6 Eylül 2006… Doğup büyüdüğüm, yaşadığım yerin kurtuluş günü. Evet, 6 Eylül’de Balıkesir kurtulmuş. Benim ise Kars’a geldiğim gün. Bugün kurtuluşum mu yoksa işgalim mi olacak bunu zaman gösterecekti.
‘Burası okul mu?’ diye sorduğum ilk soru canlandı beynimde şimdi. Okul değilse ne olabilirdi? Soru muydu benimkisi? Okul olmasa neden göndermişlerdi ki beni buraya? Ancak şu an kendime bile anlamsız gelen sorularımın cevaplarını şimdi bulabiliyorum. Çünkü o zaman gözyaşlarım içinde kaybolmuştu cevaplarım. Akıttığım her damla yaş ne çok şey öğretti bana. En azından sorularıma cevap oldular şimdi.
Gitse miydim yoksa kalmalı mıydım? Kalıp gözyaşlarıma yaş mı katmalıydım? Yoksa gözyaşlarımı dindirip umut mu olmalıydım beni bekleyen küçük beyinlere? Yaşayabilecek miydim burada? İçmeye suyum, çözüm için de bir çıkar yolum yoktu ki benim… Kalacak yerim de yoktu galiba benim. Şehre de çok uzaktım. Sorularıma ağlamaktan başka cevaplarım olmalıydı ki, beni buraya getiren babama vermeliydim. Ama aynı zamanda cevaplarımı da geciktirmeliydim ki, babam beni çabuk bırakıp gitmesin diye…
‘Tamam baba sen git artık ben kalacağım’ diyebildim sonunda.. Cevap verebilme mücadelemi tamamlarken, susuzlukla ve lojmana benzer (ya da benzemez) harabede muhtelif hayvanlarla savaşımın başlayacağını nerden bilebilirdim ki? Bir sabah uyandığımda yan odada kalan arkadaşlarımın sobadan zehirleneceği gelir miydi hiç aklıma?
‘Günaydın çocuklar!’ diyebildim sınıfa ilk girdiğimde. Belli belirsiz birkaç ‘günaydın’ sesi duyabilmiştim sadece. Sınıf kalabalıktı ve birinci sınıfları okutacaktım. ‘Günaydın’ dediğimde de çoğu beni anlamamıştı zaten. Bir şey söylemek istediklerinde ‘anne’ diyenler bile vardı bana.
İlerleyen günlerde, annesi olmayan öksüz bir öğrencimin sandalyemin arkasında durup, sessizce saçlarımı okşayışını ve beni koklayışını o an fark etmiyor gibi duruşum, görmemezlikten gelişim, hayatım boyunca unutamayacağım bir anı (yara) olacaktı bende. Onun okuyup büyük adam olduğunu görmek belki sarar yaralarımı kim bilir? ‘Çorbada benim de tuzum var’ diyip yarama tuz basmam? Kısacası farkında olmadan ama isteyerek ‘Öğretmenim, canım benim, sen bir ana sen bir baba….’ şarkısı olmuştum artık ben.
İlk gün ‘günaydın’ diyemeyen gözler okumaya mı başlamışlardı ilk dönemin sonunda?’ Yok canım! Bunu ben mi yaptım yoksa aileleri evde mi öğretiyor’ diye saçma sapan sorular sormaya başlamıştım kendime. Zaten buraya ilk geldiğim günden itibaren hem öğrencilerimle, hem kendimle, zaman zamanda hayatla soru-cevap oyunu oynuyordum adeta.
Sene sonu gelmişti. Sorularım da, sorunlarım da bitmişti şimdilik. Bir sonraki sene neler bekliyordu acaba beni? Sizler mi?
Evet, bu yıl Halefoğlu’nda sizlerleyim. Sizinle beraber olmaktan ve belki de meslekler içinde vicdan muhasebesinin en fazla yapıldığı öğretmenlik mesleğini icra ediyor olmaktan onur ve gurur duyuyorum.
Meslekteki ilk yılımı ve yaşadığım zorlukları çok yüzeysel olarak paylaşmak istedim sizinle. Emin olun o zorlukları yaşamasaydım öğrencilerimle olmak beni bu kadar mutlu etmeyecekti belki de.
Öğrencilerime öğüt vermeyi sevmiyorum. Çünkü öğüt vermek, zamanında yenilmemiş taze ekmeği, bayatlayınca başkalarına yedirme çabasıdır. Ben hepsini taze ekmeğe layık, gelecek için umut vaat eden birer hazine olarak gördüm. Ben ve eminim ki bütün öğretmenler öğrencilerin altın misali işlendiğini görmekten kıvanç duyar.
Hepsine hayatı boyunca başarı ve mutluluklar diliyorum. Dilerim ki yolları asla cehalet ve ilkellikten geçmesin. Yolları her daim uygarlık tohumlarıyla bezensin!