Yerinden yurdundan koparılıp dünyanın bir yerine savrulan her insan, geride bıraktıklarını düşünmekten çok bir bilmezliğin boşluğunu düşünür. Her şeyden önce içinde hiçlik tadı veren bir duygu geliverir aklına. Dünyanın adaletsiz, yazgının bahtsız, güçlünün acımasız olduğunu düşünür durur. “Neden?” sorusu beynini kemirirken tek bir cevap dahi bulamaz ve dünyaya küsmekten de alıkoyamaz kendisini.
Yıllar geçer, her şey unutulur diye düşünür insan. Geleceğe bir umutla bakar, güzellikleri yaşamayı hayal eder. Ancak hayat yine de bildiğini dayatır. Yeri geldikçe, daha doğrusu acılarla ilintili bir an yaşandıkça acı hatıralar yine gelir insanın zihnine, yine yalnızlık ve çaresizliği hisseder insanın gönlü. Böylesi bir anda hasretlik, yaşam savaşı, dert, acı, aidiyetsizlik hissi, kimliğini, dilini, değerlerini kaybetme korkusu, hafızasızlık, idrak yetisinin azalmasıyla kaybedilen geçmiş geliverir insanın aklına. Ve gün gelir insan bu acı hatıraları yazmak ister.
Dünyanın en önemli eserlerini, sürgün edilmiş veya zor koşullar nedeniyle “gönüllü” sürgün yolculuğuna çıkmış yazarların vermesi de pek tesadüf değildir. Ancak sürgünü ve sürgün sonrasını zor koşullar altında yaşayan Ahıska Türklerinin bu denli eserlerine rastlamak hayli zordur. Sürgün acılarını eserlerine yansıtan yazarlar vardır. Zira vatanlarından 80 yıldır uzak coğrafyalarda yaşayan bu insanların onlarca hatta yüzlerce eser vermeleri gerekirken bu anıları anlatacak insanların bu dünyadan göç etmesiyle büsbütün kaybolmaktadır.
Bu yazıları kaleme alınmanın amacı, Ahıska Türklerinin yaşadığı acı hatıraları okuyucuya sunmaktır. Böyle bir düşünceye Ahıska seyahatimde görüştüğüm bir Gürcü dedenin anlattığı olayı dinlerken kapıldım. Dedeyle görüştüğümde kendisi seksen altı yaşındaydı. Bizimkiler sürülmeden önce onlarla büyümüş, dilimizi onlardan öğrenmiş ve görüştüğümde de hala akıcı bir Ahıska ağzıyla konuşuyordu.
Bizimkilerden epeyce söz etmişti. Ahıska Türkleriyle (Bizden söz ederken Mislimanlar olarak ifade ederdi.) nasıl barış içinde yaşadıklarını, birbirlerinin düğününe gidip nasıl eğlendiklerini, âşıkları ne kadar çok dinlemeyi sevdiklerini, kötü günde birbirlerine nasıl yardım ettiklerini, kısacası kardeşçesine güzel ve huzurlu bir hayat yaşadıklarını dile getirirken gözlerinden ve ses tonundan o günleri çok özlediğini hissettim. Anlatırken yaşla dolan gözlerini bizden saklamak için başını yere eğip düşünüyormuş gibi yaptıysa da dikkatimden kaçmadı.
Bizimkilerden söz ederken aklına Uravel köyünden biri gelmişti. Kendisiyle birlikte İkinci Dünya Savaşı’nda bir cephede savaşmıştı. O kişiden söz ederken iyi bir asker olduğunu söylüyordu. O asker düşmana karşı cesurca savaşıyormuş. Komutanın bir dediğini iki etmezmiş. Bu Gürcü dedeyle de – o zamanları elbette dede değil, genç delikanlıydı – daima bir dayanışma içindeymiş. Sakin zamanlarda kendisiyle bir araya gelerek memleketinden, güzel vatanından söz ederlermiş. Vatanlarında bıraktıkları ailelerinden söz ederlermiş. Savaşın zaferle sonuçlanacağına inanarak, köylerine döndükten sonra her şeyin çok daha güzel olacağını, vatanlarında da kardeş gibi, iyi iki dost gibi görüşmeyi, güzel ilişkileri sürdürmeyi hayal ederek zafere kalan günleri sayıyorlarmış. Her şey hayallerinin gerçekleşmesine doğru gelişiyordu. Ta ki bir gün tanık olduğu acı olaya dek.
Bizim Uravelli’nin kardeşi de aynı cephede savaşıyormuş. O da ağabeysi kadar cesurca “vatan” uğruna canı pahasına ön safhalarda yerini alıyormuş. Bir gün nedeni bilinmeyen bir sebepten dolayı bir Rus subayı kardeşini vurup öldürmüş. Bunu gören ağabeysi çılgına dönmüş. Bizim Gürcü dede bir delilik yapmasın diye onu engellemiş. “Sәni de öldürәcax. Etmә, eylәmә.” diyerek bizim Uravelli askerimizi sakinleştirmişti.
Bu acı hatırasını dinledikten sonra elime “Tak Eto Bılo” [Bu böyle idi] adlı üç ciltlik bir eser geçti. Bu eserde Sovyetler Birliği zamanında yurtlarından zorla sürgün edilen Koreliler, Kürtler, Almanlar, Karaçaylar, Kalmıklar, İnguşlar, Çeçenler, Balkarlar, Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri, Hemşinler, Grekler ve diğer halklardan söz ediliyordu. Bu eserde Nazım Aliyev’in hatırasını okuyunca da gözyaşlarıma hâkim olamadım. Siz okuyucularla da paylaşmak istedim.
“Biricik Kızımın Ölümünü Görmeyeyim”
O açlık yıllarında Sırderya ilçesinin bir bozkırında kendi gözlerimle gördüklerimi anlatmak istiyorum:
Sürgün edildikten sonra ilk yıl tarla çalışanlarının ekibindeydim. 1945 yılında küçük bir pidenin fiyatı 10 rubleydi. Bir gün kendi aramızda 320 ruble topladık. Ekip arkadaşlarım bu parayı bana verdiler ve benim pazara gidip, diğerleri toprağı belleyene kadar, o parayla o küçük pidelerden alıp dönmemi istediler. O zamanları ben çok gençtim. Alışverişte bir sorun yaşamadım. Dönüşte ise – ki dönüş yolu mesafesi üç buçuk kilometre idi – “Sosyalizm” adını taşıyan bir kışlaktan (köyden) geçerken gölgede elinde çubukla oturan ihtiyar birini gördüm. İhtiyar çok küçük ve çok zayıftı. Derin düşüncelere dalmış oturuyordu. Hava çok sıcaktı. Ben de yanına giderek gölgede biraz dinlenmeye karar verdim. Yanına yaklaşarak selam verdim. İhtiyar, Ahıskalı bir dedemizdi. Yavaşça ayağa kalkarak, ayaktayken düşünmeye devam ediyordu. Sanki benim varlığımdan bihaberdi. Ben de pidelerden birini çıkarıp ikiye böldüm ve dedeye:
– “Dede, beraber yiyelim mi?”, dedim.
Ona uzattığım ekmek parçasına baktı ve aniden elimden pidenin yarısını kaparak evine doğru koştu. O zamanları çok gençtim. Bu duruma çok şaşırdım. Dedenin peşinden eve doğru yürüdüm. Eve girince hasırdan yapılmış bir yatağın yerde serili olduğunu gördüm. Yatağın üzerinde de on beş on altı yaşlarında genç bir kız yatıyordu. O kadar güzel, o kadar beyaz tenliydi ki insan bakmaktan kendini alamıyordu. İhtiyar kıza:
– Fatima, Fatima, ekmek getirdiler! Al ye. Aç gözlerini artık!, dedi.
Kız gözlerini hafifçe açtı, ancak yemek yemeye mecali yoktu. O zaman ihtiyara dedim ki:
– Siz ekmeği ona suyla birlikte verin. O zaman yer belki.
İhtiyar içerden su getirdi ve ikimiz kızı büyük bir çabayla kaldırabildik. Ekmekten biraz yiyebildi. Ben de o zaman pidelerden beş altı tanesini çıkarıp ihtiyara uzattım ve dedim ki:
– Dede, sen de ekmekten al da karnını doyur.
Dede bana:
– Hayır, dedi ve devam etti. Biz bu eve geldiğimizde on iki can idik. Hepsi öldü: karım, oğullarım, bütün çocuklarım. Sadece Fatima sağ kaldı. Ben her gün sabaha kadar Yaradan’a canımı önce alması için dua ediyorum. Canımı alsın da ben sağ kalan biricik kızımın ölümünü görmeyeyim. Bir ant içtim ve onu tutuyorum. Bu yüzden yemek yemiyorum. Nasıl olsa öleceğim. Pideler için de çok teşekkür ederim! Kızıma bu ekmekler birkaç gün yetecektir. Sonra da birileri Allah’ın izniyle onu alıp götürür.
İhtiyarın dediği gibi de oldu.
Bir hafta sonra ben tekrar o köyden geçiyordum. Komşulardan dedenin vefat ettiğini öğrendim. O komşular da köyden akraba olan birilerinin Fatime’nin babasının vefatından sonra kendisini de alıp götürdüklerini söylediler.
On yıl geçtikten sonra Fatime ile karşılaştım: Evlenmişti, biri kız, biri oğlan çocukları olmuştu.
Evet. Bütün bunlar Velikoalekseyevskaya, şimdiki Baht istasyonunun yanındaki “Sosyalizm” köyünde yaşandı.
1990, Şubat
1927 doğumlu Nazim Aliyev’in hatıralarından
Kaynak: Svetlana Aliyeva, Tak Eto Bılo, Cilt III, “Meshetinskiye turki”
Moskva: İnsan, 1993
Allah Rahmet etsin o dedeyede onun rahmete gidenlerinede. Bütün Ahıska Türkü geçmişlerimize de. Dayanılması çok güç olan bir acı yaşamış, yazıyı okurken duygulanmamak elde değil.