Savruk Düşünceler – 17

Sayı 60- Ekim 2018

Uzun Vahap’ın altı!

Ortaokul ve liselere sık sık giderim. Kapıda beni karşılayan nöbetçi öğrenciler olur. Görevlerini titizlikle ve heyecanla yaparlar. Bu sevimlilikleri hoşuma gider ama muziplik etmeden de duramam. Ziyaretçi listesine yazmak için adımı sorduklarında uzun bir ad söylerim: Abdülvahap Uzunkavakaltındayataruyuyamazoğulları, diye. Söylediğim ad ellerindeki o kısa satırlı forma genellikle sığmaz ve gıcık olurlar.

Dün yine bir okuldaydım. Nöbetçi, yazmak için ısrarla adımı sordu. “Nasılsa sığdıramazsın, boş ver” diye naz ettim. Kararlıydı. “Mutlaka sığdıracağım” dedi. Söyledim, imzamı dönüşte atacağımı da ekledim.

Çıkışta elinde kalemle beni bekliyordu. Minnacık bir yazıyla yazmış ve sığdırmıştı. Doğru yazmış mı diye baktım:

Abdülkavak Uzunvahapaltındayataruyuyamazoğulları diye yazmıştı!..

Epeyce güldüm. O imza almak derdinde olduğu için gülmeme anlam veremedi. Bir daha çocukları işletmeye tövbe…

Tecessüs!..

9 Ekim 2018 tarihinde Ekşi Sözlük’te yayınlanan röportajında Dr. C. Şengör kendi dışkısının tattığını, başka canlıların dışkılarının da tadına baktığını, insanın (kendisinin) dışkısının acı olduğunu gözlediğini söylemiş. Belki de o günlerde acı baharatlı bir şeyler yemiş olmalıdır 🙂

Söz niye buraya gelmiştir bilmiyoruz ama hocanın, akademik dürüstlük içinde bilgin merakını ifşa etmiş olduğunu görüyoruz. Dürüstlüğünden ve merak duygusunun peşinden gitmesinden ötürü ona saygım arttı. Benim böyle büyük meraklarım olmadı ama öğrenciliğim sırasında sokak çocuklarıyla ilgili bir ödev hazırlamak için Ankara Kızılay’da bir gece sokakta çocuklarla yatışımı hatırlarım. Berbat bir geceydi, çocuklara çok üzülmüştüm.

Yiyip içtiğimiz bazı şeylerin dışkıdan daha pis olduğunu düşünen birisi olarak midem bulanmış değildir. Hatırlatmak isterim ki Lokman Hekim’in (İbni Sina’nın) o günün laboratuvarsız koşullarında şeker hastalığını nasıl tespit ettiğini biliyor musunuz? Hastasının idrarının tadına bakarak!

Merak duygusu kişiyi araştırmaya oradan da öğrenmeye ve sonuçta bilime ve buluşa götürür. Bilginler, saygınlığının epeyce bir kısmını insanın iyiliği için yaptığı fedakârlıklardan alır. (Bilgin dedim, anket teknikeri değil!) Gelelim merak dürtüsüne. Dilimizde net bir karşılığı yok. Araplardan ödünçlediğimiz “tecessüs” sözcüğü biraz yakın ama onun da başkasının özel hayatını merak etmek anlamı daha baskın. Dedikodu, gıybet, kuyu kazmak gibi amaçla… Kastettiğimiz merak, meraktan merak etmek, lazım olur, hoca sınavda sorar, münkir nekire nakledeyim diye değil, sırf meraktan bir şeyleri araştırıp karıştırmak duygusudur. Örneğin Antarktika’da karınca var mıdır ya da bazı Hintlilerin sabah uyanınca kendi çişlerinden bir yudum içmelerinin esbab-ı mucizesi nedir, gibi…

Merak etmek kaliteli insanlarda olan bir dürtüdür.

Devrimci – Ülkücü

Bir sebepten ötürü Nato’ya girmek zorunda kaldık. Nato, Türkiye’yi yakalamışken elinden kaçırmamanın her türlü tedbirini aldı. Zihnen de kendine bağlamak istiyordu. Gençliğin ulusal bilinci kısa sürede tehlikeyi sezdi ve alarm verdi.

Ayrıca gençlerimizin acelesi vardı, bir an önce süper devlet olmak istiyorlardı. Bu düşünce muhteşemdir ve çok saygıdeğerdir. Çok romantiktiler ve ezildiler.

Vebali Nato’ya yükleyip biz masumuz demiyorum. Pis işleri biz bize yaptık.

***

Kaybedenlerin sorusudur: Nerde yanlış yaptık?

Epeyce zamandır Ülkücüler ve Devrimciler bu soruya kendi içlerinde cevap arıyorlar. Arada birbirleriyle de konuşuyorlar. Zaten fazla kalmadılar.

Bir Devrimci Ülkücüye: “Deniz Gezmiş’in haksız yere idamını engellemediğiniz gün yanlış yaptınız ve kaybettiniz. Deniz’le Türk gençliğinin ukdesinin imha edilmesini sevinçle izlediniz” demişti. Beni şaşırtan ise ihtiyar ülkücünün sözü uzatmadan “Haklısın” demesi oldu. Toplumsal vicdan bu haksızlığı affetmedi, milli reflekstir; yüzbinlerce insan çocuklarına Deniz adını koydu.

Ülkücü Devrimciye dönerek, “Orak-çekici kullanmayacaktınız. O bizim için Rus idi ve Rusya tarihi Türkü imha etmenin tarihidir. Yaptığınız boğaya kırmızı göstermekti” Dedi. O da “Haklısın” dedi. Bu temiz ruhlu gençliğin rehberlik yapan akil adamları ve baba gibi düşünen devletinin olmadığı o kadar belli ki… Muhabbet birbirine kırgın iki eski dostun olgunluğunda sürdü gitti. Geçmişi değil geleceği konuştular.

“Nerde yanlış yaptık?” sorusu aslında pes edip defteri kapatma sorusu değil, “Nerde kalmıştık?” sorusudur. Kaldığı yerdeki ruhla ama daha akıllı olarak!

Soğuk Savaş dönemiyle ilgili Batıda çok sayıda yayın yapıldı. Türkiye’de ise birkaç tane… Gerçekten sadece birkaç tane! Manik depresif olduk. Manik halimizde slogan atmaktan, depresif anımızda ise acılarımıza ağlamaktan fırsat bulup yazamıyoruz!

Gençliğini ve üstelik en kaliteli olanlarını imha etmede dünya birincisi olacak bir ülkeyiz! Utanç vericidir.

Kara-gri propagandistler beslemişiz. Şunu buna, onu ötekine kışkırtmışlar. Aclan Sayılgan diye biri var, önce solcu oluyor. 1952’de solun biçilmesini sağlıyor. Sonra sağa taşınıyor. “kızıl histerisi”ni köpürtüyor! Yazık devrimcilere, hak etmedikleri iftiralara maruz kalmışlar. Yazık ülkücülere iftiraları gerçek sanmışlar. Baştan çöpe atılması gereken zırvalarda mantık aramışız!

Andımız

Sanayi Devrimi’nin harika sonuçları olmuştur ama püsküllü belalara da yol açmıştır. İmparatorluk ve ümmetçilik ideolojisi çökmüş, kavimcilik (milliyetçilik değil!) ve mezhepçilik gibi kendinden olmayanları dışlamak hatta esir sayma adaletsizliği had safhaya çıkmıştır. Bu ayrımcılıklar milyonlarca insanın öldürülmesine sebep olmuştur… İnsanoğlu kavimcilik hastalığını Milliyetçilik ile, din ve mezhepçiliği ise Laiklik ile aştı. Bunlar 19. yüzyılda karara bağlandı ve hümanizm üzerinden demokrasiye ulaşıldı.

Türk aydını 19. yüzyılda bunları konuştu. Cumhuriyet ise bu yeni model üzerine kuruldu: Ulus-devlet ve laik devlet! (Bu etnik ya da dini özellikleri silmek değil, sosyal alanı bunlara göre belirlememek demektir. Devlet vatandaşlarının etnik ve dini özelliklerine bakmaz sadece insan olarak ele alır. Herkes kendi kültürünü kendisi yaşar.)

Cumhuriyeti Türkmenler (Oğuzlar) kurdu. Diğer etnik yapılar da buna katıldı, zorla olmadı, düzen herkese lazımdı. Devlet, Oğuziye değil Türkiye olarak kuruldu. Oğuzistan da olabilirdi, olmadı, zira Osmanoğulları hanedanı zamanında bile dünya buraya Türkiye diyordu. Türkiye vatandaşlarına Türk denilir, Oğuz değil! Anayasada öyle yazılı ve bütün yasalarda da öyle. “Türküm” diyenler Türkiye devletinin üyesi olduklarını söylemiş olurlar, etnik kökenlerini değiştirdiklerini değil! Kaldı ki Oğuzların kapısını çalıp “bundan sonra Oğuz olmak istiyorum” derseniz sizi kovalarlar! Yani asimilasyon sadece safsatadır.

Türkiye’de anayasal anlamdaki “Türk” kavramına itirazı olanlar çok ağır konuşmakta ve büyük bir isyan içine girmektedirler. Üzüntü ve tedirginlik içindeyiz. Zira bunu yapanlar 16. yüzyılda kalmış arkaik bir düşünce peşinde kavimcilik ve mezhepçilik çalışmaları içindedirler. Başka açıdan ise ırkçılığı asıl yapanların kendi marifetlerini saklamak için mazlumu suçlaması şeklinde anlaşılıyor! Hangisi olursa olsun, bu yaklaşım ülkeleri böler ve yıkar. Bunu bilmiyor olamazlar! Zihnen 21. yüzyıla gelmelerini ve Türkiye düşmanlığı yapmaktan vazgeçmelerini bekliyoruz.

Öğrenci andının kaldırılması çok yaralayıcıydı. Ant, 1930 model olsa bile, ayrılık değil birlik öneriyor ve hümaniter anlamda demokratlığın turnusolu işlevini görüyor. Anda karşıysanız ırkçılık ve mezhepçiliğe karşı değilsiniz demektir.

Solak

Bir tarafın ağzını, dilini bağlayıp susturup, kendini anlatma fırsatı vermemek tek kale maç yapmaya benzer, zevk alamazsınız. Yıllardır söylenen yalan artık ezber oldu. Ezber bozayım. 60’lı ve 70’li yıllarda solcular milli, sağcılar gayri milli görünümde idiler. Sinemaya bakın görürsünüz. Sağcı demek Amerikancı, ortaçağcı, fötr şapkalı hacı esnaf idi ya da komando. Solcu ise yerli, halkçı, milliyetçi, entelektüeldi. Sağcılar kendilerine “milliyeççi” diyorlardı ama bunu kimse ciddiye almıyordu. Sadece Natocu görünüyorlardı. O eski solcular mankurtlaştırıldı ya da pek kalmadı, arada bir görüyorum!

Bizim kuşak Türk Dünyasından Cengiz Aytmatov’u, Olcas Süleyman’ı, Cengiz Dağcı’yı ve daha nicelerini solcu yazarlardan ve sol yayınevlerinden daha 1960’larda öğrendi.


Vefatının yıldönümünde ömrünü İngiltere’de geçirmek zorunda kalan Kırımlı büyük yazar Cengiz Dağcı’yı sevgiyle anıyorum. “O Topraklar Bizimdi” adlı kitabını lisede okuma çılgınlığım sırasında okumuştum. Halk kütüphanesinden ödünç almıştım.

Kitaplığımda olmayan kitapların içeriğini unutuyorum. Okuduğunuz kitaplar kitaplığınıza geri dönsün! “Okudum” diye başkasına hediye etmeyin.

İt sürüsü

Sabah yürüyüşü için çıktığımda bölgecilik yapan iki it grubunun ortasında kaldım. Şucular ve bucular diye ayrılmış, hırlaşıyorlardı. “Buralar asıl benimdir layn” diyemedim tabii. Eve döndüm.

Medeni memleketlerde sokak hayvanatı olmaz çünkü kimse hayvanını sokağa atmaz. Tarım toplumundan geliyoruz. Köylülüğü (Arabi söyleyeyim anlaşılsın, bedeviliği) makbul sayan bir ayak takımı kültürü şehre hakim oldu. Şehirlileşemiyor (medenileşemiyor) bazıları. Köyde de öyle değildi ki… Hayvanını sokağa atma ahlaksızlığı, başkalarının canını tehlikeye sokma terbiyesizliği aldı başını gitti.

Bu iklimde hayvan hakları yoktur. Çünkü hayvanlar hukukumuza göre can değil, sadece maldır. Bir üründür. Koyunu, keçisi, iti, pisiği… Mal olduğu için onu ne yapacağına sahibi karar verir. Alınıp satılmayan itinden pisiğinden de sahibi sorumludur.

İt sadece köylerde olurdu, bekçilik yapardı. Kapının önünde bağlı durur ya da sürüyle giderdi. Pisik de bekçiydi, evde fare avlar onunla geçinirdi. Şehirde ise bekçiler insandan oluyordu. Evde it beslemek de yoktu. Dolayısıyla şehirde sahipsiz it olmazdı.

Eskiden hayvanlara karşı sorumluluğumuz vardı. Hayvanlar kaderine terk edilemezdi. Ekonomik değeri olmayan ama kullanılan it, pisik gibi hayvanlar köylerde de kontrollü biçimde üretilirdi. Kancık (dişi it) saklamak makbul sayılmazdı. Eniklediğinde birçok it birden peydahlanırdı ve onlara sahip bulmak ya da kendi bakmak zorundaydı. Bir batında üçten fazla enikleyen kancığa iyi gözle bakılmazdı. Her köye bir kancık yeterli oluyordu. Eğer köyün it ihtiyacı yoksa kancık tam da kızıştığı (döl tutacağı) günlerde bağlanır ve çiftleşmesi engellenirdi. Şimdi bu adaba uyan yok anlaşılan. Belediyelerden bu kadar çok itin nereden geldiğini sorunca “köyden getirip bırakıyorlar” diye cevap veriyorlar. Demek ki bununla yasacıların ilgilenmesi lazım. Herkes kendi itine sahip çıkmalı.

Belediyeler de bir alem. Yahu “şu sahipsiz hayvanları kısırlaştır ve ölünceye kadar besle” diyoruz o öldürüyor. Kısırlaştırdığı da yok. Bizim mahallede daha bu bahar birkaç tane kancık enikledi. Eniklerin hepsi şimdi aslan kesilmiş, mahallede kral kesilmişler.

Millî mutabakat meselesi: Sinerji…

Yılda yaklaşık 10 binin üstünde yurttaşımız trafik kazalarında, 1500-2000 kişi iş kazalarında (!) ölüyor. İnsanlar bunun için sokağa çıkmıyor. Keşke çıksak ama çıkmayışımızın sebebi başkadır, girmiyorum.

Bir kişi polis kurşunuyla öldürülünce niye onbinler sokağa çıkıyor? Cevabı şu, o bir kişi gibi düşünen, onunla aynı değerleri paylaşan, evlerinde oturan, işinde gücünde olan milyonlarca insan vardır. Hırsızdan katilden söz etmiyoruz. O bir kişi değil, onun temsil ettiği değerleri savunan evindeki masum insanlara kurşun sıkılmıştır. Bu affedilmez.

Milletleri bir arada tutan MİLLÎ MUTABAKATLARdır. Bir sözleşmedir, anayasadır dahası ADALETtir. 

Sosyal olaylar durduk yerde ortaya çıkmaz. Hangimiz durduk yerde gidip gazlanmak, coplanmak, hakarete uğramak, işkence görmek, şerefimizin iki paralık edilmesini isteriz? Eğer bunu göze almışsak ciddi bir sorunumuz vardır ve kaybedecek bir şeyimiz kalmamıştır. Bu sebep büyük ölçüde adaletsizliktir. 

Tuzu kuru olanlar ya da haberleri masal kanalından izleyenler “ne oldu ki” demesin, hakarettir. 

Eğer siz komşunuzun çocuğu gibi çalışıp çabalamış üniversiteler bitirmişseniz ve hakim, savcı, kaymakam, emniyet müdürü, milli eğitim müdürü, vali olamıyorsanız, hatta devlet memuru olmada ötekilere göre daha büyük zorluklar yaşıyorsanız, ticaret yapıyorsanız ve ihalelere giremiyorsanız, çocuklarınız özel sektörde iş ararken bile iman barometresi suallerinden geçiriliyor ve sizin inancınız ötekisinin barometresinde iyi puan toplamadığı için işe alınmıyorsanız, açsanız, gelecekte umut da göremiyorsanız birileri milli mutabakatı bozmuştur. Milli mutabakatın bozulması milli birliğin bozulmasına yol açar. Sinerji masalınıza da kimse inanmaz.

Aç yaşanır ama adaletsiz yaşanmaz!

X’in babası

Bilim kültürü olmayanlar Ömer Hayyam’ı şarapçı olarak bilir. Evet ama o aynı zamanda yaman bir matematikçiydi. 11. Yüzyıl’da Semerkant’da cebir üzerine çalışırken, denklemde bilinmeyen sayılara Arapça “şey” diyordu. Bu sözcük Endülüs’deki İspanyolca yapıtlarda “Xey” olarak yazıldığından, zamanla X biçiminde kısaldı ve bilinmeyeni göstermekte kullanılan evrensel X harfine dönüştü… Ya!.. (Malumatı kaptığım, Hatice Şirin hocama teşekkür ile.)

Nicel eğitim

Osmanlı 1800’lerden itibaren bitmeyen savaştaydı. Savaşlar 1923’te bitti. Emperyalizm her yerden çullandı. Resmen perişan idik. Sadece çocuklarımızı değil, kazanabildiğimiz bütün parayı savaş yuttu. Osmanlı’nın küçük kopyası cumhuriyeti kurduğumuzda birçok şehrin şehirler arasında şose yolu bile yoktu. Bazı illerde birkaç ilkokul ve bir ortaokul vardı. Sanayi yok. Fabrika yok. Eğitilmiş, okur yazar nüfus % 7’nin altında (Kadınlarda binde 3). Devlete memur olacak bırakın ilkokul mezununu, okur yazar arıyor ama bulamıyorduk. Savaşta kaybetmiştik. Bugün üniversite mezunlarına iş veremiyoruz. İyiyiz iyi.

Fanatik

Okullarda minder üzerinde, rahle karşısında diz çökerek eğitim yapıyorduk. Sıra icad edilmişti ve okullara sıra gönderdi Osmanlı maarifi. Öğrencilerin sıralarda oturduğu okulları yaktılar, bidattir diye. Cumhuriyet yakmak isteyenlerin kulağını çekti. Onun için düşmandırlar. Tarlasının yanında su akarken tarla kuraklıktan kavrulurken “günahtır” diye tarlasını sulamamayı Müslümanlık sanıyorlardı. Müslümanlığın doğrusunu öğrettik, yobazlar aklı savunanları gavur bellediler. Cami minarelerine yıldırım düşüyor ve yıkıyordu. Yıldırımsavar taktık, “Allah’ın evini siz niye koruyorsunuz” diye kıyamet kopardılar. Minarelere hoparlör taktık, günah dediler. Diş dolgusuna karşı çıktılar, gusül abdesti tamamlanmaz diye, yıllarca millet çürük dişiyle yaşadı. Takiyüddin uzay gözlemevi yapmıştı, “meleklere alttan bakmak günahtır” diye topa tutup yıktırdılar. Bu kafayı işten el çektirince “din elden gitti” diye yıllarca yeraltı muhalefeti yaptılar.

Karnından konuşmak

Demokrasi sıkıntısı olan ve bilim kültürü yoksulu toplumlarda insanlar, niyet ve dileklerini açıkça söylemek yerine ima yoluyla, sözü evirip çevirerek söylerler. İnsanlar, zekasını soruna değil, düşüncesini nasıl ima edeceğine telef eder. Herkes karnından konuşmaya başlar. İletişim ve anlamlandırmak zorlaşır. İletişim kazaları ortaya çıkar. “Öyle dedin, yok demedim…” Koca koca adamlar işlerini bırakıp “aslında ne dediklerini” konuşmaya başlarlar. Cıvık vıcık muhabbetler… Bu arada sorun unutulur.

Suriyeli Suriyeliler

Suriyeli misafirlerimiz bize yük olduklarını düşünerek hiç değilse daha az çocuk yapıp mahcubiyetlerini gidermek yerine, uygun kuluçka ortamı bulduklarını düşünerek bebek yapmada tempoyu artırmış görünüyorlar. Alnımızdaki “enayi” yazısını çok uzaktan okuyor olmalıdırlar. Suriyeli istismarcı besleme komşularımız artık evlerine gönderilmelidirler. Türkiye sıkıntılı bir ekonomik süreçten geçerken bu tedbir bir miktar rahatlama sağlayabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir