Kargalar ve Bülbüller
Bilgeler uyarmış: “Kargaların çok olduğu yerde bülbüller susar.” Bilindiği gibi ikisi de kuştur, ikisi de öterek ses çıkarır. Seslerinin kendi kulaklarına nasıl geldiği bilinmez ama biz insanlar karga seslerini kaba, çirkin, ritmsiz, melodisiz bir kakafoni olarak algılarız. Bülbülün sesi ise güzeldir ve onu dinlerken ses bizi güzeltir, mest oluruz. Doğada gözlemlenen bir durum da kargalar ötmeye başladığında bülbüllerin gerçekten sustuğudur. Sesinin o çirkin sese karışmamasını ister gibidir. Kulaklarını da tıkıyor olabilir mi, bilinmiyor.
***
Halk bilgeliğinin kısa ve öz olarak yaptığı bu saptama sosyolojik olarak da doğrulanmıştır. Kendini yontmayıp, ilkel haliyle yontulmuşları yontmaya cüret edenler yüzünden dünya çirkinleşiyor. Ne demektir bu? Eğitimsiz, yontulmamış, kaba saba, cahil kişiler, eğitilerek incelmiş, kendin yontarak geliştirmiş, nazik ve anlayışlı davranışlar sergileyen; bilim, sanat ve felsefeyle ilgilenen insanları eziyor!
Cahil ve kaba olan diğerini aşağılar, küçümser, ağzındaki lokmayı bile söker alır ve çirkin kahkahalarla yutar. Gelişmiş ve daha eğitimli olan insan cahil ve kaba birisinin karşısında tutunamaz. Eğitimli ince kişinin, eğitimsiz kaba kişi karşısında neredeyse hiç şansı yoktur. Kaba cahilin bildiği tek mücadele yolu vardır; kaba saldırganlık. Sizi oraya gelmeye zorlar. Eğitimli kişi o düşük düzeye inmek istemez ve çekilir. Depresyon ilacı kullanan on milyonlarca insanı düşünün! Kargalar karşısında susan bülbüllerdir onlar!
***
Eğitimli derken?
Diplomanın insanı eğitip geliştirmesi beklenir ama bunun güvencesi yoktur. Etnopedagojinin etkisi, etnopsikoloji de insanı belli bir kültür kalıbına göre eğitir ve bu eğitim okuldakinden daha etkilidir. “Otu çek köküne bak.” derken buna işaret edilir.
Peki, gelişmiş insanın kaderi ezilmek ve kaybetmek midir? Toplum ve biz böyle olmasını mı istiyoruz? Uygar insanlar, kaba cahillerin gelişmiş insana hoyrat davranıp ezmemesi için hukuk ve ahlak kurallarını geliştirmiştir ve onları uygulayarak, ilkel ve kaba insanları kontrol altında tutarak gelişkin insanın daha da gelişmesinin önünü açar. Hukuk kurumuna sadece diplomalı değil, kılı bile kırk yaracak nitelikte eğitilmiş insanları tayin eder.
Kolluk kuvvetleri, kaba güç kullananlara karşı kaba güç kullanarak insani yollardan ilerleyenleri korur. Kolluk kuvvetini kullananların da ahlak ve hukuk bilmesi koşuluyla!
Ahlak ve görgü kuralları cahil ve arif ayrımı yapar, arifi yükseltirken cahili yerin dibine sokar.
***
“Cehalet fazilettir” diyor, eğitimli kişileri entel-dantel -monşer diye aşağılıyorsanız, üst düzeyde eğitilmiş insanlar süründürülüyor ve siz de bunu destekliyorsanız, değerler sisteminiz ters dönmüştür. Bilinmelidir ki, bülbüllere ihtiyaç vardır ve onları devlet gücüyle koruyabilirsiniz.
Eğitip geliştirdiği insanlarını çakallardan koruyamayan kişi ve toplumlar kendini lanetlemişlerdir.
Lozan Üzerinden İhanet Tertiplemek
“Lozan’ın gizli maddeleri” iftirasını bu kadar dillendirip, el altından dünyayı buna ikna edenler, Türkiye’ye karşı bir kumpas kuruyor olabilir mi? İçeride ve dışarıda buna inandırılmış milyonlarca ahmak var! Birileri Türkiye’yi perişan edip, Lozan’da zaten böyle yazılmıştı, diyebilir mi? Toplumun direncini kırmakla sonuçlanıp, teslimiyete itecek böyle bir psikolojik operasyonun arkasında hangi güçler olabilir? “Ölüleri bile diriltin ve 2023 seçiminde …. oy verin yoksa Türkiye mahvolacak.” Diyenlerin motivasyonu nasıl bir motivasyondur? Bu yalan ta Bişkek’e, Semerkant’a kadar kimlerce, neden yayıldı?
İşitmemiş olamazlar. Bu soruların cevapları devletimizin en üst makamlarınca halka açıklanmalıdır. Bu bir milli güvenlik sorunudur ve bu operasyonu yapanların maskesi düşürülmelidir.
Livaneli Nereye Koşuyor?
Henüz yayınlanmadan bir süredir medyada tanıtımı yapılan Zülfü Livaneli’nin son romanını yurtdışına çıkarken gümrükten aldım. Uçakta, trende okuyarak bitirdim. Livaneli’nin okuduğum ilk kitabıydı. Onu daha çok müzisyen olarak bilirim. Bazı insanların sanatın birçok dalında yapıt ürettiğini gözlüyorum. Livaneli onlardan biri. Müzik yorumculuğu, bestecilik, şairlik, romancılık… Anlatımı çok iyi. Öyle dallı budaklı cümleleri yok. Okuduktan sonra, yazar bu cümlesinde ne diyor diye bazı satırları hatta paragrafları yeniden okumaya gerek bırakmıyor. Dili de çok iyi. Roman tekniğinden pek anlamam ama içeriğini değerlendirebilirim: Beni hayal kırıklığına uğrattı.
Nesnellik Hastalığı
Tartışmalı bir konuda inandırıcılığı artırmanın yollarından biri nesnel olmak ya da öyle görünmektir. Tarafsızlık, her iki tarafı da görmek, hissetmektir. Objektif olmak nesnel kalmak kısaca nesneye odaklanmakla olanaklıdır.
Amma, ademoğlunun duygu ve değerler de vardır. Kötü kötüdür. Zalim, kötü, ezik, bir ülkenin en değerli kaynağı olan aydınlarını imha etmiş, kompleksli bir garibi, bütün bu niteliklerinden yalıtarak sırf nesnel olmak adına, şunlar bunlar da “Yazar ne objektif demoskratos imiş, ah canısı…” dedirtmeye gerek var mı? Kötü birisini hafifletici nedenler üreterek şirin göstermek değerler sistemimizi erozyona uğratmaz mı?
Ama bir sor niye öyle yaptı?
Niyeyse niye. Sorunda milletin iyiliği için verilen yetkileri, aydınların aklını almak, beynine kilit vurmak için kullanan birisi işte. Hafifletici nedenler bu kadar yüksek görevliler için kullanılamaz. Çünkü davranışlarının etkileri bir kişiyi değil, bir ülkeyi, milleti, hatta insanlığı etkiliyor! Kedisi bile varmış, çatalla yemek yermiş! Bu kadar ayrıntıya giren yazar, öldürülen sürgün edilen, hayatları karartılan, aileleri dağıtılan, sayısı bilinmeyen insan facialarına neden dokunmamış?
Antidemokratik yöneticiler halka zulmetmez; aydınlara zulmeder. Aydın, milletin aklıdır, vicdanıdır, yolunu ışıtandır. Diktatörler aydınların gırtlağına basarak halkı kör, sağır ve bilinçsiz bırakır. Başka bir şey yapmasına da gerek yoktur!
Oh may gat!
Sultan hayvansız da yaşayamıyormuş. Kedisi bile varmış, ya konuşan papağanı? Yazar, roman kahramanını sevimli tonton bir bilge gibi göstermek için kırk takla atıyor. Olayı onun gözünden anlatıyor. Burada ince bir husus var: Okuyucu okurken ya da bir filmi izlerken başkahramanın yayında yer alır. Onunla empati kurar. O kadar ki başkişi bir katil olsa, en vicdanlı okuyucu bile “Öldürmek zorundaydı.” diyebilir. Midhat Paşa’yı öldürtmüşse ne olmuş, Batıcıymış zaten! Hafifletici neden üretip duruyor! Kitap bittiğinde Abdülhamit aklanıyor, hatta o iktidarda olsa toprak kayıpları olmazdı diyecek oluyoruz! İnsaf, Zülfü kardeş, o dönemin sağlı sollu, liberal, teokrat bütün aklı başındaki adamları Abdülhamit’ten nefret ediyor. Vatansız bırakılmış ya da köpekleşmeye zorlanmışlar. Hepsi mi geri zekalıydı, hepsi mi ajandı, hepsi mi satılmıştı?
Sofie’nin Dünyası Etkisi
Livaneli’nin kitabını okurken aklıma Sofie’nin Dünyası (J. Gardeer) adlı kitap geldi. Roman kurgusunda yazılmış bir felsefe tarihi kitabıydı. Onu okuyan bazılarında cemaate katılma eğilimi gözleniyordu. Felsefeden hortlak görmüş gibi kaçan bazı teokratlar, Sofie’nin Dünyası’nı tilmizlerine okutturuyordu. Bunu gören Batı tarikatı ise göğe bakıyordu; başlarına taş yağacak mı diye… Livaneli de Abdülhamit’i sevdirmek için bir sürü hafifletici neden yerleştiriyor zihinlere.
Türkiye’de artık medya tarafından imal edilmiş bir Abdülhamit Partisi var. Bu partinin sempatizanları kitaptan nasıl etkilenecektir? Onların Livaneli’yi, özellikle de bu kitabını okuyacaklarını sanmıyorum. Okusalar bile Livaneli’yi karşı tarafın sözcüsü olarak okuyacak, filtrelerden geçirecek, hoşlarına gitmeyecek durumları yazarın taraflı olmasıyla açıklayacaktır. Oysa Livaneli’yi asıl demokratlar okuyacak ve onların Abdülhamit’te somutlaştırılan Ortadoğuculuğa karşı direnişleri kırılacak, en azından gevşeyecektir.
Özetle
Uygar Türkiye’nin Osmanlı ve Abdülhamit sorunu yoktur. Tarihimizin parçasıdır ve geçmişte kalmıştır; geleceğe bakmalı, ileriyi görmeli ve geleceği konuşmalıyız. Abdülhamit, her şeye rağmen modernisttir, gerisi genel toplumu ilgilendirmeyen ayrıntılardır.
Kitabın sonunda yararlandığı kaynaklar listesi vermiş. Lüzumsuz. Hepsini Mısıroğlu söylemişti. Zülfü’yü bırakın Mısıroğlu’nu okuyun. Hiç değilse filtreleriniz olur, meri kekliğe yakalanmazsınız.
Dede Korkut
Bugünlerde Dede Korkut’layım. Etnoandragoji eyliyoruz.
***
Günbed’de bulunan Dede Korkut öyküsünde Kazan ejderhayı öldürür. Onun derisinden elbise yaptırır ve eve dönmektedir. Padişaha haber gitmiştir bile: Kazan ejderha olmuş, geliyor!
Dede Korkut, ara sözünü söyler. Büyük bir saptama yapmış:
“Oğuz ile Türk öyle temiz kalpli ve saftır ki ‘İnsan nasıl ejderha olur?’ demezler!”
“Temiz kalpli”, “saf” sözünün yerine salak, sersem, beç (beçnak), biidrak da diyebilirdi. Dememiş, anlamayı ariflere bırakmış. Bilge adam tabii…
Bir de Oğuz ve Türk ayrımı nedir?
Kutlama için İç Oğuz’u ve Dış Oğuz’u çağırıyorlar. Türk’ü çağıran yok!
Propaganda
“Her şeye zam geldi, maaşlara gelmedi. İnsanlar aç. Soğan bile alamıyorlar.” diye haber yapıp, birkaç örnek kişi ve olgu sununca, izleyici insanlar bundan nasıl etkilenir?
Haberdeki kişilerle kendini karşılaştırır ve (yoksul olsa bile) “Çok şükür ben daha dün soğan aldım. Az ama alabiliyorum, ben iyiyim, benden daha kötü durumda olanlar var, benim için sorun yok… O da kim bilir nasıl bir savurgandır.” diye düşünebilir.
İnsanlar yokluk karşısında isyan etmezler. Ataları ne yoksulluklar görmüştür! Kişi, o koşulları aklında normalleştirir… Etrafta kasap göremiyorum. İnsanlar et yemeyi menülerinden çıkardı ve bunun eksikliğini görmüyorlar!
İnsanları yokluk değil haksızlık ve adaletsizlik rahatsız eder. Birilerine var iken ona yoksa! Çalıp çırpıp zengin oluyorlarsa, dini, etnik ayrımcılıklar varsa, başka ülkelerden göçmen gelip burada tepene çıkıp, masonlaşıyor, oligarşileşiyorsa… İnsanın vicdanı ve adalet anlayışı bunları affetmez.
Ve son olarak, toplumun bir kesimi mağdursa, yani kişi yalnız değilse, kendisi gibi olanlar varsa da yüksek sesle itiraz edebilir. Eğer muhalefet partisi “sakın ses çıkarma, seçimleri iptal ederler” diye halkı sindirmiyorsa
“Otu Çek Köküne Bak!”
Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin ölüm kalım savaşıydı. Canını dişine takıp emperyalizme karşı savaştı ve Türkiye’yi kurdu.
Normal olan bu kutlanası günü bütün yurttaşların sevinçle kutlaması, en azından saygılı olmasıdır.
Yok sayanları ve dahası ileri geri saygısızca konuşanları görüyor ve sineye çekiyoruz. Kimdir bunlar?
Saygısızlık katlanılacak, sineye çekilecek bir şey midir? Saygısızlığa katlanmak şerefi zedelemez mi?
Bu ülkeye ve rejimine bunca saygısızlık ancak gizlenmeye çalışılan bir Türk düşmanlığının yansıması olabilir.
**
Coğrafya Eğitimi ve Etnoloji
Coğrafya eğitimini ülkedeki dağları, ovaları, nehir ve dereleri, hangi ot ve sebzelerin, hangi hayvanatın nerelerde yetişip üretildiğini öğretme işi olarak anlıyoruz. Hangi bölgede hangi insanların/kavimlerin yaşadığı önemli değil! İnsanın hıyar ya da keçi türü kadar önemi yok mudur?
Bu cahil bırakmanın sonucunda insanlar kendi ülkesinin insan sermeyesini ve yurttaşlarının özelliklerini tanımıyor.
Sıradan “eğitimli” bir “Türk’e” sorarsanız, Doğu ve Güneydoğuda tamamen Kürtlerin yaşadığını söyler. Daha eğitimlilere göre Ankara’nın doğusu Kürdistan’dır. Daha dünkü Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevi bakiyesinin nereye gittiğini akıl edip sormaz bile.
Bazı eğitimlilere göre de Karadeniz bölgesinde Lazlar yaşar, ha bir de Rumlar. Pontusçudur onlar da zaten! Pusuya yatmışlar, tehlikelidirler!
Karadeniz bölgesinde yaşayan Laz ve Rum yurttaşlarımızın hepsini toplasanız muhtemelen 500 bin sayısına ulaşamazsınız. Karadeniz’de Çepni’sinden Kıpçağına varıncaya kadar çok sayıda kavm-i Türk yaşar. Ve nedense unutulan, başka bir kavim daha yaşar: Batum’dan kendigelen, kendisini “Gürcü” diye tanımlayan yurttaşlarımız Laz ve Rumlarımızdan daha çokturlar. İçlerinden çıkardıkları değerli evlatları ülkemize hizmet ediyor. F. sonrası dönemde devletimizin en çok güvendiği toplum oldular. Sayın Prof. Ali Erbaş’tan Prof. Hayrettin Karaman’a, Sayın Prof. Erhan Afyoncu’dan… Hangi birini sayayım. Bu şahsiyetler Karadenizlidir ama Laz ya da Rum değildir.
Yurttaşlardan neyi, niye saklıyoruz? Saklıyor muyuz, öngörüsüzlüğümüz mü?
Gerçekleri herkes bilsin. Hepsi farklı kökenden, farklı inançtan olabilirler ve üstelik yasalara uygun yaşayan, yurttaşlık görevlerini eksiksiz yapan her kavimden herkes saygıdeğer yurttaşlarımızdır. Herkes kendi kavmini sever, saklamasına, gizlemesine, gizlenmesine gerek yoktur. Uygar bir toplumuz, bunları normal karşılarız ya da öğreniriz.
Coğrafyanın insani temeli de vardır ve önceliklidir. Onu ihmal etmek hiç de iyi değildir. Yurttaşımıza haksızlıktır, saygısızlıktır. Tanışalım bilişelim.
Marmara, Türkiye karması sanırım.
Ege’de kim yaşar? Egeliler öne çıksın, tanıtın kendiniz bakalım…
Memlekette bırakın coğrafyayı, Etnoloji biliminde bile kavimlerden söz edilmiyor. Filanca kavim düğününü böyle yapar deyince ne oluyormuş?
Eğitim politikasını yeniden düşünmek gerek.
Korkan göze çöp düşer!
Ceditçilik
Haydi kuşkuculuğu bırakıp, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının cahilliklerinden ve bilmeden Türkiye’nin geleceğine ihanet ettiklerini düşünelim. Osmanlı Devleti’nin kendisinin bile 19. yüzyıl boyunca kendisinden kurtulmak için ıslahat yapmaya çalıştığını öğrenmediklerini varsayalım! Halkın farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edenlerin bunu bilmeden yaptıklarını düşünelim.
(Not 1- Nedense bir de “bize öğretilmedi” diyenler var! Oysa okuma yazmayı öğretmiştik!)
(Not 2- Osmanlı her şeyiyle bizimdir. Hiçbir diyaspora unsuruna bırakmayız!)
Cumhuriyet’in Osmanlı’dan neden ve nasıl fark yarattığını Ceditçiliği bilmeyen anlayamaz, açıklayamaz. Ne Cumhuriyetçiler ne de demokrasi düşmanları. İpucu:
***
Doğu gerilemiş ve 16. yüzyıldan itibaren çöküşe geçmişti. Ülkeleri geliştirenin aklın kullanımı; bilim ve teknoloji üretiminde ileri gitmek olduğu gibi, çöküş de bilimsizlikten kaynaklanır. Sonuçta, 19. yüzyılda dibe vurmuştuk. Neredeyse her yerde katliamlara uğradık.
Bir aydınlanma hareketi gerekiyordu.
Osmanlı Devleti’ndeki aydınların önerileri ve devlet bürokrasisinin icraatıyla Batı taklidi ıslahatlar yapılıyordu! Bugünkülerin ecdadı o zaman da Osmanlı’ya mırın kırın ediyordu. Sonra, Kırımlı İsmail Gaspıralı sahneye çıkar. Batıyı taklit etmek değil, sadece ulus devlet ve rasyonel bir bilim toplumu olmak gerektiğini…
Gaspıralı İsmail kendinden önce başlayan Ceditçilik (yenilikçilik, ilericilik) hareketini Doğu’ya yaydı. Küflü Kadimciliği muhatap bile almadı. İslam Dünyası ceditçiliği anlayamayacak kadar karanlıktaydı ama Türk Dünyası büyük ölçüde uyandı. Cumhuriyet bu ceditçiliğin üzerine inşa edildi.
***
Türkiye’de ceditçiliğin edebiyatını sağ Kemalist Ülkücüler, icraatini ise sol Kemalist Devrimciler yapmış gibi görünüyor. Ancak şu genelleme daha doğrudur:
Ceditçiliğin Türkiye’deki adı Atatürkçülüktür. “Hangi Atatürkçülük” diye sormazsınız sanırım.
Pan-Arabizmin saldırdığı ve cahil numarası yapanların anlamazlıktan geldiği olgu Türk Ceditçiliğidir.
Ey demoskratoslar, peki, siz Ceditçiliği biliyor musunuz?
Siyasallaşmış toplumlarda insanlar cehalet pazarlamasın ya da hainler cahil numarası yapmasın diye siyasi düşünce tarihi öğretmek vacip değil, farzdır.
Amir Temür
Timur için “Emir Temur” deniliyor. Birçok hükümdarı cebinden çıkaracak kadar büyük bir hükümdar olmasına karşın ona “Emir” unvanı yakıştırılmış çünkü “han soyu”ndan gelmiyor! Demek ki Türkler öyle “Ben padişahınızım!” diyen her külhaniye eyvallah etmiyor. Tarağay’ın oğluna bile…
Harita, Emir Temur müzesinden. Emir Demir’in ordusuyla tur attığı yerleri gösteriyor. Osmanlı’ya da misafirliğe gelmiş. Yıldırım Bayezit ile sohbet etmişler, 1402 Ankara meydanında. Her ikisi de muhteşem mareşaller ama belli ki Timur daha yaman!
Bu anekdotu unutmuştum, sevgili hocam Rasim Bakırcıoğlu anımsattı: Yıldırım’ın bir gözü görmezmiş, Timur’un da ayağı topal. Yıldırım’a takılmış: “Dünya bir kör ile bir topal’a kalmış” diye. Kör de gider ve topal kalır.
Yıldırım’ın ölümü (ya da intiharı) Timur’u çok üzer. Gelmişken Bursa’ya kadar ziyaret eder. O arada ordusunun bir kısmını göndererek İzmir’i alır ve Osmanlı’ya hediye eder. “Özbekistan’dan sevgilerle.” İzmirliler biliyor mu bunu?
Haydi güzel İzmir, kutlayın bu fethi, düşman çatlatın
Taşkent Üniversitesinden birkaç hoca ile bir akşam sohbetinde konu açıldı. Ben biraz özeleştiri yaptım. Mektuplaşmalarını okumuştum. Yıldırım çok kaba, nezaketsiz ve saygısız bir üslupla yazmıştı. Timur ona diplomatik üslupla efendiliğe çağırmasına rağmen bizimki verip veriştiriyor! Bizimkinin olayı tırmandırdığını söylediğimde hiç beklemediğim bir yanıt aldım. Yıldırım’dan gelen mektupların Yıldırım’a ait olmadığını, Napoli dukalığının Yıldırım’ın mektuplarını ele geçirip Timur’a farklı mektuplar gönderdiğinin ortaya çıktığını söyledi! Yıldırım, Avrupa’ya sefer yapacakken, Timur’a dövdürtüyor, fetrete sokuyorlar. Avrupa da böylece kurtuluyor.
Olur mu olur!
İzmir’in Fethi
Yıllardır savunurum. Bir yerin fethedilmesini kutlamaktansa kurtarılışını kutlamak daha saygıdeğerdir diye. Birinde “Buralar bizim değildi, şunu bunu dövüp aldık!”, diyor ve şehre gâvur malı gibi davranıyorsunuz. Diğerinde ise, “Zaten bizimdi, kötü adamlar elimizden almıştı, geri aldık, cicimize kavuştuk! diyorsunuz. İkincisi daha meşru, işlevsel ve saygıdeğerdir.
Gelin görün ki bizdeki diyaspora unsurları nedense sadece fetih kutlamayı seviyor. Sorosgiller ikisini de sevmiyor! Ben ikisini de severim ama yakışanı söylüyorum.
Haydi bir fetih kutlaması önerisi yapayım: İzmir’in Fethi.
Yıl 1402. Özbekistan (o zaman “Timurlular”) Hükümdarı Demir (Timur) kendisine ayıp mektuplar yazan Yıldırım Bayezid’i uyarmak için Osmanlı Devleti’ne ziyaret yapar. Ziyaret amacına ulaştıktan sonra Anadolu’yu gezer. O arada Simirna’yı elinde tutan kafir Cenevizli Rodos Şövalyelerinin hem Osmanlı’ya hem de İzmir’deki Müslümanlara ezgi verdiğini öğrenir. Kendisi tenezzül etmez, torunu Muhammed Sultan Mirza’yı gönderir. Cenevizliler iki hafta uğraştırır. Şaka maka değil, adamların roketleri varmış!
2 Aralık 1402’de savaş başlar, iki hafta sürer. Fetheder, Osmanlı Devleti’ne armağan bırakır: Özbekistan’dan sevgilerle!
Özbek hükümdara “Türk” Vikipedisi neden “Moğol hükümdarı” diyor sahi? O maddeyi hanginiz yazdı bakiim?
**
Bugün İzmir’in kurtarılışı, işgalci emperyalist düşmanın denize döküldüğü, hem de Chp’nin kuruluş yıldönümü. (Elbet bir gün Chp’yi de kurtarırız.)
Size Taşkent’ten kırgın bir Demir fotoğrafı, atının kuyruğunu bağlamış; geliyor! (Fotodaki Ben)
Düşünce Deneyi
Sosyolojik bir düşünce deneyi vardır. Bir ailenin eğitim düzeyi ortalaması sorulur. “Bir ailede iki üniversite mezunu, bir lise ve bir de ilkokul mezunu varsa, bu ailenin eğitim düzeyi ortalaması nedir?” Prof. Dr. Mustafa Aydın hocam sormuştu. (Saygıyla ve özlemle anıyorum.)
“Lise” diyecek oluyorsunuz ama değil. Yanıt şaşırtıcıdır: O ailenin eğitim düzeyi ortalaması “ilkokul”dur!
Neden? Çünkü aile bir iletişim ortamıdır ve anlam paylaşımı yapılır. Konuyu ailedeki herkesin anlaması için en az eğitimli olanın düzeyinde konuşmak, onun anlayabileceği sözcükleri seçmek ve onun da bilebileceği konularda konuşmak gerekir. Bu ise ilkokul mezunu olanın düzeyidir. Lise ve üniversite mezunlarının aldığı eğitim bu ortamda etkisizdir.
Bu saptamayı topluma uyarlayın! Toplumun genel eğitim düzeyine bakarsanız sayıca da ilkokul mezunları çoğunlukta. Bir de cehalet fazilettir anlayışı egemen kılınmışsa sizin eğitimli olmanız geçersizleşiyor!
***
Yıllardır okullarımızda “uluslararası korunma için gelen” ve her eğilimden halkın istemesine rağmen, “gönderilmek istenmeyen” Suriyeli ailelerin çocukları ile bizim çocuklarımız aynı sınıflarda ders alıyor.
Bir öğretmenimize bu konudaki en belirgin sorun nedir diye sordum.
-Suriyeli çocukların Türkçe bilmemeleri ve öğretmenlerin derslerde en çok onlar da anlasın diye onlara yoğunlaşması, dedi.
Bizimkiler kenarda bekliyor olmalıdır! Bu arada onlar belki bir dil öğreniyor ama bizim çocuklar hiçbir şey öğrenemeden bekliyor ya da asgari bir öğretimle yetiniyor!
-Ortaokulda bile hala Türkçe öğrenmediler mi? diye soruyorum.
-Öğrenenler var ama yetersiz. Genellikle de öğrenmek istemiyorlar!
Şaşkınlıkla “Neden?” diye soruyorum.
-Türkçeyi öğrenirlerse asimile olacaklarından korkuyorlarmış diyor!