Savruk Düşünceler 2

Sayı 43- Temmuz 2014

Türkiye ve komşu olduğu bölge çok hızlı ve dramatik bir değişim, dönüşüm ve felaket sürecinin içinden geçiyor. Üzülüyoruz, öfkeleniyoruz, bazen de bu süreçte etkili olamamaktan ötürü kahroluyoruz. Birçok gelişme yanlış mecrada ilerliyor. Durum daha da kötüleşiyor. Aslında şaşırtıcı değil; akıl ve bilim yolundan gitmeyince insanoğlunun başı beladan kurtulmamıştır. Gidişat da akıl ve bilim doğrultusunda değildir. Değişik zamanlarda gördüklerimi, gözlemlerimi not etmişim, bende kalmasın istedim. Her paragrafı bir yazı olarak yazmak isterdim, uzun söze gerek yoktu. Savrup paragraflar olarak kaldı

***

Ulus-Devlet

Bir ülkede yaşayanlar o ülkenin yurttaşlarıdır. Yurttaş (vatandaş) yurdun ortaklarından, vatanın sahiplerinden biri demektir. İnsan hangi ülkenin vatandaşı ise o ülkenin sahiplerinden biridir. Bu sahiplik servetimize, cinsiyetimize, eğitim durumumuza, hangi aşiret, boy, kavim (ırk), hangi dinden veya mezhepten veya inançsızlıktan olduğumuza göre veya makam ve hangi şehirden olduğumuza göre değişmez. Nüfusumuz 77 milyon kişi ise bu vatanın 77 milyonda bir hissesi benim, bir o kadarı bu satırları okuyanın, fazla değil, bir o kadarı da Cumhurbaşkanınındır. Görevlerimiz, statümüz, mal varlıklarımız farklı olabilir ama yasal olarak eşitiz, yurttaşlık budur. Ülke bütün yurttaşların evidir. Evdekiler, adına millet dediğimiz aileyi oluştururlar. Ailede adlarımız farklı olabilir ama soyadımız aynıdır. Türkiye ailesinde yaşayanlara Türk milleti denir. Soyadımız Türk. Adlarımız başka. Tek başına yapamayacağımız işleri yaparak bize hizmet etmesi için bir de örgüt (devlet) kurduk. Böylesi devletlere “ulus-devlet” denir. Kavim, din, mezhep devleti değil, ulus devlet! Her birimizin değişik kavmi, dini, siyasi görüşü, makamı, serveti… var. Ama bu evde birlikte yaşamak durumundayız. Herkes kendisi için ayrıcalık istediğinde ayrılık-gayrılık doğar. Evde huzur kalmaz. Nasıl ki evde her birimizin ayrı kişiliği varsa ve biz birbirimize saygılı davranarak yaşıyorsak, ülkemizdeki insanların da kültürlerine saygı duyarak yaşamalıyız. Ama bunu da ayrıcalık isteme olarak anlamamalıyız. Bir arada yaşamanın vazgeçilemez kavramları vardır, bu, ulus devleti ve laikliği savunmaktan geçer. Millet ile kavmi, milliyetçilik ile ırkçılığı artık ayırt edebilelim.

***

Monist

Monist (tekçi) yapılanmalarda kokuşma kaçınılmazdır. Sadece hükümetteki parti elemanlarından kadrolanan devletler yolsuzluklardan kokuşur.

Sadece sağcılardan/solculardan oluşan ama herkese hizmet etmesi gereken kuruluşlar da kokuşur.

Sadece erkeklerden oluşan örgütlerde-kuruluşlarda erkekler seviyesizleşir. Sadece kadınlardan oluşan örgütler de öyledir.

Monist yapılanma neden kokuşturur?

***

Millî Eğitim

Millî Eğitim Bakanlığı’nda düzenlemeler ne zamandır köklü devlet geleneği olan bir ülkede olması gerektiği gibi olmuyor. Muz cumhuriyetine benzedik. Sanki birisi bir gece rüya görüyor ve ertesi gün rüyasını uygulamaya koyuyor. 4×3 uygulamasından tutun da okul müdürlerinin bir anda yöneticiliklerini kaybetmesine varıncaya kadar. Sünni ilahiyat ortaokulları açma uğruna bir anda onbinlerce sınıf öğretmeni işsiz aldı. Başka branşlara saçıldı, uzmanı olmadıkları işlere koşuldular, etkili olamadılar. Aileler dağıtıldı. Bilimsizlik, plansızlık ve politikasızlık… Ne bir özür ne de saygı. Vatandaşa danışmak yok, muhalefet partileriyle işbirliği, uzlaşma aramak da yok. Eğitimde millîlik vasfı taşıyan birçok uygulama yozlaştırıldı, Atatürkle ilişkilendirilmiş ne varsa tahrip edildi, mevzuattan çıkarıldı. Eğitimin politikası, politikasızlık oldu. Son zamanlarda müdürlerin görevden alınmaları da öyle. Hak, hukuk, kazanılmış hak, saygısızlık bini bir paraya. Bu arada sistemin çürümesi ve çökmesi… Eski ortağı cemaate kızıp dersane düzenlemeleri ve eğitim yöneticilerine reva görülenler… Demeye dilim varmıyor ama sistemi çökertmeye çalışıyorlar yoksa bu kadar yeteneksiz olamazlar. Partide eğitimi bilen kaliteli insanlar var ama sistemi yıkacak olanlar bakan yapıldı! Şimdi de evlere şenlik bir müdür atama yöntemi… Müstehakız. Geleceğin toplumu bu koşullarda yetişiyor. Gel de istikbalden ümitlen bakayım?

***

Atanamayan Öğretmen

Yıllar önce Yusuf Ziya Özcan diye adı sanı duyulmamış, bir bölüm başkanlığı dahi yapmamış, bir hocayı getirip YÖK başkanı yaptılar. Malezya’da Sosyoloji hocasıymış. Durduk yerde “açın kapıları, gençler sokakta kalacağına okusunlar, kimse bu milletin çocuklarının geleceğiyle oynayamaz. Eğitim Fakültelerinde boş sıra kalmayacak” deyiverdi. Safsata dediğimiz budur işte. İlk başta ne kadar doğru, halkçı bir söz değil mi? Eğitim Fakülteleri “yapmayın, etmeyin, bu gençlere iş veremezsiniz, öğretmenlik eğitimi ihtiyaca dayalı olmazsa gençlerimize yazık olur” dediler. Dinletemediler. Birkaç yıl geçti ve “atanamayan öğretmenler problemi” çıktı. Yüksek puanlarla üniversiteye giren bu gençler yıllarca kpss sınavlarına girip çıktılar, depresyonlar ve intiharlar yaşandı, yaşanıyor. Bu başarılı gençlerden 100 tam puan alıp da atanamayanlar oldu. YÖK’ün bu tür uygulamaları eğer yeteneksizlik değilse, gençliği böyle telef etmek neyle açıklanabilir?

Yusuf bey görevini tamamladı ve büyükelçi olarak Avrupa’da bir yerlerde ödülünü kullanıyor. Hesap soran yok. Kimse, “demokrasi yaptım oldu” rejimi değil, yanlışın hesabını verme rejimidir, demiyor, o günlere kaldık. Sorumluluk kimde?
 

***

Çürük kuşak

Eski SSCB ülkelerinden üniversiteyi Türkiye’de okumaya gelen öğrencilerle eğitim sistemleri üzerine konuşuyoruz. Önemli şikâyetlerinden biri Türkiye’de spor yapma imkânı bulamamaları… Ortam ve araç gereç bulamamaktan yakınıyorlar. Biz sistemin içinde doğup büyüdüğümüz için pek farkında olamıyoruz zira eskiden de yoktu. 20-30 yıl öncesine kadar nüfusumuzun büyük kısmı köyde yaşardı. Köylü aynı zamanda çocuklarını zirai işlerde de çalıştırır. Ekin ekmek, biçmek, hasat, hayvancılık… Bunlar bedensel bir çaba gerektiren işlerdir. Şehirlerde de trafik çok seyrekti, yollar bile oyun alanıydı. Boş arsa çoktu ve çocuklar sokaklarda koşturur oyun oynardı.Yani spor biçiminde olmasa da, bedenini çalıştıran bir millettik.

Günümüzde göç nedeniyle birçok köy haritadan silindi, şehre taşındılar. Şehirde trafik yoğunlaştı, iğne atsanız yere düşmeyecek kadar sıkışık bir binalaşma ortaya çıktı. Bedenini çalıştırmayan, spor yapmayan bir toplum olduk. Oysa ilkçağlardan beri eğitim müfredatına baktığımızda insanın aklı, duyguları ve bedeninin bir bütün halinde eğitildiğini görüyoruz. Eğitim tarihimizde biz de öyle yapmışız. Şimdi evde oturup televizyon, bilgisayar veya cep telefonuyla oyalanan bir gençliğe ve her yere taşıt ile giden bir nüfusa sahip olduk. Çelimsiz, zayıf, çürük nesiller yetiştiriyoruz. Buradan sağlıklı ve mutlu bir toplum çıkmaz! Yakında bedensel ve psikolojik sorunların batağında bir toplum olmamız işten bile değil. Spor Bakanlığı sanki sadece profesyonellerle ilgileniyor, spor imkânlarını ülkeye yaymak gibi bir kaygısı yok. MEB zaten bu iktidar döneminde arka bahçe olarak değerlendirdiği orta dereceli Sünni ilahiyat okullarına yaptığı düzenleme ve yatırımı saymazsak, yoktu, denilebilir. Okullarda ise… biliyorsunuz. Binmişiz bir alâmete gidiyoruz kıyamete…

***

Dağa çıkarma kültürü

Gençlerin dağa çıkıp Pkk’ya katılması üzüntü vericidir ama artık yadırgamıyoruz. Son zamanlarda farklı bir durum ortaya çıktı. Eskiden veya alışık olduğumuz durum, Kürt kökenli gençlerin bazılarının bu yola başvurması idi. Şaşırtıcı olan ise artık Kürt kökenli olmayanların da dağa çıkıp Pkk’ya katılmasıdır. Dağa çıkmasa bile, gençler arasında Pkk’ya katılmak gibi popüler bir eğilimin ortaya çıktığı gözleniyor. Kınamak mesele değildir, durumu anlamaya ve açıklamaya çalışmalıyız. Bunun birçok sebebi olabilir. İlk akla geleni yıllardır söylediğim milli mutabakatların bozulduğu gerçeğidir. Bizi millet olarak bir arada tutan şey anayasada yazılan sözleşmeye adaletle uyulmasıdır. Eğer hakim olanlar anayasaya uymuyorsa sözleşme tek taraflı iptal edilmiş demektir. Eğer devlet belli bir grubun eline geçmişse, farklı siyasi görüşler, mezhepler, felsefi düşünüşler farklılıkları yüzünden ayrımcılığa, bölücülüğe, dışlanmaya maruz kalıyorsa, yani devlet sadece sizin devletiniz olmuş ve ötekilere hayatı cehenneme çeviriyorsanız dağa çıkaran sebep sizsiniz! Çoğunluğu alıp iktidar olmanız size yönetme hakkı verir ama ülkeyi tepe tepe keyfi yönetme hakkı vermez. Millet sadece iktidar partisine oy verenler değildir. Eğer solcuysanız ve kenar mahalle okulunda bile müdür olmanız sizin siyasi görüşünüz yüzünden engelleniyorsa adalet yoktur. Adalet yoksa barış da yoktur. Çocuklarınızı boğazlarsınız. Yıllardır bu yapılıyor. Medyada yer aldı, bir deli-kanlı kızımız bir şeylerin yanlış yapıldığını düşünmüş, yasal bir gösteriye katılıp slogan atmış, tutuklanıp işkence görmüş, kırmızı fuları en büyük suçlu olma belirtisi! Dört ay hapiste yatırılmış ve savcı 98 yıl ceza isteyen bir iddianame yazmış!.. Adalet bu mudur yani? İnsaf… Bir yurttaşın dini, mezhebi, siyasi görüşü devleti ilgilendirmez. İşini yapmadaki liyakatiyle ilgilenmelidir. Bir anne çocuğu dağa çıktı diye seviniyorsa, “biz ne yaptık” diye üzüntüden kahrolmalısınız! Olacağınızı sanmıyorum, o anlayış sizde yok.

***

Ahıskalıların insan hakları

Günümüz dünyasının en acil insan hakları sorunu Ahıska Türklerinin sorunudur. Bu insanlar sırf Türk ve Müslüman oldukları ve ülke sınırında yaşadıkları için Sovyet zamanında Gürcistan’daki yurtlarından sürülmüş, farklı ülkelere dağıtılmış ve birçok ülkede sosyal kargaşanın olduğu yerlere yerleştirilmiştir. Şimdi de Ukrayna’da çatışmaların ortasındadır. Bu insanların sorunlarına sahip çıkmayanların, bir bardak suda insan hakları fırtınası koparmaları lüzumsuzdur, en azından ben dinlemeyeceğim.

***

Hak mezhep meselesi

Sivas’ta bir köle olarak Bizans tüccarlarına satıldı. Aslında bir Kıpçak tarkanıydı (prens). Mısır’daki Kölemenler satın aldı ve asker olarak orduya katıldı. Yetenekleri sayesinde kısa zamanda en üste kadar çıktı. Hükümdar oldu. Ülkede birliği sağladı. Devletin adı değişt; Memlüklerin adı Devlet-i Türkiya oldu. Haçlıları ve Moğolları yendi. Adı tarihin kaydettiği muhteşem mareşaller arasına yazıldı: Sultan Baybars.

Baybars, ülkede din konusundaki tartışma ve gerilimlerden illallah demişti. Bir ferman-fetva yayınladı: Bundan sonra İslam’da dört hak mezhep vardır. Gayrısı batıldır, hak değildir, İslam sayılmaz, mealinde… Bu mezhepler mi; Hanefi, Hanbeli, Maliki ve Şafi. Diğerleri? Yok. İslam dünyasının en az yarısı olan Şiilerin, Caferilerin, Alevilerin çok da umurundaydı, aldırmadılar. Ama bu dört sünni mezhebin inananları buna o kadar inandılar ki… Yüzlerce yıldır bu yanlış inançlarını sürdürüyorlar. Sünni olmayanı Müslüman saymıyorlar! Alevilere ve Caferilere yapılan sünni haksızlıklarının altında Baybars’ın fermanının etkisi vardır. Yani siyasi bir karardır ve dini hiçbir hükmü yoktur!

Deyip durduk; din birleştirmez, böler çünkü en göreli-göreceli alandır. Sosyal düzenlemelerde dini esas alırsanız iki Sünni Hanefi bile birbiriyle anlaşamaz. Akıl-bilim birleştirir. Akıl laikliği niye keşfetti? Biz niye savunuyoruz? Avrupalılar gibi yüz yıl savaşları mı yapalım? Irak’ta Afganistan’da yaşanan mezhep savaşı gözlenmiyor mu? Selçuklu’yu batıran nedir, tarih diye ne okuyorsunuz? Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek var mı? Niye dinde Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Hace Bektaş çizgisi deyip duruyoruz? Niye millî mutabakatları bozmayın deyip duruyoruz? Iraklaştırmayın bizi!.. Siyasi manevralarınızı başka zeminde yapın, elinizi inançlarımızdan çekin!..

***

Evren mahkum edilmiş!

Yönetimde Evren-Özal-Erdoğan ekolü devam ediyor. Ellerini yıkamak için 12 Eylül darbecilerini, Evren ve Şahikaya’yı yargılanıp cezalandırılmışlar! Buna cezalandırma değil, aklama denilir. 12 Eylülde zulüm, işkence, ayrımcılık, bölücülük yapanlara, devleti rayından çıkaranlara hiç dokunulmadı. Çoğu halen devlette görevli, meclis sıralarında epeyce var. Sadece Evren’in yargılanıp cezalandırılması diğerlerini aklamaktır. Evren her şeyi tek başına yapmadı. Turgut Özal’ı da unutmamak gerekir; başından sonuna kadar yanı başındaydı ve rejimi sürdürdü. Aradaki koalisyonları saymazsak Erdoğan ile 12 Eylül devam ediyor. Bu aklama ile yaşananlar yapanların yanına kalmıştır.

***

Erdoğan

Muhalefet partileri Erdoğan’ın dini bütün ve pek bir dindar olduğu için oy aldığını sanıyor. Biraz ortalıkta dolaşsalar, ona oy verenlerin epeycesi dahil, pek de iyi bir kişi olarak tanımlamadıklarını anlayacaklar. Yani insanlar Erdoğan’ı ideal Müslüman saydıkları için oy vermiyorlar. Mesele, bu milletin dini hassasiyetlerinin şaha kalkmış olması da değil. Bu hiçbir zaman olmadı. Türkiye’de islamistlerin oy oranı hiçbir zaman % 10’u geçmemiştir. Mesele başka.

***

Ad vermek

İnsan isimleri üzerinde düşündüğünüz olur mu, hatta kelimeler? Ad “Ersin”. Niye bu ad? Ad koyarken ne düşünülüyor, belki çok şey belki hiçbir şey. Ersin, “erkeksin” manasında mı? Erkek çocuğa “erkeksin” adını vermek niye gerekmiş acaba? Şüphesi mi varmış, belki de hiç düşünmemiştir. Anlamını bildiğini sandığı bir kelime işte. Belki de bizim bilmediğimiz başka bir anlam yüklemiştir. Eskiden Kuran’da geçen kelimelerden birini ad olarak vermek telkin edilirmiş. O yüzden Arap kökenli olmayanlarımızın da adları Arapça. Hacer, “taş” demek, kız adı olarak taşıyoruz… Benim adım da Arapça. Sovyet Bilimler Akademisinin hazırladığı Eski Türkçe Sözlükte ersin(-mek), erkekleşmek, erkeğe benzemeye başlama hali, çocukluktan çıkış olarak açıklanıyor. Divan-ı Lügat-it Türk sözlüğünde ersin(-mek), bir kadının şiddetli derecede erkek arzusu taşıma hali için kullanılıyor; erkeksinmek! Gereksinmek gibi. Bu anlamıyla bir erkek adı olarak hoş görünmüyor. Çocuklara ad koyarken biraz daha araştırsak diyorum.

***

İlahiyatçıları devlet kesesinden kayırmak

Bir kaymakam anlatıyor: Köy muhtarı gelip köylerine imam istiyor. Ankara’ya yazıyoruz, hemen gönderiyorlar. Bir yıl çalışıp aday memurluğu kalkınca “filan yerde açık bulunan kadroya” tayin istiyor. Bu arada milletvekilleri, bakanlar devreye giriyor. İşi bilmese bile istediği memuriyete veriyoruz. Muhtarlar yine imam istemeye geliyor. Yine istiyoruz Ankara’dan, onlar yine gönderiyor. Bir yıl sonra imamlar yine başka kurumlara tayin istiyorlar, yine gidiyorlar. İmamlar, ilahiyatçılar böylece pek de açıkta kalmıyor. Başka okullardan çıkanlar KPSS çalışıyor, dersaneler… Şaibesiz bir sınav olursa kazanabiliyor.

Adalet mi? Bu gençler de bizim çocuklarımız ama bu adaletsizliği hatta ahlaksızlığı din kaldıramaz, ilahiyatçıların sonu olabilir. Din kurumuna ve din görevlilerine saygı azalır. İnsan içine çıkamazlar, benden söylemesi.

***

Mizah mı?

Bizim mizah ve şaka anlayışımızda bir eksik var. Çocukluğumda oynatıp, daha küçük çocukların 2,5 liralarını aldığım Hacı İvat ve Karagöz oyununda hiç gülemiyordum. Birisi sağır oluyordu ve iletişim kazaları ortaya çıkıyordu. Acemilik ve bu iki dostun yalancıktan kavgalarına gülüyorlardı. Kendilerinin mizah yaptığını söyleyen Mehmet Ali Erbil gibi basit esprili bazı meddahlar da cinsel çağrışımlı laflar ederdi ve birçok insan gülerdi. Ben gülünecek bir şey bulamaz, kendimde problem arardım. Hemşehrilik grup ve meclislerinde yerel bazı kişilerle ilgili anılar anlatılır ve gülünürdü. Gülünen aslında yerel konuşması ve yerel kültüre ait küçük ayrıntılardı. Sonra Amerikan mizahı çıktı, kelime oyunlarıydı. İtfaiyeciler neden kırmızı kemer takarmış, pantolonları düşmesin diyeymiş… Mizah bunlar mı yani?

***

İnanca saygı

Ramazan ayındayız. Oruç tutanları bir kez daha kutlar, sağlam iradeler dilerim. Paylaşılan birkaç yazı gördüm, diyorlar ki oruç tutanlara saygı gösterin. Elbette, ibadet yapana herkes saygı göstermelidir. Ama saygı karşılıklıdır. Sen ona saygı duymayıp sadece ondan saygı bekliyorsan yanılırsın. Kimse kimsenin uşağı, kölesi değildir. Sen oruç tutuyorsun diye kimsenin yemesini içmesini yasaklayamazsın. “Gizli gizli ye” deme hakkımız da yoktur. Dersek karşımızdakini aşağılamış oluruz, ona saygısızlık yaparız ve ondan saygı bekleme hakkımızı kaybederiz. Ama sigara içip yüzümüze de üfleyemez. Yanımızda yemek yiyebilir. İrademize sahip çıkamıyorsak biz oradan ayrılmalıyız. Zaten oruç bir irade imtihanı değil midir? Kalp kıra, gönül yıka ibadet mi yapılır?

***

Toplantı ve gösteri hakkı

Demokrat insanlar sokağa çıkar, dertlerini dile getirirler. Bunun için izin almaları da gerekmez. Anayasada öyle yazıyor. Dünyada da böyledir. Polis sadece protesto yapanları korur, onlara saldırmaz. İnsanlar hem dertlerini dile getirir hem de propaganda yaparlar. Cemaat yapıları bu yöntemi bilmez, kullanmaz, kullanamaz. Onlar propagandayı ev ev dolaşarak, sohbet adı altında yaparlar. Sokağı kullanmadıkları için sokakta propaganda yapanları da kötü, dinsiz, vatanı-milleti bölmek isteyen, devlet millet düşmanı, terörist olarak gösterirler.

Alınan propagandaların etkisiyle sokaktakileri hain bilmek doğru değildir. Elbette sokakta hain olanlar da olabilir, cemaatlerde de olabileceği gibi. Sadece propaganda yöntemleri farklı. Hepsi ile vatandaşız, kimse düşmanımız değil. TC kimliğine sahip olan herkes en az bizim kadar değerlidir ve birbirimize eşitiz. Hepimiz bu anlayıştayız, değil mi?

***

Siyasi ahlâk

Piri Reis’in henüz keşfedilmeyen yerleri bile gösteren dünya haritası çizdiği bir ülkede gün geldi Coğrafya derslerinde harita kullanmayı günah sayan yobazlar üredi. Devlete ve topluma hakim oldular. Bilime, gelişmeye ve ilerlemeye karşı çıkan bu yobazlar işlerinden olunca Osmanlı’nın son dönemlerinden beri devlete düşman oldular. Eskiden padişah düşmanıydılar, şimdi de Kemalizm düşmanı olmuş, ilk bakışta doğruymuş gibi görünen safsatalarla milletimizi modernleşmeye, gelişmeye, demokratikleşmeye karşı örgütlüyor, beyinleri dağlıyorlar.

Tek parti dönemi diktatörlükmüş. Şimdiki ne? Televizyonlarda gazsız, bombasız gün görüyor musunuz? Bombalananlar kimlerdir? Sizin gibi düşünmeseler de bu millettir. Nasıl düşüneceğini size mi soracaklar? Kafa göz yarmadan müdahale edilemiyor mu? Elinde silah olmayan, kapı pencere yıkmayan insanlara yapılan bu zulmü görmeyip dünyada demokrasinin d’sinin bile olmadığı zamanı eleştirmek, iftira atmak da ne oluyor? Gelmiş geçmiş en batı yanlısı yönetim başta iken, kıyısından köşesinden Atatürk aleyhtarı paylaşım yapanların ahlakını anlamakta güçlük çekiyorum. Yakın zamanda Irak’ta 1,5 milyon Müslüman’ın ölümüne yardım ve destek sağlamışız. 5 bine yakın ilahiyatçı ve tarihçiyi öldürdü işgalciler. Binlerce kadının ırzına geçtiler. Gözünüzün önündeki rezaleti görmeden desteğini esirgemeyenler kalkmış tek parti yönetimindeki çoğu yalan ve sahte dedikodulardan Atatürk’e saldırıyor. Bu ahlak, ahlak değildir.

***

Yazık, sağcılık bitti

Demokrasiyi güvercine benzetirler. İki kanatlı bir kuştur. Sağ ve sol kanatları vardır. Demokrasinin yürüyebilmesi için kuşun iki kanadının da sağlıklı olması gerekir. Türkiye’yi 1950’den sonra yuvarlak hesapla 48 yıl sağcı partiler, 13 yıl solcu sosyal demokrat parti ya da liderler yönetmiş. Üstelik sol, tek başına iktidar olmamış, yanında mutlaka sağ bir parti var, koalisyon. Solun hükümete gelişi de genellikle birkaç aylık dönem için. “Bak, siz de hükümet olabiliyorsunuz” demek için, yeşillik niyetine. Ülkedeki iyilikleri de rezillikleri de sağcılara borçluyuz.

Geriye kalının 4-5 yılında, 1960’larda İsmet İnönü başbakanmış. Kendisinin sağla solla alakası yoktur. Tanzimat Batıcısı modernisttir. Kendisini sağcı saymalıyız. Yani sol sadece sağın iktidar meşruiyetini sağlamak için figüranlık yapıyor… Yazık solculara, adil olmayan bir ortamda, ne halt olduğunu bilmedikleri Dülsine için Don Kişotluk yapıyorlar.

Hayranım sağcılarımıza; güzelliklerin olduğu kadar rezilliklerin de müsebbibi oldukları halde, rezillikleri hiç iktidar olamayan cehepelilere yüklüyorlar ve yutturuyor. Yazık sağcılara, solun fidanlığını kuruttular, yazık sağcılara, solsuz bir ortamda sağcılık yapıyorlar. Halbuki, her şey zıddıyla kaimdir. Sol yoksa sağ hiç yoktur. “Aynı bağın gülü” olmak bir yana bostan bile olunmaz.

***

Yesevi anlayışı

Bizim Müslümanlığımız Allah’a sevgi ile bağlı olmaya dayanır. Hasan Harakani, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş bize Kuran’ı açıklarken sevgi gözlüğünden bakarak tefsir ettiler. Yaratılanı, yaratandan ötürü hoş görmeyi öğrettiler. Merkez Efendi, günahkâr bile olsa insanları Allah’a havale etmeyi öğretti. Ve maalesef son 30 yıldır bazı ilkel toplum ülkelerin vahşi ruhlu bir takım yazarçizerinin Müslümanlığı ilkel gösteren, din ile ilgisi olmayan bir takım ilkel gelenekleri din ile ilişkilendirerek anlatmaları, bazı çocuklarımızı da etkiledi. Kendince, fırsat bulsalar din adına cellatlığa soyunacaklar. Batıda tam da Müslümanlığa geçişe yönelik din değiştirmeler, İslamlaşma başlarken İslam’ı kötü gösteren bu tiplerin sahnede olmaları ne kadar yazık.

***

Cehalet

Aslında utanç içinde izbe bir köşe bulup, eceli gelmiş bir hamam böceği gibi ölüme yatmak yerine, bir de arlanmadan, suret-i haktan bir cübbe giyip karşıma dikilerek hesap sorma cüreti gösteren kokuşmuş, yapışkan, kesif kokulu cehalet! Bunca ahı işittikten sonra, bir gün çoktandır hak ettiğin köşede gebermek için…

***

Emine Hanım

Akp’de Emine Erdoğan hanım’ı takdir ediyorum. Her yerde eşiyle beraber olduğu için. Beklendiğinin tersine evine kapanmak yerine sosyal hayata katıldığı için. Erkeklerin olduğu yere gitmese, harem-selam geleneği diye eleştirilecekti, ben de eleştirirdim. Göz önündeki bir kişi olarak davranışları konuşulabilir ama hayata katılması, kamera önünde olması son derece doğru.

***

Parti

Akp, Anadolu feodalizminin partisidir. Ama partiye damgasını vuran bizzat Erdoğan’ın kişiliği ve partiye hakim olan feodal Kürt elitidir.

***

Feller

Son zamanlarda “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” lafları daha yüksek sesle söylenmeye başlandı. Bu bir kitap adıdır. Kitabı Cia Ortadoğu ve Türkiye masası şefi Prof. G. Fuller yazmıştı. Fuller’i, Kurtlar Vadisini izleyenler Feller olarak hatırlarlar. Kitap tam da bir Türkiye projesiydi ve belirlenen rotada ilerliyor.

***

Büst

Neredeyse her okulun önünde gereksiz ve estetik özellikleri olmayan Atatürk büstleri konulmuştu. 12 Eylül paşalarının icadıydı. Atatürk’e ihanet ettikçe Atatürk’ü öne çıkarıyorlardı. Bu büstler bir ara toplanmalıdır. Ama bunu Akp yapmamalıdır, ben bile yaralanırım.

***

Kemalizm

Irak’ın yakın tarihini iyi okumamız gerekiyor. Saddam bir Amerikan dostuydu, darbeyle geldi. Abd’nin düşman ilan ettiği İran ile sekiz yıl Abd desteğiyle savaştı. Milyonlar öldü, milyarlar havaya uçtu. Sonra giderek diktatörleşti. Basra’da 250 bin Arap, Halepçe’de 5 bin Kürt ve yüzlerce Türkmen’i gaz ile katletti. Irak Abd işgaline uğradı. Her şeye rağmen Saddam zamanında Irak kişi başına düşen gelir bakımından Türkiye’den daha iyi durumdaydı, Iraklılar daha zengindi ama daha iyi yaşamıyorlardı ve mutsuzdular.

Abd işgalinde Irak halkı bir millet olamadığını gösterdi. Kürtler kenara çekildi, kendilerine vaad edilen devletçiği Türkiye’nin koruma ve desteği altında kurmaya çalışıyorlar. Sünnilerin  epeycesi Abd ile işbirliği yaptı. Türkmenler ısrarla Irak’ın birliği için çalıştı, Abd’ye direndi ama Türkiye onları hep susturdu, silahtan uzak durmasını telkin etti. Şiiler işgale muazzam bir direniş gösterdi. Türkiye’nin Abd’ye desteği olmasaydı Abd’yi Basra Körfezi’ne gömmeleri işten bile değildi.

Irak’ta milyonun üstünde Müslüman öldürüldü, çoğu sünni-şii çatışmasında birbirini öldürdü. Bilginler katledildi. Milyonlarca insan ülkeden kaçtı, mülteci durumuna düştü. Kadınlarının ayrıca maruz kaldığı zulmü biliyoruz.

Irak halkı milletleşemediği için kaybetti, kaybediyor. Laikleşemediği için kaybetti ve kaybetmeye devam edecek. Saddam Sünni idi ve Maliki Şiidir. Din merkezli bakış, böler!

Gelelim bize; Cumhuriyeti kurarken geçmişten ders alarak, içinde bulunulan çağı hesaba katarak “laik bir ulus devlet” olarak yola çıktık. Kavim çatışmalarından uzak durmak ve mezhepçilik batağını kurutmanın yolu buydu, hala budur. Kemalist dönemde temelleri atılan bu çağdaş ve demokratik yol Türkiye’de yeterince geliştirilemedi. Son yıllarda kavim ve mezhep tartışmaları bizi de gerim gerim geriyor! Kemalistlerin üzerine gittikleri gericilik ve bölücülükten kasıtları Türkiye’yi kavimcilik ve mezhepçilikten uzak tutmak içindi. Geldiğimiz yer korkulan yerdir; kavimcilik ve mezhepçilik noktasıdır!

Kemalist modele her zamankinden daha çok ihtiyacımızın olduğunu önemle söylüyorum. Kemalizm’i geliştirmeliyiz. Lüzumsuz tartışmaya girmemek için, en azından Nato’ya girdiğimizden beri Kemalizm’den çok uzaklaştığımızı eklemek isterim.

Gelişmeler Kemalistleri haklı çıkardı. Yanılmayı çok isterim ama Akp-Pkk çalışmasının çözüm getireceğine inanmıyorum. Mezhepçi ile kavimci oturmuş Türkiye’ye şekil vermeye çalışıyor, iki anlayış da ilkeldir, çağdışıdır! Bu masada benim gibiler neden yok, diye soruyorum! Erdoğan-İmralı çözümü Saddam – Berzani arasında da yapılmıştı. Çözemediler ama Irak’ı çözdüler!

Çözüm, kimsenin sosyal ve kültürel haklarının engellenmediği, demokratik laik bir ulus devletten geçiyor. Ders alalım, ibret alalım. Federasyoncu ayrılık-gayrılığı sürdürebilecek bir yapımız yoktur. Osmanlıcılık Osmanlıyı kurtaramadı, şimdi hiç kurtaramaz. Köprünün altından çok su aktı!

***

Osman’ı geç, Selçuk’a bak

Son zamanlarda, özellikle İslamcı ideologlar yeni Osmanlı modeli üzerinde çalışıyorlar. Olur mu olmaz mı ayrı bir tartışma ama fikir jimnastiği olarak yararlıdır. Büyümeyi düşünmek de öyle. Onlara dost tavsiyesi: Osman oğullarını bırakıp Selçuk oğullarına baksınlar, derim. Selçuklular Osmanlılara çoğu sahada beş çeker. Çağını aşan binlerce bilgini Selçuklu yetiştirdi. Dünya yüksek öğrenimi büyük ölçüde hala Selçuklu sistemiyle yürüyor. Mimar Sinan’ı çıkarırsanız Osmanlı mimarisinin sefaletini görürsünüz. Birçok yerde Osmanlıdan iz bulamazken Selçuklu binaları, medreseleri kök salmıştır. Osmanlı’ya yüklenmeye gerek yok. Selçukluyu düşünün, Selçuklu modelini çalışın ki…

***

Yeniden yapılanma

Erdoğan’ın açılım politikası Gorbaçov’un Glastnost’una, barış süreci de Prestroyka’sına benziyor. Dilerim sonu benzemez. Ülkede “değişim yönetimi” diye bir sorun çözme anlayışından habersiz politikacıların sorun çözme yerine memleketi çözmeleri vatandaşları geriyor. Dilerim medya üzerinden ülke sorunlarını gargara yapar gibi lüzumsuz gösterileri bir yana bırakarak adam gibi ne yapılacaksa bir an önce yapılır. Ülke çok zaman ve fırsat kaçırdı zaten…

***

İlmihal müslümanı

İslam’ın özünü, asıl anlamını kenara koyup biçimselliğinde mahir olanlar, dinin esas kılavuzları olan “doğruluk, dürüstlük, adalet, haram yememe, haksızlık karşısında susmama ve yalan yere yemin etmeme” gibi ahlaki değerleri hiçe saydılar. Bunun yerine ritüellerden beslenen bir biçimsel Müslümanlıkla toplumun önüne çıktılar. Pahalı otellerde “dindarlıklarını” göstere göstere iftar açtılar, ancak devlet ihalelerini yandaşlarına verdiler. Devlet kadrolarında hakkı ve hak edeni değil, partililerini ve hak etmeyenleri göreve getirdiler. Gençlerin memurluk sınav sorularının cevaplarını yandaşlarına verdiler. Parkları yıktılar, AVM yaptılar. En önemlisi de Deniz Feneri gibi derin harama gönderme yapan davaların seyrini değiştirdiler. Yüzlerce asker, bilgisayarlarına atılan virüslerle, uydurma belgelerle hapislere atıldı. Böylece İslam’ın esas varlık sebebi ve iddiası olan doğruluk, adalet, dürüstlük, kul hakkı yememe, devlet malına zarar vermeme, elinden ve dilinden emin olunma gibi değerler, gayriahlaki olanlarıyla yer değiştirmiş oldu.

***

Ahmet Kaya

Hak edilmemiş veya başka sebeplerden ötürü verilen ödüller, o ödülü alanı bitirir. Orhan Pamuk’un Nobel ödülü alması gibi. Bu ülkenin büyük bir kısmını üzecek haksız sözler ettikten sonra Nobel büyük ödülü alması Orhan Pamuk’u öldürmüştür. Başka ülkelerde Nobel alan yazarlar çok okunurken Pamuk, bu ülkenin çocuğu olmasına, bu ülkeyi yazmasına rağmen, okunmaz olmuştur, yokmuş sayılmıştır, o ölmüştür.

2014 yılında Cumhurbaşkanlığı büyük ödülünü Ahmet Kaya’ya verilmesi de Ahmet Kaya’nın öldürülmesidir. Sayısını tam hatırlamıyorum ama epeyce şehit verilen bir günün akşamında şarkıcılar toplantısında kürsüye çıkıp “bundan sonra Kürtçe klip çekeceğim, siz görürsünüz gününüzü…” mealinde lüzumsuz tehdit ve tahrikle diğer insanları kendince gıcık etmeye çalıştı. Belki de şehit haberlerinin etkisiyle gergin ortam daha da gerilerek lüzumsuz biçimde Kaya’ya çatal bıçak fırlatanlar oldu. Çirkindi. Ama provakasyonundan ötürü hiç eleştirilmedi, hep onuncu yıl marşını okuyanlar kınandı, kınanabilir de. Ama… Kaya, ayrım yapılmadan oraya davet edilmişti. Sanki Kürtçe kaset, klip çıkaranlar yokmuş gibi bu çocukça meydan okuyan davranışı ve tepkiler memleketi ayrıca gerdi. Ünlü olmak için rezalet çıkaranların halini sergiledi… Durumdan görev çıkaran bir savcı mahkemeyi harekete geçirdi. Kaya yurtdışına kaçtı. O olaydan sonra Kürt olmayanlar Ahmet Kaya’yı dinlemediler, yok saydılar. Kürtlerin bir kısmı da Kaya’yı Kürt şarkıcısı ilan etti.

Onu Türk solu var etmişti, birlikte yaşamayı değil, Türkiye’nin de değil, sadece Kürtlerin sanatçısı olmak istedi.

İyi bir müzisyendi. Verilen ödül değil, Kürt dinleyicilerine rüşvettir.

Ödüllendirilenler, bazen, aslında süslü biçimde öldürülenlerdir.

***

Modernleşmenin sarsıntısı

“Türk toplumu modernleşme sürecinin yarattığı değişim sarsıntısının etkisiyle, geçmişte denenmiş ve daha güvenilir toplumsal yapıştırıcı olarak gördüğü dindarlık ve milliyetçilik değerlerine yönelmiştir. Bu yönelişte emperyalist Batının toplumu çözme, kimliksizleştirme ve yapay kimliklere ayırma politikasını da sezmiş gibidir. Toplum 1960’lardan itibaren Batıya kafa tutan ya da Batı karşıtı görünen hareketlere / siyasi oluşumlara sempati duyar hale gelmiştir.” (Mankurtlaştırma Süreci, 3. baskı s. 64)

Sonuçta modernleşme ile batılılaşmayı birbirinden ayıramamak gibi bir durum ortaya çıkmış, Batı-emperyalizm karşıtı olmak adına modernleşme de telef edilmektedir.

***

Osmanlı’da laiklik

TRT Haber’de “Kirli Oyunlar” diye bir yarı belgesel izliyorum. Padişahın Meclis-i Mebusan’ı açış konuşmasında “bundan böyle yasama, yürütme, yargı ve dini otoritenin görevleri birbirinden ayrı olarak yapılacaktır” demiş. Bu Osmanlı’da padişahın laikliği ilan ettiği anlamına geliyor! Neden bu herkesin okuması, öğrenmesi, bilmesi gereken yerlerde yazılı değil? 7 Ekim

***

Devlet ve Hükümet

Demokrasi eğitiminde sınıfı bir türlü geçemediğimiz malûmdur. Hala bu ülkede hükümet ile devleti birbirinden ayıramayan milyonlarca kişi var. Devlet, biz vatandaşlara hizmet etsin diye kurduğumuz bir örgüttür. Muazzam güç ve yetkilerle donatmışızdır. Anayasa ile para toplama (vergi), kural koyma (yasa), kurallara uymayanları yargılama (hükümet veya başka bir gruba bağlı olmayan mahkeme) ve gerekirse cezalandırma (hapis) hatta canını alma (idam) yetkisi vermişiz. Ordusu, polisi, tankı, topu, füzesi, parası, kendisi için çalışan milyonlarca kişisi (memur) vardır. Yeter ki bize iyi hizmet etsin. İlelebet payidar olmasını dilemişiz. Ama bu kadar güç bahşettiğimiz devlet adlı örgütten korkmuşuz da! Böyle güçlü bir yapı karşısında ben bir şahıs olarak gücüm nedir, beni kolayca yok edebilir. O yüzden eline bir metin vererek (anayasa) yapacağı her şeyin burada yazılanlara aykırı iş ve eylem yapmamasını olmayacağını emretmişiz. (Egemenlik-patronluk milletin).

Bir de hükümet vardır. Hükümet devlet adlı örgütü geçici olarak yönetmeye talip olan siyasi bir gruptur. “Devlet adlı otobüsü ben daha iyi kullanır, siz yolcuları daha selamet biçimde gideceğiniz yere götürürüm ve bunu anayasaya uygun biçimde yaparım, diğerlerinden daha iyi hizmet veririm, sizi birbirinizden ayırmam, hepinizin şoförü olurum…” der. Biz yolcular şoför adayları arasından birini daha çok destekleyerek şoför seçeriz. Direksiyona geçen şoför trafik kurallarına (anayasaya) uymak, milli mutabakatları bozmamak, yolcuları arasında kendini destekleyen-desteklemeyen ayrımı yapmadan herkesin şoförü olmayı kabul etmiştir. Trafik kurallarına aykırı davranırsa meşruiyetini kaybeder. Yani artık bir kısmımız onu şoför saymayız. Hala şoförlüğe devam ederse, yolcuların bir kısmı ayaklanır. Hala şoförü (hükümeti) destekleyen yolcular, trafik kurallarına (anayasaya) bakarak şoförün trafik kurallarına (Anayasaya) uymadığını düşünürlerse şoförü desteklemekten vaz geçer, vazgeçmeyip hakkını arayan kader ortaklarına (vatandaşlarına) karşı tavır alırlarsa trafik kurallarının ihlalini savunur duruma düşerler. Bir arada yaşamak için ortaya konulan ortaklık koşulları bozulur. Ortaklık bozulmasın diye şoförü eleştiren yolcular dövülürse… Neyse, uzatmayayım. Anladınız.

Bizim şoför trafik kurallarına uyuyor mu?

***

Serengeti obası

Küçük bir hastalık geçirdim. Bir süreliğine yatağa bağlandım ve sürekli tv izledim. Samanyolu kanalından hayvanat alemine dair epeyce belgesel film gördüm. Serengeti obası mukimlerinden öküz başlı antiloplara çok üzüldüm. Massai Mara’yı geçerken büyük telefat veriyorlar. Hayvan hakçılar behemahal duruma el koymalıdırlar. Ergenekon’dan çıkmak için demir dağı delmek bile bu kadar zor olmamıştır. Öküz başlı antiloplar duruş ve yürüyüşlerindeki asalet ile ters orantılı bir süzme salaklık içinde. Göç sebebiyle nehri geçmek için bir milyon yıldır uygun bir yer bulamamışlar. Birisi, ki o lider olan öküz, bir yardan (uçurumdan) nehre atlıyor, peşinden binlercesi dökülüyor. Nehrin cidarını değiştirip genişletecek kadarı ölüyor. Nehirde onları bekleyen onlarca timsahın saldırıları da ayrı bir alem. Kameraman veya yönetmenin sağlıklı bir ruh halinin olmadığını düşünüyorum. Kabul ediyorum, vahşi bir ortam. Yahu, öküz başlı antilop katliamının tamamını göstermek zorunda mısınız? O kadar ki, öküz başlı antilopların soyunun tükendiğini sandım. İki timsah bir hayvanı ortadan parçalıyor, seslendiren “timsah ısırık attı” diyor! Sanki öpücük atmaktan söz ediyor… Bu belgeseli birkaç defa izledim, tekrarlıyor.
Hoca efendi bu belgeseli bu kadar sık yayınlatmakla ne demek istiyor?

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir