Dr. İkram Çınar, yaşamsal bir konuyu, çok sayıda bilimsel kaynağın tanıklığı ve çok yönlü bir bakış açısıyla oldukça kapsamlı ve ayrıntılı bir biçimde ve yoğun bir emekle ortaya koymuş, “Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz” adlı yapıtında.[1] Yapıtın bir benzerinin olmadığını sanıyorum.
Çınar, kitabının “Yeni Baskı için Önsöz”ünde, özellikle şu düşünceleri dile getiriyor: Ulusal bilincimiz, alarm vermektedir. Bu “duruma karşı vaziyet almamız”; gerçekte, uyanık olsa da ulusal bilincimizin karanlıkta önünü görmesi için onu aydınlatmamız gerekir. “Bu aydınlatıcıyı, büyük uyarıcı Aytmatov’dan aldım. Bu kitabın tezi, değişmeye karşı olmak değil, kendisi olmaktan çıkmaya, başkalaşmaya ve emperyalistlerin belirlediği yoldaki değişmenin niteliğini göstermeye” yöneliktir. Mankurtlaşma, Aytmatov’un deyimiyle eğitim ve kültür politikalarının, mankurtlaştırmayı hedeflemeleri sonucu gerçekleşiyor. “Eğer Türk milleti kendi kültür ve uygarlığı, yani kök değerleri üzerinde yükselmek yerine, Batı (Avrupa-ABD) veya Ortadoğu (Arap-Fars) törelerini benimseyip oradan ilerlemeye alışıyorsa kendi ayakları üzerinde değil, başkasının kucağında taşınmak istiyor demektir. Tarihin başrol oynayan oyuncularından biri için bu, onur kırıcı bir davranıştır.
“Kendi öz değerlerimizden vazgeçip gelişmiş veya özenilen ülkelere benzemeye çalışmak, gönüllü mankurtlaşmaktır. Gönüllü ya da değil, mankurt bir Türkün ne kendine ne İslam dinine ne Arap toplumuna ne de insanlığa faydası dokunabilir.”
Derin bir ilgiyle okuduğum ve yararlandığım bu kitaptan söz etmek gereğini duyduğumda, kitabın, birtakım genel yargılar ve yorumlarla değerlendirilemeyeceğini düşündüm. Sonuçta, bir benzerinin bulunmadığını sandığım bu çalışmayı meraklılarına tanıtmak için en iyi yol olarak, aşağıda görüleceği gibi, yazarın ortaya koymuş olduğu, benim de yürekten katıldığım görüş ve savlarından birkaçını özet ya da alıntı biçiminde ortaya koymayı seçtim.
MANKURTLAŞTIRMA SÜRECİNDE ATEŞ SUYU ETKİSİ
Ülkemizde izlenen politikalar, ulusal eğitim ve kültür anlayışından uzaklaşmamıza yol açıyor. Oysa eskiden beri Anadolu, uygarlıklar beşiği olmuştur. Türkiye, hızlı bir kalkınma gizilgücüne sahip olmasına karşın, “süper devlet” durumuna gelemiyor. Bunun nedeni, “her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz ve her türlü iç ve dış sömürü”dür. Ülkemiz, temelleri sağlam olsa da ciddi tehditler ve çekinceler altındadır.
Bir ülkenin geleceğinin belirleyicisi, o ülkenin eğitim ve kültür politikalarıdır. Geleceğin toplumu, eğitimle “imal” edildiğine göre, eğitimimize sahip çıkmamız, yeterli kaynak ayırmamız, nasıl bir “insan tipi” yetiştireceğimizi belirleyip eğitimimizin “o insan tipini yetiştirip yetiştirmediğini” izlememiz gerekir.
Eğitimimizin adı ve amaçları, ulusal konuların işlendiği ve kültürel kalıtımımızın aktarıldığı sanısını yaratsa da giderek “mankurtlar toplumu” olmaktayız. Eğitimi milli olan toplumu, kimse mankurtlaştıramıyor.
Mankurtlaştırmak ne demektir?
Sosyokültürel bir kavram olan mankurt, Cengiz Aytmatov’un yaklaşımıyla şöyle oluşuyor: Dış güçler, toplumu bilinçsizleştirip sömürüye açık duruma getirmek için, içerideki egemen sınıfla iş birliği yapıyor. Ülkenin eğitim ve kültür politikalarını ulusun aleyhine değiştirip toplumu ulusal kültüründen uzaklaştırarak, kendine ve kültürüne yabancılaştırıyor. Sonra da yardım ediyormuş kanısı yaratarak toplumun zihnini yeniden kurgulayıp sömürgecilerin zihinsel kölesi durumuna getirmek için onu kendi değerlerine düşman ediyor. Geleneksel kültür kodları ile ayakta durduğu için halk, okumuşlar (aydınlar) ve yöneticiler kadar kolay mankurtlaştırılamıyor. Ulusal değerleri zayıf olanlar da mankurtlaştırılma sürecine kolaylıkla girebiliyorlar.
Ulusal kimliğimiz yozlaştırılmış, kişiliğimiz aşağılanmış, onurumuz, ulusal refleksimiz ve direncimiz bu yolla kırılmış bulunuyor. Bunlar, alıştıra alıştıra yapılmıştır. Öyle de olsa, halkımızın, yakın geçmişte, emperyalist duyguları tanıyıp dünyaya düzen verdiği unutulmamalıdır.
ATEŞ SUYU POLİTİKASI
Bize okullarda bellettikleri Amerika’nın keşfi, Amerika’nın işgalidir. Batılılar (Avrupa ve ABD), Kızılderililerin “temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek” onları aç bırakmış, kısırlaştırmış, doksan milyon insanı soykırıma uğratmış ve katletmişlerdir. Afganistan’da, Ortadoğu’da ve örtülü olarak dünyanın birçok yerinde de aynı tutumu sürdürmektedirler.
Bugün yaşayan Kızılderililer de ateş suyuna (alkole) alıştırılıp uyuşturulmakta, köleleştirilmekte ve beyaz adamın değerleriyle eğitilerek mankurtlaştırılmaktadırlar.
Türkiye’de de böyle yapılmak isteniyor. Uygarlıkta Batılılarla yarışacak bir Türkiye değil; onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi, zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar.
Aytmatov, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusların da benzer politikalar uyguladığını görerek, mankurtlaştırma kavramını ortaya koymuştur.
Emperyalizm, ateş suyu (alkol) etkisinde, başka şu on aracı daha geliştirmiştir:
İlk ateş suyu, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı; ikinci ateş suyu, Kültürsüzleştirmek; üçüncü ateş suyu, yabancı dilde eğitim; dördüncü ateş suyu, cinselliğin yozlaştırılması; beşinci ateş suyu, ideoloji ve kavramların saptırılması; altıncı ateş suyu, bilimsel eğitimden uzaklaştırma; yedinci ateş suyu, mürtecilik ve teokültürel taciz; sekizinci ateş suyu, yapay gündem; dokuzuncu ateş suyu, tarihi çarpıtmak; onuncu ateş suyu, toplumu Kızılelmasız/ütopyasız bırakma; on birinci ateş suyu da insanı yalnızlaştırmaktır.
Neden mankurtlaştırıyorlar?
İlk neden, emperyalist devletlerin, sömürme istekleridir. İkincisi, ülke içinde egemen sınıfın, toplumsal politikaları, kendi çıkarları yönünde belirleyip gücünü sürdürmek amacıyla öbür sınıfları mankurtlaştırma isteğidir Üçüncü neden de “toplum tasarımı mühendisliği yapanların cehaleti ya da yanlış bilgi kullanımıdır. Bir de toplumun geri kalanını mankurtlaştırmaya uğraşan işgüzar kesim vardır. Ülkemizde ne yazık ki hepsinden çokça bulunmaktadır.
Mankurtlaşmamak için ne yapmalı?
Mankurtlaşma, ancak “milli bir eğitimle” önlenebilmektedir. Bunun için Atatürk’ün şu sözünden esinlenilmelidir:
“Milli bir eğitim programından söz ederken eski dönemin bütün boş inançlarından sıyrılmış, Doğu’dan ve Batı’dan gelen yabancı etkilerden uzak ve ulusal öz yapımızla orantılı bir kültürü kastediyorum. Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza saldıran her güce karşı savunma yeteneği ile donanmış bir kuşak yetiştirmeye gereksinim duyduğumuzu unutmayalım.”
Ulusal hedefler söz konusu olduğunda eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler, birbirini desteklemelidir. Kültür kodları, akla dayalı bilimsel bir yaklaşımla eğitimin her aşamasında öğretilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlıkçı niteliği, güçlü kaynakları ve sağlam gelenekleriyle mankurtlaşma araçlarına karşı uyanık kalarak tarihsel rolünü başarıyla oynayabilecek yetenektedir.
MANKURTLAŞTIRMA SÜRECİNİN ARKA PLANI
Mankurtlaşmanın arka planında, Batıcılaşma, bilimin Batıcılaşması, politikada Batıcılaşma, muhafazakârlığın yükseltilişi, öğretimin birleştirilememesi, öğretmen yetiştirme ve öğretim programları gibi sorunlar yer almaktadır.
Tarihte genellikle Doğu-Batı toplumları, karşı karşıya gelmiş ve birbiriyle mücadele etmişlerdir. Bu mücadelede, son bin yılda Türkler, Doğu’nun öncü gücü olmuştur. Bu süreç, Avrupa’da Aydınlanma felsefesi sonrasında değişmiş; Batı, teknolojik üstünlüğünü giderek artırmıştır. Bu süreçte Birinci Dünya Savaşı ile Batı’nın Doğu sorunu bitirilmiş; Osmanlı Devleti dağılmıştır. Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Doğu-Batı saflaşmasında çekimser bir tutum izleyerek bir “tampon devlet” rolü üstlenmiştir. Bu rol, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle değişmiş ve Türkiye, Batı safına geçmiştir.
Türkiye’nin bu seçimi, toplumun ulusal kültürünü, Batıcılaştırma hedefine dönüştürmüştür. Bu durum, toplumsal sorunların çözümünde, Batı’nın kavramlarının, kural ve sorun çözme yöntemlerinin kullanımına yol açmıştır. Bu ise siyasal istikrarsızlık, terör, toplumsal çözülme, ahlak çöküntüsü gibi birçok sorun yaratmıştır.
Eğitimde Batıcılaşma, yalnızca yabancı dillerde eğitim yapmakla kalmamış; Batı bilim anlayışının yerleşmesiyle bir kısım okumuşların, aldıkları eğitimin etkisiyle ulusal sorunlar karşısında çekimser tutum takınmalarına neden olmuştur.
Doğu ve Batı toplumlarının mantıkları farklı işlediği halde, Türkiye’de karı-koca ilişkilerinden, aile değerlerine; çağdaşlık ve gelenekçiliğe dek birçok sorunu algılayış, Batılı bilgiye göre biçimlenmiştir.
Bir NATO ülkesi olan Türkiye’ye Batı’nın (Avrupa ve ABD), dost gibi davranmaması, içte tepkilere yol açmıştır.
Eğitimde Batıcılaşmayı, politikadaki Batıcılaşma yaratmıştır. ABD’nin çıkarlarının korunması için işbirlikçi yönetimler oluşturulmuş, gerilim yaratılarak darbeler desteklenmiştir. Bağımsızlıkçı, antiemperyalist, Batıcı karşıtı ulusal sol, ezilmeye çalışılmıştır. 12 Eylül marifeti ile gençlik, siyasal bilgi ve beceri edinmekten yoksun bırakılmış; yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmez duruma getirilerek “ülke, sömürgenler açısından dikensiz gül bahçesi” yapılmıştır. Sağ, “Batı ile ilişkilerinden aldığı güçle kırsalda yaşayan köylülere ve onların duyarlıklarına dayanarak kolay yoldan iktidarda kalma” hesapları içine girmiştir. Buna 2010’larda “Mısır’dan yayılan teokratik hareketler” de eklenince, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürülmüştür.
1970’li ve izleyen yıllarda demokrasi eğitimi, siyasal bilgi ve bilinçlenme konuları, sağcılık ve solculuğun ne olduğu müfredatta yer bulamamış; örtülü olarak gösterilen tek adres, “muhafazakâr sağcılık” olmuştur. Oysa demokrasi, farklı görüşlere özgürlük tanınmadan gerçekleştirilememektedir. 1986’da “Türk İslam Sentezi”, resmi kültür politikası olarak kabul edilmiştir. Atatürkçü kadrolar bir kenara itilerek ya da cezalandırılarak iş başından uzaklaştırılmıştır. Cemaatler, toplum içinde örgütlenmiş, kendi holdinglerini, okullarını ve basın kuruluşlarını oluşturmuşlardır.
Ülkenin dış borçları tırmanmıştır. Tarımın desteklenmemesi yüzünden, köyden kente göç hızlanmıştır. Laikçi-dinci gerginliği artmıştır. Türk aydınının, laik Cumhuriyet’e karşın, özgürlüğü kısıtlanmıştır.
İkinci Dünya Savaşından sonra ABD ile ilişkilerimiz, eğitim ayağında ilk olumsuz etkisini, köy enstitülerinin kapatılması ve imam hatip liselerinin açılması ile göstermiştir. Oysa toplumun tüm kesimlerinin birbiriyle sağlıklı iletişim kurabilmesi için toplum bireylerinin, aynı eğitim felsefesi doğrultusunda, bilimsel ve ulusal bir eğitim politikasıyla eğitilmesi gerekmektedir. İlköğretim okullarını kapatan, 4X3’lük bir sistemi getiren ve imam hatip liselerini meslek lisesi olmaktan çıkarıp genel lise yapan 2012 tarihli yasa ile eğitim sistemimiz, kökten değişikliğe uğratılmıştır. Bu din eğitimi okullarıyla, 21. yüzyıl değerlerine ve Türk kültürüne uymayan bir okul sistemi yürürlüğe konmuştur.
Huzurlu, uygar bir yaşam sürdürmek isteyen toplumlar, bu isteklerini ancak, bilimsel bilgi aracılığı ile yüksek bir standart tutturmak için uyguladıkları bilimsel, laik eğitimle gerçekleştirebilmektedirler. Bilimsel olmayan eğitim, toplumu çürütmektedir. Bunun en somut örneği, Ortadoğu ülkeleridir. Arapların bilimde yüksek olduğu çağlarda toplumun genel bilim-eğitim düzeyi de yüksekti.
Bir başka önemli sorun, yabancı dilde eğitim yapan okulların varlığıdır. Bu okullar, genellikle Batı sempatizanı insan yetiştirmektedir.
Osmanlı eğitim sistemindeki medrese, mektep, azınlık ve misyoner okulları, birbirlerinden farklı dünya görüşü kazandırmaları nedeniyle çatışma içindeydiler. 3 Mart 1924’te çıkarılan Öğretimi Birleştirme Yasasıyla bu okullar kapatılarak ortak dünya görüşü verilmeye çalışılan ilkokul, ortaokul ve liseler; gereksinim duyulan din görevlilerini yetiştirmek için de imam hatip okulları açılmıştı. Ancak, sayıları 33’e kadar çıkarılan bu okullar, öğrencisizlikten, 1931’de kapatılmıştır. Türkiye’de bugün, Öğretimin Birleştirilmesi Yasasının çıkarıldığı tarihten önceki noktaya gelinmiştir. İmam hatip liselerinden çıkan yurttaşlar, ayrı dünyaların insanı durumuna gelmektedirler. Öğretimin birleştirilememesi, “yeni bir öğretimin birleştirilmesi uygulamasına gereksinim” duyurmaktadır.
Atatürk’ün şu sözü, eğitim yetkilileri ve sorumluları başta olmak üzere, toplumun tüm bireyleri için oldukça uyarıcıdır:
“Ulusal eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık karışıklık, yanlış anlama olmamalıdır. Bir de ulusal eğitim temel olduktan sonra onun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusal yapmak zorunluluğunu tartışmak gereksizdir.
Öğretmen yetiştirme ve öğretim programları
Türkiye, 16 Mart 1848’den beri kendi öğretmenini öğretmen okullarında bilimsel bilgiyle yetiştirme deneyim ve bilgi birikimine sahip iken; dünya eğitim tarihine geçmiş bir “köy enstitüsü modeli” varken 1997’de, ABD için üretilmiş olan önerilere dayanılarak eğitim fakülteleri, yeniden yapılandırılmıştır.
“Yeniden yapılandırma için çalışma gruplarının oluşturulmasında, yeterli sayıda Türk alan uzmanından çok, ülke koşullarını bilmeyen, sadece kendi ülke uygulamaları ile sınırlı olan uygulayıcılar, yüksek ücretlerle görevlendirilmişlerdir. (…) Sistemi iyileştirmek için yapılan tüm önerilere kulaklar tıkanmış, (bunlar) dikkate alınmamıştır.”.
2005-2006 öğretim yılında İlköğretim Programı; aynı anlayış doğrultusunda da lise programları değiştirilmiştir. Yeni ilköğretim programını AB, yüz milyon Avro ile desteklemiştir. Dünya Bankası’nın ve AB’nin, eğitimle ilgili kredileri, her zaman koşullu verdiği bilinmektedir. “AB, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil, AB’ye uyumlu “bireyler” yetiştirilmesini” istemektedir
“Eğitimde büyük reform” olarak sunulan yeni programda, yapılandırmacı eğitim anlayışı temel alınmış ve öğrenci odaklı eğitime geçilmesi istenmiştir. Ulusallık vurgusu ise alt düzeye indirgenmiştir. Öte yanda, ikili öğretime, sınıfların kalabalıklığına, ilköğretim okullarında seksen dakikalık derslere hiçbir çözüm getirilmemiştir. Birçok ülkede öğretim yılı 240 günün üzerinde iken, bizde 180 günü aşamamaktadır.
2 Aralık 2005’te yaptıkları toplantıda yeni programı değerlendiren Üniversitelerin Eğitim Programları ve Öğretim Alanı Profesörler Kurulu, yayımladığı sonuç bildirisinde özetle şunları saptamıştır:
“Eğitim programları, öncelikle ülkenin kendi iç toplumsal dinamikleri, gereksinimleri ve yaşantılarından kaynaklanmak durumundadır. Aksi durumda, yani diğer ülkelere bakarak, onların kendi yapıları ve gereksinimlerinden üreyen felsefe, yönelim ve model ithallerinin geçerliliği ve uzun vadeli katkısı olmaz… Yeni programın hazırlanmasında ülkemizdeki bilim insanları ve ilgililerin değerlendirmelerinin ön plana alınmadığı gözlenmiştir… Önce programın uygulayıcılarından ve uygulama sonuçlarından bilimsel bir süreç içinde dönütler alınmamıştır…Öğretim programlarında tek bir yaklaşımın (yapılandırmacılık) temel alınması ve programın uygulama ilkelerinin sadece bu anlayışa dayandırılması eğitim-öğretim etkinliklerinde bireysel farklılıklara uygun bir çeşitliliği sınırlandırmakta, bu da öğretmenin belli kalıplar içerisinde hareket etmesine neden olmaktadır…. Program geliştirme yerine program içeriğinin ve uygulama ilkelerinin, sosyo-ekonomik ve kültürel koşulları ülkemize göre oldukça farklı olan ülkelerde uygulanan programların uyarlanması yoluna gidilmiştir…. Programı uygulayacak olan öğretmen, yönetici ve deneticiler, bilişsel ve duyuşsal yönden hazır duruma getirilmemişlerdir…”
Yeni programa bağlı olarak, Eğitsel Kol Çalışmaları Yönetmeliği yerine, Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği yürürlüğe konmuştur. Bu yönetmelikte, öncekinde bulunan “…Türk olmanın gururunu duyan, vatan ve milletini seven; milli, ahlaki ve insani değerlere sahip (…) milli ve sosyal hayata etkin bir şekilde katılabilmelerine yardımcı olabilmek” anlatımının ya da bunu karşılayabilecek başka bir anlatımın yer almadığı görülmektedir. Programda, “Türk” sözcüğünün olabildiğince az kullanıldığı; kişinin bireysel yönü öne çıkarılırken, toplumsal ve ulusal yönünün önemi, daha az vurgulanmıştır. Bu tutumlar, ders kitaplarına da aynı biçimde yansıtılmıştır. Oysa toplumculuk görüşü, Türk toplumunun hem tarihsel varoluşunun hem de ulusal birlik gücünün temelidir.
Türk kültürel psikolojisindeki, ataların, torunlarını izleyip gözlemesi, onlarla gurur duyması; torunların da büyüklerine layık olmayı amaçlayarak yaşamlarını sürdürmesi ile gerçekleşen kimlik bileşenleri zorlandığında, kişi mankurtlaşmaktadır. Bizde toplumsal yapı, Batı’daki gibi “birey” ve “özgürlük” temelinde değil; “eşitlik” ve “toplumculuk” omurgası üzerinde yükselmektedir. Bireycilik, 1968 İlkokul Programı’nın amaçları arasında yer alan “toplumun menfaatlerini kendi menfaatlerinin üstünde tutar.” anlatımıyla da çelişmektedir.
İlköğretimde, “yurdunu, ulusunu seven ve onunla gurur duyan yurttaş yetiştirme” amaçlanır; üniversiteye doğru da “yerelden evrensele doğru bir çizgi” izlenir.
Eğitim aracılığı ile kültürün varlığını zenginleştirerek sürdürebilmesi için etkili her araçtan yararlanmak; “temel kültür kodlarını oluşturan Keloğlan’ı, Köroğlu’nu, Nasrettin Hoca’yı, Dede Korkut’u, tarihsel efsane ve destanları” yeni kuşaklara aktarmak gerekir. Yerel kültürü özümsemeden evrensel kültüre ulaşılamaz.
“Özel okullar, dershaneler gibi gelişmeler, eğitimde fırsat ve olanak eşitliğini ortadan kaldırmış; sosyal devlet, savunmasız kalmıştır. Yoksulların çocukları cemaatlerin desteği olmadan okuyamaz olmuşlardır.
“Eğitimde Atatürk ilke ve devrimleri sadece nostaljik bir öge işlevi görmektedir. Toplumsal hayatta Atatürk ilkelerinin içi boşaltılmıştır. Devletçilik, özelleştirme (yabancılaştırma) ile; halkçılık, kavimsel, dinsel, mezhepsel vurgu ve çatışmalarla; laiklik, toplumsal hayatın dinselleştirilmesi ve akılcılığın durdurulması ile; milliyetçilik, küreselleşme kültürü ve İslamcılık ideolojisiyle; devrimcilik, bırakınız yapsınlar, soysunlar liberalizmi ile ve cumhuriyetçilik de içeriksiz demokrasi ve bireycilik lafazanlığı ile zedelenmektedir.”
Üniversitelerimiz, “hükümetin sesi” olmaya zorlanmaktadır. Çoğu araştırmacı, Türk toplumunun sorunlarını çözmeye odaklanacağına, araştırmalarının Batı dergilerinde yayımlanabilir olması kaygısına düşmüştür. Akademisyenlerin büyük çoğunluğu, yalnızca sahip olduğu Batılı bilgiyi aktarmaktadır. Buna bir de Arap hayranlığı eklenmiştir.
Çağdaşlaşma yolunda hayli ilerlemiş olan bir toplum olarak bizim eğitim felsefemiz, büyük ölçüde, Atatürkçülük diye tanımlanan bir anlayışa ve bilgi-bilişim toplumu olarak gelişmeye uygun yazılı mevzuat çerçevesinde bir eğitim politikasının izlenmesini gerektirmektedir. Ne var ki bunun yerine, bir baskı grubunun etkisiyle dinsel ağırlıklı örtük bir eğitim politikası yürürlüğe konmuştur. Oysa “tarihin çöplüğü, eğitimi sadece din eğitimi sanan ya da gayri milli, bilimsel olmayan eğitim veren toplumların enkazlarıyla doludur.”
SON SÖZ VE BİR ÖNERİ
Yazar, söz konusu yapıtında, can alıcı pek çok ulusal sorunumuza parmak basıyor ve bu konuda çözüm önerileri ortaya koyuyor. O kadar ki bunların yalnızca adlarını sıralamaya kalksak sayfalar dolar. Bu niteliği dolayısıyla yapıta, ”Mankurtlaşmayı Önleme Yolları Ansiklopedisi” dense yeridir. Onun için bu yapıtın, başta eğitimcilerimiz olmak üzere, bütün çocuklarımızın çağdaş, bilimsel ve laik bir ulusal eğitimden yararlanması; Cumhuriyetimizin, “kimsesizlerin kimsesi “konumuna yükseltilmesi özlemini duyan yediden yetmişe herkese ulaştırılmasının bir yolu bulunmalıdır.
Önerim: Yukarıda kısaca belirtilen görüşler çevresinde, nedenleri ve sonuçlarıyla savunulan tez, kitapta 24 ana başlık altında ele alınıyor. Ancak, bu başlıklar altında anlatılanlardan, değişik yerlerde yeniden ve yeni gerekçelerle açıklanan “mankurtlaşma”, “eğitim”, “ulusal eğitim”, “Atatürkçülük”, “kültür” gibi konuların, tek birer başlık altında toplanması durumunda, savunulan görüşlerin okur üzerindeki etkisinin, daha üst düzeyde olacağı kanısındayım. Bundan yola çıkarak diyorum ki yazar, acaba bu büyük emeği, böyle bir çalışma ile de taçlandırmayı düşünür mü?
[1] İkram Çınar. Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz. Güncellenmiş 2. Baskı. IQ Kültür Sanat Yayıncılık. İstanbul, 2018.