Muzaffer Gündoğar ile Söyleşi

Sayı 71 - Temmuz 2021

 

Eğitimci-Yazar Muzaffer Gündoğar Çorum’da, kültür sanat bağlamında lider bir insandır. Ben Muzaffer Gündoğar’ı biraz geç tanıdım ama tanıştığımız bu on yılı aşkın süre içinde kendisinde gördüğüm, dürüstlüğü, yardımseverliği ve arkadaşlarına olan vefasını her zaman takdir etmişimdir. Bu yüzden ona olan saygım gün geçtikçe çoğalmıştır.

O sadece çocukların ufkunu açıp düşündüren, okuma zevki aşılayan çocuk kitapları yazmakla kalmıyor; bunun yanı sıra biyografi kitapları, öyküler, romanlar, araştırma inceleme yapıtları da yazıyor. Açıkçası o edebiyatın tüm türlerinde üretim yapan bir değerimiz. Biz onunla yapacağımız bu söyleşiyle onun kültür sanat alanında ne kadar verimli ve başarılı çalışmalar ortaya koyduğunu da öğreneceğiz.

Söyleşi için sözleştiğimiz gün evlerine vardığımda beni eşiyle birlikte içtenlik ve sevgiyle karşıladılar. Beni kitaplık odasına aldılar Odanın iki duvarı da her türden yüzlerce kitapla donatılıydı. Bu söyleşiyi de kitapların aydınlığında bu odada eşinin ikram ettiği çayı yudumlayarak gerçekleştirdik.

Zülal KAYA (Z.K.):

Sayın Hocam, bize kendinizi tanıtırken, okumayla da nasıl tanıştığınızı, hangi kitapları okuduğunuzu çocukluk anılarınızın ışığında anlatır mısınız?

Muzaffer GÜNDOĞAR (M.G.):

-Sevgili Zülal Hanım, böyle bir soru çocukluk yıllarıma yönelik öyle çok anıyı çağrıştırdı ki, söze nereden başlayacağımı bilemiyorum doğrusu. Dar gelirli, zor geçimli bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Çorum’un Çıkrık Köyü’nde doğmuşum. Beşi erkek, ikisi kız yedi kardeştik. Okula başladığım 1950 yılının güzünde, büyük ağabeyim Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’nün son sınıfında, küçük ağabeyimse, yeni girmişti Köy Enstitüsü’ne. Babam hem eski, hem de yeni yazıyı bilen aydın, ileri görüşlü birisiydi. Hepimizi de okutmak istiyordu. Zamanla kızlar dışında hepimiz okuyacaktık. Köy katipliği yapardı babam. Beş on dönüm araziden elde ettiği ve köy katipliğinden kazandığıyla geçindirmeye çalışırdı bizleri.

Köyümüzde ilkokul, 1928 yılında Yazı Devrimi’yle birlikte açılmış. O yıllarda çevre köylerde okul yoktur. Köyümüz çevresinin en büyük köyüdür. 1938 yılında Çorum’un dördüncü ‘yatı yapısı köyüm Çıkrık’ta hizmete girer. Çıkrık İlkokulu da, Çıkrık Köyü Yatılı Bölge İlkokulu olur. Okul aynı yıl, 23 köyden 75 yatılı öğrenci alır. Zaman içinde çevresinin en çok öğretmen yetiştiren okulu olur.

İlkokula başladığımın üçüncü ayında herkesten önce okuma yazmayı söktüğümü anımsıyorum. Birinci sınıfta ağabeylerime yeni yıl kartıyla birlikte mektup da yazmıştım. Okumayı yazmayı sökmeme öğretmenim de şaşırıp kalmıştı. Okulun diğer iki öğretmeniyle birlikte sınıfa gelip beni okuma yazmadan sınavdan geçirdiklerini unutamıyorum. Sonuçta onlar şaşkın, öğretmenimizse sevinçli ve gururluydu.

Daha birinci sınıfta, sınıf kitaplığındaki kitaplar dahil, elime geçirdiğim tüm kitapları okuyacaktım. Yaz tatillerinde hayvan otlatmaya giderken ekmekten önce kitap girecekti azık torbama. İkinci sınıftan başlayarak, akşam oturmalarına gelen komşu kadınları ve kızlarına, kitap okuma şölenine dönüştürecektim kış gecelerini.

Karacaoğlan, Aşık Garip, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber gibi aşık edebiyatı ürünleriyle Köroğlu, Zaloğlu Rüstem gibi halk kahramanlarının serüvenleri ve Hz. Ali’nin Cenkleri kitaplarıydı okuduklarım. İlkokulla birlikte Kerime Nadir’in, Esat Mahmut Karakurt’un aşk romanlarıyla, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi romanlarının çoğunu okuyup bitirecektim.

Ortaokulda ise Türkçe öğretmenimizin önermesiyle daha nitelikli yapıtlara yönelecektim. Ömer Seyfettinlerin, Sait Faiklerin öyküleriyle, Faruk Nafiz ve Orhan Velilerin şiirleriyle tanışacaktım. Okulda yazdığım şiirlerden ve kompozisyonlardan tam not alacaktım.

 

Z.K:

Bu arada zor bir eğitim süreci geçirdiğinizi biliyoruz. Bize o süreci ve öğretmen olma serüveninizi de anlatır mısınız?

M.G:

-İki ağabeyimin de Köy Enstitülü öğretmen olduğunu belirtmiştim. Onları devlet okutmuştu. İki yaş küçük kardeşim de askeri okul öğrencisi olmuş o da devletin koruyucu ve eğitici kanatları altındaydı. Bense ilkokuldan sonra Çorum’da bir yıl dayımın yanında kalıp ortaokula devam ettim. Lise birdeki oğlu bana dirlik vermedi. İkinci yıl da Çorum’un bir köyünden kente taşınmış babamın asker arkadaşının yanında kaldım. Nüfusları kalabalıktı. Orda kaldığım bir öğretim yılı onlar için de benim için de sıkıntılı olmuştu elbet. Yine de yanlarında kaldığım rahmetli olmuş bu saygıdeğer insanlara sonsuz teşekkür borçluyum. Okulumuzun son katı boştu. Burası benim gibi yoksul öğrenciler için yatakevine dönüştürülmüştü. Son iki yılımı da bir somya, bir yatak, bir yorgan bir de yastık getirerek, makul bir ücret karşılığında burada geçirdim. Soğuk kış günlerinde, soluğumuzla ısınıyordu kaldığımız yer. Yemek konusu ise işin en zor yanıydı. Çeyrek ekmek, simit, çay, zeytin, peynir, mevsimin özelliğine göre domates, salatalık gibi sebzeleri ekmeğime katık ediyordum. Arada bir aşevinde çorba içme olanağı bulduğum gün, düğün bayramdı benim için. O iki yıl çok açlık ve yokluk çektiğimi belirtmeliyim. İki öğretim yılını da böyle tamamladım. (Ortaokulumuz dört yıllıktı.) Ortaokuldan sonra babam, ekonomik yoksulluğunu gerekçe göstererek beni okutamayacağını söyleyip liseye yazdırmadı. Benim için karabasan dolu günler, haftalar, aylar başlamıştı. Oysaki okumak istiyordum. Kendimi paralarcasına köyde bağda bahçede yapılacak işlere verip, bedensel olarak bir ırgat gibi çalışmaya başladım. İyice içime kapanmıştım.

İki yıl aradan sonra bir fırsat doğdu benim için. 1961 yılı yaz döneminde Millî Eğitim Bakanlığı buyruğuyla Çorum İlköğretmen Okulu bünyesinde “muvakkat öğretmenlik” yani, “geçici öğretmenlik” kursu açılacağı duyumunu aldık. Başvurup, giriş sınavını kazandım. İki aylık kurs sonrası bitirme sınavını da başararak 18 yaşımda “geçici öğretmen” oldum. 1961 yılında ortaokul diplomalı geçici bir öğretmen olarak başladığım mesleğimi çok sevdim. Görev yerim Sungurlu ilçesinin Büyükpolatlı köyüydü. 18 yaşında köyün “Tıfıl Muallimi”ydim. Bu sıfatı bana yaşımdan da küçük göründüğüm için köylü takmıştı. Üstelik köyde askerlik görevini öğretmen olarak yapan, benden bir yıl önce göreve başlamış, 25 yaşlarında kelli felli bir yedek subay öğretmen vardı. Ben kurs mezunu olduğum için okul müdürlüğü bana verilmişti Milli Eğitimce. Bir buçuk yıl sonra, 20 yaşımda askere alındım. Ankara Mamak Muhabere Okulunda iki yıllık askerliğim sonrası Çavuş olarak terhis edildim. Ardından Çorum İlköğretmen Okulunun son üç yılının toplam 54 dersini dışarıdan sınav verip bitirerek öğretmen oldum. Daha sonra da Açık Öğretim Fakültesini de bitirdim dışarıdan. 33 yıllık öğretmenliğimin 20 yılını köylerde, 13 yılını da Çorum merkezde tamamladıktan sonra 1994 yılında

Z.K:

 “Yazmaya nasıl heves duydunuz? Ya da sizi kim özendirdi yazma konusunda?

M.G:

“Çalışmalarımda Köy Enstitülü öğretmen ağabeyime özenmiş, onu örnek almışımdır. O da çok başarılı bir öğretmen iyi bir okurdu. Elinden kitap düşmezdi. Ayrıca şiir de yazardı. Çok da kitabı vardı. İlkokul 4. ve 5. sınıflarda birçok roman ve öykü türündeki kitaplarını birlikte okumuştuk. O yıllarda ben de şiir yazmaya özenirdim.

Ortaokuldan sonra katıldığım geçici öğretmenlik kursunda Türkçe- edebiyat öğretmenimiz yazar Adnan Binyazar’dı. Bir gün Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanından okuttuğu 20 sayfalık bir bölümü özetletmişti bize. Onca lise eğitimli arkadaşımın arasında ortaokul eğitimli olmama karşın birinci olmuştum. O da beni övmüş ve özendirmişti yazma konusunda.

Z.K:

Çocuklara yönelik çalışmalarınızı emekli olduktan sonra kitaplaştırdığınızı öğrendik. Neden öğretmenliğinizi sürdürürken değil de, emeklilik sonrası?… Çocuk yazını ürünleriniz Uluslararası düzeyde ülkemizin yüz akı olan “Nasrettin Hoca”dan başlayıp “Halk Öykü ve Masalları”yla sürüp, Dünya klasiklerinden “Ezop ve Lafonten Masalları”na ulaştı. Üstelik onları şiir diliyle yazdınız. Neden şiir dili?”

 M.G:

Öğretmenliğimi sürdürürken bırakın kitap yayımlamayı aldığımız tek maaşla ülkemiz koşullarında geçinmek bile müşküldü. Üstüne üstlük, dört çocuğumun eğitimlerini tamamlayıp meslek ve yuva sahibi olmalarına değin geçen süreçteki maddi ve manevi sıkıntılarımız soluk bile aldırmadı bize. 33 yıllık eğitimciliğimin tam yirmi yılı susuz, yolsuz ve elektriksiz köylerde geçti. Tam on iki yıl beş sınıfı bir arada ve bir sınıfta okuttum. Bir yandan eğitimciliğimi sürdürürken, bir yandan da kendi çapımda sanatsal ve kültürel çalışmalarımı sürdürdüm. Aybaşlarında maaş almak için kente indiğimde beslenme, giyinme, ısınma, sağlık, eğitim giderlerine ek olarak kültür sanat giderlerini de ekledim her ay. Dergiye ve kitaba verdiğim parayı çevremdekiler gereksiz bir harcama olarak nitelendiriyorlardı. Onların beni anlamaları mümkün müydü? Değildi elbet. Nasıl aşsız ekmeksiz yaşanmıyorsa, kitapsız yaşamak olanaksızdı benim için.  Çünkü onlar benim ruhumun, beynimin besiniydiler.

Yazmak yaşamaktı benim için. Dosyalar birikti zaman içinde; sayıları arttı. Yerel basında zaman zaman şiirlerim ve öykülerim yayınlanmaktaydı ama bu beni tatmin etmiyordu. Ürünlerimi kitaplaştırıp okura ulaştırmalıydım; onlarla paylaşmalıydım üretimlerimi. Benim okurlarımsa, öncelikle çocuklardı. O nedenledir ki kitaplaştırmada önceliği çocuklar için kullandım. Emekli olur olmaz da emekli ikramiyemin önemli bir bölümünü kitaplara ayırdım. Öğretmenliğimin yirmi beşinci yılında, kooperatif aracılığıyla, nasıl olsa bir daire edinmiş, kiradan kurtulmuştuk. İlk kitabımın birinci cildi Şiir Diliyle Nasrettin Hoca Fıkraları…

Özellikle bizim kuşak ninnilerle uyumuş, masallarla büyümüştür. Büyülü masal dünyamızı renklendiren ona tat katan da Nasrettin Hoca fıkralarıydı. İlkokula başlamadan önce birçok masalla birlikte, Nasrettin Hoca fıkrası da öğrendiğimi anımsıyorum. İlkokulda edindiğim kitapların başında Nasrettin Hoca Fıkraları kitabı geliyordu. Nasrettin Hoca Fıkraları beni yaşamımın her döneminde etkilemiş, güldürmüş, düşündürmüştür.

Bu fıkraların yeni kuşaklara aktarılması, tanıtılması ve sevdirilmesi için yeni baştan yoğurup yorumlayarak şiir diliyle yazdım. Orhan Veli’den bu yana bu alanda yeterli çalışma yapılmamıştır.

Halk öykü ve masalları da öyledir.  Anonim olarak nitelendirdiğimiz yüzlerce öykü ve masal içinden özenle seçtiklerimi, özünü ve iletisini bozmadan manzum bir söyleyişle şiirleştirdim. Bu kitaplarımla da çocuk ruhunun gizemli kapılarını araladığımı, onlara okumayı sevdirmekle birlikte güzel iletiler verdiğimi düşünüyorum. Kültürümüze de çocuk yazını türünde yeni yapıtlar kazandırmanın hazzını ve mutluluğunu yaşıyorum böylece.

Ezop ve Lafonten Masallarına gelince:

Bu hayvan masallarını da Orhan Veli’nin şiirsel söylemi ile sevmiştik. Hala da sevmekteyiz. Bir gereksinimden yola çıkarak, Ezop ve Lafonten Masalları’ndan seçtiklerimi de kendime özgü tarz ve biçemle, manzum bir söyleyişle yazarak kitaplaştırdım. Çocuk Yazını türündeki bu çalışmalarımla ülke kültürüne bir çeşitlilik ve varsıllık katabildimse ne mutlu bana. Bu kitaplarımın da çocuklar katındaki yansımaları olumlu ve sevindiriciydi. Diliyoruz ki ülkemizin kültüründe sanatında ve yazınında söz sahibi olanların da ilgisini ve dikkatini çeksin bu tür çalışmalar. Şair ve yazar Ahmet Özer şöyle den bu çalışmalarım üzerine:

“Öykünün içeriği şiir dilinin usta söylemiyle nakışlanıyor. Gündoğar, bu öyküleri şiirleştirirken son derece yalın bir dil kullanıyor. Sözcükleri özenle seçiyor; uyakları fıkranın içeriğini zenginleştirecek biçimde dörtlüklere yerleştiriyor. Fıkraların sonunda yine anlatılanlardan çıkarılması gereken dersi bir güzel vurguluyor.”

Emekli oldum. Ancak yazı çiziyle, kitapla ve öğrencilerle ilişkilerimi hiç kesmedim. Çalışmalarım açıkoturumlar, söyleşiler, konferanslarla sürdü gitti.  Zaman zaman da ilkokullardan üniversiteye kadar öğrencilerle buluştum. Birikimlerimi onlarla paylaştım.

Z.K:

Burada sırası gelmişken Nasretttin Hoca’dan şiir diliyle fıkra; Ezop ve Lafontenler’den de yine şiir diliyle masallar, Oğlanuçuran adlı kitabınızdan da yine şiir diliyle bir bölüm istesek nasıl olur?

M.G:

         Söyleşinin sınırlarını zorlamazsa neden olmasın.İşte Nasrettin Hoca’dan  iki fıkra;

DEĞERİ PEŞTAMALA BİÇMİŞ

Günlerden bir gün Timur / Hoca’ya salar haber.
“Buyursun da hamama / Gidelim” der, “beraber.”


Hoca uyar çağrıya, / Beraberce giderler.
Soyunup dökünerek, / Havuzunda yüzerler.

Sonra da uzanırlar, / Şöyle göbek taşına.
“Dinle Hocam!” der Timur. / “Dinle, cevap ver bana.

Köle pazarlarında, / Beni köle diyerek;
Götürerek satsalar, / Kaç akçe etmem gerek?”

Hoca şaşırır, der ki: / “Sultanım sen ne dersin?
Anlamam ya herhalde, / Elli akçe edersin.”

Timur bozulur buna, / “Ne diyorsun Hoca!” der.
“Belimdeki peştamal, / Kırk elli akçe eder!”

Hoca çekmez lafını, / Dürülse de defteri.
“Zaten” der, “Peştamala, / Biçmiştim bu değeri.”

UĞRAMAZ MIYDI?

Biri der ki Hoca’ya: / “Karınız çok geziyor.
Hoca da ona bakıp, / Gülerek şöyle diyor:

“Sanmıyorum be komşum. / Eğer öyle olsaydı;
Arada bir de bizim,  / Eve uğramaz mıydı?”

Şimdi de Lafonten’den bir örnek: ATLA KURT masalı:
Kırda otlayan bir at, / Kuşlar kadar özgürdü.

Av arayan aç bir kurt / Otlayan atı gördü.
At bakımlı, besili; / Kurdun ağzı sulandı.

Bir kurnazlık düşünüp / Arkasına dolandı.
Dostça bir selam verip, / Yanına yaklaşarak;

Dedi ki: “Aksıyorsun. /  Doğrusu ettim merak.
Yoksa hasta mısınız?  / Kardeşim geçmiş olsun.”

At durumu anladı: /  “Hatır soran sağ olsun.
Çıban var ayağımda, /  Ondan yanıyor canım.”

Kurt dedi: “Sevgili dost, / Doktorlukta uzmanım.
Hasta olan atları / Tedavi ederim ben.

Ayağını kaldır da / Geçireyim bir gözden.”
At arka ayağını / Kaldırarak “Bak” derken;

Kurt sinsice sokulup, / Saldırmak üzereyken…
“Tam sırası,” diyen at, / Müthiş bir tekme attı.

Ağzında diş koymadı, / Çenesini dağıttı.
Kan içinde kaldı kurt, / Toparlandı güç bela.

Süklüm büklüm giderken, At otluyordu hala.
“Doktorluk nene gerek”, / dedi kendi kendine.

“Sen kasapsın be sersem, / Bununla yetinsene!”
Bir de Oğlanuçuran adlı kitabımdan bir bölüm alıyorum.

 

ÇOBAN MEMİŞ

 

“Öncelikle sizlere Memiş’i tanıtalım.
Ne eksik bırakalım, ne de bir şey katalım.

Memiş Hacı Mertlerin yıllardır çobanıymış.
Tarlalarını süren sanki bir sabanıymış.

Çobanlık dışında da her işine koşarmış.
Ağa kapısında da yoksulluğu yaşarmış.

Yokmuş dalda yaprağı, ne de yerde toprağı.
Yalnızlık, yoksullukla geçmiş en güzel çağı.

Deresi tepesiyle, yaylası ovasıyla;
“Bu dağlar benim” dermiş, “suyuyla, havasıyla.”

Bir de Feride varmış, gördükçe sarsıldığı;
Kendisini sevdanın çıkmazına saldığı.

Alımlı güzel kızmış, baygınmış bakışları.
Bahara çevirirmiş, yüreğinde kışları.

Feride’nin aşkıyla yüreğinden oklanmış.
Sanki yoksul olana sevmesi yasaklanmış.

Feride de Memiş’e tutkunmuş umutsuzca;
Biliyormuş bu sevda, sonlanacak mutsuzca.

Babası kıyaslarsa Memiş’le konumunu.
Bilir ki hiçbir zaman, Memiş’e vermez onu.

Tanrı yasası gibi, deyip; “dendi dengine,”
Şerbetini içmişler, vermek için zengine.

O gizli sevdasını açamamış kimseye,
Vermişler Feride’yi Kerimoğlu Köse’ye.

Örselenir solar ya, bir gül hoyrat ellerde.
Feride de o hesap, adı kalmış dillerde.

O yirmili, otuzlu, yaşlar kalmış geride.
Her gece düşlerine girmiş Benli Feride.

Ne Feride gün görmüş, ne de Memiş unutmuş.
Ömrünce sevdasını içinde gizli tutmuş.

Taşı sıksa suyunu, çıkarır bir yiğitmiş.
Gençlik el kapısında, böyle eriyip gitmiş.

Gönlü Feridelerin hep koşmuş peşlerinde.
Kadın sıcaklığını yaşamış düşlerinde.

Tükenmiş geleceğe yönelik umutları.
Kalmamış yüreğinde o şahlanan atları.

Yaşanmamış gençliğin benzer anılarıyla;
A
vunmaya başlamış, sürüsü kavalıyla.

Dostuymuş tüm ağaçlar, çiçekler, otlar, kuşlar;
İyice yormuş onu, inişler ve yokuşlar.

Her gün inip çıkarak Memiş dağ yollarını.
Mevsim mevsim harcamış, ömrünün yıllarını.

Hacı Mert evlendirmek istemiş ya Memiş’i;
Güldürmek mümkün mü ki kaderi gülmemişi.

Altmışına merdiven dayamış garip Memiş.
Ömrünce Feridesiz, evlilik düşünmemiş.

Gömütüdür yürekler umutsuz sevdaların.
Yeni sevdalılara umuttur belki yarın.”

 Z.K:

Kitaplarınızı sorayım. Okurla buluşan kaç kitabınız oldu? Onları kısaca tanıtır mısınız? Basıma hazır taslak yapıtlarınızı hangi yazın türlerinde oluşturdunuz? Bildiğim kadarıyla 70’i aştı galiba. Biraz da onları konuşsak?

M.G:

– Bugüne değin 15 kitabım okurla buluştu. Bunlar;

– Şiir Diliyle Nasrettin Hoca Fıkraları 1,2,3,4 kitap, 

– Şiir Diliyle Lafonten Masalları 1,2 kitap,

– Şiir Diliyle Ezop Masalları,

– Şiir Diliyle Halk Öyküleri ve Masalları’,

– Şiir Diliyle Oğlanuçuran adlı efsanevi bir öykü,

-Geçen Yüzyıldan Anılar,

-Çocuk Yazınına Ses Olan Yazar,

-Baldan Yaman Tadı Var,

-Pamukkulak Hoca Recep Rahmi Tankaya

-Yüreklerde Buz Tutan Kış, Sarıkamış

-Bir Köy Enstitülü, Ali Çetintürk’tür.

Şiir Diliyle yazdığım Nasrettin Hoca Fıkraları, Ezop, Lafonten Masalları, Halk Öykü ve Masalları ile Oğlanuçuran’ın içerikleri belli. Yukarıda da yeterince o konularda bilgi verdim zaten.

Diğer kitaplarıma gelince:

Geçen Yüzyıldan Anılar: Çağrılarak, konuğu olduğum üç etkinliğin anılarından oluşmaktadır bu kitabım. Ve üç bölümden oluşmaktadır.

1- Devrek Baston ve Kültür Şenliği. (3-4-5 Temmuz 1992)

2- Ankara Kitap Fuarı. (19 Mayıs 1996)

3-Bartın Kitap Fuarı. (20 Ekim 1999)

Çocuk Yazınına Ses Olan Yazar: Bu kitap da, ülkemizin etken ve yetkin yazarlarının benim ve kitaplarım üzerine yaptıkları değerlendirmelerden oluşmaktadır.

Pamukkulak Hoca- Recep Rahmi Tankaya:

Recep Rahmi Tankaya Bayburt Balahor doğumludur (1895-1981)

Bayburt’un 1916 yılında Rus işgaline uğraması sonucu büyük bir göç kafilesiyle Çorum’a gelir. Medrese eğitimi almıştır. Kurstan geçerek öğretmen olur. Çorum ve çevresinde 34 yıl öğretmenlik yapar. Bu kitap onun yaşam öyküsünden oluşmaktadır.

Bir Köy Enstitülü – Ali Çetintürk:

Ali Çetintürk; (1930-2019) Altı arkadaşıyla birlikte Çorum’un Çıkrık Köyünden yola çıkıp Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsüne gidişleri… Ve öğretmen oluncaya kadar süren okul yaşamları anlatılmaktadır bu kitapta.

Sevgili Zülal Hanım, sizin bu kitaptaki Köy Enstitüleri ile ilgili kısa değerlendirmenizi de buraya almaktan geçemeyeceğim. Şöyle yazmışsınız:

“Köy Enstitüsü demek; karanlıktan çıkmak, eğitimin, bilimin ışığında aydınlanmak, kalkınma ve gelişme demekti…”

Yazın’ın hemen hemen tüm türlerinde yazmışım. Basıma hazır olanlar, yazın türlerine göre şöyle; Şiirsel öykü-7 adet, Şiir-11 adet, Gezi-4 adet, Öykü-9 adet, Roman-5 adet, Mektup-8 adet, Köşe yazıları-5 adet, İnceleme-4 adet, Yaşam öyküsü-6 adet, Anı-9 adet, Ders kitabı-4 adet, Film senaryosu-1 adet, 2 adet de yerel sözlük olmak üzere, bunlar kitaplaşmayı bekleyen çalışmalarımdır. Böylece basılacak taslaklarımın sayısı 75’yi buldu. Basılanlarla birlikte kitap sayısı 90’ı buluyor. Daha üzerinde çalıştığım, tamamlanmamış dosyalarım da var. Çorum gibi bir Anadolu kentinde bunları kitaplaştırıp okura ulaştırmak elbette zor. Ankara, İstanbul, İzmir gibi kültür ve sanatın merkezi sayılan büyük kentlerden birinde, yani suyun başında olsaydım, bugün basılmış yapıtlarımın sayısı 45-50’yi belki 60’ı bulurdu.

Bu arada kültürel, sanatsal çalışmalarım ile ülke ve kent kültürüne katkılarım nedeniyle başta yerel ve merkezi yönetimler olmak üzere, ilkokullardan üniversiteye kadar eğitim kurumlarından 30 ödülle onurlandırıldım. Bunların 22’si plaket, diğerleriyse onur ve takdir belgeleridir.

 “Baldan Yaman Tadı Var” adlı yazınsal bağlamda küçük ama hayat dersleri büyük yapıtınızı nasıl oluşturdunuz? Sevimli, merak içeren ve öğreten bir yapıt olmuş. Benzeri başka çalışmanız var mı? Kimler neler söyleyip yazdılar bu kitap için?

M.G:

-“Baldan Yaman Tadı Var” adlı çalışmam anı öykülerden oluşmaktadır. Öykü ve anı kahramanlarının bir kısmının öznesi kendim; diğerleriyse çocuklarım, torunlarım ve öğrencilerimdir.

Bu kitap paralelinde kitaplaşmaya hazır birkaç dosyam daha var. Ekonomik durumum elverdiği sürece onları da elbet kitaplaştıracağım.

“Baldan Yaman Tadı Var” adlı kitabımın kültür ve sanat çevrelerince oldukça beğenildiğini söylemeliyim. Telefonla arayan, mektup yazan, gazete ve dergilerde yazan kültür sanat dostlarımın olumlu görüş ve düşünceleriyle birlikte, övücü ve özendirici değerlendirmeleri beni çok mutlu etti. Gelen mektuplarda ve tanıtım yazılarında yer alan yazar görüşlerinden kısa alıntılar vereyim: Bunlardan Köy Enstitülü rahmetli yazar Ali Dündar:

“… Baldan Yaman Tadı Var kitabınızı gerçek bir doğa tadı, resimleriyle de gerçek bir kitap kokusu alarak okudum Gündoğar. (…) Doğanın ve baldan tatlı Türkçemizin kimliğini yansıtan, dilimizi doğa ve kitap kavramıyla bütünleştiren bir belge oluşturmuşsun…” diye yazmış.

Hitit Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Demiryürek’e kulak verelim şimdi de:

Gündoğar’ın “Baldan Yaman Tadı Var” kitabı “sevgi, özlem, mutluluk” temalı…” derken; eğitimci yazar Şahin Ertürk de;

 “… Eserin içeriği zengin. Genel hatlarıyla bakıldığında bile birçok temanın işlendiği görülüyor kitapta: Aile, eğitim, öğretim, kültürel gelişim, yardımlaşma, büyüğe saygı, küçüğe sevgi, sabır, kanaat, evlat sevgisi, sosyal sorumluluk, doğa sevgisi… Eserin her cümlesi yazarın insanla bu temalar bağlamında samimi söyleşisi niteliğinde…” diye yazmış.

Z.K:

Çorum’da, kültür ve sanatta ses olmak için “Sanat Dostları” toplantıları yaptığınızı biliyorum. Bir de; Yazılıkaya’nız vardı. Bunlarla ilgili neler söylemek istersiniz?

M.G:

-Çorum da kültür ve sanatta ses olmak, bunu önce yerele sonra ulusala yaymak adına 1995 yılı Haziran’ından bu yana, tam 26 yıldır aylık “Sanat Dostları Toplantıları” yapmaktayız. Korona belası yüzünden bir buçuk yıla yakın zamandır ara verdiğimiz Sanat Dostları toplantılarımıza başlangıçta 8-10 kişi katılırken. zamanla katılımcı sayısı 40-50’yi bulmuştur. Bu toplantılarımıza şairinden, yazarından, halk ozanına; ressamından, karikatüristinden, fotoğraf sanatçısına; eğitimcisinden, gazetecisinden, metal işleri sanatçısına değin birçok Çorumlu değerimiz katıldı. Her sanatçı kendi alanındaki sanatsal üretimlerini sundular, sergilediler. Bu konudaki ortak amacımızı ilk toplantının ardından şöyle belirlemiş; bir değerlendirme yazısıyla da Çorum Haber gazetesinde yayımlamıştım. Hatta bu yazımı Ankara’da Köy Enstitülü yazarımız rahmetli Osman Bolulu’ya da kısa bir notla iletmiştim. O da yazının özet bir bölümünü Ankara’da Edebiyatçılar Derneğinin bülteninde yayımlanmış; “Sanat Dostları” birlikteliğimizi örnek bir çalışma olarak duyurmuştu.

Amaçlarımızı özet olarak şöyle belirlemiştik:

“Sanatın birleştirici, bütünleştirici ortamında sevgi ve saygıya dayalı dostluğu, barışı ve kardeşliği geliştirmek.

Çorum’un kültürel ve sanatsal anlamdaki değerlerine sahip çıkmak

Üretimlerimizi, yaratımlarımızı halka ulaştırmak; onun mutluluğunu, güzelliğini onlarla paylaşıp, onlarla birlikte yaşamak”.

Bunu amaçlarken de sanatın dilinin, gücünün ve güzelliğinin evrensel olduğunu; onun güzelliğinin salt bir kentin insanlarını kucaklamakla kalmayıp, tüm ülkenin, hatta tüm dünyanın insanlarını da sarıp sarmaladığını biliyorduk.

Ayda bir kez olarak yapılan bu toplantılarda, Çorumlu sanatçılarımızın şiirlerinden, yazılarından, türkülerinden örnekler sunulmuş; kitap tanıtımları yapılmış; resim, şiir, karikatür ve fotoğraf sanatı üzerine bildiriler sunulmuştur. Çorum Halkevi’nin 1938-1946 yılları arasında 61 sayı olarak çıkardığı Çorumlu dergileri üzerine toplu bir değerlendirme de tarafımdan yapılmıştır. Türk şiirinin ve öykücülüğünün Cumhuriyet’ten günümüze uzanan serüveni örneklerle aktarılırken; Doğu, Batı klasiklerinden özetler sunulmuştur. Bu ve buna benzer birçok konu izleyenlerin ufkunu açmış, 2000 yılından itibaren de Sanat Dostları toplantılarımıza, Çorum Eğitim Kültür Vakfı (ÇEKVA) Çorum Şubesi ev sahipliği yapmıştır.

Bu toplantılar katılımcı dostların sanatsal üretimlerini de artırmıştır. Birçokları yazının (edebiyatın) farklı dallarında ürettikleri çalışmalarını kitaplaştırıp (şiir, öykü, roman, masal, deneme, inceleme, araştırma vb. bağlamda) okur katına çıkarmışlardır. Bunda da toplantılardaki sanatçı birlikteliği ve dayanışmasının katkısının olduğu yadsınmaz bir gerçektir…

 Z.K:

Annenizin babası Arif dedenizin Sarıkamış anılarını yazdığınız “Yüreklerde Buz Tutan kış, Sarıkamış” adlı belgesel türdeki kitabınız çevremizde çok takdir gördü. Bu kitaptan biraz söz eder misiniz?

M.G:

Dedem Arif Hikmet Çetintürk, (1887-06.11.1961) annemin (1914-16.10.2010) babasıydı. 1912 yılında Balkan Savaşı’na katılır; savaş bitiminde terhis edilip köyüne döndükten altı ay sonra da Seferberlik duyurusuyla yeniden askere alınır. (Ağustos 1914) Amasya’dan Erzurum’a hareket eden 10 Kolordu’nun içinde babamın babası olan Süleyman dedemle, (1894-1916) birlikte sırtlarında 36 kilo yükle ve “cebri” bir yürüyüşle 3. Ordu’ya, Erzurum Cephesine otuz üç günde ulaşırlar.

Enver Paşa kumandasındaki başarısız Sarıkamış Kuşatması’nda, Allahüekber Dağları’nın eksi 30 ve 40’lardaki ayazında 10. Kolordu’nun onda dokuzu erir. Dedelerim Arif Çavuş ve Süleyman Onbaşı, bir şans eseri hayatta kalıp Sarıkamış’a ulaşan onda birin içindedirler. Ancak Süleyman Dedem Sarıkamış saldırısında başından ağır yaralanır. Sağlıkçı erler onu hastaneye götürmek için alırlar; ama hastaneye sağ olarak ulaşıp ulaşmadığı belli değildir. Çünkü bir daha kendisinden haber alınamaz; 1916 yılında Çorum-Mecitözü askerlik şubesi kayıtlarına, “kayıp” olarak not düşülür. Ruslara karşı girdikleri savaşta; başta kar, fırtına, soğuk olmak üzere, uzun süre tifüs hastalığı ve açlıkla cebelleşirler. Soğukta donan ve tifüs hastalığından ölen binlerce Mehmetçiğin canlı tanığıdır Arif Hikmet dedem. Sarıkamış’ta sağ kalan arkadaşlarıyla birlikte Ruslara tutsak düşüp, Sibirya’ya trenlerle sürgüne götürülürler. Tutsaklığı dört yıla yakın sürer. Sürgün yıllarında, Rusların tutsaklara uyguladıkları insanlık dışı yok etme politikaları nedeniyle, ölen on binlerce tutsak Türk’ün içinde az sayıda sağ kalanlardan birisidir. 1917 yılındaki “Ekim Devrimi”yle Rusya’da büyük bir kargaşa yaşanır. Çarlık yönetimi yıkılır. O kargaşa içinde de bazı arkadaşlarıyla birlikte Sibirya’dan Kazan kentine getirilir. 3 Mart 1918’de imzalanan Birest-Litovsk Barış Antlaşması ile karşılıklı olarak tutsaklar bırakılır; Arif Hikmet dedem de 1918’in ikinci yarısında Avrupa üzerinden anayurda dönmeyi başarır. Savaşa katılan 128 kişiden, gazi olarak sağ dönebilen 13 kişinin içindedir.

Dediğiniz gibi okur katında büyük ilgi gören “Sarıkamış” romanım üzerine eleştirmen ve yazarlar tarafından bugüne kadar övücü 16 yazı yazılmıştır. Bu söyleşinin sınırlarını aşmayı daha fazla zorlamamak adına söyleşiyi burada kesmek uygun olur sanırım.

Z.K:

Siz bilirsiniz Hocam. Bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ediyorum.

M.G:

Bana böyle bir söyleşi fırsatı verdiğiniz için ben de çok teşekkür ediyorum.

1 thought on “Muzaffer Gündoğar ile Söyleşi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir