Neden Hepimiz Türküz

Sayı 38- Nisan 2013

Özellikle son 10 yıldır tarihimizle yüzleşme adı altında cumhuriyete saldırılar en üst düzeye çıkmıştır. Cumhuriyet halkın gelenek, görenek ve inançlarına gıcık olan halktan kopuk mösyö olarak tabir edilebilecek, bir grup halk düşmanı, okumuş yazmış, sadist, ırkçının o zamana kadar insanların özgürlükler içinde yaşadıkları yaşamlarını yıkarak kendi baskı sistemlerini kurmak için insanlara zorbaca dayattıkları bir rejim olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Emperyalizmin dizginsiz saldırısı altında, akıl düşmanı bir dönemden geçtiğimizi için de gerçeğin ne olduğu ile kimse ilgilenmemektedir. Ulus nedir? İnsanlık tarihi içindeki yeri nedir? Ulusal devletler neyi temsil ederler? Etnik grup nedir? Şeyh, şıh, ağa, seyit vb. insanlar kimlerdir? Bu yapıların ve insanların insanlık tarihi içinde yerleri nedir? Bunlar bilinmeden cumhuriyetin ne olduğunun ve bugün karşılaşılan sorunların kökenlerinin anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle öncelikle kısaca insanlık tarihinin ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağım ve daha sonra konuyu cumhuriyetimizin kuruluşuna ve bugün karşılaşılan sorunlara getireceğim.

İnsanlık tarihi insanın özgürleşme sürecidir. Bu süreçte insan öncelikle doğa ile mücadele etmiştir. Doğa ile olan mücadelesinde insanın başarılı olabilmesi ve hayatta kalabilmesi için diğer insanlara dayanışma içinde olması gerekiyordu. Çünkü insan doğa da zayıf bir varlık ve karlı bir avdır. Bu süreçte diğer insanlarla birlik olarak ve ortaklaşa yaşayarak hayatta kalabilmiş yeteneklerini geliştirebilmiştir. Bu sayede gitgide özgürleşmiştir. Toplumsal yaşamın ortaya çıkması özgürlük noktasında doğa ile olan mücadele dışında toplumsal mücadele de başlamıştır.

İnsanlığın gelişimini bir çocuğun gelişimi ile benzerlik kurarak açıklamaya çalışırsak. Çocuk doğduğu anda bütünün bir parçasıdır. Becerileri geliştikçe çocuk özgürleşmeye başlar ve iki buçuk üç yaşlarında kendinin farkına varır. Bu noktada çocuk bütünden koparak kendi olma çabasındadır. Bu çaba içersinde çocukluktan, ergenliğe ve bazen bütün yaşam boyunca kişi kendini başkalarını kanıtlamak için uğraşmaktadır. Kişinin kendi olabilmesi için bu süreç gereklidir. Fakat kişi kendisi olduğunda o zaman insanlık bütünü içinde olduğunu anlar. Bütünü geliştirmek için çabalar. Toplumsal süreçte de insan doğada var olabilmek için bir araya gelmiş ve komünal yaşantıyı oluşturmuştur. Bu süreç içersinde insanlık üretim ilişkileri nedeniyle sınıflara ayrılmış böylece bütün parçalanmıştır. Bu parçalanma insanın insanı sömürmesinin ve özgürlük mücadelesinin toplumsal yanının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toplumsal özgürlük mücadelesi kabaca köleci toplum, feodal toplum, ulusal devletler (burjuva demokrasisi) aşamalarından geçmiş sosyalizm ve komünizm mücadeleleri verilmiş ve verilmeye devam etmektedir. Bütün bu mücadelelerin son ereği insanlığın bütünlüğünü sağlayarak insanlık bütünü içinde rahat, huzurlu, barışçıl ve özgür bir yaşam yaratmaktır.   

İnsanlığın bütünlüğünü sağlama ereği tarih boyunca bütün devrimlerin birleştirici olmasını sağlamıştır. Örneğin Büyük İskender Aristo’nun fikirlerini yayarak insanlığa özgürlük getirme ideali ile yola çıkmış ve bilinen dünyanın büyük kısmını birleştirmeyi başarmıştır. İskender daha iyi bir yaşam getirme idealinde olduğu için fethettiği yerlerdeki insanlar onun ordusuna katılmıştır. (Özgürlüğün dışarıdan gelemeyeceği kesindir fakat bu yazının konusu olmadığı için o konuya girmiyorum). Yunan düşüncesi halen daha etkinliğini sürdürmektedir. Yine Roma getirdiği yasalarla büyük toprakları birleştirmiş tarımsal üretimi ve ticareti güvenlik altına alarak insanlığın birleşmesine katkı sağlamıştır. En büyük köleci devlet olarak kabul edilen Roma köle efendi mücadelesi içinde o kadar zayıflamıştır ki kuzeyli barbarların saldırıları ile önce ikiye bölünmüş daha sonra batı kısmı tamamen yıkılmıştır. Batıda bu olaydan sonra köleci sistemin yerini feodal sistem almaya başlamıştır. Feodal sistem bireysel olarak daha çok özgürlük getirmiş gibi görünmekle birlikte Avrupa feodal beyler arasında parça parça olmuş ve en karanlık dönemini yaşamıştır. Bu süreçte doğu dünyası bütünlüğünü korumayı daha çok başarmıştır. Örneğin, İslam getirdiği yasalarla bütün Arap yarım adasını, Mezopotamya’yı, kuzey Afrika’yı birleştirmiştir. Yine Osmanlı imparatorluğu yarattığı tin ile birleştirici yasalar ortaya koymuş ve büyük alanları yönetebilmiştir. Osmanlının en çok savaştığı Alman kökenli Kutsal Roman Cermen İmparatorluğundan Osmanlıya göçlerin olması bu durumu ortaya koymaktadır.

Ayrıca Türk umudu taşıyan pek çok umutsuz çiftçi ve köylünün 1520’li yıllarda Osmanlı topraklarına göç ettiği, 14. ve 18. yüzyıllar arasında Avrupa’daki toplumsal korkuların tarihinde yazılmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu ve düzeni çiftçilere, köylülere, zanaatkârlara ve askerlere çok çekici geliyordu. Vergiler belirlenmişti ve sabitti keyif olarak değişmiyordu, zorunlu çalışma yoktu, yağma önlenmişti, tarım düzeni ve hasat güvenliği vardı ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağından söz edilebilirdi (Hamuroğlu, 2011, s. 20).

Görüldüğü gibi insanlığın yaptığı devrimler büyük birleşmeleri getirmiş bu birleşmelerin oluşmasını ve sürdürülmesini sağlayan yasalar insanlığa üretim, ticaret, iletişim olanaklarını kolaylaştırarak insanlığın bilim, sanat gibi alanlarda bütünleşmesine hizmet etmiştir. Fransız devrimi insanlığın bütünleşmesi noktasında çok önemli bir adım olmuştur. Feodal sistem bitmiş artık bir ulus doğmuş insanlık özgürlük alanında büyük bir adım daha atmıştır. Peki, milletin doğuşu ne getirmiştir? Feodal beyin serfi (yani ağanın marabası) olan köylü yukarıdaki alıntıda da görüldüğü her feodal beyin, prensin, kralın keyfi olarak koyduğu vergileri ödemek zorundaydı, kendi ihtiyaçları için avlanamazlardı çünkü avlanma haklı asillere aitti ve köylü ürününü korumak için bile tarlasına giren hayvanı vurursa büyük cezalara uğruyordu. Bunların yanı sıra köylülerin eğitilmeleri söz konusu değildi. Sağlık hizmetlerinden yararlanma olanakları çok azdı. Feodal beyin ilk gece hakkı vardı ve evlenen kadınlar ilk geceyi feodal bey ile geçirmek zorundaydı. Böylece evlilikleri kutsanmış oluyordu. Bir köylünün yaşadığı yeri bırakıp başka bir yere gitmesi bile yasaktı. Eğer başka bir feodal beyin topraklarına girerse, topraklarına girdiği feodal bey köylüyü geri vermek zorundaydı. Köylülerin feodal beyleri dava etmek gibi hakları tabi ki yoktu. Kanun önünde eşitlik gibi şeyler yoktu. İşte İngiliz devrimi, Amerikan devrimi ile başlayıp Fransız devrimi ile taçlanan burjuva demokratik devrimi bütün bunları değiştirdi. İnsanları yasalar önünde eşit yurttaşlar haline getirmiştir.

Bugün Jakobenin ne olduğunu bilmeden insanları karalamaya çalışanlar aslında Jakoben dedikleri kişi övmektedirler. Çünkü Jakoben iktidarında bütün feodal belgeler yakılmış, feodal ödentiler kaldırılmış, köylünün eski borçları silinmiş, kaçan senyörlerin toprakları köylülere dağıtılmış, eğitim ücretsiz hale getirilmiş, Haiti’de kölelik kaldırılmıştır. Jakobenler asillerin topraklarının köylüler arasında paylaştırılması, feodal sistemin tazminat olmaksızın tümüyle kaldırılması gibi kararlar alırlar. Şehirlerde ise fakir halkı korumak için istifçilere, karaborsacılara, spekülatörlere karşı ağır cezalar getirilir. Yoksullara yardım politikası benimsenir, milli eğitim anlayışı doğrultusunda okulların kurulması, bütün eğitimin zorunlu ve parasız olması için çalışmalar yaparlar. Devrim düşmanlarının mülkleri yoksullara dağıtılır. Ruhbanın Sivil Yapılanması yasasıyla papazları devletin memurları konumuna getirip Kiliseyi denetim altına alırlar (Ağaoğulları, 2011).

Bütün bunların temelinde ise aslında Jakobenler, insanlığın özgürlük yolunda yeni açılımını ortaya koyan yurttaşlık yasalarının yani yeni Fransız anayasasının geliştiricisidirler. Bu özellikleri ile ulus devleti kuran güçtürler. Bu sayede artık herkes yasalar önünde eşit yurttaştır. Kısa sürede ulusu savunmak için 1,2 milyonluk bir ordu toplayarak devrime saldıran diğer Avrupa ülkelerini yenilgiye uğratmışlardır. Devrim yapmış, her şeyin kökten değiştiği bir ülkeye Avrupa’nın bütün ülkeleri birleşip saldırmış, devrimi boğmak istemişlerdir. İşte böyle bir ortamda Jakobenler insanlara özgürlük getirmemiş olsalardı, daha iyi bir yaşam getirmemiş olsalardı nasıl bir yıl gibi kısa bir zamanda hem 1,2 milyonluk bir ordu toplayıp, hem de iç dış bütün devrim düşmanlarını yenebilirlerdir? İnsanlar özgürlüğün peşinden gitmişlerdir ve özgürlük sayesinde pek çok yeni şey yaratarak düşmanlarına üstünlük sağlamışlardır. Tabi ki bütün bunları asillere rica ederek yapmamışlardır. Bu süreçte onbinlerce asil yok edilmiştir (Tanilli, 1989). Devrim Fransa’yı birleştirmiştir. Yasalar doğrultusunda ortak dil, ölçüler gelmiş üretim ve ticaret de birleşmiştir. Daha önce her prens kendi ölçülerini uygulayabiliyordu. Ortak ölçü o kadar önemlidir ki 1875 yılında Paris’te 17 ülke “Metre Antlaşması” imzalamıştır (Ildız, 2011). Her yerde yerel diller kullanılıyordu. Bütün bunlar ticareti, eğitimi güçleştiriyordu. Özetlersek devrim şunları getirmiştir.

1. Soyluluk ayrıcalıkları yok edildi.

2. Feodalite yıkıldı.

3. Kilise mal varlığını yitirdi sadece manevi olarak kaldı.

4. Ulusal pazar birleştirildi.

5. Bütün Fransızlar hukuk önünde eşit hale geldi.

6. İktidar anayasanın altına girdi. 

7. Eğitim devletin görevidir artık ve bu eğitimde dinin yeri yoktur.

8. 1790 Papa İnsan Hakları Bildirisini mahkûm eder.

9. Şikâyet dilekçesi hakkı geldi (Tanilli, 1989).

Fransa bu devrimle birleşmiştir. Yirmi beş veya 27 milyon olarak tahmin edilen dönemin Fransa’sında sadece 5 milyon kişi Fransızca konuşuyordu. Fransızca dışında diğer dillerin konuşulması yasaklanarak bu sorun aşılmıştır. İnsanı özgürleştirecek olan dil, onun diğer insanlarla anlaşabilmesini sağlayan, duygusunu, düşüncesini, isteklerini anlatabildiği dildir. Ana dilde özgürlük diye bir şey yoktur. Bu nedenle insanın annesinden öğrendiği dil kısıtlı bir dil ise kişinin insanlaşmasında ve özgürleşmesinde yetersiz kalıyorsa o zaman bu dil toplumun dili olamaz (Özbek, 2012). Fransız devriminin getirdiği özgürlüğün ne kadar etkili olduğunu şu örnekte açıkça görebiliriz: Alsas-Loren bölgesi Almanya ve Fransa arasında sürtüşmeye neden olan bir bölgedir. Bölge halkı Almandır ve doğal olarak eğitim dili, konuşma dili Almancadır. Fransız devrimi ile birlikte bölgede Fransa’nın yükselişi başlar ve bölge Fransa’nın denetimine geçer. Fransız devrimi ile bölgedeki köle emeği harcamak zorunda olan bağımlı köylüler olmaktan çıkıp, çoğu durumda kendi çiftliklerinin ve topraklarının sahibi olan özgür köylüler haline geldiler çünkü asiller sürüldü ve yasa geldi. Alman İmparatorluğu devrime karşı savaş açtığında bu Alman halkı Fransa’nın tarafında yer almıştır. 1871’de Almanlar Fransızları yenip bölgeyi geri aldıklarında Almanlarla değil Fransızlarla karşılaşırlar. Bölge halkı yeniden Almanlaştırılmamak için direniş gösterir (Gültekin, 2011).

Hiçbir ulus bir etnik gruptan oluşmaz. Önemli olan insanlık noktasında daha gelişmiş bir yerde buluşmak olduğundan uluslar pek çok etnik grubun birleşiminden oluşurlar. Alsas-Loren ulaşılan özgürlüğün insanlık açısından yaşanan ilerlemenin bir grup insanı nasıl ulus haline getirdiğinin çok güzel bir örneğidir. Böylece insanlığın özgürlük mücadelesinde uluslaşmanın insanın vatandaş haline gelmesinin ne kadar önemli bir gelişme olduğunu gördük.

Şimdi gelelim Türkiye’mize. Ülkemiz emperyalizme karşı verilen bir özgürlük savaşı ile kurulmuştur. Bu özgürlük savaşı iç ve dış düşmanlara karşı verilerek ittihat ve terakki ile başlayan burjuva demokratik devrimciliğinin önemli bir aşamasını oluşturmuştur. Kendi tini Viyana kuşatması sonucunda 1689’da Karlofça antlaşması ile yok edilmiştir. Osmanlı Sultanlığı insanlığın ulaştığı özgürlüğün çok gerisinde kalmış bir sistemdi. Osmanlı’da yaşayanlar özgür yurttaşlar değil padişahın kullarıydılar. Nüfusun büyük bölümü eğitim, sağlık, adalet gibi toplumsal hizmetlerden faydalanamıyorlardı. Vergi vermek ve askere gitmek zorundaydılar askerliğin de ne zaman biteceği belli değildi. Osmanlı ülkesinde ticaret yapan bir Osmanlı tebaası kendi ülkesinin bir yerinden diğerine mal taşırken gümrük vergisi ödemek zorundaydı. Oysa bir yabancı bu vergiyi ödemek zorunda değildi. Tren yolları, iletişim hatları, limanlar, fabrikalar, postaneler hepsi yabancıların elindeydi. Osmanlı toprağında doğan bir köylü askerlik dışında hiçbir şekilde köyünün dışına çıkamadan, herhangi bir eğitim göremeden, bazen toprağı süren öküz kadar bile değeri olmadan o toprakta yaşayıp ölüyordu.

Osmanlının kendi yarattığı tinin aşıldığını anlaması yaklaşık 150 yıl sürmüştür. 17. ve 18. yüzyıllar boyunca eski düzenin yeniden kurulmasının devletin kötü gidişini engelleyeceği, devletin yeniden ihtişamlı günlerine döndürebileceği düşünülüyordu. Ünlü Koçibey risalesi bu anlayışın en bilindik örneğidir. Geçmişe dönmenin olanaksızlığı bir yana, geçmişe dönülebilinseydi bile sorun çözülmezdi çünkü Osmanlı’nın oluşturduğu tin yani yasa aşılmıştı. Osmanlı artık insanlara özgürlük götürmüyordu. Avrupa’nın kendisini aştığını 19. yüzyılda kabul eden Osmanlı yenilik hareketleri başlattı. Biliyoruz ki bu yenilik hareketleri Üçüncü Selim ile başlamıştır. Yenilik hareketleri birinci ve ikinci meşrutiyet ile devrimci atılımlar haline gelmiştir. Nihayet Kurtuluş Savaşımız sonunda kurulan Cumhuriyet sayesinde ortaçağa büyük bir darbe vurulmuş ve özgürlük noktasında çağı yakalayan bir hamle yapılmıştır. Böylece Türk insanı yasalar önünde eşit yurttaşlar haline gelmişlerdir. Salgın hastalıklarla mücadele edilmiş, eğitim seferberliği başlamış, demiryolları, limanlar, madenler vb. ülkenin zenginlikleri millileştirilmiştir, milli sanayi geliştirilmeye başlanmıştır. Aristokrat sınıf ve ruhban sınıfı nasıl Fransız devrimine karşı çıkmışsa, orta çağdan kalma, şeyhler, şıhlar, dervişler, seyitler de Cumhuriyete düşmanlık beslemişlerdir. Fırsat bulduklarında da isyan etmişlerdir. Çünkü halkın eğitilmesi özgür yurttaşlar haline gelmesi doğal olarak onların halkı sömürmesini olanaksız kılacak gelişmelerdi. Eğitim görmüş bir insanın “ben çalışıyorum, bu adam bütün gün oturuyor, nerden geldiği belli olmayan bir şekilde şeyh olmuş niye buna kazancımı veriyorum” demesi eğitim görmemiş birine göre çok daha kolaydır. İşte Şeyh Sait ayaklanması, Dersim olayları, Menemen ayaklanması, özgürlüğe karşı gerici sınıfların kendi egemenliklerini korumak adına yaptıkları kalkışmalardır. Bu kalkışmalar başarılı olsaydı ve cumhuriyet yıkılsaydı emin olun bu yazıyı okuyan insanların çoğu okuma yazma bile bilmeyecekti. Pek çoğu doğumda ölmüş olacaklardı. Cumhuriyetin pek çok Avrupa ülkesinden önce erkeklerle eşit hale getirdiği kadınlar ise sadece erkeğin hizmetini gören ve çocuk doğuran varlıklar olarak kalacaklardı. Bir kadının eğitim görmesi, kendi kendisine yetecek bir insan haline gelmesi imkânsız olacaktı. Çünkü o zaman insanlar yasalar önünde eşit yurttaşlar değil şeyhin, şıhın kulları olarak kalacaklardı. Bu yazdıklarımın gerçek olmadığını düşünenler şeyh, şıh kılıklı adamların bugün ülkemizde hala insanları sömürdüğünü, insanların karılarını, kızlarını istedikleri gibi kullandıklarını anımsatmak isterim.  

Cumhuriyet ile önemli bir aşama kaydeden milli demokratik devrim ne yazık ki tamamlanamamıştır çünkü toprak reformu tam olarak yapılamamış ve köy enstitüleri korunup, yaygınlaştırılamamıştır. Toprak reformu yapmak için Atatürk çok çaba sarf etmiş konu ile ilgili yasa 1937 yılında meclisten geçmiş fakat uygulanamamıştır. Toprak reformu yapılamadığı için özellikle güneydoğu Anadolu’da süren ağalık sistemi nedeniyle orda yaşayan insanlar cumhuriyetin yurttaşı değil ağanın marabası olarak kalmışlardır. Oy deposu olarak da kullanışlı olduklarından 1950’den sonra gelen sağcı hükümetlerin hiçbiri bir daha toprak reformunun adını anmamışlardır. Atatürk döneminde Celal Bayar bölge ile ilgili hazırladığı raporda toprak reformunu, ekonominin ve eğitimin geliştirilmesini savunduğu halde iktidarda olduğu 10 yıl bunların tam tersini yapmıştır. Köy Enstitüleri yok edilerek insanımızın aydınlanması geciktirilmiştir. Bugün halen daha okuma yazma oranımız bile %95’lerde değilse bunun nedeni Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır. Kendi toprağının sahibi olan, eğitilerek insanlaşan bir yurttaş tıpkı Alsas-Loren örneğinde olduğu gibi cumhuriyeti savunacaktır. Bunlar gerçekleştirilemediği için bugün ülkemiz etnik bölücülük ve gericilik ile yok edilmek üzeredir. Bu noktada Kürt kökenli yurttaşlarımız en çok kışkırtılan grupturlar.

Doğu Perinçek’in belirttiği gibi Sovyet devrimi, Türk devrimi, Çin devrimi, Yugoslav devrimi gibi devrimler insanlığı birleştirmiştir. Emperyalizm ise halkları birbirine düşürüp onları parçalamak için uğraşmıştır. Sevr antlaşması sonrası Anadolu haritasına, Yugoslavya ve Sovyet Birliğinin dağılmasına, işgal sonrası Irak’ın haline  bakarak bunu açıkça görebiliriz. Dağılma sonrasında Yugoslavya’da ve Sovyetler Birliğinde insanların birbirlerini nasıl boğazladıklarını, kadınlarının bütün dünyaya yayılarak fahişelik yaptıklarını, erkeklerinin ucuz iş gücü haline geldiğini, Rusya’da erkeklerin ortalama ömrü büyük oranda kısaldığı, verem gibi hastalıklar salgın hastalıkların yeniden hortladığını biliyoruz.

Gelişim olumsuzlamanın, olumsuzlaması sayesinde gerçekleşir. Bu nedenle gelişim aşamalı bir süreçtir. Örneğin bir insanın yabancı dil öğrendiğini düşünelim. Kişi yabancı dil bilmemektedir bu nedenle yabancı dili öğrenirken kendisini olumsuzlamak zorundadır. Yabancı dil henüz kendisinin değildir. Bu ilk olumsuzlamada kişinin kendisi olumsuzlanmış ve yabancı dil açığa çıkmaya başlamıştır. Kişi ikinci olumsuzlamayı gerçekleştirip yabancı dili kendisine katarsa yani artık yabancı dili kendi öz dili gibi düşünmeden bütünden gelerek konuşmaya, yazmaya, okumaya başlarsa o zaman olumsuzlamanın olumsuzlaması gerçekleşmiş ve kişi gelişmiş olur. Kişinin yabancı dil öğrenebilmesi için öncelikle kendisinin bir dil biliyor olması gerekir. Ayrıca yabancı bir dilin varlığından haberdar olması da gerekir. Bunlar olumsuzlamanın koşullarıdırlar. Toplumsal ve tarihsel gelişim de aynı yasayı izler. Bu nedenle tarihe çalım atılamaz. Feodal bir toplumdan sosyalist ya da komünist bir toplum yaratamama nedenimiz de budur çünkü toplum o olumsuzlamayı yapacak düzeyde değildir. Önce millet olmak gerekir bu gerçekleştikten sonra insanlık bir sonraki özgürlük adımına ulaşabilecektir. Yugoslavya milletleşmeyi sağlayamadığı için paramparça edildi. Şimdi Yugoslavya’daki halkların her biri kendi yönetimlerine kavuştular bu nedenle daha özgür oldular denilebilir mi? Halkların birbirlerini boğazlamaları, Fransa düzeyine yakın bir ekonomik, sosyal, kültürel gelişmişliğin yerini ırkçılığa, yoksulluğa, yozluğa bırakmasına özgürlük şöleni mi diyeceğiz? Vurgulamak istediğimiz özgürlüğün parçalara ayrılarak değil birleşerek geleceğidir. Bu birleşmenin de aşamalarından birisi milletleşmektir. Yugoslavya milletleşme yolunda gitseydi o zaman bu kadar kolay dağılmazdı. Sovyetler Birliği’ne baktığımızda içinden pek çok devletin çıktığını ve bu devletlerin milli devletler olduklarını görüyoruz. Milletleşme sürecini tamamlamadan toplumların bir üst aşamaya geçemediklerini bu örnekler ortaya koymaktadırlar. Ayrıca bu örnekler bize emperyalist bir çağda olduğumuzu ve temel çelişkinin ezen ezilen çelişkisi olduğunu açıkça göstermektedir.

Yine halen daha emperyalist işgal altında olan Irak’ta okuryazar oranı %95’lerden, %90’ların altına düşmüştür. Alt yapı hizmetleri doğru dürüst verilememektedir, insanların sağlık, adalet, ulaşım gibi hizmetlerden yararlanmaları büyük oranda güçleşmiştir. Etnik ve dini temelde bölünen Iraklılar birbirleri ile savaşmaya başlamışlardır. Emperyalizm hem kaba kuvvet, hem de yumuşak kuvvet uygulamaktadır. Irak işgali kaba kuvvette örnektir. Yumuşak kuvvete örnek ülkemizdeki Taraf gazetesini verebiliriz. Burada bir parantez açmak zorundayım. Rousseau insanın hep iyiyi, güzeli istediğini fakat iyinin ve güzelin ne olduğunu her zaman bilmediğini belirtmiştir. Bu nedenle akıl özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi şeylere ne olduklarını bilmese de meyleder. Kitleler gerçekte bu kavramların ne olduklarını bile bilmediklerinden emperyalizm ve onun içerdeki uzantıları bu kavramlar üzerinde rahatlıkla oynayarak toplumları yönlendirmeye çalışırlar. Örneğin demokrasi sadece insanların oy vermesi ve oy çoğunluğu sağlayanın istediğini yapabilmesi olarak görülür. Oysaki bir yerde demokrasiden söz edebilmek için orda çeşitliliğin, düşünce özgürlüğünün ve güçler ayrılığının olması gerekir. İnsan aklının en iyi besini diğer insanların akıllarıdır çünkü yeryüzünde ki en gelişmiş varlık insandır. Diğer insanların düşünceleri insanın aklının açılması noktasında onu besler. Kendi düşüncesinden başka hiçbir düşüncenin yaşamasına izin vermeyen; bunların seslendirilmesini engelleyen, evrimi yasaklayıp, Harun Yahya’yı öven bir ortamda insan düşüncesi gelişmeyeceğinden insanlık da gelişmeyecektir. Yine düşünce özgürlüğü açısından bakarsak: İnsanın başka bir insanlar tarafından sömürülmesi, kadınlara ikinci sınıf insan olmaları gerektiğini, başlarını ve çenelerini kapayıp kocalarına itaat etmelerini öğretmek, düşünmek, sorgulamak, gelişmeye çalışmak yerine boyun eğip, ibadet etmek ve geçinip gitmek gibi şeylerin insanlara şırıngalanmaya çalışması düşünce özgürlüğü gibi sunulmaktadır. Bu unsular hangi insanlığı özgürleştirmektedir ki bunlar düşünce özgürlüğü içinde yer alsınlar? Diye kimse sormamaktadır çünkü ne yazık ki özgürlüğün ne olduğu pek bilinmemektedir (bu konuyu başka yazılarda açıkladığım için burayı daha fazla uzatmayacağım).

Emperyalist güçler, ülkelerin içindeki işbirlikçilerini de kullanarak bu kavramlar üzerinde oynamakta ve ülkeleri iyice zayıf düşürerek kaba kuvvetle vuracakları darbeyi kolaylaştırmaktadırlar. Örneğin yerinden yönetim gibi bir düşünce ortaya atmaktadırlar. Yerel yönetimlere daha çok yetki verileceğini, merkezi yönetimin hantallığından kurtulacağını, böylece işlerin çok daha kolay görüleceği, insanların yönetime katılmalarının kolaylaşacağının yaymacasını yapmaktadırlar. Böylece özellikle Kürt kökenli yurttaşlarımızı tavlayarak ulus devletin bölünmesi için mevzi kazanmaya çalışmaktadırlar. Fransız devrimi bağlamında ulusun ve ulus devletlerin ne olduğunu; Kurtuluş Savaşı ile ivme kazanan Türk devriminin uluslaşma yolunu açarak insanlarımıza neler kattığını yukarıda belirttim. Yine köy enstitüleri ve toprak reformu gerçekleştirilemediğinden ve devrim önderi öldüğünden, devrim tamamlanmamış, uzun süredir bir karşı devrim sürecinde yaşamaktayız. Şeyh Sait ve Dersim ayaklanmaları gibi karşı devrimci kalkışmalardan sonra 1980’lere kadar Kürt kökenli yurttaşlarımız ayrılıkçı istekleri olmamıştır. 1960’larda ve 70’lerde ülkemiz daha çok kendi iç çelişkileri ile boğuşurken. Milli demokratik devrimi tamamlama ve üst bir noktaya ulaşma yönünde Kürt kökenli yurttaşlarımız ilerici hareket içinde rol oynamışlardır. Amerika’nın tezgâhladığı karşı devrimci 70 ve özellikle dinci 80 darbesinden sonra Kürt kökenli yurttaşlarımızı ötekileştirme, zencileştirme operasyonu başlamıştır. Bu sürecin sonucu olarak ayrılıkçı Pkk terörü ortaya çıkmıştır. Pkk hareketi silahlı saldırıları sonucu neden olduğu ölümler, yıkımlar, yine bölgenin yoksulluğunu çözebilecek kadar büyük ekonomik kaynakların çatışmaya harcanmasına yol açmak dışında en büyük darbeyi Türkiye’nin ilerici ve devrimci hareketine vurmuştur. Pkk yüzünden Türkiye’nin devrimci ve ilerici unsurlarının tamamı kamuoyunda bölücü olarak damgalanmış gericilerin ekmeğine yağ sürülmüştür. Bunun yanı sıra Pkk özellikle bölgede insanların aydınlanması için mücadele veren pek çok devrimciyi ve sosyalisti de öldürmüştür.

Bugün Avrupa’nın gazlamaları ile Cumhuriyet devrimine düşman olan, sırf Kürt kökenli diye karşı devrimcileri savunan, her yerde (ve bazen çok alakasız yerlerde) Kürt olduklarını, Türk olmadıklarını haykıran yurttaşlarımız acaba ne kadar Kürt’türler? Cumhuriyet devrimi olmasaydı. İstanbul, İzmir, Antalya, Adana, Mersin gibi ne emperyalistler, ne de Kürt ırkçıları tarafından bile tarihsel olarak Kürtlerle ilişkilendirilmeyen şehirlerde bu kadar çok Kürt kökenli yurttaşımız yaşıyor olur muydu? Bu yurttaşlarımıza buraları bırakın Kuzey Irak’a ya da güneydoğu Anadolu’ya gidin desek kaç tanesini bunu kabul eder? İstanbul’da yaşayan kürt kökenli bir yurttaşımız, İstanbul’da yaşayan Türk kökenli bir yurttaşla mı daha iyi anlaşır, onunla mı daha kolay iş yapar, arkadaşlık kurar, yoksa kuzey Irak’ta, Suriye’de ya da İran’da yaşan bir Kürt ile mi? Van’daki bir Kürt kökenli yurttaşımız, Diyarbakır’daki diğer bir Kürt kökenli yurttaşımızla Kürtçe mi Türkçe mi anlaşmaktadır? Abdullah Öcalan emirleri neden Türkçe vermektedir? Yine Abdullah Öcalan kendisi Doğu Perinçek’e “Ben rüyalarımı bile Türkçe görüyorum. Bağımsız devlet kursak bile ilk 50 yıl Türkçe ile devam edeceğiz” demiştir. Etnik olarak Türk ve Kürt kökenli olanlar arasında milyonlarca evlilik yapılmıştır. Kürt kökenli yurttaşlarımız Türk ulusunun yasalar önünde eşit yurttaşları olarak, öğretmen, asker, doktor, avukat, milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olabilmişlerdir. Suriye’de, Irak’ta ya da İran’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde Kürtler bu haklara sahipler mi? Kürtler dünyanın başka hangi coğrafyasında bu kadar eğitimli insan gücüne sahiptirler? Bu eğitimi Türk yurttaşı oldukları için Türkiye Cumhuriyeti onlara sağlamıştır, çünkü sağlamak zorundaydı. Bugün Abd neden Kuzey Irak Kürtlerinden çok Kürt kökenli Türklerin üzerine oynamaktadır. Çünkü Abd’de biliyor ki Kürt’ün en eğitimlisi, en çağdaşı, en gelişmişi Türkiye’dedir. Abd bilmektedir ki, İzmir’deki, İstanbul’daki ve ülkenin dört bir yanındaki Kürt kökenli Türkler, Kuzey Irak’ta aşiret liderine kurdurulan kukla devletin hizmetine girmez. Eğer bir Kürt devleti olacaksa bunu ancak Kürt kökenli Türkler sayesinde yapabileceğini biliyor. Bütün bunları yazarken amacım pembe bir tablo çizmek değil, uluslaşma sürecinde geldiğimiz noktayı açıklamak ve Cumhuriyetin yok sayılan kazanımlarını anımsatmaktır.

Bugün Türkler ve Kürtler bütünleşme noktasında önemli kazanımlar sağlamışlardır. Kuzey Irak’ta şu anda devletimsi bir yapı bulunmaktadır. Bu yapı oradaki Kürtlerin daha insanca yaşamalarına mı hizmet etmiştir, yoksa oradaki bir kaç aşiret liderinin daha zengin olmalarını mı sağlamıştır? Bugün bölgenin asıl sorunu olan ağalığa karşı hiçbir mücadele vermeyen hatta kendileri ağa olan parti nasıl oluyor da Kürtlerin özgürlük mücadelesini üstlendiğini iddia edebiliyor? Bütün bu soruları yanıtlarını düşündüğümüz zaman konuyu daha iyi anlayabileceğimize inanıyorum.

Ayrılıkçılığı körüklemek için Lenin’in Ulusların Kendi Kaderlerini Belirleme (Tayin) Hakkı adı eserine bile utanmadan atıfta bulunulmuştur. Bunu yapanlar sanırım “nasılsa millet okumuyor, Lenin Menin diyelim ona sempatisi olanları da kazanırız” diye düşünüyor olmalılar. Çünkü Lenin bu eserinde adeta bizim bugün yaşadığımız durumu anlatmakta ve çözüm olarak ayrılmayı değil emperyalizme karşı birlikte mücadele etmeyi önermektedir. Lenin ana unsur (örneğimizde Türk etnisitesi) diğer unsurları uzaklaştırmak istese bile  diğer unsurların birleşmek için uğraşmaları gerektiğini ancak bu sayede emperyalizm karşı direnebileceğini belirtmiştir.  Amerika’nın kaması olarak kurulacak Kürt devleti bölgeye ancak daha çok sorun ve savaş getirecektir. Bu devlet kesinlikle Kürtlerin milli devleti olmayacaktır. Bu noktada aklıma gelen bir şeyi daha belirtmek istiyorum. Abd’nin ve İsrail’in bölgedeki çıkarları gereği destekledikleri, Suriye, Irak, İran ve Türkiye’den koparılan topraklarla kurulacak Kürt devleti nasıl bir devlet olacaktır? Bu devlette Kürtlerden başka kimse yaşamayacak mıdır? Bu Kürt ırkının devleti mi olacaktır? Eğer öyle olacak ise bu ırkçılık değil midir? Irkçı bir devlet mi Kemalist devrimden daha ilerici olacaktır? Ayrılıkçı Kürtler böyle bir devletin bölgedeki diğer devletler ve toplumlar tarafından kabul edileceğini mi düşünüyorlar? Bu devlet diğer devletlerle sürekli savaş halinde mi olacaktır? Kürt devleti kurmak isteyenlerin bu soruları yanıtlamaları gerektiğini düşünüyoruz.

Bir Kürt devleti kurulsa bile Türkiye’nin dört bir yanında yaşayan milyonlarca Kürt kökenli vatandaşımız kalkıp bu devlete göç etmeyeceklerdir. Bu devlet Güneydoğu Anadolu sınırlarımızı içine alıp bizi parçalasa bile bu yurttaşlarımız yine oraya gidip yaşamayacaktır. Sonuçta uzun sürecek çatışmalara, savaşlara ve katliamlara neden olmak dışında bir şey getirmeyecektir. En çok zararı da Kürtlere verecektir. Çünkü Amerika gittikten sonra ki er geç gidecek (hatta 2013 itibari ile gitmiştir sadece gölgesi kalmıştır) Kürtler bölgeye tarih boyunca egemen olmuş Türkler, İranlılar ve Araplarla baş başa kalacaklardır. Bütün bunların yaşanmaması için çözüm feodalizmin tamamen yok edilmesi, emperyalizmin yenilmesi için birleşmek ve milli demokratik devrimi tamamlamaya çalışmaktır. Daha somut söylemek gerekirse, ağadan, şeyhten, şıhtan, seyitten, yobazdan, sömürücü kim varsa hepsinden kurtulmak için birleşmek gerekmektedir.

Kaynakça

Ağaoğulları, A. M. (2011). Jakobenler ve Jakobenizm. Bilim ve Ütopya 205 6-26.

Gültekin, M. B. (2011). Türklerle Kürtlerin tek bir millet olma sorunu. Teori, 262, 16-39.

Hamuroğlu, A. (2011). Reform neyi, ne kadar değiştirdi? Bilim ve Gelecek 93, 50-65.

Hamuroğlu, A. (2011). Reform, Almanya’da köylü savaşları ve Hıristiyanlığın Avrupa’daki bölünmesi. Bilim ve Gelecek 93, 4-25.

Ildız, E. (2011). Eski çağ’da kullanılan ağırlık sistemleri. Bilim ve Ütopya, 209, 72-77.

Tanilli, S. (1997). Dünyayı değiştiren on yıl. İstanbul: Çağdaş Yayınlar.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir