Bilim insanları, 65 yılda bir, Kurban Bayramı ve yeni yılın aynı güne denk geldiğini tespit etmişler. 2006 yılında da takvimler Kurban Bayramının ve yeni yılın aynı güne geldiğini gösteriyordu.
Özel günlere çok heveslenmem. Ama bu değişik günü evimde, çocuklarımla geçirsem nasıl olurdu bilemiyordum. 2006 yılının son gününde böyle bir değişiklik yaşayacaktım ama rahatsızlığım dolayısıyla bu tarihi hastanede geçirip geçirmeyeceğimi tam kestiremiyordum.
Bulunduğun şehrin dışında tedavi ve ameliyat olmak kolay olmuyor. Ben de telefon trafiklerinden sonra, Ankara Hastanesinde vazifeli bir doktordan randevu alarak akşam saatlerinde özel muayenehanesine gittim.
Salondaki koltuklara oturarak içerdeki hastalarla birlikte doktorun gelmesini beklemeye başladık. Haliyle, muayene olacak hastalar birbirimizin yüzüne bakarken bazılarıyla selamlaşmalarımız oldu.
Benim dikkatimi, üçlü kanepede oturan iki erkek ve kendi yaşımda olduğunu tahmin ettiğim bir kadın çekti. Kıyafetlerinden köylü oldukları belli olan bu üç insan sessiz, solgun ve çok fazla hüzünlüydüler. Dizlerinin üzerindeki ellerini birbirlerine bağlanmış başlarını yere eğip hafiften kaldırıyorlardı.
Onları biraz gözlemledikten sonra merakla birlikte yüz ifadeleri bana da yansıdı. Bakışlarımla yan yana oturan insanları huzursuz etmemek için sağı solu seyrediyormuş gibi yaptıktan sonra ben de gözlerimi yere indirdim. Bu defa da üçünün de ayaklarındaki aynı botlar gözüme takılmaya başladı. Üstten bağlı, altları lastik ve epeyce yıpranmış siyah botların modellerinin, bağlama şekillerinin, renklerinin aynı olduğunu fark ettim.
******
Şimdi hala o uygulama devam ediyor mu bilmiyorum? Bir zamanlar kamu kuruluşunda çalışan işçilere yılda iki defa aynı kıyafetler, gördüğüm botlara bezer botlar verilirdi. Her yıl eskitilemeyenler akrabalara arasında değerlendirilir, bazen yenileri bile kardeşe bacıya hediye edilirdi. Bu düşünceden yola çıkarak birden aklıma her üç insanın birbirlerine yakın akraba olabilecekleri geldi.
Birkaç saniye sonra, çalan kapı zili sesinden sonra sekreter tarafından bizlere doktorun geldiği haberi verildi. Kısa boylu güler yüzlü doktor salondakilere neşeyle selam verip odasına girdi.
******
Günler kısaydı. Elimize doktorun verdiği hemen yatış kâğıdıyla gecenin bir yarısında kendimizi Ankara Hastanesinde bulduk. Biz işlem yaptırırken muayenehanede dikkatimi çeken insanlarla da zaman zaman rastlaştık.
Yatışımız gece yapıldı. Tahlil ve tetkiklerimiz üç gün sürdü. Üç günün sonunda ameliyathanenin kapısının önünde, muayenehanede merakımı uyandıran insanlar da vardı. Yüzünün rengi iyice solmuş, uzun boylu erkek ve eşi olduğunu söyleyen kadın, yanlarındaki erkek de dikeliyordu.
Ben, burnumdaki kemik eğriliğinden, bayan da eşinin gırtlağından ameliyat olacağını birbirimize kısaca söyleyerek sıramızı beklemeye başladık.
Ameliyatlarımız bitti. Aradan geçen günlerde birkaç defa koridor da, bayanla rastlaşıp sadece tebessüm ederek yan yana geçtik.
******
Her şeye rağmen, bayramda evime gideceğimi umut ederken evdeki hesap çarşıya uymadı. Bayrama ve yeni yıla hastanede gireceğim kesinleşti.
Yatakları dolu olan hastahane arife günün de öyle bir boşaldı ki yanımda refakatçi olan kızımla kendimizi yalnız hissettik.
Benim zor günlerim geçmişti. Düzgün konuşamıyordum ama epey rahatlamıştım.
Bayramın ilk günü ve yeni yıla giriş gecesini atlatmıştık.
Özel günleri cofcoflu karşılamaya özenmediğim için böyle günler beni çok etkilemezdi. Sadece toplum kurallarına uyum sağlamaya çalıştığım için hastahanede olmam beni üzmedi. Üstelik kızım da yanımdaydı, tamamen yalnız değildim.
Bayramın ikinci günü öğlen vaktini geçmişti ki, muayenehanede karşılaştığım, koridor da selamlaştığım bayan odamıza geldi. Selam verdi. Bayramımızı kutladı. Yüz ifadesi, önceki karşılaşmamızdan daha hüzünlüydü. Yavaş adımlarla yanımdaki boş yatağa oturdu. Halinde büyük bir umutsuzluk vardı. Beş dakika yapılan hoş beşten sonra içinde bulundukları durumu yüreğindeki acıyı anlatmaya başladı.
“Kocam iki senedir kötü hastalıktan Kars’ta tedavi gördü. Kars’ta hiçbir doktor derdimize çare bulamadı. İyileşme olmayınca buraya bir doktorun tavsiyesi üzerine geldik. İki senedir çok acılar çekti. Onunla birlikte ben de ıstırap yaşadım. Kocamın neresi ağrıdıysa benim de oram ağrıdı.”
Benim durumumu sorduğunda, kısaca anlatmaya çalışıp önemli olmadığını söyledim.
Şaşırtmıştım. Karşımda uzun siyah eteği, başında kocaman beyaz yazması olan, temiz yüzlü bu kadın sanki İstanbul Türkçesiyle konuşuyordu. Ağzından çıkan kelimelerle cümle kuruşunda hiç hata yoktu. Birden, bu köylü hatun kişiye ilgi duymaya başladım.
Elimden başka bir şey gelmiyordu. Zaten zor konuşuyordum, ona rağmen kısa kısa konuşmalarımla yüreğini yalnızlıktan bana açmaya mecbur olan kadına umut vermeye çalıştım. Sonra da “Kars’ın neresinde oturuyorsunuz?” Diye sordum.
“Sınır köyünde” diye cevap verdi.
Konuşmasını dikkatli dinlediğimi görünce anlatmaya devam etti.
“Biz 40 yıllık evliyiz. Onunla evlendiğimde çok küçüktüm. Aynı yastığa baş koyduğum bu adam ne beni üzdü, ne de ben onun sözünden dışarı çıktım. Aramızda çocuklarımın bile bilmediği büyük bir sevgi var. Bu zalim hastalık geldi kocamın yakasına yapıştı. İki senedir ona göstermeden çok gözyaşı döktüm. Durumu iyi değil ama Allah’tan umudumu kesmiyorum. Yiğidimi kaybedersem benim yaşam kaynağım kurur. Biliyorum şimdi çok acı çekiyor. Ameliyattan sonra ilaçlarla durmadan uyutuyorlar. Burada hepten yalnız kaldık. Hastahane boşaldı. Biraz nefesleneyim diye sizin yanınıza geldim. Bugün bayram, yarın İstanbul’daki çocuklarım gelecek. İnşallah onları görünce yüzü güler, acısı azalır.
Kars’ın havası buralara benzemez. Kışımız çok çetin geçer. Hayvancılık kolay değildir ama biz karı koca her işin üstesinden geldik.
Köyümüz yeşillikli çok güzeldir. Tepelerine çıkınca, birçok köyü, bir de Ermenistan’ı görüyoruz. Çokta çileli insanlarız” dedi ve “Eşim ayıktı mı? diye merak ederek odamızdan gitti.
******
Ben ne kadar kendimi iyi hissetsem de burnuma tıkanmış kocaman pamuk kitlesi yüzünden ilgimi çeken bayanın konuşmalarına istediğim karşılığı verip onu önemsediğimi çok belli edemedim. Ama, gülümsemelerimle, bakışlarımla kendisine sevgi gösterdiğimi anlatmaya çalıştım.
Köylü bir bayan, konuşmalarıyla hislerini doğal bir şekilde çok iyi anlatmıştı. Belliydi ki kocasıyla büyük sevgi yaşıyor, yaşadıklarının da kıymetini biliyordu. Eşini kaybedeceğinden emin gibi acı çektiğini, gözlerinden akan yaşı başındaki kocaman yazmasının uçlarına silerken anlamamak imkânsızdı. Biraz da hastahanenin sessiz oluşu beni bu bayanın konuşmalarına iyice bağlamıştı. Adını bile bilmediğim kadını düşünmeye başlamıştım.
“Köyümüzün tepelerine çıkınca Ermenistan görünüyor” demişti. Benim de bu konuda yazmış olduğum, Kardaki Ayak İzleri (Ahıska Türklerinin Dramı) adlı kitabım çıkalı iki yıl olmuştu. Toplumdaki bir kısım insanlardan duyduğum Ermeni olaylarına, ailemin yaşadıklarından dolayı yabancı kalamıyordum.
Düşündükçe, aklı başındaki bu bayana ilgim artmaya başladı.
Kadın, duyduğu acıyı, belki de konuşarak hafifletirim amacıyla odamıza gelmişti. Eşinin refakatçisi olan kadının dört gün bayram tatili olduğundan dolayı odamıza yine geleceği aklıma geldi. Ben de, gerçekten düşündüğüm gibi bir daha gelirse, köyleriyle Ermenistan ve Türkiye arasındaki olayları, şimdiki komşulukları hakkında sorular sormayı içimden geçirmeye başladım.
******
Bir gün sonra bayan tekrar odamıza geldi. Yine aynı boş yatağın kenarına oturdu. Lafa ilk önce şöyle girdi. “Biliyor musun kardeşim, yavrularım geldi. Akşama kadar babalarını oyaladılar. Her gün acı içindeki adam, ferahlık duymuş olmalı ki onların hepsinin hatırlarını sordu. Eşimin yüzü güldü. Onlarla helalleşti” dedi.
Lafı öğrenmek istediğim konuya getirmeye çalıştım. Ermenilerin zulmünden kaçan ailemin çektiklerini kitap haline getirdiğimi zorlanarak da olsa anlattım. Köylerinin karşısındaki Ermineler hakkında ne düşündüğünü, komşuluklarını öğrenmek istediğimi söyledim. Hani derler ya, “Bir dokun bin ah işit” diye, meğerse durum aynı böyleymiş. Acı acıyı söker misali, konuşup anlattıkça sanki kendi acısını unutuyor gibiydi kadıncağız.
“O günlerde Türklere yapılan zulümler unutulmuyor kardeşim. Geçmiş zamanlarda Ermeniler çok azgınlarmış. Köyümüze her gün baskın yapıp genç yaşlı demeden buldukları erkekleri öldürüyorlarmış. İnsanları, tandırlara doldurup yaktıkları da olurmuş. Evleri basıp gelin kız demeden kaçırıp zorla tecavüz ettikten sonra öldürürlermiş.
“Benim” dedi. “Benim anamın ilk kocasını tarlada mal güderken öldürüp dokuz büyük baş hayvanlarını alıp götürmüşler. Ne yazık ki, o gün anam da evde doğum yapıp bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Haber duyulunca anamı bir komşu evine götürüp bakmaya başlamış. Bizim köyün aşağısında yaşayan dayıma haber salmışlar. Dayım kağnıyla gelip anamın altına bir yatak sererek yaşadığı köye götürmek için kağnıya bindirmiş. Söylemesi ayıp anam günlerdir kendisinden boşalan kan yüzünden ölümlük duruma gelmiş. Yolda, nasıl olsa ölürüm diye doğurduğu kızı evden çıkarken bahçedeki koca bir taşın dibine bırakmış. Biraz ilerledikten sonra dayım bebeğin sesinin çıkmadığını merak edip anama “Bebeğin sesi çıkmıyor, yoksa öldü mü bacım?” diye sormuş. Anam da bebeği bahçedeki taşın dibine bıraktığını söyleyince dayım anama, “Sende nasıl vicdan var? Üç günlük bebeği ölüme terk ederken ana yüreğin hiç mi sızlamadı?” diye bağırıp geri dönmüş. Koşarak bezlere sarılı kız bebeğini getirip anamın kucağına vermiş. “Emzir bu bebeği” diye hışımlanmış.
Kocamın sülalesinden de beş erkeğin tarlada boğazlarını kesip atmışlar. Ermenilerde silah çokmuş. Bize yakın olduğu için Türk yiğitlerimizi hunharca öldürüp kaçarlarmış.
Beş yavrumun kimi Ankara’dan, kimi İstanbul’dan geldi. Evlat hasreti zor. Onlar köyü terk edince, bize köyde yalnızsınız diye yanlarına götürmek için çok ısrar ettiler. Ben de giderdim amma canım kadar sevdiğim ablam, “Anam zaten beni istememiş. Kurda kuşa yem olsun diye bir taşın dibine terk etmiş. Dayım olmasaydı yaban hayvanları beni param parça ederlerdi. Şimdi sen de beni burada bırakıp terk edersen ben buralarda nasıl yaşarım. Ölüyüm daha iyi. Beni, garipliğe mi terk edip gideceksin” diye ağlamaya başlıyor. Ben de ablama kıyıp onu köyde yalnız bırakamıyorum. Zaten bir ömür boyu anama sitem edip gezdi. Şimdi ben de onu bırakıp gidersem, yaşlı ablam ölünce vicdanımın sızısına dayanamam.”
******
Benim hastaneden taburcu olma günüm gelmişti. Duygu dolu yüreğini fedakârca büyülten kadınınla vedalaşmak için odasına gidiyordum ki açık olan kapıdan kocasına yemek yedirdiğini gördüm. Bana arkası dönüktü, varlığımı hissetti. Arkasına dönünce, çıkacağımı işaret ederek el salladım. O da vedalaştığımı anlayarak el salladı. Kapının önünde biraz dikelip birbirlerine aşık iki insanı seyrettim. Yüzünü kocasına çeviren yiğit fedakâr eşi, sarı benizli zayıf adama bir şeyler söylerken bıraktım.
Eve dönüp iyice sağlığıma kavuştuktan sonra pişmanlıklarım başladı. Hastahane arkadaşımın ne adını ne de köyünü sorup not almıştım. Çok üzüldüm. Aklıma hastahaneye telefon ederek onların telefon numarasına ulaşmak geldi ama maalesef hiçbir bilgiye sahip olamadım.
Bana kısacıkta olsa, Kazım Karabekir’den, Atatürk’ten, Kurtuluş Savaşından, Türk olduğundan bahseden, kış günleri kocasıyla, haberleri, açık oturumları seyrettiğini anlatan güzel ruhlu kendisini yetiştirmek için çabalayan insanı hala unutamıyorum.
Her meslekten okumuş bayan arkadaşım oldu. Toplantılar yaptık, günlerde onlarla vakit geçirdim. Böyle duyguları yakaladığım az sayıda insanla tanıştım.
******
Atalarımızın ciğerlerini yakan zalim Ermenilerin verdiği acıyı çeken bir insan, Kars’tan Ankara’ya gelip bir asır sonra bana anlatarak geçmişin gamında buluşmamıza vesile olmuştu.
Bir insanın, bebekliğinde, ailesi tarafından ölüme terk edilişinin acısını yüreğinden söküp atamadığı gerçeğiyle karşılaştım.
Sevdanın her yerde yeşerip büyüdüğünü anladım.
Bilmiyorum, ablasının terkedilme acısını hafifletmek isteyen, ülkesinde çekilen acılara duyarsız kalmayan, Türkçeyi güzel konuşarak ağzından çıkan sözleri dinleten, gönlü kocaman değerli hatun kişi şimdi nerelerdedir?
Keşke, hastahane arkadaşımla benim sağlıklı, onun üzüntüsüz zamanlarımızda karşılaşmış olsaydık da daha fazla anlatacaklarını dinleyerek bir kitapta toplayabilseydim.
Bana anlatılan bu hikâyeyi mutlaka ailelerinden birileri de biliyordur. Umarım onlar yazmış olduğum bu yazıya rast gelip okuyarak o değerli insana selamımı, saygımı söyleseler.
Kardeşi, kocası ve kendisinin hüzünlü halleri, giyindikleri üç aynı çift botları gözüme takılarak başlayan bu hikâye de sahibini bulmuş olsa.
Saygılarımla.