Okumayı sevmeseydi, ne bir öğrencisine sevdirebilirdi okumayı ne de bir başkasına. Her sevgi gibi okuma sevgisi de öğreniliyor. Ancak okuma sevgisinin oluşturulabilmesi için uygun olanak ve koşulların bulunması ya da yaratılması gerekiyor. Kişi, okumayı alışkanlık durumuna getirmeyi istiyorsa ve gerekli çabayı göstermeye de hazırsa, beklenen sonuca daha kolay ulaşıyor.
Okuma sevgisini ve alışkanlığını o, ilkokulda edinmişti. Ondaki kitap sevgisi ise ilkokul öncesine dek uzanıyordu. Beş yaşlarındaydı. 1940’lı yılların uzun kış gecelerinde, kalabalık sofralarda akşam yemeği yendikten sonra Dedesi, ya odasına çekiliyor ya da bir komşuya gidiyordu. Hem mutfak hem de oturma ve yatak odası olarak kullanılan kışlık yer odasında sekiz kişi yerlerini alır almaz gözler, Dedesinin büyük oğlu Mustafa Ağabey’e çevriliyordu.
Mustafa Ağabey, ocağın üstündeki rafa uzanıp oradan, Kerem ile Aslı, Âşık Garip, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Şahmeran, Hz. Ali Cenklerinden sırası geleni alıp, duvarda asılı gaz lambasının sağındaki sandalyeye oturuyor, yüksek sesle okumaya başlıyordu. Okuma süresince kimseden çıt çıkmıyordu. Bir ara, Yengesi sessizce kalkıyor, yiyecek bir şeyler getirip aralara koyuyordu. Can kulağıyla dinlediklerinin çağrışımıyla o, kimsenin kestiremeyeceği güzellikte renkli ve zengin düşler kuruyordu.
İlkokula,1945-1946 öğretim yılında başlamıştı. İster rastlantı, isterseniz şans deyin, okul yılları da kitap okuma sevgi ve ilgisini yoğunlaştırıp güçlendiren olanaklar sunmuştu ona. Birinci Yıl Kitabı’ndaki her okuma parçasında anlatılanlar, köyde yaşadığı ya da duyduğu olayları anımsatıyor, onda doyumsuz hoşlanımlar yaratıyordu. Onu ilk üç yıl eğitmen; dördüncü ve beşinci yıl da köy enstitüsü mezunu öğretmen okutmuştu. Bir gün eğitmen, onlara Oğuz Destanı’nı dinletmişti. Dinledikleri, onu adeta büyülemişti.
Dördüncü sınıfta, Bakanlıkça gönderilen halk kitaplarından Karacaoğlan’ı, Âşık Garip’i ve Kerem ile Aslı’’yı okumuş ve çok sevmişti.
Onların köyü, Cumhuriyetin kuruluşundan beş yıl sonra; 1928’de açılmıştı. Çevredeki on üç köyün çocukları da bu okulda öğrenim görüyorlardı. Öğretmeleri, her fırsatta onlara kitap okumalarını öneriyor; kimi kitapları da sınıfta okutarak ya da okuyarak onların okuma heveslerini kamçılamaya çalışıyorlardı. Ziya Gökalp’ın “Çocuktum ufacıktım./ Top oynadım acıktım./ Yerde buldum bir erik,/ Kaptı bir alageyik./ Kaçtı hemen ormana.” diye başlayan Alageyik adlı manzum masalının damağında bıraktığı tat, o günlerden kalmaydı.
Beşinci sınıftaydı. Onun da görev aldığı gazetecilik kolu üyelerini bir öğle paydosunda öğretmenleri bir araya getirmiş ve aralarında görev bölüşümü yapmıştı. Gazetenin başmuharrirliği (başyazarlığı) ile gelen yazıların büyük kareli kâğıda yazılması görevi ona verilmişti. Gazetenin başmakalesinin yazılması da başyazar olarak onun göreviydi. Her duvar gazetesini, öğretmeninin yol göstericiliğinde hazırlandıktan sonra salonun duvarına asıyordu.
On iki yaşında, sınavlarını kazanarak girdiği Köy Enstitüsünün parasız yatılı öğrencisi oldu. Bu okul olmasaydı ve bu okulun sınavlarını kazanamasaydı okumak, onun için yalnızca bir düş olarak kalacaktı. Köylerinden Enstitüye arabayla bir günde ancak varılıyordu. Orada derslerin dışında başka birçok olanak ve güzellik daha vardı. Yediriliyor, giydiriliyor ve yatırılıyorlardı. Kimi derslerde toprakla da haşir neşirdiler. Okulun kitaplığında telif, çeviri, yirmi bin dolayında kitap vardı. O burada kitaba değil; kitap denizine kavuşmuştu. Özellikle Türkçe öğretmenleri, sürekli okumaya özendiriyordu onları.
Enstitüde neleri mi okumuştu?
Hayattan Sayfalar, Melek Sanmıştım Şeytanı, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Frankfurt Seyahatnamesi, Baba Evi, Avare Yıllar, Bozkurtların Ölümü, En Güzel Türk Masalları, Pol ve Virjini, Gulliver’in Gezileri, Gülistan, Bostan, ilk iki yılda okuduğu ve adları aklında kalan kitaplardı.
Çalıkuşu, Harabelerin Çiçeği, Sokak Kızı, Victoria, Baragan’ın Dikenleri, Vahşi Bir Kız Sevdim, Bomba, Beyaz Lale, Dede Korkut Hikâyeleri, Robenson Crusoe, Bizim Köy, Beyaz Zambaklar Memleketinde, Hıçkırık, Bozkırda Günler, Ekmek Kavgası, Ayaşlı ve Kiracıları üçüncü ve dördüncü sınıflarda okuduğu kitaplar arasında yer alıyordu.
Mai ve Siyah, Hakikat, Ülkücü Öğretmen, Köy Hekimi, Sinekli Bakkal, Tevfik Fikret ve Şiiri, Paydos, Yeşil Gece, Yaprak Dökümü, Vatan yahut Silistre, Kiralık Konak, Kırık Hayatlar, İntibah, Gazoz Ağacı, On İkiye Bir Var, Boğaziçi Mehtapları, Son Kuşlar, Sözden Söze, Ararken, Akıl Taciri, Zeytindağı ise beşinci ve altıncı sınıflarda okuduğu kitapların belli başlılarıydı.
Kitaplığın bitişiğindeki geniş okuma salonunda, Türkiye’de çıkan bütün günlük gazeteler de onlardan okunmayı bekliyordu. Gazetelerden şu anda Cumhuriyet, Vatan, Yeni İstanbul, Yeni Sabah’ı anımsıyordu.
İkinci ve üçüncü sınıfta çalıştığı Kültür, Edebiyat ve Yayın Kolunda, kol üyeleriyle birlikte okul duvar gazetesi çıkarmış, sonraki yıllarda da okul duvar gazetelerine yazı yazmayı sürdürmüştü.
Dördüncü sınıf edebiyat öğretmeni, bir derste Varlık dergisiyle tanıştırmıştı onları. Bu tanışma ona, Türkçenin gücünü ortaya koyan çağdaş Türk yazınının şiir ve düzyazı örnekleriyle beslenmenin yolunu açmıştı. Bu dergi aracılığı ile Varlık Yayınlarıyla da tanışmıştı. Yirmi beş yıl boyunca aralıksız okuduğu Varlık dergisi ciltleri ve yüzlerce Varlık kitabı, öbür kitap ve dergilerinin yanı başında, vefalı dostları olarak kitaplığında yer almıştı.
Kitaplarla, dergi ve gazetelerle oluşturduğu dostluktan çok hoşnuttu. Ona kapılarını ardına dek açan bu dostlara, kopmaz bağlarla bağlanmıştı. Niçin bağlanmasındı? Bunlar, istediği an, istediği kadar yanında oluyorlardı. Alçakgönüllüydüler; yalansız dolansızdılar; vefalıydılar. Ne iseler, öyle çıkıyorlardı karşısına. Hiçbiri, bir kez olsun, ona ne darılmış ne de kırılmıştı. O da hep el üstünde tutmuştu kitapları. Masasında, cebinde, çantasında her zaman yer vardı onlara. Bir kitabı, bir dergiyi, bir gazeteyi yanına almadan, bir kez olsun, evden dışarı adımını atmamıştı.
Kitaplarla verimli uyumu, her kitabı kendine özgü özelliklerini göz önünde tutarak okuma yoluyla gerçekleştiriyordu. Kimini su içer gibi bir solukta okuyor; kimisini de ağır ağır, sindire sindire okumaya özen gösteriyordu.
Ona sorarsanız, önemli olan, okumayı sevmek ve alışkanlık durumuna getirmekti. Bu gerçekleştirildikten sonra, her gün birbirinden ilginç kitaplar bulmakta ve okumakta güçlük çekilmezdi. Kişi, okudukça, kendisiyle, başkalarıyla, dünyayla, evrenle daha anlamlı, daha bilinçli, daha doyurucu ilişkiler kurabiliyordu.
Her kitap, yeni bir ışık tutuyordu duygu ve düşünce dünyasına; kişinin var olan gücüne yeni bir güç katıyordu. Beş duyu ile algılanan varlık, olay ve olgular, okunanların katkılarıyla kavramlaşıyor, sağlamlaşıyordu. Bir yandan yeni kavramlar edinilirken, bir yandan da var olan kavramlara, iç dolgunluğu kazandırılıyordu.
Edinilen her kavram, anlatımda kendilerine düşen işlevi görmek üzere, okurun buyruğunu bekliyordu. Görmemiş, işitmemiş, koklamamış, tatmamış, dokunmamış, düşünmemiş ve duyumsamamış olduğu pek çok şeyi görme, işitme, koklama, tatma, onlara dokunma, nice ayrıntıların güzelliklerini duyumsama olanağını sunuyordu ona. Okudukça, dağın önü gibi ardını da görebiliyordu.
Eğer, onu ilk güdüleyen öğretmeni olan annesi, daha beş yaşına girmemişken, ‘Yazmamı satacağım, oğlumu okutacağım.’ tümcesini onun belleğine kazımasaydı; öğretmenleri ile çok sayıdaki şair, yazar, düşün ve sanat insanı onu bu yönde etkilemeseydi, ondaki okuma sevgisi ve alışkanlığı, bugünkü yoğunluğuna erişemezdi.
Peki; giderek yoğunlaşan okuma sevgisi, kendi anlama, düşünme ve düşündüklerini söz ve yazı ile iyi ve doğru biçimde anlatma gücünü geliştirmesinin ötesinde ne işine yaramıştı?
İlgi alanına giren birçok değerli kitap, dergi ve gazeteyi tanımış, edinmiş, okumuş ve yıllar geçtikçe de kitaplığının raflarına yeni raflar eklemişti.
Birikimi, bir süre sonra onu bir şeyler yazmaya zorlamış; ipin ucunu sıkı tuttuğu ölçüde, düşünsel ve yazınsal alanda dişe dokunur bir şeyler yazmaya başlamıştı.
Öğrencilerini iyi birer okuyucu olmaya ve yazmaya isteklendirmiş; bunlardan bazılarının, yazın dünyasında adlarını duyurduğuna tanık olmuştu.
Onun gerçekleştirilmesini çok istediği bir de beklentisi vardı:
Öğretmen yetiştiren fakülteler, öğretmen adaylarının tümünü iyi birer eleştirel okur durumuna getirmeliydiler. Çünkü aydınlanmış kuşakların yetiştirilmesinde ve toplumumuzun çağdaşlıkla buluşturulmasında, öğretmenlerin birer eleştirel okur durumuna getirilmiş olması, baş etkenlerden biriydi.