Matrut çok çirkin, tıknaz ve takoz gibi bir adamdı. Kendi görüntüsünden kendi de hoşlanmazdı. Çirkin olduğunu biliyordu.Bu nedenle aynalarla arası hiç iyi değildi.Evinde hiç ayna bulundurmazdı.Sadece aynaları değil, geceleri görüntüsünü yansıtan camları da sevmezdi. Evinin salonunda, banyosunda, mutfağında, tuvaletinde, kütüphanesinde, holünde, çatı katında ve hiçbir odasında ayna olmadığı gibi, camı olan herhangi bir kapı da yoktu. Pencereleri ise, artık beli bile tutmayan iki büklüm hale gelmiş; ama yüzünde hüzünle karışık bir sevecenliği hala koruyan yaşlı annesi örter ve açardı.Bütün pencereleri kapatmak, açmak; akşamları bütün pencerlerin perdelerini çekmek, gündüzleri yeniden ama bu kez tersine doğru çekmek ve bütün bunları yaparken oğlunun pencerelerle karşılaşmamasına dikkat etmek yaşlı kadını çok yoruyordu. Bu işlere bir türlü alışamamıştı, alışamıyordu…
Boyaları solmuş, iki katlı büyük, eski bir villada oturuyorlardı. İki kişiydiler: Annesine hiç benzememiş, babasından daha çirkin bir oğul ve artık ömrünün akşamına gelmiş yaşlı bir ana..Bu yaşlı kadın pencerelerle uğraşmak bir yana, evin bütün işleriyle de ilgilenmek zorundaydı.
Haftada bir gün üstünkörü temizlik yapmak, her öğün aynı yemekleri pişirmek, kirden kaskatı kesilmiş çamaşırları tarihe karışmış ve içindeki bütün aletleri oraya buraya fırlatıyormuş gibi “takara…tukara” diye sesler çıkaran çamaşır makinasının içine atmak, bütün tabak kaşık çatal bulaşık hale gelinceye kadar bekledikten sonra onları yıkamak….Herşey, ne varsa onun eline bakıyordu. O, ak saçlı, iki büklüm, buğday tenli, mavi gözlü, yaşlı kadın yıllardır bu işleri yapmaktan bıkmıştı. Hele her sabah ve her akşam üst kattaki pencerleri açıp kapamak için evin bir köşesindeki merdivenlerden, trabzanlara tutunarak ağır aksak bir şekilde yirmi bir basamak çıkmak zorunda kalışı yok muydu! İşte bu onu bitiriyordu. Merdivenleri çıkmaya hazırlanırken, önce benekli uzun donunu diz kapaklarının üzerine sıyırır, trabzana iyice yaklaşarak sağ eliyle onu tutardı. Sonra merdivenin üst basamaklarına hiç bakmadan, tatlı hatıralarına dalıp kırışıklıklarla dolmuş yüzüne hafif bir gülümseme yerleştirerek çıkmaya başlardı merdivenleri. Ama özlem ve acılarla dolu uzun yılların bedeninde meydana getirdiği tahribat, bu halde onun ancak birkaç basamak çıkmasını sağlıyordu. Zorla beyninin en dip köşelerinden çekip çıkarttığı, artık bir sis ve toz bulutunun ardında kalmış tatlı hatırları ancak üç-dört basamaklık bir güç veriyordu ona. Bu birkaç basamağı nasıl çıktığını bile anlamazdı. Ama güneş balçıkla sıvanmaz demişler. Acı, yıpratıcı ve zorlayıcı olan gerçek, her zaman gelir, körün taşı gibi kendisini dayatırdı. Gözlerinin önünde capcanlı durur ve sanki biraz da sırıtarak yaşlılığıyla alay ederdi. Gerçeğin adı merdivendi. Yirmibir basamaklı, onuncu basamağından sonra ara bir düzlüğü olan merdiven.
O üç-dört basamaktan sonra, yaşlı kadın için, eziyet dolu dakikalar gelir çatardı. Farkında bile olmadan kaşlarını çatar, gözlerini kısar, yüzünü buruşturur, çok gergin bir hal alırdı. Bu kez büyük bir hızla mutsuzluk, acı ve keder dolu hatıralar sarardı tüm benliğini. Derin, kapkaranlık ve anlamsız bir kuyunun dibine doğru sürekli düştüğünü sanır; yüreğinden gelen bir sızıyla, hiç zorlanmadan ağlardı. Zaten bu kocaman, sessiz, soğuk, eski villada ağlayabilmek yetisi de onu terk etmiş olsaydı, hiç kuşkusuz çıldırırdı. Ağlamanın kısmen rahatlatıcı etkisiyle ve ağlamasına hiç ara vermeden yeniden çıkmaya başlardı. Her basamakta, bir üsttekine çıkmak için, önce trabzana yakın olan sağ bacağını zar zor, hafifçe kaldırır ve ayağını basamağın dikey yüzeyine sürterek güçlükle basamağın üstüne koyardı. Ama iş bu kadarla bitmezdi. Sonra sıra bir önceki basamakta kalan sol ayağını çekmeye gelirdi. Bunu başarabilmek için de; sağ kolunu merdivenin parmaklığına dolar, sol eliyle sağ elinin bileğini tutar, belinin yanlarını ve sağ kalçasını trabzana sıkıca bastırıp, derin derin “ıhh…” sesleri çıkararak bir sopa gibi yukarı çekerdi sol bacağını. Ardından bir basamak daha çıkmış olmanın kıvancıyla, çok geçici bir mutluluk duyumsardı. Ama mutluluk onun için sadece çelimsiz bir yolcu, mutsuzluk ve keder ise kocaman bir handı. Ani huzur gülümsemelerinin ardından, hemen eski haline döner ve çıkmaya devam ederdi. Onuncu basamağa doğru acı acı çıkan “ıhh…” seslerine, bıkkınlığını belirten sesli sitemlerini de katardı. Aslında yaptığı her şey acısını hafifleten ve ona merdivenleri çıkma gücü veren birer araçtı. İşte bu yaşlı, bahtsız kadın ağlayarak, ıhlayarak, sitem ederek yirmi bir basamaklı merdiveni ancak yirmi beş dakikada çıkardı. Onun için hergün iki kez yinelenen bu yirmi beş dakika düpedüz işkenceydi, eziyetti.
Matrut gerçekten çok çirkin ve korkunç bir adamdı. Gulyabani veya Karakoncolos bile onun yanında hiçti. Araba tekerleklerinin altına konan takozlar gibi bir gövdeye sahipti. Bu gövdeye bir de, tamtamına gövde kadar geniş tekerlek gibi yuvarlak, hala dökülmemiş ve her tarafından inek yalamış gibi kafatasına yapışık duran bembeyaz saçlı bir kafayı da eklemek gerekir.
Genç olarak nitelenemeyeceği gibi orta yaşlı da değildi. Daha doğrusu bu, normal insanlara hiç benzemeyen adamın yaşını tahmin edebilmek çok zordu.Yine de altmışına yaklaştığı söylenebilirdi. Annesi gibi, onun da başının üzerinde sonbahar rüzgarları esiyordu. Sadece bir farkla ki, annesinin başının üstünde esen rüzgarlar daha çok kasırgaları andırıyordu. Ama Matrut, kalın ve yağlı vücudu, şişkin pazuları, geniş ensesiyle yine de güçlü görünüyordu.
Orman gibi kaşlarından, uzun kirpiklerinden gözleri ayırt edilemiyordu. Gözlerinin renginin de insana has bir renk olmadığı sanılıyordu. Sol kaşı sağdakine göre daha aşağıdaydı. Bu hal, onun yüzüne iki farklı ifade yerleştirmişti. Sağ tarafında aşırı bir kızgınlık sezilirken, solunda ağlayan bir çocuğun masumiyeti hissediliyordu. Kulakları Drakula’ninkiler gibi sivriydi ve içlerinden kalın kıllar fırlamıştı. Burnu üstten basık, kemerli ve eğriydi. Delikleri otuz metreden rahatlıkla görülebilecek kadar genişti ve içlerinden yeşilimtrak-sarı kıllar sarkıyordu gür bıyıklarının üzerine. Burnunun ucu ise gergadanın boynuzu gibi yukarı doğru kalkıktı.Ortasından ve yan uçlarından sararmış bıyıkları, iri ve çarpık ağzını örtüyordu. Boyu da oldukça kısaydı. Kalın ve kıllı kolları, maymunlarınki gibi uzundu, ta dizlerine varıyordu.Yürürken kollarını aynen maymunlar gibi sallardı.
Eni konu bu adam, Matrut, sanki evrimi ispatlayan bir ucubeydi.
Kaldıkları villa yıllar önce ölmüş olan babasının mirasıydı. Babası öldüğünden beridir ki; bu koca evde ne tam bir temizlik, ne bir badana, ne de herhangi bir değişiklik yapılmıştı. Mobilyaların arkaları ve üstleri toz yığınına dönmüş, bütün tavan ve kapı köşeleri örümcek ağı bağlamıştı. Yerinden oynadıkları için tavanda izler bırakmış avizeler ise, toz ve örümcek ağı bulutu yüzünden doğru düzgün gönderemiyordu ışıkları. Evin içinde sürekli bir loşluk vardı. Hani biraz daha karanlık olsa gözgözü görmeyecekti. Evin dıştan görünüşü ise daha çok bir harabeyi andırıyordu. Bu evde tarih, keder ve yalnızlık iç içeydi.
Kendisi de annesi de yalnızdı. Annesi yaşlılığı nedeniyle dışarı çıkıp bir yere gidemiyor; kimseyle bir dostluk, bir yakınlık kuramıyordu. Önceleri buna çok içerlemiş; ama zamanla yalnızlığıyla avunabilmeyi öğrenmişti. Evdeki eşyalar, özellikle de salonun balkonu, ona bu konuda çok yardımcı oluyordu. Her sabah güneş doğmadan ve her akşam güneş batarken bu balkona gider- perdeyi açıp kapattıktan sonra- en çok sevdiği şey olan sallanan koltuğuna oturur ve koltuğu biraz geriye kaydırarak gökyüzünü seyre koyulurdu. Önünde geniş bir alana yayılmış yemyeşil bir orman vardı ve uzaklarda, ormanın uçlarında da deniz görünüyordu: ama o en çok gökyüzünü seyretmeyi severdi. Gökyüzünün insanı içine çeken derinliği, berraklığı ve yuvarlaklığı ona doyumsuz bir huzur veriyordu.
Yaşlı kadının avunacak şeyleri vardı; en azından hayatı henüz tam bir karabasana dönmemişti. Ama ya onun…? Matrut’un , o korkunç ve çirkin adamın, neyi vardı?
Bir insanı hayata bağlayacak bir şeyler, ufacık bir şeyler olmazsa o insan yaşayabilir mi? Aşksız, umutsuz, bomboş, üstelik dünyaya yük olan bir yaşam düşünebiliyor musunuz? Böyle bir yaşam, buna yaşamak denirse, nasıl bir yaşamdır?
Dışlanmak… Bütün minibüslerden, trenlerden, bakkallardan, pazarlardan, işyelerinden, belediye binalarından, huzur evlerinden, limanlardan… kovulmak, dışlanmak ne demektir, biliyor musunuz? Bir gece vakti büyük bir şehrin sınırlarında durup, “Beni de al içine. Milyonlarca insan gibi ben de kaybolayım bağrında” diye bağırdınız mı hiç? Sonra omuzunuzu kaldırıp, başınızı iki omzunuzun arasına gömüp, kimseye görünmemek için sessizce, ışıkların aydınlatma sınırlarını teğet geçerek, aniden başlayan bir çocuk ağlamasından ürkerek, kısacası çekinerek, korkarak girdiniz mi şehrin içlerine doğru? Herkes ve herşey tarafından dışlanmak… Bu durum ne korkunç bir duygu yaratır insanda.
Dışlanmak kötüdür; ama unutulmak ondan daha da kötüdür.Çünkü dışlanmak, herşeye rağmen bir eylemi gerektirir. Eylemse harekettir. Dışlanıyorsanız çevrenizdekiler henüz varlığınızın farkında demektir. Peki unutulmak nedir?
Unutulmak dışlanmanın bir üst aşamasıdır, ve gerçekten çok korkunç bir şeydir. Havasız bir odada yaşamaya çalıştığınızı düşünün, ancak o zaman bu duyguyu anlayabilirsiniz.
O korkunç ve çirkin adam, işte böyle yaşıyordu. Dışlanmış ve unutulmuş olarak.
En sonunda, sürekli her yerden kovulmaktan, çocuklar tarafından taşlanmaktan bıkmış, kasabanın bir kaç kilometre dışında kalan evlerine kapanmıştı.
Eve kapandıktan sonra yıllarca duygu çatışmaları yaşadı, bunalıma girdi, bağırdı, öfkelendi, annesini tekmeledi… Sonra duruldu uysal bir çocuk gibi olup çıktı. Zaten zor ve ağır ağır konuşurdu. Hiç konuşmaz oldu. Evde bir ruh gibi dolaşmaya başladı. Ev mezara döndü. Çatı katını yarasalar kapladı, hiç tütmeyen bacaya geceleri baykuşlar kondu.Ev kasvetli bir havaya büründü. Aynen ev gibi onun yüreği de bütün duyarlılığını yitirdi. Yüreğinde sıcak hiç bir duyguya yer kalmadı.
Toplum ona, “Sen hayvana benziyorsun; öyleyse hayvanlar gibi düşüncesiz ve duygusuz ol.” demişti. O da öyle oldu. Hiçkimse onun hayatını önemsemiyordu; o da başkalarınınkini önemsememeyi öğrendi. Unutulmuştu. Unuttu…
Hayır… Hayır… Böyle bir yaşam olamaz. Bir insan böyle yapayalnız, unutulmuş ve unutmuş olarak, hiçbir şeyi sevmeden yaşayamaz. Bazen en derin duyarlılıklar, en derin sevgiler, nefretin, aşağılamanın, unutmuş gibi gözükmenin ve aşırı durgunluğun ardına gizlenir.
Onun hayatında da birşeyler, daha doğrusu iki şey vardı. Geçirdiği sıkıntılı günlerin ardından bu iki şey doldurmuştu yaşamını. Ancak ondan sonra durulmuş, bambaşka bir insan olmuştu. Bu iki şey her zaman küçük ve eski bir akrobatla aydınlatılan masasının üzerinde duran iki tane kitaptı. Victor Hugo’nun “Sefiller” ve “Notre Dame’ın Kamburu” adlı kitaplarıydı bunlar.
Evin büyük bir kütüphanesi vardı; ama kütüphanede bu iki kitaptan başka kitap yoktu. Matrut, sabahları birkaç saat bahçede gezindikten sonra gelir kütüphanenin menteşeleri paslanmış ahşap kapısını cızırtıyla açar, tekrar cızırtıyla kapatır ve döşemeleri gıcırdatarak gider, masasının başına otururdu. Kütüphande her zaman mat sarı bir ışık olurdu. Bu matlığın, girişe göre sağ köşesinde daha aydınlık bir yer vardı. O yer, Matrut’un masasının üzeriydi. Siyah, küçük akrobat tavandaki avizeden süzülen ışığı da alarak masanın üzerini beyaza yakın bir ışıkla aydınlatırdı. O masada, o ışık altında ve artık süngerleri çıkmış sandelyesinde oturarak saatlerce kitap okurdu. O haldeyken kaç saat geçtigini bilmezdi. Zamanın onun için anlamı yoktu.
Bu kitapların neredeyse her sayfasını ezberlemişti.Yine de okumaktan bıkmıyordu. Quasimado’da, Jan Valjen’ de kendisinden birşeyler buluyordu. Çirkinlik, kaba kuvvet, itilmişlik, saflık, dışlandıkları oranda yufka yüreklilik, haktanırlık hep onlara özgüydü.
Quasimado’nun Esmeralda’yı sevişi gibi seviyordu bu kitapları. Onun kadar içten, temiz, büyük bir bağlılıkla ve herkesten kıskanarak.
Hayatında bu kitaplardan başka hiçbirşey yoktu. Herşeye, annesinin çektiği eziyetlere bile duyarsızdı.
Bir gün yaşlı kadın, ne kadar çirkin olursa olsun oğlunun da yaşamaya hakkı olduğunu düşünerek onu kitaplardan kurtarmaya karar verdi. Onları yıllarca hiç ateş yüzü görmemiş şöminede yaktı. Küllerinin üzerine görünmesinler diye, kurumuş iki ağaç kabuğu koydu.
Matrut, kitaplarını masasının üzerinde göremeyince afalladı. Bir anlık durgunluktan sonra; masasının ve sandalyesinin altına, kütüphanenin sağına soluna baktı. Ama bulamadı. Bu kaybı kabullenmek istemedi. Aradı; önce bulmak umuduyla, sonra umutsuzluğa düşmemek için aradı…
Küçük bir umutsuzluk kırıntısıyla aramaktan yorgun düştü. Bu kez sinirlendi. Gırtlağından böğürme gibi korkunç sesler çıkarmaya, ellerini dizlerinin üzerine koyup başını iki yana sallayarak yerinde zıplamaya başladı. Zıplarken, incelip kalınlaşan, bazen ağlamaklı olan tuhaf seslerle anlaşılmaz sözler ediyordu. Sadece pür dikkat kesilen bir kulak onun neler söylediğini anlayabilirdi. Aslında sadece birkaç kelime çıkıyordu ağzından; ” Şimdi ne yapacağım ben? Kitaplarım ne oldu? Ne oldu?….” diyip duruyordu.
Neden sonra aklına bir fikir gelmiş gibi durdu. Başı biraz dönüyordu, gözlerini kapadı ve elleriyle şakaklarını bastırarak öylece kaldı. Beynindeki yoğunlaşma ve sıcaklık geçince gözlerini açtı kapıya yöneldi. Cızırtıyla açtı ve hemen karşıda, şöminenin yanında duran annesine baktı. Çok sinirliydi. Burnundan soluyordu. İlk kez gözleri açılmıştı ve tavandaki lambadan vuran ışıkla parlıyordu. Kollarını nereye koyacağını bilemiyormuş gibi sağa sola sallıyor ve ayağıyla yere anlamsız şekiller çiziyordu. Sinirli sinirli birkaç adım daha atıp annesine iyice yaklaştı. Kadın korkmuş, zangır zangır titriyordu. Kaçacak bir yeri olmadığını böyle bir çabanın boşuna olacağını biliyordu. Salyangoz gibi kabuğuna çekilmiş, her an kafasına inecek balyoz gibi bir yumruğu bekliyordu. Oğlu o kadar yaklaşmıştı ki, soluğunu ensesinde duyuyordu.
Matrut bir annesine bir şömineye bakıyordu. Annesine bakarken, başını eğiyor, anasının yüzünü görmek istiyordu. Sanki annesine, “Neden yaptın bunu?” diye sormaya çalışıyordu. Belki yanıt alabilse rahatlayacaktı; ama karşısında çıt yoktu. Birden arkasına dönüp bir iki adım attı. Kütüphanede, unuttuğu bir yere bakmaya gidecekti.
Annesi, oğlunun dönüşünü fırsat bilip merdivenlere doğru yürümeye başladı. Ne varki; Matrut aniden döndü. Annesinin kaçmaya çalışmasından, artık herşeyi onun yaptığını anlamıştı.Üzerine üzerine yürüdü. Kadın geriledi. Çok korkmuştu, olduğu yere düşecek gibiydi. Biraz daha gerileyince, merdivenlerden aşağıya düştü. Önce yan bir takla attı, sonra yuvarlana yuvarlana aradaki düzlüğe yığıldı kaldı. Sağ kolu omuzundan çıkmış, sırtının altında kalmıştı. Kafasından da kanlar sızıyordu. Can bile çekişmedi yaşlı kadın, öyle kıpırtısızca öldü gitti.
Matrut merdivenlerin başında donuklaşmıştı. Kısa bir süre öylece kaldıktan sonra, yine gırtlağından boğuk, anlamsız, üzüntülü sesler çıkarmaya başladı. Gözlerini yumdu, başını sağ omuzuna doğru çevirdi. Dönüp kaçmak, balkondan atlamak isteği duydu bir an. Sonra vazgeçti. Tekrar annesinin kanlı ölüsüne baktı. Şaşkın ve donuk bir suratla, medivenleri sallaya sallaya annesinin yanına gitti. Eğildi, diz çöktü. Bir şeyler söylemek istedi; ama kelimeler boğazına düğümlendi .Yutkundu. Ellerini annesinin açık duran gözlerine götürdü; şefkatle, incitmemeye çalışarak gözkapaklarını kapattı. Yüreği burkuldu, ağlamaklı oldu. Bu duyguyu bastırmak için kafasını tavana dikti, gözkapaklarını yumarak sıkıca bastırdı. Başaramadı. Sanki bir köz bütün vücudunu ısıtmıştı. Avuç içleri, sırtı, ensesi, alnı terledi. Başını eğdi, annesinin sol elini avuçlarına aldı. Ve ona bakıp, zorlukla “Anne…Anne..” derken yaşlar süzüldü gözlerinden…