“Ruh” genelde “beden” yanısıra düşünülen, gizemli bir kavramdır. “Ruh” için kim bilir, kaç bin cilt eser yazılmıştır. Kitaplıklarda sıra sıra, sayılamayacak kadar çok “Spritüalizm – Ruh Külliyatı” mevcuttur.
Bu yapıtlara göre “ruh” bedenden önce de vardır, bedenden sonra da var olacaktır. Böyle bir yaklaşım, esasen “idealist felsefenin” ana temasıdır. Buna göre, önce “öz” vardır. Sonra “var oluş” gelir. Tıpkı “sandalye”nin “marangozun zihninde” , ortaya çıkmazdan evvel, oluştuğu gibi… Marangoz neticede tezgâhında, zihnindeki “sandalye özüne” rendesiyle, çekiciyle “hayatiyet” kazandırmaktadır. Ama “sandalyenin özü”, sandalyeden önce vardır, sandalyeden sonra da olacaktır. İdealist felsefenin “anlayışı” özetle, budur.
Klasik, hatta hala çoğunlukla yürürlükteki “genel bir tasavvura” göre, “ruh”, böylesi bir özden daha da “somut”, daha da elle tutulabilirdir. “Öz” sandalyenin gövdesine geçiyor yahut sandalyenin, örneğin yanmasıyla beraber, ondan süzülüp çıkıyor, kaçıyor, değildir. Hepsi hepsi, marangozun zihnindedir.
Buna karşılık “ruh” (sözünü ettiğim) yerleşik tasavvura göre, “ruhlar aleminin” bir üyesidir. Ortada beden yokken, hayatiyetini burada sürdürebilmektedir. Yeri geldiğinde bir bedene girmekte; onun içinde yaşamakta; gün gelip beden ölünce, oradan çıkıp, uçup gitmekte ve “ruhlar alemine” dönmektedir.
Buradan, daha sonra belki, başka bir bedene yönelebilmekte ve hiç ölmemektedir.
Ruh kitapları, bunu kendilerince kanıtlayan deneyler ve kuramlarla doludur. Örneğin, “ölmek üzere olan hasta” bir biçimde tartılmakta; tam öldüğü sırada, hastanın ağırlığının azaldığı (tabii söz konusu sava göre), ölçülmektedir. Aradaki fark, o zaman, “ruhun ağırlığı” oluvermektedir. “Ölmek üzere olan hasta” başında yapılan başka spritüalizm deneylerinde, hastanın ve onun bulunduğu mekânın fotoğrafları çekilmekte ve ölüm anında (yineliyeyim, spritüalizm savına göre) bedenden çıkmış “ruhun fotoğrafı”, işte, bulgulanıvermektedir.
“Reenkarnasyon” (ruhun ölü bir bedenden çıkıp bir başka bedene geçmesi) başlı başına bir “spritüalizm bahsi” olarak, ayrıca karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemizde ve bizimkine benzer ülkelerde birçok çocuğun:
– Yeryüzünde, ikinci hayatlarını sürdürdükleri; evvelce ne suretle öldükleri; ölüm, örneğin bir cinayet sebebiyle olmuşsa, o cinayeti ayrıntısıyla nasıl hatırladıkları,yolundaki beyanları, birçok araştırmanın konusu olmuştur.
Diğer taraftan; izlediğimiz filmlerden yahut okuduğumuz romanlardan; ruh çağırma seanslarını, böyle bir bağlamda, geldiklerinde “masa ayağı vurdurtan” veya “mekândaki bir nesneyi havaya kaldıran”, “ruhları”, anımsayabiliriz.
Bütün bunlar acaba ne demek oluyor?
Çok açıdan “nazik” sayılabilecek bu sorulara, birikimlerimizle cevap vermemiz hep istenir.
Bu yazıda, meseleyi nasıl gördüğümü açıklamaya çalışacağım. Yalnız ondan önce, birkaç noktaya değinmem yerinde olacaktır.
Bütün Bunlar Semboldür !..
İlk olarak, lise felsefe hocam Mösyö Dübua’yı (Monsieur Dubois) anmak istiyorum. Mösyö Dübua, bir Fransız Katolik Rahip’ti. Hayatını bizim lisemize, onun yakınındaki kiliseye ve Türkiye’ye adamıştı. Yarım yüzyıla yakın Felsefe, Psikoloji, Fransızca Hocalığı sürecinde, binlerce Türk gencine “ışık” tutmuştu. Mösyö Dübua, çağdaş bilimin hemen her konusunu, ilgi odağı açısından, yetkinlikle bilir, kendini sürekli yenilerdi.
Lisedeki, özellikle son iki yılımızda, doludizgin fizik, matematik, kimya, kozmoloji, jeoloji, biyoloji öğrenmekteydik. Bu çerçevede, dinin ve din pratiklerinin bize çok yatkın gelmeyen yönelişlerini ister istemez, sorgulamaktaydık.
Mösyö Dübua, bizim için herhangi bir din adamı değildi. Derslerinde zaten, onun “din adamı” olduğu hiç belli olmazdı. Her konuyu, gayet “pozitif” (tartışmalı) bir kartezyen yaklaşım içersinde ele alırdı. Özellikle bu sebeple ona yoğun bir bağlılık duyardık.
Pekiyi nasıl oluyordu da, onunki gibi bir beyin, örneğin – her inanca dönük derin bir saygıyla ifade ediyorum – İsa’yı, hem “Tanrı”, hem “Tanrı’nın oğlu”, hem de o arada “ruh” (esprit) olarak, görebiliyordu?
Mösyö Dübua ders dışında, bu tür konuları konuşmaktan kaçınmazdı. Böyle bir konu açıldığında verdiği cevabın, yıllar sonra, ne kadar çarpıcı olduğunu düşünürüm hep. Cevabı şuydu:
– Bütün bunlar, semboldür (simgedir, imgedir).
Konumuz açısından önemli değil ama, şunu da muzipçe ekleyiverirdi:
– Bunlara inanmazsam iyi bir Katolik olmam!..
Ya Kelebek Öldüğünde!..
İkinci olarak değineceğim nokta şu: İlkokul arkadaşım, Sevgili Yetkin Yörükoğlu’nu yitirmemizden sonra, anısına lisemizde gerçekleştirilen gecede, onu ve ölümü anlatırken:
– Ölümün üzüntüyle algılanmasının çok anlaşılır olduğu; ama temelde bizim ölmemizin pek önemli olmadığı; çünkü bizi var eden yasaların yaşamaya devam ettiği; bununsa çok sevindirici olduğu, yönündeki görüşlerimi açıkladım.
Liseli küçüklerimiz, böyle bir yaklaşımdan herhalde çok ferahlamış olmalı ki, sözümü (beni mutlu bir şaşkınlıkta bırakarak) alkış patlamasıyla kestiler.
Toplantının bitiminde, yalnız, yanıma genç bir genbilimci (genetikbilimci) sokuldu:
– Hocam, siz herhalde, öldükten sonra yaşam bitiyor, demek istediniz. Bu bana, çok acı veriyor. Geçende annemi kaybettim. Onun mesela, bir kelebekte yaşadığını düşünüyor, rahatlıyorum. Neden böyle olmasın ki?,diyerek hayal kırıklığını ve doğrulanma ihtiyacını dile getirdi.
Yanıt olarak birkaç yumuşak söz söylemeye çalıştım, ama galiba onun, güzelim dünyasını yıkmıştım.
İşte o yüzden anlatacaklarımı, size iyi gelmezse, boş verin, hiç dikkate almayın.
“Hayaller”, esasen “mutlu olmak” için vardır. Onları, böyle bir açıdan korumalı ve yaşatmalıyızdır.
Genç genbilimciye, konuşmamız sırasında, bir ara şu düşünceyi anlatayım istedim:
– Ya o kelebek öldüğünde!..O zaman ne olacak?..
Gerçekte, “kelebekler” yok olmazlar ki…
Genç genbilimcinin sözünü ettiği, “belli bir kelebek” değil, “kelebek”ti. Bir semboldü yani… “Ölümsüzlüğün sembolü…
Bana kalırsa aynı şeyi söylüyorduk. Çünkü “kelebek sembolünün” var olması için “kelebeklerin” ölmesinin hiç önemi yoktu. Tam da dediğim gibi, “kelebekleri var eden yasaların, yaşamaya devam etmesi” önemliydi. Böyle söylerken ben pat pat, sanki renksiz, ruhsuz, sert ve acı söylüyordum.
“Kelebek” oysa “sembol” olarak, “düşüncemi” anlatmak için, bir bakıma tam da genç genbilimcinin özlediği biçimde ne kadar da “duygulu” bir motif oluşturuyor…
Toprak, Su, Hava, Ateş
Hepimiz çevremizi, o arada gökleri ve yıldızlar alemini, “belli terimler” cinsinden düşünüyor, anlamaya çalışıyoruz. Nisbeten, eğitimli bir beyin, bu terimleri duraksız sorgulama konusu yapıyor; deneysel olarak tartıyor, sınıyor; gerektiğinde değiştiriyor, geliştiriyor. Öteki türlü, insanoğlu (içinde olduğumuz evrede), bir biçimde edindiği “kavrayış araçlarına” hızlıca koşullanıyor, onlara bağlanıyor ve onların, “mutlak” saydığı “dünyasına” hapsoluyor.
Hepimizin zihinlerimizde, bir “anlam dünyası” var. Bir yazımda (okur anımsayacaktır), buna değinmiştim.[1]
“Anlam dünyamız” sınırlı sayıda “temel kavrama” dayanıyor ve bunların çeşitli dizilişlerdeki “birleşimlerinden” oluşuyor.
Ortaçağ’da, bir ara her şey, “toprak”, “su”, “hava”, “ateş” terimleri cinsinden anlaşılmak istenirmiş. Ne kadar ilginç. Ama bugünkü bilgilerimiz açısından ne kadar yetersiz, değil mi?
İnanır mısınız? Bir anlam dünyasının “yeterli mi, yetersiz mi” olduğundan çok, “bütünsel” ve “huzurlu” olması önem taşıyor. Bize göre, baştan sona yanlış, ama “bütünsel” bir anlam dünyası, “huzurlu” ve gayet “istikrarlı” olabiliyor.
Bunu çok derin, “mutlaka sağlığa kavuşmayı” arayan bir “yaşam refleksi” olarak değerlendiriyorum.
“Hayatın acıları”; bazen çok kaba saba sayılacak “yorum” ve “kuramlarla” kestirmeden, “boğuluverip” geçiştirilebiliyorsa; böyle bir “mekanizma” hiç gözetilmeksizin; doğruları-yanlışları “akademik tezgâhlara” alarak, paldır küldür çözümleyip, “yargılamak” ya da mahkûm etmek”, dehşetli bir “duyarsızlık” oluşturuyor.
Toprak, su, hava, ateş; eskilerdeki bir anlam dünyasının; “hissedişte”, belli ki doyum sağlamış, “temel kavramları” olarak çıkıyor karşımıza…
Ya pekiyi, “hayvanların anlam dünyaları” acaba hangi terimlerden oluşuyor? Onlar da kuşkusuz çevrelerini, bizi, gökleri seyrediyor ve anlam dünyalarını oluşturan bir yığın işaret algılıyorlar. Bakın örneğin, kuşların kıtalararası uçuş yollarını, geceleri yıldızları nirengi seçerek, hiç şaşırmadan kat ettiklerini bilir misiniz?
Her hayvanın, öyle ya da böyle, ama mutlaka bir anlam dünyası olmalı.
Kim bilir (özellikle onlarla konuşamadığımız için) ne kadar zorlu bir mesele bu!..
*
“Ruhlarla” ilgili görüşümü açıklamadan, dikkatinize getirmeyi öngördüğüm “yardımcı düşünceler” işte bunlardı.
Dışımızdaki Doğayla Tutarlı Olmamız, Kolay Değildir !
Bence “ruh” ve “beden”, herhalde belli bir özlem ve hissi anlatmak üzere birbirlerinden ayrıştırılmış kavramlardır. Gerçekte sanıldığı gibi “kopuk” değillerdir. “Ruh”, “beden”den soyutlanmamak gerekir; çünkü ruh bedenin “manası”dır. (Olaya, tam “klasik maddeci” bir yaklaşımla bakmadığım, birazdan açıklık kazanacaktır.)
Düşüncemi açıklayayım…
“Biz” öteki her canlı gibi (mayamızdaki o müthiş kurgu sayesinde) bir bakıma “ayağa kalkmış toprak parçalarıyızdır”.
Önceki birçok yazımda anlatmaya çalıştığım şekilde, evren bir “enerji yığmasından” ibaret değildir. “Madde” sonsuz büyük galaktik boyutta da, sonsuz küçük atomistik boyutta da nasıl “düzenleneceğine” ilişkin “bilgiye” sahiptir. Bir “protonla” bir “elektron”, uzayda “avare avare” dolaşırken, karşılaştıklarında “hidrojen atomunu” nasıl meydana getireceklerini, “yapılarına yivlenmiş” olarak bilirler.[2],[3], [4],[5],[6],[7],[8]
Hidrojen atomu, protonun ve elektronun yanı sıra, bunların örgütlülüğünden doğan, “üst özellikler” taşır. Bu “özellikler” hidrojen atomunun “karakteri”dir; sözcüğün tam anlamıyla “ruhu”dur denilebilir.
“Ruh” öyleyse, bedenden soyutlanıp, somuta bürünerek dolaşabilen bir “öz” değil; “maddenin üst bir örgütlülüğünün” ifade ettiği, “mana”dır. Evet işte, sizin “ruhunuz”; üstünüzdeki, içinizdeki organların, moleküllerin, etin kemiğin, fevkalade özgün dizilişlerinin “manasıdır”; sizin “karakterinizdir”. Bu kavramların hepsi, (yani ruh, mana, karakter), birbirlerinin özdeşi olarak algılanmalıdır.
Ne “madde”, üst örgütlülük hallerinde, salt madde olduğu için bir “mana” ifade etmezdir… Ne de “mana”, maddenin “üst bir örgütlülük halini” tanımlıyor diye, sırf “maddesel” sanılıp küçümsenebilirdir. İkisi de değil!.. “Madde” pekala “mana” ifade etmekte… “Mana” da, dediğim gibi, maddenin herhangi üst bir örgütlülük halinin, “karakteri” olmaktadır.
Böyle bir açıdan; hidrojen atomunun, bardağın, televizyonun, fabrikanın ya da bir robotun ruhuyla; karafatmanın ruhu, mandanın ruhu, yahut Şekspir’in ruhu arasında; “yapısallık” açısından bir fark görünmüyor.
Madde eğer, “karafatma” olarak bir araya geliyorsa; böylece “yücelip” anlam kazanıyordur. Karafatma, dikkatle bakacak olursak, bizi şaşkınlıklara boğacak kadar karmaşık ve görkemli bir oluşum sergiler. Bizim göremediğimiz ve hiç bilmediğimiz; henüz yeterli “duyarlılığı” geliştiremediğimiz için, “karafatmanın dünyası”dır.
Bu alanda, sokaktaki insana oranla şanslı olan sanatçılardır. Ya da genelde sanatsal eğilimler taşıyanlardır.
“Miki Fare”yi Walt Disney gibi, yahut “at sineğini” Rimsky Korsakov gibi, yahut “dalgaları” Debussy gibi, yahut “kırları” Van Gogh gibi, yahut “memleketimden insan manzaralarını” Nazım Hikmek gibi yakalayıp yaşamak (bu dünyaların ilk bakışta ifade ettiğinden) çok başka bir şeydir. Bunlar, hemen anlaşılmasa dahi, “eşyanın tabiatının” yani “ruhunun”, evet sanatsal ama yine de bir bakıma somut, yani hissedilebilir yansımalarıdır.
Karafatmaya, sanatsal ya da bilimsel açıdan yoğunlaşabilsek, orada hangi hafsala dışı destanların yazılı olduğuna gerçekten biraz biraz dokunabiliriz.
İnsanı, karafatmadan ayıran tek bir ayıraç vardır. “İnsan”, “madde örgütlülüğünün” yüce, çok görkemli, doruk bir ereği gibidir. Yoksa bizim, kalbimizin durup ölmemizle; karafatmanın ölmesi veya bir bardağın kırılıp, yok olması arasında, ben bir “natür farkı” göremiyorum. Nasıl ki bardak, yapıştırılıp önceki işlev ve görüntüsüne kavuşturulabilirse; ölümü meydana getiren sebep (örneğin elektroşokla veya transplantasyonla, her nasıl olacaksa) giderilmek suretiyle, insan (ya da hayvan) hayata dönebilir. Bunun örnekleri de, artık sıkça yaşanıyor, öyle değil mi?
Bardak kırılınca da, “yaşayan bir anlam” bitiyor. İnsan ölünce de, “yaşayan bir anlam” bitiyor. Fark şu ki, ikincisi birincisine oranla anılarda elbette daha çok belirginleşmiş olarak kalıyor.
“Yaşam” bitince, ona ilişkin “anlam” (maalesef), kalıcılaşmıyor, ama o anlama ilişkin bilgi, kainatta, oralarda bir yerlerde, hep mevcut.
Diyeceksiniz ki, özellikle korku filmlerinin konu edindiği, yığınla metafizik (fizikötesi) gelişme, sözgelişi Drakula, dirilen mumyalar, Frankeştayn, Fredi ve Kâbusları, vs, vs, bunların gerçekle hiç mi bir ilgisi yok?
Andığım tür korku filmlerini izlerken, en çok ne düşünürüm, biliyor musunuz? İnsan beyninin neleri, nasıl, üstelik “gerçekmiş gibi” var ettiğini…
Diğer bir deyişle şu saydıklarım, “beynimizdeki gerçekliklerdir”. Biz onları yaşıyoruz. Ama, bu bir şey; onların bizim dışımızdaki dünyada var olan gerçekleri (sahiden) yansıtıp yansıtmadığı, başka bir şey!..
Kısacası Frankeştayn, Drakula, Fredi’nin herhangi bir kabusu ya da kestirmeden, “ruhlar alemi” (umarım beni anlıyorsunuzdur),beynimizin; kimi zaman “fantezik” , kimi zaman “olayların ve acılarımızın zorlanmasıyla” ya da “görenekle” yer etmiş, kimi zaman bizi “istemlerimiz” , ve “özlemlerimiz” uzantısında esenliğe ya da başka istek düzeylerine taşıyan, ama kuşkusuz, “esrarengiz” bir “icadı”dır.
Ya pekiyi “reenkarnasyon”? Onca bulguya, iddiaya rağmen, bu da mı yok?
İlginç bulacağınızı sandığım, bir saptamam var… Şu… New York’ta, Paris’te veya Stockholm’de, “reenkarnasyon” olayı (daha doğrusu iddiası) sanırım pek yaşanmıyor. Buna karşılık oralarda “UFO” (başka dünyalardan dünyamıza gelen gök araçları, bunların) görüldüğüne dair, iddialar sıkça yaşanıyor; bilim dergilerinin konusu oluyor. Bunun gibi, reenkarnasyon iddiaları, bizim ülkemizin (o da bazı yörelerinde) o arada Hindistan ve benzeri ülkelerde, gündeme geliyor. Nedir ki buralarda, UFO iddialarına hiç rastlanmıyor.!..
O halde; (günümüzde) “UFO” görüldüğüne dair iddiaların da, “reenkarnasyonun” da, kuvvetli “kültürel boyutları” olduğu, iyiden iyiye çağrışıyor.
*
Öldükten sonra bir sevdiğimizin dünyaya tekrar gelebilecek olduğunu, yahut ruh olarak yaşamını sürdürdüğünü düşünmek, tabii çok ferahlatıcı, anlaşılır ve saygıdeğerdir. Bu alandaki her “yönelişi” , ayrıca çok “dokunaklı “ bulduğumu ve “insanın güzelliğini” dışa vuran şiirsel bir gelişme olarak, algıladığımı, içtenlikle belirtmek istiyorum.
Fazla olarak (yukarıda açıkladığım gibi), şunu da gerçekten teslim ediyorum. “İnançlarımız” bilgi ve anlam dünyamızın “kasnağı” gibidir. Dünyayı ve evreni algılamamıza ilişkin “terimler” değişmedikçe, “inançlarımız” değişmez. İyi ki de öyledir. Yerine yenisi hemen konulamayacak inançlarımızın, durduk yerde sarsılması, hiç sağlıklı değildir.
İnançlara, asıl bu nedenle ve yürekten sahip çıkılmalı, saygı duyulmalıdır.
Bununla beraber, biz ölsek de “bizi var eden yasaların yaşamaya devam ettiğini” düşünerek, “esenlik” aramak; bana göre “köklü” ve “yiğitçe” bir değerlendirme oluşturmaktadır.
“Özümüz”, çünkü “doğanın özünün” geniş anlamda da “evrenin özünün”, aynıdır. Biz olsak da olmasak da, o “Öz” vardır. Bizi, yahut bizim gibileri var etmeyi sürdürecektir.
“Var oluşumuz”; “insanın yüceliğini” idrak ederek, bu öze “öz” katmak yönünde olabilse, ne kadar “soylu” olur !..
*
Düşüncemi, “ilahi” bir bağlamda sunmadım. Ama eğer isterseniz, onu ilahi bir çerçeveye, pekala taşıyabilirsiniz. Kanımca, buna nesnel bir engel yoktur.
*
İnançlarımızı, “dışımızdaki doğayla tutarlı” kılmak hiç kolay değil… Çoğu zaman da yazık ki, “gereksiz”, hatta oldukça “sağlıksız”!..
Yine de, sanırım, ne mutlu öyle yapabilene!..
[1] T. Yarman, “Anlamanın İki Boyutu”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 19 Eylül 1992.
[2] T. Yarman, “İnsan Kendi Özü Kaosa Geri mi Dönüyor?”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Aralık 1990.
[3] T. Yarman, “Temel Parçacıklardan Canlıya, Düşünceye, Duyguya, Maddenin Halleri”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Haziran 1991.
[4] T. Yarman, “Çevre Kirliliği Kaçınılmazlık Değildir”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 11 Ocak 1992.
[5] T. Yarman, “Uzaysal Düzen, İyilik, Kötülük”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Şubat 1992.
[6] T. Yarman, “Akil, Evren Bilincinin Gerisindedir!” , Cumhuriyet Bilim teknik, 20 Haziran 1992.
[7] T. Yarman, “Türler Arasındaki Acımasızlık, Irkçı Milliyetçilik ve Uzaydaki Yalnızlığımız” Cumhuriyet Bilim Teknik, 18 Temmuz 1992.
[8]T. Yarman, “Kozmik Açıdan İlericilik, Gericilik”, Cumhuriyet Bilim teknik, 2 Ocak 1993.
[1] Cumhuriyet Bilim Teknik, Ağustos 1993.