrkiliyoruz, tedirgin oluyoruz. Genelleme yapıp, etrafımızdakilerden ürküyoruz. Yanımızdakilerden korkuyoruz. Güvenlik duygularımız altüst oluyor! Siz yapıyorsunuz!
İnsanlara, etrafında itlerden başka sığınacak canlı bırakmadığınızı söylersem vicdanınız sizi karşısına alır mı?
Kamplaşma!
Dün bir video görüntüsü ortaya atıldı ve e-sosyal millet orada çatallandı. Görüntüde birkaç genç polis memuru, pehlivan gibi daldığı yeni yetme bir kızcağızı kündeye getirip tuş etmeye çalışıyor, yerlerde sürüklüyordu. Yanında çığlık çığlığa onu kurtarmaya çalışan başka bir kızımız “yapmayın-etmeyin” diye feryad ediyordu. Dinleyen kim…
Vicdanlar sızladı, duygular galeyana geldi. Vatandaş dayanışması ortaya çıktı. Referans kişi ve gruplar hemen bunu kaptı, polise ve hükümete karşı kampanyaya dönüştürdü. Binlerce e-sosyal şahsiyet o kaba davranışların genç polis memurlarının kusurlu hareketi değil, Polis teşkilatının, bütün polislerin her zamanki hali diye sundu. İğnelemelerden polise, hükümet partisine, onun siyasi görüşlerine psikolojik saldırıya varıncaya kadar “dolduruş” yapıldı. “% 50 milleti”ni ortaya çıkardılar!
Bu arada vatandaşın tepkileri üzerine o genç polislerin bir süreliğine görevden el çektirildikleri basına yansıdı.
Biraz sonra videonun ön kısmı da yayınlandı! Bu kez durum daha farklı görünüyordu. Orada sarı saçlı şımarık bir yeni yetme kız, görevini yapmakta olan polisi tekmeliyordu. Polis çok gariban durumda görünüyordu ve o “şirret şıllığa” daha da sert davranma hakkında olduğu yorumları yapılmaya başladı. Onlara göre polisin ekmeğinin elinden alınması korkunç bir haksızlıktı. Polisimizin yanında olduğu, görevden el çektirenlere ve onu tetikleyenlere karşı lanetler yağmaya başladı. Bu kez başka vicdanlar harekete geçti. Vatandaş dayanışması ortaya çıktı. Polisin koruyucularından oluşan bir “% 50 milleti” daha ortaya çıktı.
Sonra bunlar sebebi unutarak birbirlerine girdiler. Arkadaşlar, dostlar birbirinin gönlünü kırdı. “Öteki” % 50 milletinin nasıl vicdansız, ahlaksız, hain… olduğu üzerine yorumlar yapıldı. Saflar sıklaştırıldı. Konuşulması gereken iyilik, güzellik, dostluk ve dayanışma konuşulamadı. Ordusu dışarıda birkaç cephede birden savaşta olan, koronaya ve ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya olan bu millet, iki “% 50 milleti” halini sürdürdü!
Dün böyle dolduruldu!
Video görüntüsünün baş tarafını hala göremedik. Bu öykünün nasıl başladığını bilmiyoruz. Olayın maske takmayan bir genç kızın genç bir polis memurunca uyarılıp ceza yazılması üzerine tırmandığını duyduk. Gerçeğin böyle mi olduğundan hala emin değiliz. Soruşturma sonucunu bekleyeceğiz.
***
Gergin bir toplum haline geldik. Öğretimin doğma haline geldiği toplumlar hoşgörülerini ve demokratik esnekliğini yitirirler. Türkiye uzun yıllardır okullarında ezberci bir eğitimi sürdürüyor. Buna politikacıların sert üslupları ve televizyonlarda bitmek bilmeyen siyasal safsata münazarasının eklenmesi tahammülsüzlüğü artırıyor. Koronanın etkisi de cabası!
Eğitim, bilim ve sanatı konuşmaya ne zaman başlayacağız? Acil gereksinim duyulan bunlardır!
Bir de % 50 milletinde olanların Türk Milleti haline gelmeleri gerektiğini anlamalarını bekliyoruz.
Sohbet okulu!
Bin yıl önce Bağdat’ta Sakastanlı (Saka-istan / Sicistanî) bilgin Ebu Yakup, her cuma akşamı etraftaki aydın ve sanatçıları, filozof ve politikacıları evinde toplar, birlikte yer, içer; sohbet ederlerdi. Ortak noktaları entelektüel ilgileriydi. Konuşulur, bilgi doğurtulur, gerekirse tartışılırdı. Üstelik konuşmalar not edilir ve periferide kapışılırmış. Sicistanî ve benzeri yüksek bilim çevreleri gibi olmasa da sıradan halkın bilim ve felsefe konuştuğu evler de olurmuş. Üstelik bu yaygın bir durummuş. Serbest zamanlarını bilim, sanat ve felsefeyle dolduran böyle toplumlara bilim toplumu diyoruz.
Atatürk’ün sofrası da tarihe geçmiş entelektüel sohbet meclislerindendir. Zamanın değerli şahsiyetleri akşam sofrasına davet edilir, sohbet edilir. Yurt ve dünya sorunları üzerinde görüş alışverişi sağlanır. Bu sofra, üretken ve verimli bir toplantı halidir.
Frankfurt Okulu
Sohbet meclisi denince Frankfurt Okulu anılmazsa olmaz. Okul derken okul değil aslında ama okul gibi! 1920 ve 30’lu yıllarda Frankfurt üniversitesinde lisansüstü öğrenim gören Marksist öğrenciler derslerden sonra belli kahvelerde toplanır yer, içer, sohbet ederlermiş. Öğrenci ne konuşursa?
Ahval ve şerait şöyle: Birinci Paylaşım Savaşı’nın yaraları sarılmakta, ekonomik buhran had safhada, modernleşme muazzam gelişme sağlasa bile birçok sıkıntı da yaratıyor, umutların bağlandığı sosyalist sistem Stalin vahşisinin yüzünden umut olmaktan çıkmış, Nazizm yükseliyor, A. Compte ve benzerleri tarafından önceki yüzyılda geliştirilen pozitivizm bilimsel bilgide patlama yapmış, muhteşem icatlar yapılmış ama bir yerlerinde terslikler de var.
İşte bu Frankfurtlu Marksist lisansüstü öğrencileri her akşam buluştukları kahvelerde bu meseleler üzerine sohbet ediyorlar. Pozitivizmi ince eleyip sık dokuyorlar. Eleştirip yıkıyorlar! Yeni bir bilim felsefesi oluşturuyorlar. Stalin’in yerle bir ettiği Marksizm’i, Marksist yöntemle eleştirip yeniden oluşturuyorlar. (Avrupa solunun daha 1930’da Stalin’i reddedip demokratik solu üretmesi çok önemli. Bize bu düşüncenin gelmeyişi 68 kuşağının 78’de teröre saplanmasına yol açmış olmalıdır. Hala Stalin’i peygamber sayan bazı Türk solcuları vardır!) Eleştirel kuramlar geliştiriyorlar. Modernleşmenin sıkıntılarını ortaya koyup çareler üretiyorlar. Her bir öğrenci kendi alanlarında çok önemli bilgin oluyor: Adorno, Horkheimer, Pollock, Marcuse, Lowenthal, Habermas, Neumann, Reich, Fromm, Kirchheimer…
Bu gençlerin ortaya koydukları bakış açısı 20. yüzyılda çok etkili oldu. Bu bilim ve düşünce hareketi bilim tarihine Frankfurt Okulu olarak geçti.
Frankfurt Okulu’nun öğrencilerinin pozitivizme yönelik eleştirilerini şimdilerde bizimkiler okuyup anti-bilim yazı ve kitapları yazıyorlar! Sanki pozitivizm varmış gibi, 1930’larda terk edilmiş anlayış sürüyormuş gibi, sanki o eleştiri ve itirazları kendileri üretmiş gibi, anti pozitivist Frankfurt öğrencilerinin metinlerini araklayıp ya(z)yıyorlar. Modernleşmeye yönelik Marksist eleştirileri de sanki kendi bakışıymış gibi sunuyorlar. Buradan hareketle Cumhuriyete eleştiri ve saldırı düzüyorlar. Ama Frankfurt okulluların ürettiği çareleri nedense bu “arkadaşların” gözleri görmez oluyor!
I. Reich bunun olacağını sanki sezmiş. “Dinle Küçük Adam” diye bir kitap yazmış. Edepli küfürler ediyor.
Malatya-İnönü’deyken böyle bir sohbet meclisi kurmayı denedim. Üç ay keyifle sürdü. Sonra ünlendi, katılım arttı ve çürüdü. Onlara bırakıp, çekildim. Kafkas’ta deneme yapmaya bile gerek görmedim.
Sohbet meclisi ve sofra… İyi bir okuldur.
Aydınlaşmak
Bozkır toplumlarının en belirgin özellikleri gerçekçi olmaları ve rasyonel davranmalarıdır. Azim ve kararlılıkları da yüksektir. Bu özellikleri taşıyan toplumların geri kalmaları için ya olağanüstü bir şeylerin olması ya da başarılarının üstünün örtülmesi gerekir.
Genel Türk tarihinden ve Orta Asya’dan söz ediyorum. Bozkır toplumlarıdır. İslam dinine girmeden önce Sakaları (İskitleri), Hunları, Göktürkleri, Müslüman olduktan sonra da Selçuklu, Osmanlı ve daha birçok devleti içinden çıkaran toplumlar. Devletler öyle kolay kurulmuyor. Kılıç meselesi değildir; bilim, bilgi ve örgütlenme kapasitesini gerekiyor!
Türkiye’de Atatürk’ten sonraki dönemde çarpık bir tarih anlatılmaktadır. Atatürk’ün tarih tezi doğruydu. İnönü ile kaldırılmış, son zamanlar da ise iyice sefil hale getirilmiştir.
Atatürk’ten sonra onun tarih anlayışı yerine Avrupa merkezli bir tarih anlatılmaya başlandı. Türkler bu tarih filminde figüran bile değildi!
Batı=Uygar! Türk=ilkel ve barbar!
Çocuklarımıza böyle öğrettik. Üstelik bunun Atatürkçü eğitim olduğunu söylemeyi de ihmal etmedik!
Buna karşı yapılan eleştirilerle “Millî Tarih” dersleri devri başladı. Gördük ki o da Ortadoğu merkezli bir tarih. Türkler orada daha da aşağılık bir durumda gösteriliyor. Üstelik bunu bu millete “Türk-İslam” diye yutturdular.
İslam=Arap=Medeni! Türk=Onun eli kılıçlı gözü kanlı cengaveri!
Tarih öyle anlatılıyor ki Türkler eli kılıçlı atlı vahşilerdi. Herkesin eli armut, çiçek toplarken bu atlı vahşiler herkesi kesip biçmiş! Hayırlı evlat isen ecdadın gibi Arapların eratı ol!
Tarih böyle değildir. O süper devletler böyle silahla kurulmadı ve kılıçla yaşatılmadı. Tarih, bilim ve teknolojide ileri olanların kazandığı bir alandır. Matematik, Fizik, Kimya, Mühendislik ve bunları anlamlandıracak Felsefe. Tarihi bu bilimlerde ileride olanlar yapar, sadece kılıçla ya da imanla olacak iş değildir! Uygar olan bilimde ve kültürün çeşitli boyutlarında evrensel değerlere ulaşmış, üstüne çıkmış olanlardır.
Baştaki ilk cümleye dönersek, rasyonel ve gerçekçi bir toplum tarihin figüranı değil başrol oyuncusu olur. Öyle de görünüyor. Peki tarihi neden çarpıtıyorlar?
Avrupa merkezli ya da Arap merkezli! Neden “millî” değil?
Her ailenin kendi çocuklarına kendi aile tarihini anlatması ve atalarıyla gurur duyan torun yetiştirme hakkı olduğu gibi, bu milletin de öyle bir hakkı yok mudur?
Neden mankurtlaştırma?
Avrupa merkezciliğe karşı yazılmış ve okuduğum en güzel kitap “Kara Atena” idi. Batıcı tarih imalatçılarının maskelerini indirmiş, tokat gibi çarpmıştı. Batı uygarlığının Doğululuğunu göstermişti.
Ortadoğu merkezli, Arapçı tarihin çarpıtmalarına karşı okuduğum en güzel kitap da “Kayıp Aydınlanma”. Arap/İslam biliminin temelinin oluşturulmasını da bayraktarlığının yapılmasını da Orta Asya toplumlarının sergilediğini ortaya koyuyor. Arap bilimi, İslam bilimi diye bir şey yok! Bu kitap, anti Türk tarih yazanların yalanlarını sergiliyor.
Güneş balçıkla sıvanmıyormuş!
Sağlıklı düşünmek için bu iki kitabın okunmasını önemle tavsiye ediyorum.
12…
Bu yıl 12 Eylül 1980 Nato darbesinin 40. yılındayız. Değerlendirme için dikiz aynasına bakmak lazım.
Darbeden önce günde ortalama 20-30 kişi öldürülüyordu. Nerdeyse her gün! İnsanlar evlerinden helalleşerek çıkıyor, bazen çıkamıyorlardı bile, evlerinde bombalanıyordu!
Gerçekten korkunç bir terör ortamı.
Ben o zamanlar çocuktum, olanları sonradan okudum ve büyüklerimizden duydum. Sonra 12 Eylül sonrasında yerleştirilen sistemin içinde gözümü açtım.
12 Eylül ve sonrasında siyasi cinayetler bir anda kesilmiş!
Toplumda çok kişi siyasetçilerden nefret ediyordu. Demirel’in Ap’si ile Ecevit’in Chp’si aylarca mecliste Cumhurbaşkanı seçememiş. Devlet ve sistem kilitlenmiş.
13 Eylül günü herkes darbeden memnunmuş. (Bugün bile 12 Eylül öncesini savunan kimse yoktur.) İlk bir ay böyle geçmiş. Kısa süre sonra darbeciler devletin ayarlarını değiştirmeye başlamışlar. Şu resmî ideolocya denileni…
40 yıldır bu ayar değişmedi. Önceki sorunu ortadan kaldırdı ama yeni ve daha çetrefilli sorunları ortaya çıkardı: Pkk ve Cemaat.
Pkk, terörü başlattı. Terörden ötürü kaç bin insan kaybettik? Parasal kayıp ve kültürel tahribatın ise hesabı yapılabilecek gibi değil. Üstelik bitmiş de değil. Pkk, etnikçiliği de başlattı. Herkes aslını, kavmini araştırmaya, millete değil kavmine sarılmaya başladı. Milletleşme ve demokratikleşme yaralandı.
Cemaatler yaygınlaştı ve kayıt dışı bir toplumsal örgütlenme modeli ortaya çıktı. Demokraside dernekler olur, üyeleri kayıtlıdır, faaliyetleri görünür, bilinir. Cemaatler ise her türlü kaydın dışında, kontrolsüz bir alanı oluşturur. Bunların dini-tasavvufi bir ihtiyaçtan çok menfaat grubu olarak etkileri olmuştur. Sınav kazandırmış, iş bulmuş, makam vermiş! Bunlar devletin içine sızmış, devlete paralel devletler ortaya çıkarmıştır. Fetö en bilineni ve maskesi kısmen düşmüş olanıdır.
Çarpıcı gelişmelerden birini de kadınlarımız yaşadı. Binlerce yıllık Türk kültürünün incelmiş zevkleriyle geliştirilen allı-güllü, mor çiçekli, motifli-desenli urbalarını giyip yaşam sevinci saçan kadınlarımız, tarihte ilk defa artık karalar giyiyor. Eskiden hiç kimse kem gözle bile bakmaz, bakamazken artık ölümlerden ölüm beğeniyorlar.
12 Eylül’ün sonuçları ve sorumluları konuşulur mu acaba?
Sanmıyorum.
Baro ve sendika…
Baro adı nerden geliyor bilmiyorum. Avukatların meslek odası/loncası/birliği olarak iş görüyor. Barolar, Ankara Barosu’nun “uçuk” bir açıklamasından sonra “masaya yatırıldı”.
Ne olur, nasıl olur bilmiyorum. Ancak bu gelişme öğretmen örgütlenmelerini aklıma getirdi.
Öğretmenler 61 Anayasası’ndan sonra mahalli derneklerin ötesine geçip ülke genelinde örgütlendiler. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ortaya çıktı. Öğretmenlerin tek kuruluşu idi. Adındaki “sendika” ifadesine aldanmamak lazım. O zamanlar memurların sendika kurma hakkı yoktu. Sadece dernekti ama sendika olmak istiyordu! “Sendika” kelimesi hükümetleri rahatsız ediyordu. Çünkü kontrol edilmesi zor olan ciddi bir güç ortaya çıkıyordu.
TÖS, 1968 yılında bir de genel grev yaptı. Türkiye’deki ilk genel grev idi. Ülke genelinde etkili oldu ve hükümet açısından çok sarsıcıydı! Sonra öğretmenlerden bazıları ayrılıp başka ve daha başka dernekler kurmaya başladılar. Giderek siyasallaştılar. Şucular ve bucular olarak saf tuttular.
Bu ayrışma öğretmenlik mesleğine zarar verdi. Meslekî saygınlıkları azaldı, toplumun gözünde değer kaybı yaşadılar. Bu politik tavırlar okullara ve öğrencilere de yansıdı. Eğitim sistemi yaralandı. Öğretmenlik mesleğinin saygınlığını yüksek tutma ve öğrenci menfaatlerini koruma gibi yüce amaçlar ortadan kalktı ve yerini siyasi rekabete bıraktı. Bunlardan öğretmenler de, öğrenciler de, toplum da, eğitim sistemi de zarar gördü. Ama hükümetlerin işi kolaylaştı! Karşılarında birlikte olamayan bir kitle vardı.
Öğretmenler arasındaki bu tuhaf örgütlenme günümüzde de sürüyor. Neredeyse her partinin arka bahçesi haline gelmiş etkisiz öğretmen sendikaları var.
Farklı sendikalar olabilir elbette. Örneğin “Köy Öğretmenleri Sendikası”, “Kadın Öğretmenler Sendikası” ya da “Müzik Öğretmenleri Sendikası” gibi. Bu anlaşılabilir ama filanca partinin sevenleri sendikası olmaz ama maalesef var.
Baro başkanlarının mücadele etmelerini anlıyorum. Başarabilirlerdi de ama yöntemlerini yaratıcı bulmuyorum. Bu yöntemi Eğitim Sen adlı fraksiyon 90’lı yıllarda uyguluyordu. Öğretmenlerle polisi karşı karşıya getirdiler. Sırf medyada haber olabilmek için bile öğretmenleri sokaklarda dövdürttüler. Haber oldular ama davayı kaybettiler!
Sosyal medya hukuku düzenlenmelidir
Hükümetin sosyal medyada düzenleme yapma çalışmalarına başlamasını sevinçle karşılıyorum. Kendisine sahte isimler alıp korsan maskesi taktıktan sonra zıvanadan çıkıp her türlü değere saldıran bir alçaklar ordusuna sahibiz. Ana, bacı, çocuk, millî ve manevi değer ayrımı yapmıyorlar. Bir barbar sürüsüyle karşı karşıyayız.
Feysbuk gibi medyalarda sahte ad alsalar bile IP numarasını herkes tespit edip şahsın ev adresine kadar bulabiliyor. Ancak tivitır biraz farklı. Orada da işte gerçek kimliğini söyleyemeyecek kadar karanlık kişiler kendilerini sahte adların arkasına saklayıp saldırganlaşıyorlar. Anlaşılan trol adlı para karşılığında iftira üreten ve yayan, millî ve manevi değerlere saldıran kişi ve gruplar var. Bazılarının onlarca, yüzlerce hesabı birden kontrol ettiği söyleniyor!
***
Son birkaç aydır tivitırda Atatürk karşıtı bir kampanya vardı. Her gün bir tag açıp oradan bu ülkenin kurucusuna saldırıyorlardı. Karşısında da savunanlar ve karşı saldırı yapanlar! Durum bazen çok gerginleşiyordu. Açıkçası birilerinin ülkeyi gerip iç savaşa götürmek istediğini ya da kısmî ayaklanma ya da bir katliam tertiplemeye çalıştığından endişelenmeye başlamıştım. Başka bir endişem de Atatürk’e ve onun üzerinden bu ülkenin bel kemiğini oluşturan Türk toplumuna yönelik ırkçı saldırının meşrulaşması idi. Neyse ki durduruldu.
Böyle durumlarda kitleler öfkelendirilir, öfkenin dozu yükseltilir ve sonunda bir kişi, kuruluş ya da toplumsal bir kesim şeytanlaştırılıp hedef haline getirilir. Öfkeli güruh sokağa salınır, önüne çıkanı yok der. Aydın, Çorum, Maraş, Sivas katliamları böyle yapıldı!
Tivitırda sürdürülen saldırı kampanyasının hedefi Atatürk idi. “Kemalizme hayır”, “Kemalist eğitim istemiyoruz” gibi Atatürk’ü merkeze alıp bu milletin sinir uçlarına yönelik saldırı yürütülüyordu.
Kemalistler, 10 Kasım 1938’den beri Kemalist uygulamanın ortadan kaldırıldığını ve o tarihten beri kenarda durduklarını söylüyorlar! Birilerinin kendi adlarını kullanıp pis işler yapmasının sorumluluğunu da kabul etmiyorlar.
Ülkeyi son 70 yıldır yöneten kadrolara hiçbir itiraz yokken 80 yıl önce bitirilmiş bir icraat olan Kemalizm’e ve dolaylı olarak devlet kurucu Atatürk’e yönelik bu saldırının altında ne var?
Tiviırdaki trol şebekelerinin paylaşımlarına yakından bakınca başka şeyler de görünüyor.
Saldıranlar aslında Kemalizm’e filan değil, “Türk” olan her şeye saldırıyorlar. Türk kültürü, değerleri, tarihi, gelişme ve modernleşme çabaları… Yani hedefte olan aslında Atatürk değil, Türk milleti!
Peki “bunlar kim?” diye başka paylaşımlarına bakınca Osmanlıcı veya İslamcı maskesi takmış etnikçiler olduğu görünüyor. Çeşitli kavimlerin kavimcileri! Maskeye bile maske takmışlar! Kim oldukları da kime hizmet ettikleri de aslında belli.
Bazıları da cevaben, saf saf Atatürk inkılaplarının gerekçelerini açıklamaya çalışıyor. Gereksiz bir çaba. Hepsini biliyorlar ama dertleri başka.
Hiçbir devlet ve millet kendi kurucusuna hakaret edilme serbestisi vermez. Bu, hoş görülecek mesele değildir.
Sosyal medyada sahte hesap kullanılmasının önüne geçilmelidir. Hükümetin bu konudaki çalışması birçok sorunu çözecek niteliktedir.
Özgürlüğünü sorumluluğuyla birlikte kullanmayanlar özgürlüğünü kaybederler. Kaldı ki serserilik özgürlük değildir.
Sözümü Erol Güngör’ün ünlü bir saptamasıyla kapatıyorum:
“İslamcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların maksadı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkedeki milliyetçi politikayı nötralize etmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açmaktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişemedikleri müddetçe İslam davasının şampiyonu olarak görünürler.”
İstanbul Sözleşmesi
“Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, İstanbul’da imzalandığı için kısaca İstanbul Sözleşmesi diye bilinir. Devletlerin sorumluluğunu belirleyen bir tür insan hakları belgesidir. Türkiye 2011 yılında ilk imzalayan ülkedir.
Zamanla Türkiye’de bu sözleşmeye karşı hoşnutsuzluk belirten bir kitle çıktı. 2020 yılında ciddi bir kampanya yürüterek bu sözleşmenin iptalini istediler.
Fikir jimnastiği olarak güzeldir. Şunu bilmelisiniz:
Bir eve kapattığınız cazgır bir dişi ile ayı hoyratlığındaki bir erkeğin ilişkisini sadece hukukla düzenleyemezsiniz. Karı-koca ilişkilerinin temeline aşkı-sevdayı, hatır-gönülü koymalısınız. Bunu yapmadan hak-hukuku dayattığınız sürece hiçbir sözleşme işe yaramaz ama karı-koca muhabbetini bozup aileyi yıkarsınız. Üstelik bu sözleşme kadın beyanını doğru sayıyor. Adil değil. Kadının sözü kanıt yerinde, erkeğin ise iddiasını belgeleyerek kanıtlaması gerek! Bu adil değil ve adalet olmayan yerde barış ve huzur olmaz!
Yasalar, evliliği sürdürürken değil, boşanırken gereklidir!
Camiye, okula, kışlaya, adliyeye particiliği sokma!
Bu söz çok eski bir demokrasi ilkesidir. Okul da cami de kışla da insanların olduğu toplumsal ortamlardır. Toplum varsa siyaset de vardır. Siyasetin olması kötü de değildir. Siyaset yapmak sıradan bir iştir. Örneğin, “Yurdumu ve milletimi seviyorum.” cümlesi siyasi bir cümledir. Okullarda okuttuğumuz demokrasi konuları, yurttaşlık bilgileri, Atatürk ilke ve devrimleri siyasi konular değil midir? Öyledir ve olmalıdır. İnsanların da siyasi görüşleri olur. Ülkesinin nasıl yönetildiğini bilmek ve nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda fikrinin olması, kişinin yurttaş olmasının doğal bir sonucudur. Öyleyse bu söz başka bir şeyi ifade ediyor.
Bu söz ile kastedilen siyaset yapmak değil, partizanlık yapmaktır. Yani okula, camiye ve kışlaya (ve adliyeye) particiliği sokmayı eleştiriyor, yanlışlıyor. Beğendiği partisi yüzünden insanları ayırmanın, A partisinin lehinde, B partisinin aleyhinde olmanın yanlışlığını anlatıyor. Neden yanlış, çünkü o mekanlar milletçe bulunduğumuz ve millete ait olan yerlerdir. Birimizin parti propaganda bürosu değildir!
Yaparsalar ne olur? Milleti bölerler, büyük haksızlıklar yaparlar, milletin kaynaklarını kendi partisinin çıkarları için kullanmak gibi bir adaletsizlik (siyasi ahlaksızlık) yaparlar. Yurttaşların (ülkenin sahibi olanların) bir kısmı kendisine ait olan okuldan, camiden, kışladan küser ve uzaklaşır! Bunların sonuçları ve sonuçların sonuçları olur…
Başınız beladan kurtulmaz, sizin ilkesiz davranışlarınız lanet olur, herkesin üstüne yağar.
İbadethanelerde, okullarda, askeri kuruluşlarda ve adliyede particilik yapmayın, yapanları da yapmaması için uyarın. Bu her demokratın, her yurttaşın ve her vicdan sahibinin görevidir.
Evrak-ı metruke
Bir vesileyle Azerbaycan milli arşivinde bulundum. Bir gelenekten söz ettiler. Bir araştırmacı ya da önemli bir devlet adamı vefat edince kısa süre içinde Milli Arşiv görevlileri gelip evrak-ı metrukesini inceler, gerekenleri milli arşive alırlarmış. Bir şeyler arıyorduk ve nitekim özel arşivde bulduk.
Bizde ölen ölüyor, çocukların ilgileri ile ana babalarınınki başkaysa kıymet bileni ara ki bulasın! Arkada kalan para etmeyecek evraklar kâğıt niyetine saçılıp savruluyor ya da yıllarca bir kutu ya da poşette depoda duruyor, kıymet bilen biri çıkıncaya kadar! O da çıkarsa!
Birçok aşığımız var, cönk tutmuşlar. Sonra birileri onları kitap yapacağım deyu toplamış. Kitap yap(a)mamış. Bu arada vefat etmiş. Cönklere eriş ki erişesin. Sadece aşıklar değil. Birçok önemli şahsiyet kendince evinde arşiv tutmuş ama evinde kadir kıymet bilmezlerin elinde öylece kalmış! Ara ki bulasın.
Bu böyle olmaz.
Nöbetçi!
Yalnızlığı seviyorum ama insanın yine de dertleşeceği, danışacağı birilerine ihtiyacı oluyor. İlmiyeden biri olarak birkaç defa psikolojik danışma için psikiyatriye gittiğim oldu. Dinlemeden ve anlamadan antidepresan ilaç yazıp başından savuşturmaya çalıştılar. Onlardan umudu kestim.
Bir arkadaşım var, İlimdar. Ona dadandım. 12 Eylül lanetinin ezdiği harika bir Türk genciydi. Hala öyledir. Üniversiteye gitmedi. Köyde yaşar, kitap ve doğayı okur. İzler, gözler ama karışmaz. Mantık ayarlarım bozulduğunda gider ona bulaşırım. Bin tane çakma Froyd’a değişmem.
Geçen gün konuşmamızın bir yerinde Ahmet Davutoğlu’nun “Kavimler Parlamentosu” önerisini de konuştuk. Sözü ben açtım. Üzüntü verici bir teklif. “Demokratik bir ulus devletten kabileler konfederasyonuna gerilemeyi öneriyor.” diye kaygımı belirttim.
Beni destekleyeceğini sanırken düşüncemi sorgulamaya başladı. Fiilen demokratik bir ulus devlet olmaktan çıktığımızı, ülkede zaten örtülü bir kavimler yarışı yaşandığını söyledi. “Davutoğlu Bey’in dediğinden belki hayırlı bir sonuç çıkar, halen mecliste, devlet bürokrasisinde, stratejik noktalarda hangi kavimlerin köşeleri tuttuğu konuşulmaya başlanır. Gerçek kaybedenin kim olduğu anlaşılır belki!” dedi.
Bu adam gerçekten izleyip gözlüyor. İyi bir nöbetçi. Bir de gördüklerini, bildiklerini kendisine saklamasa…
Chp’de Osmanlı Hümanizmi
Osmanlı demokrasisinde İttihat ve Terakki Fırkası (Birleşme ve İlerleme Partisi), modernist, ceditçi, yer yer Türkçü ama asıl hümanist idi. Yani kavimsiz, dilsiz, dinsiz haliyle “insan”ı merkeze koyuyordu. Osmanlıcı idiler. Demokrasi ülküleri açısından ırkçı, dinci ve mezhepçi olmaktan biraz daha iyiydi. Bu anlaşılabilir bir sebebe dayanıyordu; Ermeniler ve ötekilerin bölücülüğünü “anayasal vatandaşlık” içinde sakinleştireceğini düşünüyordu. Irkçı duygusallığın akıldışılığını görmüyordu. Sonuçta anayasal vatandaşlık (ittihadı anasır-unsurlar/kavimler birliği) görüşünü savunan bir partiydi. Atatürk ve arkadaşları bu görüşü humaniteden ileri götürerek, humanitenin üstüne, yani artı olarak, Türk milletçiliğini esas alan, Türk hümanisti, demokrasiye açık bir devlet kurdu… Sonra… İnönü, buradan geriye dönerek İttihatçı hümanizmine gitti, üstelik bu karikatürü neokemalizm olarak takdim etti. dönüştürdü, geriledi. Uluslaşmayı (inklizleğ nasıl diyoğ, neyşın buldink) sürüleşmeye düşürdü.
“Bugünkü Chp yönetimi ittihat terakkiye rücu ediyor; gerici sayabiliriz.
Teokratlar mı? Onlar hep abdest bozan konularla ve örtülü kavimcilikleriyle iştigaldeydiler…