Mankurtluk Motifini Türkiye’ye Uyarlayan Yazarlar

Sayı 38- Nisan 2013

Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel[1] romanında ele aldığı, eski bir efsaneden yola çıkarak çağına uyarladığı “mankurtluk“ motifi, Türkiye’de bazı deneme, eleştiri ve düşünce yazarları tarafından yoğunlukla işlenmiştir. Mankurtluk motifine bağlı ve adında “Mankurtluk” kelimesinin olduğu beş kitap tespit edebildim. Bunlar sırasıyla şöyledir:

1. Erhan Arıklı, Bozkurtlar ve Mankurtlar, Türk Birliği Kültür Merkezi Yayınları, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 1997.

2. Taha İslam, Zirvedeki Mankurtlar, Genç Birikim Yayınları, Ankara 2003.

3. Mümtaz’er Türköne, Mankurtlar, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2011.

4. Nurullah Çetin, Mankurtluk Külahı, Berikan Yayınevi, Ankara 2011.

5. İkram Çınar, Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul Ocak 2012 (İlk baskısı 2006).

Türkiye’de Türk yazarları arasında mankurtluk motifini Cengiz Aytmatov’un anlayışına, kastettiği manaya ve kendi bağlamına uygun olarak en iyi işleyen iki yazar olduğunu düşünüyorum. Biri benim, diğeri de İkram Çınar… Erhan Arıklı, Taha İslam ve Mümtaz’er Türköne ise mankurtluk kavramını ya eksik ya da tamamen ters bir bağlamda kullanmışlar.

Şimdi bu beş eserde yazarların, mankurtluk motifini nasıl işlediklerini, hangi açılardan yorumladıklarını ve ne gibi yaklaşım ve düşünceleri ortaya koyduklarını, bunları somutlaştırmak için bu motiften sembolik bir değer olarak nasıl faydalandıklarını sergilemeye çalışacağım.

1. Erhan Arıklı, Bozkurtlar ve Mankurtlar:

Yazar, eserinde daha çok Türk milliyetçiliği fikir sistemini açıklayan, tahlil eden, dünya Türklüğünün değişik sorunlarına, demokrasi, din, laiklik, ülkücülük, Turancılık, Avrupa Topluluğu gibi konulara yer vermiştir.

Kitapta doğrudan doğruya mankurtlukla ilgili olarak iki önemli makale yer almaktadır. Bunlar: “Sağın Mankurtları” ve “Mankurtlar ve Bozkurtlar” başlığını taşımaktadır. Yazar bu makalelerinde “mankurtluk” terimini Cengiz Aytmatov’dan aldığını belirtir.

“Mankurtlar ve Bozkurtlar” adlı makalede mankurtluk terimini tamamen Cengiz Aytmatov’un tanımlamasına uygun biçimde doğru olarak algılamıştır. Ancak “Sağın Mankurtları” makalesinde sağın mankurtlarından kastettiği kişiler, Kültür bakanlığı yapmış olan Namık Kemal Zeybek, Gökhan Maraş ve Agâh Oktay Güner adlı üç Türk milliyetçisi ve ülkücü siyasetçidir. Yazar bu üç ismi de pırıl pırıl birer kültür adamı olarak zikrederken onların neden mankurt olarak nitelendirilebileceği bağlamında yaptıkları bazı hataları zikreder ve şöyle der:

“Fakat hepsi sağın temel bir hastalığı ile yürütmüşlerdir icraatlarını, “denge politikası”dır bu hastalığın adı. Fikri Sağlar gibi solcu bakanlar bir denge kurmak aklına gelmezken bizimkiler aman bir vukuat olmasın. Bir sağdan bir soldan diye düşünmektedir.” (s.174)

Yazar bu duruma örnek olarak şu olayı verir. “Agâh Oktay Güner, Enver Paşa’nın kabrinin Türkiye’ye nakli gündeme geldiği anda Nazım Hikmet’in de kabrini getireceğiz demekte, güya sola bir kemik atmaktadır.”(s.174)

Yazar, aynı mankurtça davranışın Kıbrıs Türkleri arasında da görüldüğünü belirtir.

Fakat mankurtluk motifi, bu kişilerin icraatlarını açıklamak için uygun bir kavram değildir. Mankurtluk, millî ve dinî değerlerinden, kendi kimliğinden tamamen uzaklaşarak, düşmanının hizmetçisi ve kölesi olmak demektir. Kaldı ki ismi sayılan bu kültür bakanları, belirtilen hatalar türünden icraatları olsa bile genelde mankurtlaştırılmış milletimize dinî ve millî değerlerini, kendi öz kimliğini hatırlatıcı, öğretici çalışmalar yapmışlardır.

2. Taha İslam, Zirvedeki Mankurtlar:

Yazar, bu kitabında 28 Şubat 1997 tarihinde başlatılan ve postmodern bir darbe olarak nitelendirilen, askerlerin fiilen yönetime el koymadığı; ancak yönetimi ve toplumu değişik yollarla denetlediği, yönlendirdiği, mevcut sivil hükûmetin icraatlarına dolaylı yollardan müdahale ettiği ve en çok da dindarlar üzerinde baskı kurduğu bir süreç üzerinde yoğunlaşır. Ancak bu dönemle birlikte 1923’te Cumhuriyetin kuruluşundan 2000’li yıllara kadarki süreci de bir bütün olarak değerlendirip yorumladığı görülüyor. Dolayısıyla kitap bir bakıma Cumhuriyet tarihiyle ve bu dönem yöneticileriyle bir hesaplaşma anlamını taşıyor.

Yazarın bakış açısına göre Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’yi yönetenler, bağımsız millî politika üretmek ve uygulamak yerine Amerika ve Avrupa’nın güdümünde, etkisinde ve onların talimatlarına bağlı bir yönetim sergilemişlerdir. Dolayısıyla Cumhuriyetin başından itibaren neredeyse bütün yöneticiler kendi kimliğine, milletine, yerli dinî ve millî değerlerine düşman; ama batıya tapar derecede bağlıdırlar. O yüzden bunların neredeyse tamamı mankurttur.

Bu bakış açısı, genelde doğru olmakla birlikte Atatürk için yaptığı değerlendirmeler doğru değildir. Zira Atatürk, 19 Mayıs 1919 tarihinden başlayarak 9 Eylül 1922 tarihinde Yunan ordularını İzmir’de denize dökünceye kadarki süreçte işgalci batı emperyalizmine karşı fiilen mücadele vermiş, Türk’ün dinî ve millî değerlerini emperyalist Haçlı ordularına karşı koruma mücadelesi yürütmüştür. Daha sonra kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti de hem millî hem de dinî değerleri devlet katında kurumsallaştırarak devamını sağlayacak bir düzen kurmuştur. Bu bakımdan Atatürk’e mankurt denilemez. Mankurt olmak bir yana o, mankurtlukla savaşmış milliyetçi bir Türk hakanıdır.

Ancak yazarın Atatürk’ten sonraki devlet yöneticileri ve siyasetçileri için söylediklerinin çoğu doğrudur. Zira yazarın da değişik vesilelerle kitabında ifade ettiği gibi Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başına ya demokrasi çerçevesinde seçimle sivil Batı vesayetçisi hükûmetler geldi ya da Amerikancı ve Avrupa Birlikçi darbeci vesayetçi generaller geldi. Hem sivil hem de darbeci batı vesayetçisi bu yönetici kadrolar, Türk milletinin menfaatleri ve talepleri doğrultusunda değil, Amerika ya da Avrupa talepleri doğrultusunda bir yönetim ortaya koydular. Millî değil gayr-ı millî politikalar kendilerine verildi, bunlar da taşeron olarak uyguladılar. Bu vesayetçi kadroların İslam düşmanı olanları dindarlara baskı yaptı, Türk düşmanı olanları da Türk milletinin Türklük ruhunu, şuurunu ve millî kimliğini yok etmeye çalıştı.

Taha İslam, Haluk Gerger’in çalışmasından da yararlanarak “Türkiye ABD’nin Müstemlekesi mi?” başlıklı yazısında Amerikan iradesine bağlı mankurt yöneticilerin teslimiyetçi politikalarını ve kişiliğini şöyle ortaya koyuyor:

“Türkiye ile ABD arasında yapılan bu antlaşmaları, Türkiye’nin Marshall yardımından yararlandırılması ve Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi izlemiştir. Türkiye ile ABD arasındaki yardım ilişkileri giderek iki ülke arasında çeşitli ve çoğu gizli ikili anlaşmalar imzalanmasına yol açmış, Türk toprakları üzerinde Amerikan üs ve tesisleri kurulmuş ve Türk dış politikası genel olarak Amerika doğrultusunda yürütülmeye başlanmıştır. Artık, millî savunmasını esas olarak NATO ve Amerikan yardımlarına bağlayan Türkiye’nin tüm hükûmetlerinin ana amaçlarından başlıcası, bu yardımın sürmesini ve mümkünse artırılmasını sağlamak olmuştur. Bu bakımdan Türkiye, Amerikan dış politikasının amaçları doğrultusunda bir politika izlemeye özen göstermiş, özellikle soğuk savaş yıllarında bu ülkenin en militan yandaşlarından biri olmuştur. Özellikle Orta Doğu’da Türkiye açıkça Batı çıkarlarının savunuculuğunu yapmıştır. Bu arada, Türk ordusunun eğitiminden araç ve gereçlerine kadar her şey Amerikan normlarına uygun hâle getirilerek modernizasyon programı gerçekleştirilmiştir. Millî silah sanayi giderek tasfiye dilip sadece Amerikan yardımlarına bel bağlanır hâle gelinmiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucu, kendisini iç siyasette de göstererek uzun yıllar dış politikada partiler üstü bir anlayış egemenliğini sürdürmüş ve Amerikan bağlantısı sorgulanamaz bir yaşam gerçeği olarak kabul edilmiştir.”(s.123-124)

Yazar, Cumhuriyet’ten bu yana batı güdümlü yöneticiler tarafından din ve ekonomi alanlarındaki tahribattan, mankurtlaştırma faaliyetlerinden bahsediyor; ama Türk milletinin millî kimliği üzerindeki mankurtlaştırma çalışmalarına yer vermiyor. Çünkü kendisi, Türk milliyetini, Türk millî değerlerini reddeden; ama başka etnik kimlikleri kutsayan bir çarpık İslamcı siyaset anlayışına sahip. Mankurtlaştırma sadece dinî değerlerin tahribi değil; aynı zamanda millî kimliğin tasfiyesi anlamını da taşır. Ama yazarın millî kimlik tasfiyesi konusunda bir endişesi ya da böyle bir meselesi yok.

O bakımdan bu eserde mankurtluk terimi, eksik ve zaman zaman da yanlış bir bağlamda kullanılmıştır.

3. Mümtaz’er Türköne, Mankurtlar:

Cengiz Aytmatov’un “mankurtluk” motifini en az anlayan ya da bu terimi kendi bağlamından kopararak işlevsiz hâle getiren, itibarsız bir kavrama dönüştüren kişi Mümtaz’er Türköne’dir. Bu kişi, belli bir siyasi bakış açısına ve kendi içinde uyumlu bir ideolojik duruşa sahip olmayıp şartlara, duruma ve ortama göre kim iktidara gelirse o partinin borazanlığını yapan ilkesiz bir yazıcıdır. Bu “Türkiyeli!” vatandaş, mankurt terimiyle sadece 1960 sonrası ortaya çıkan askerî darbecileri ve milliyetçileri karşılamaya çalışıyor. Kitabında şöyle diyor:

“Nayman Ana biziz; bu millet yolundan sapmış kendi öz evlatlarının gadrine çok uğradı. Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’de anlattığı Mankurt efsanesi ve Nayman Ana’nın beşer üstü çabası, bizim son elli yılda yaşadıklarımızın âdeta bir hülasası..”(s.21)

Yazar, askerî darbeler sırasında olan bitenleri Türk milletini mankurtlaştırma çalışmaları olarak değerlendiriyor. Bir örnek olarak şöyle der:

“Bu işkenceler benim neslime uzak değil. 12 Eylül döneminde askerî cezaevlerinde yapılan işkenceler, daha ötesi bütün araçlar kullanılarak yapılan halka yönelik propagandaların tek amacı mankurtlaştırma idi. Mamak Askerî Cezaevine yolu düşmüş olanlar, mutlaka önce dış kafese sonra iç kafese uğrar, etkili bir mankurt işkencesinden geçirilir ve sonra koğuşa gönderilirdi. Sabah ve akşam içtimalarında dayakla söyletilen “İstiklal Marşı” ve “Gençliğe Hitabe” bu metinlere saygı duymamız için değil sadece mankurt olduğumuzu kavramamız içindi. Bizden beklenen, bu işkenceleri yapanlara itaat etmemiz, onların koydukları akla zarar kurallara uymamızdı. Darbecilerin biteviye köpürttüğü “dört yanımız düşman” masalları da, herkesi korku ve endişeye sevk etmek ve sonra bu korkularla mankurtlara çevirdikleri toplumu kolayca yönetmek içindi. Bugün Balyoz ve Kafes Planını, bir mankurtlaştırma operasyonu olarak neden okumuyoruz?” (s.25)

Yazarın söylediği bu türden işkenceler olmuştur ve bunların amacı bir bakıma mankurtlaştırma olarak yorumlanabilir. Ama öbür taraftan aynı yazar, darbeci Türk generallerine savaş açarken, onların hapishanelerde çürütülmesini, en ağır işkenceler edilmesini isterken, hem darbeci hem elli binden fazla vatandaşımızın katili olan Kürt ırkçısı Abdullah Öcalan’ı Bodrum paşası yapılıp maaşa bağlanmasını isteyerek, Türk’ü aptal yerine koyup Amerika ve Avrupa Birliği vesayetinde Kürt ırkçılığı politikalarını Türk’e benimsetme misyonunu üstlenmiş bir misyoner gibi çalışıyor.

Nitekim “Profesör Mümtaz’er Türköne, Kürt sorununun çözümü için Öcalan’ın da dahil edileceği bir genel affın şart olduğunu söyledi. Türköne, Osmanlı’nın isyan bastırırken, elebaşıları affedip, ‘Başıbozuk paşası’ olarak sürüp, maaş bağladığını hatırlattı. Abdullah Öcalan için de benzer bir fomül uygulanmasını gündeme getirdi: ‘Apo da Bodrum Türkbükü’ne gönderilebilir”[2]

Mümtaz’er Türköne, yazı ve konuşmalarıyla Türk milletinin millî kimliğini oluşturan bazı temel değerleri ve sembolleri de itibarsızlaştırmaya, içini boşaltmaya; hatta yok etmeye çalışarak okuyucu ve dinleyicilerini mankurtlaştırmaya çalışmıştır. Yani kendisi mankurtlaşmış, sonra da Türk çocuklarını mankurtlaştırmak için Türklük değerlerine karşı tavır almıştır.

Mesela bu bağlamda Türk’ün millî simgesi olan “bozkurt” ve Türk’ün bütün kuşatmaları yararak kendi özgürlüğüne çıkış kıyamının simgesi olan “Ergenekon Destanı”, “19 Mayıs” gibi millî bayramlar ve “Atatürk” gibi Türk’ün istiklâlci başbuğları aleyhinde alaycı, yalan yanlış bilgilerle dolu yazılar yazmış, konuşmalar yapmıştır.

Mümtaz’er Türköne, Amerikancı NATO generallerinin yaptıkları darbelerle Türk milletini mankurtlaştırma çalışmaları üzerinde yoğunlaşıyor ama Türk’ü asıl mankurtlaştıran Amerika ve Avrupa Birliği çevrelerini ve onların talimatlarıyla siyaset yapan, hükûmet eden iç oluşumları hiç eleştirmediği gibi, bu Amerikancı, Avrupa Birlikçi demokrasici Batı vesayetçisi çevrelerin sözcülüğünü yapıyor, o çevrelerin içine girerek siyaset yapmak istiyor.

Dolayısıyla Mümtaz’er Türköne, Cengiz Aytmatov’un mankurtluk kavramını çoğu zaman asıl bağlamından koparıp çarpıratak ya da eksik biçimde kullanmıştır. Mümtaz’er Türköne’nin çalışmaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, onun millî kavram, kişi ve simgeleri etkisiz hale getirerek ve kademeli olarak kamusal alandan silerek Türk milletini mankurtlaştırmak isteyen kişilerden biri olduğunu görüyoruz.

Türköne, Türk tarihine ait temel değerleri öylesine çarpıtıyor ki, onları bugün Amerika ve Avrupa Birliği vesayetinde siyaset yapanların etnik siyasetlerine malzeme haline getirmekten çekinmiyor. Bugün ülkemizde Türk millet birliğini paramparça etmek ve millî Türk devlet kurumunu tasfiye etmek için Batı vesayetinde Türk karşıtı bir etnik siyaset projesi devrededir ve bu projenin sözcülerinden biri de Mümtaz’er Türköne’dir. Bu kişi mesela bir yazısında Karaman Beylerinin milliyetçi Türk politikalarını aşağılayarak günümüzdeki vesayetçi etnikçi politikalara gerekçe oluşturmaya çalışıyor. Şöyle diyor:

“Karaman Beyliği sonunda Osmanlının birkaç düzine Karaman’ı kuşatan ufku altında ezildi ve yok oldu. Tarihe hiçbir hayırlı iz bırakmayan bu beyliği, mankurtlaştırdığı Türkmen taifesi ile hatırlamamız gerekiyor. Osmanlı Oğuz’un şecaatini, cesaretini, teşkilat yeteneğini farklı olana hoşgörü, hukuk, devlet terbiyesi ve Roma’nın büyük mirası ile birleştirdi ve yetmiş iki buçuk farklı milleti sancağı altında topladı. Karaman Beyi ise göçebe alışkanlıkları ile komşusunu düşman belleyerek, kıskançlık ve mülk peşinde koşarak hem kendisine hem de yönetimi altındaki Türkmenlere dünyayı dar etti.”(s.32)

Mümtaz’er Türköne’nin Türk milliyetçiliği karşıtlığı o kadar keskin ki, bütün mantık silsilesini ve tarihî gerçekleri altüst edip her şeyi biribirine karıştırarak saçma sapan düşünceler üretiyor. Bu yazıcının Karaman beylerine tavır almasının sebebi, onların milliyetçi bir şuura sahip olmalarıdır. Yazısında şöyle diyor:

“Karaman beyliğini bugün Karamanoğlu Mehmet Beyin 1277’deki Konya’da ilan ettiği meşhur fermandan dolayı hatırlayanlar daha çok olmalı. Bugün Karaman Üniversitesini süsleyen ve Türk milliyetçilerinin mottosuna dönüşen bu ferman, Selçuklu – İlhanlı sarayının kozmopolit dünyasına karşı bir tür Türkmen tepkisini dile getiriyordu. Fars kültürünün ve dilinin egemen olduğu Selçuklu sarayı, kendisini var eden Türkmenlere yabancılaşmıştı. İlhanlı hâkimiyeti ise, bütünüyle yabancı bir işgaldi. Bu yabancılaşmaya ve yabancı boyunduruğuna karşı şöyle diyordu Karamanlı Mehmet Bey: “Bugünden sonra hiç kimse sarayda ve divanda ve meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya.” Ne kadar etkileyici değil mi? Hayır değil.

Bu fermanın yayınlanmasından tam yirmi iki yıl sonra, altı asır boyunca dünyayı kaplayacak olan koca Osmanlı çınarı ilk filizini vermişti. Osmanlıya istikamet veren Oğuz beyleri Karaman’daki Oğuz beylerinden farklı bir yol ve yöntem benimsedi. Kimsenin dilini, dinini yasaklamadı.”(s.31)

Şimdi buradaki mantık çarpıklığının temelinde bilgi eksikliği ve kötü niyet yatıyor. Her şeyden önce Osmanlı hükmü altına aldığı dili ayrı milletlerin dilini elbette yasaklamadı. Çünkü onlar zaten kendi dili olan ayrı milletlerdi. Osmanlı sadece onların idaresini aldı. Karaman Beyliği ise Türköne adlı bu yazıcının tanımlamasıyla Konya, Niğde, Kayseri, Ankara, Nevşehir, İçel, Kırşehir, Ankara ve Antalya’nın doğusu gibi bölgelerden oluşuyordu ve buralarda Türkçe konuşan Türkler yaşıyordu, Fars milleti diye bir millet yoktu. Karamanoğlu, olmayan Fars milletinin dilini yasaklamadı, Türk’e dayatılan Farsçayı yasakladı. Bu durum, “Kimsenin dilini, dinini yasaklamadı” ifadesinde yerini bulmaz.  Karamanoğlu Mehmet Bey, sadece Türklerin yabancı bir dil olan Farsça yerine kendi dilleri olan Türkçeyi kullanmalarını istedi. Osmanlı Devleti “kimsenin dilini, dinini yasaklamadı” derken ne demek istiyor? Karamanoğlu da kimsenin dinini, dilini yasaklamadı, sadece Türk, yabancı dil kullanacağına kendi dilini kullansın dedi.

Mümtaz’er Türköne, Türk’ün tarihî değerlerini, kahramanlarını, millî sembollerini, bayramlarını alaya alarak, eleştirerek, hakaret ederek Türk’ü milliyetsiz, kozmopolit bir mankurta dönüştürmekle görevli bir yazıcıdır.

4. İkram Çınar, Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?:

İkram Çınar, bilinçli bir tercih ya da program sonucu olarak milletimizin içine girdiği ciddi kimlik bunalımını açıklamak, eğitimin nasıl mankurtlaştırma sürecine dönüştüğünü anlatmak için Cengiz Aytmatov’dan mankurt kavramını ödünç olarak aldığını söylüyor.

Öncelikle ülkemizin eğitim ve kültür politikalarında ulusal hedef ve özelliklerinden ayrılmasını, böyle bir sapma durumunu mankurtluk olarak algılıyor. Türkiye son eğitim politikalarıyla Türk vatandaşı olmaktan çok Avrupa Birliğine uyumlu vatandaşlar yetiştirmeye çalışıyor. Kendisi misyon sahibi olmayıp misyonu olan Avrupa Birliğinin projelerine araçlık etmektedir. Mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı küreselleşen kapitalizmin sadık bendeleri olmayı öğretiyor. Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefine olan inanç aşındırılarak milletimiz mankurtlaştırılıyor. Yazar, eğitimin bir mankurtlaştırma sürecine nasıl dönüştüğünü irdelemektedir.

Kitabın konusu eğitim ve kültür politikaları olmakla beraber, siyasetin bu alanları belirleme ve etkileme gücünü dikkate alarak politik bir yaklaşım da belirlemiştir.

Yazar, mankurtlaştığının farkına varabilenlere de bundan kurtulmak için bir yol önermektedir. O da ezberimizi bozmak. Bize öğretilen ve telkin edilen her şeyi yeniden öz değerlerimize göre üretmek zorunluluğumuz vardır.

Yazar mankurtlaşma terimini şöyle tanımlıyor:

“Mankurtlaşma, bir dış gücün içerdeki egemen sınıfla işbirliği yaparak ülkenin eğitim ve kültür politikalarını milletin aleyhine değiştirerek, ulusal kimliğinden uzaklaştırma, kendi toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, bilinçsizleştirme ve sömürüye açık hale getirme, sonra da yardım ediyormuş kanaati yaratarak toplumun zihnini yeniden kurgulayıp sömürgecilerin zihinsel kölesi durumuna getirmek için milleti kendi değerlerine düşman etmeyi anlatan sosyo-kültürel bir kavramdır. Bu süreçten geçenlere mankurt denir.”(s.17)

Yazara göre milletimiz daha çok eğitim ve kültür alanlarında mankurtlaştırılıyor. Şöyle diyor:

“Ülkemizde olup bitenleri, özellikle eğitim ve kültür politikalarımızı, bu mecazı kullanarak açıklamak ve değerlendirmek gerekir. Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru yozlaştırılıyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngüleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık çoğu bizim olmaktan çıkmış kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz silinip yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. “(s.19)

Yazara göre Türkiye’de Türk milleti şu alanlarda şu yollarla mankurtlaştırılıyor:

1.Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı,

2.Kültürsüzleştirmek,

3.Yabancı dille eğitim,

4.Cinselliğin yozlaştırılması,

5.İdeoloji ve kavramların saptırılması,

6.Bilimsel bilgiden uzaklaştırma,

7.Dincilik ve sahte din anlayışı,

8.Yapay gündem,

9.Tarihi çarpıtmak.

5. Nurullah Çetin, Mankurtluk Külahı:

Mankurt kavramı, Kırgız Türklerinde ve Türkistan’ın diğer boylarında ve bölgelerinde Türklüğünü unutup Moskova’ya hizmet eden eski Komünistler için kullanılıyordu. Ben de kitabımda dinî ve millî değerlerini bir kenara bırakıp Batı taklitçiliği ile Avrupa’ya ve Amerika’ya hizmet eden milliyetsiz ve dinsiz karanlık aydınlar için kullandım.

Bugün Türk milletinin derece bakımından en önemli sorunu mankurt olma sorunudur. Ekonomik, siyasi vb sorunlar, bunun yanında çok daha geri planlarda kalır. Türk milleti Türklüğünün, millî ve dinî değerlerinin farkında, şuurlu bir millet olarak kaldıkça her türlü sorununu hâlledebilir. Ancak kendi benliğini, millî kimliğini, Türk ve Müslüman olma bilincini kaybetmiş insanlar millet olmaktan çıkarlar, rüzgârın önünde savrulan kuru kalabalıklar hâlinde yok olur giderler. Tarihte böyle millet olma vasfını kaybettiği için yok olmuş çok millet vardır.

Millet olmak demek, ortak değerlerde birleşmiş, birbirleriyle ruhen kaynaşmış, duygu, düşünce ve heyecan birlikteliğinde buluşmuş insan kütlesinin geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda ruhunda, aklında, kalbinde yaşaması demektir. Ortak bir geçmişin tatlı hatıralarında yüzerek gönenmek, içinde yaşanılan bir şimdinin sevincini ve üzüntüsünü paylaşmanın tadını çıkarmak ve ortak bir gelecek tasavvurunun hayalini aşkla, şevkle, tatlı bir mutluluk duygusuyla inşa etmek demektir. Millet olmak demek, kimsenin esiri olmamak, kendi kararlarını kendisi vermek, kendi değerleriyle yaşamak, tam bağımsız ve bağlantısız şerefli bir millî devlet sahibi olmak demektir.

Biz Türk milleti olarak uzun tarihsel yolculuğumuzda dimdik ayaktaysak, henüz yok olup gitmiş milletlerden biri değilsek, millet olma şuurumuzu her zaman diri tuttuğumuz içindir. Uzun ve derin tarihî yolculuğumuza kavimler hâlinde başladık, zaman zaman büyük devletler hâlinde devam ettik, zaman zaman küçük milletlere bölündük; ama hiçbir zaman yok olmadık. Devlet ve millet olabilme kabiliyetimiz ve refleksimiz her zaman canlı kaldı.

Bugün geldiğimiz noktada ise, tarihin hiçbir devresinde olmadığı kadar millet yapımız çözülme ve kademe kademe yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Çünkü, Türk millet yapısı ve bunun siyasî, idarî kurumu olan Türk devlet kurumu, içerden ve dışardan iyi planlanmış, çok yönlü olarak kuvvetlendirilmiş projelerle bombardıman altındadır.

Bunun için iç ve dış düşmanlar son derece modern, şeytanca, akıllıca çalışmalar içindedir. Bunların karşısında Türk millî yapısını ve Türk devlet kurumunu koruyacak, ayakta tutacak hatta geliştirerek devam ettirecek dinamikler, kurumlar, değerler, kişi ve topluluklar gittikçe zayıflamakta, millî direnç kampanya hâlinde yok edilmektedir.

O bakımdan bugün Türk milleti var olma mücadelesiyle karşı karşıyadır. Türk millî varlığının yok oluş süreci çok derinlerden ve sessizce, hissettirilmeden, yavaş yavaş devam ettirildiği için büyük kitle, farkına varmamakta, hatta ciddi anlamdaki millî uyarıları alaya almakta, küçümsemekte, bize bir şey olmaz diyerek istihzaya almakta, komplo ile paranoya ile filan karşılamaya çalışmaktadır.

Bunlar, aynen kazanda yavaş yavaş haşlanan kurbağalar gibiler. Durum böyleyken, oldukça azınlıkta kalmış olmasına rağmen samimi, ciddi, fedakâr, Allah’ına ve milletine hesap vermekten başka kaygısı ve korkusu olmayan Türk münevverleri, gafil milletini içerden ve dışardan gelen tehlikelere karşı uyarmaya azimle, şevkle devam emektedirler.

Sahih Türk münevverlerinin en önemli uyarısı ise gazeteci, yazar, romancı, siyasetçi, uzman, toplum mühendisi, sivil toplum kuruluşçu gibi değişik adlar altında Türk milletinin arasına; hatta kılcal damarlarına kadar sızmış olan mankurt aydın tipini tanımaları yönündedir. Türk milletinin büyük ekseriyeti bu tipi tanıyamamakta, tanıma çabasına girmemekte, onun sinsi ve şeytanî plan ve projelerine bilmeyerek dahil olmakta, ona para, oy, manevi destek, taraftarlık gibi değişik desteklerle yardımcı olarak kendi ölüm fermanını kendisi imzalamaktadır. Bugün Türk milletinin büyük çoğunluğu maalesef mankurt aydın tipini hayırhâhı bilmekte, onu kendisini gerçekten aydınlatan kişi zannetmektedir.

Mankurt aydın tipi nedir? Özellikleri nelerdir? Gerçek kimlik ve kişiliği nedir? Türk milletine nasıl ve hangi yüzlerle görünür? Milleti nasıl aldatır? Neden tehlikelidir? gibi sorulara 10 Haziran 2008’de uçmağa varan büyük Türk romancısı ve düşünürü, Türklerin son kutup yıldızlarından biri olan büyük bilge aksakal Cengiz Aytmatov’dan hareketle açıklayıcı cevaplar bulmaya çalışacağız.

Önce mankurt ne demektir? Ona bakalım. Mankurt, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanında ele aldığı, eski bir efsaneden yola çıkarak çağına uyarladığı bir tiptir.

Cengiz Aytmatov, romanında Mankurt efsanesini şöyle aktarır:

“Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar’ın boz­kırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı: Sarı-Özek’i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çün­kü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine döne­rek Juan-Juanlar’ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satma­dıkları esirlere yaparlarmış.

İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kıs­mı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış.

Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna “Deri geçirme işkencesi” derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş.

Bir devenin boynundan beş, altı kişinin ba­şını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçiri­len tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kü­tük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış.

Bu tutsaklar birer mankurt ol­madan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış.

Juan-Juanlar’ın bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir man­kurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluk­tan, bir mankenden farksız olurmuş onlar için.

Bununla birlikte, bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına gelenle­re dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane böyle anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. “Ana-Beyit” ‘ana barınağı, ana huzuru’ demektir.

Sarı-Özek’in kızgın güneşine ‘mankurt’ olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuz­luk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sı­kıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve de­risi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp ba­şına batıyormuş.

Asyalılar’ın saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tut­sak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü, ‘sağ kalan var mı?’ diye ge­lip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek içecek verirlermiş.

Köle zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir kö­le, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.

Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlar­mış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaç­mayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş.

Köle sahibi için en büyük tehlike, kö­lenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşü­nemeyen bir yaratık… En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı-Özek’in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir man­kurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini güt­me işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir mankurt birkaç kişiye bedelmiş.

Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüş­ten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkır­da. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski-püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş…

Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegâne kazancı olan bilin­cini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır. İşte, gö­çebe Juan-Juanlar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli özüne kastetmek gibi en büyük vahşet örneğini çıkardı­lar.

Tutsakların yaşayan anılarını elinden almak usulünü bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti işlemiş ol­dular. İşte Nayman Ana oğlunun mankurt olduğunu öğ­renince, dayanılmaz bir acı ve umutsuzluk içinde, ağıt yakmıştı”[3]

Alıntıladığımız bu metinden ve romanın genelinden çıkardığımıza göre mankurt hâline getirilen kişinin başlıca özellikleri şunlar olurmuş:

Geçmişini, tarihini, soyunu, milletini, kimliğini, anasını, babasını, çocukluğunu, eşini dostunu, eskiye ait hiçbir şeyi hatırlamaz. Çünkü o, emperyalist işgalci güçler tarafından başkalaştırılmış ve dönüştürülmüştür.

İnsan olduğunun da farkında değildir. Düşünme, mukayese ve muhakeme kabiliyetini, üretici, sorgulayıcı bilincini tamamen kaybetmiştir. Ruhu, zihni esir alınmıştır.

Kendisine verilen emirleri uygulamak, söylenenleri söylemek, yap denileni yapmakla görevli robot bir köledir. Efendisine itaatten başka bir şey düşünemez hâle gelmiştir.

İyi kötü karnını doyuran efendisine sadakatle hizmet etmekten başka bir şey düşünmez. Efendisine karşı gelmek, ondan kaçmak gibi düşünceleri aklının ucundan bile geçirmez. Bu yüzden kendi başına, bağımsız millî bir çözüm üretmeye çalışmaz. Kendine güveni kalmadığı için bir şey yapabileceğini hayal bile edemez. Emperyalist efendisinin kendisi için gerekli olan her şeyi düşündüğünü düşünür.

Kendisini kölelikten ve mankurtluktan kurtarmak isteyenlere uzak durur, başındaki mankurtluk ve kölelik derisini iyice gizler, çıkarmalarına asla izin vermez. Işıktan korkan yarasalar gibi karanlıklar içinde çürür gider. Sümsük bir böcek gibidir.

Kendinin mankurt olduğunu kabul etmez. Yüksek siyaset uyguladığını ilan ederek, emperyalistlerin emir ve talimatlarına göre hareket etmeyi ilm-i siyaset, teenni ile hareket etmek, zamana uygun davranmak, dünya şartlarına uygun davranmak filan şeklinde lanse eder.

Onun için önemli olan tek şey, efendisinin emirlerini yerine getirmektir. Emperyalist efendisinin verdiği ev ödevlerini muntazaman, tam zamanında, eksiksizce ve yanlışsız olarak yapmayı ve istediğiniz her şeyi yaptım efendim demeyi, çok büyük bir icraat olarak görür.

Bir mankurta “gel başını buharlayalım da o deve derisini koparalım” demekten daha korkutucu bir şey olmazmış. Bu sözü duyan mankurt yaban ayısı gibi tepinir, kafasına kimseyi dokundurmazmış. Böyleleri şapkalarını başlarından hiç çıkarmaz, gece gündüz onunla yatıp kalkarlarmış. Zihni ve ruhu emperyalist efendileri tarafından zincire vurulmuş olan mankurt bu duruma iyice alışır, başka bir hâli hayal bile edemez.

Nayman Ana, mankurtlaştırılmış oğlunu bulmak, ona sahip olmak, onu eski sağlıklı hâline getirmek için her türlü fedakârlığa katlanır, ama mankurt oğlu onu tanımaz ve reddeder. Zihnini ve ruhunu satmamış, esir olmasına izin vermemiş, Nayman Ana misali sahih Türk münevverleri, milletinin mankurtlaştırılmış evlatlarını kurtarmak için her zaman çırpınır durur.

Aytmatov’un romanındaki mankurtun asıl adı Colaman’dır ama o adını Mankurt olarak bilir. Bugün de emperyalist gâvurlar tarafından mankurtlaştırılmış olan Türkler, zamanla asıl adları olan Türklüğü reddetmişler, Türk adını kullanmaktan utanır hâle gelmişler, kendilerine Türkiyeli, dünya vatandaşı, insanlık, hümanist gibi mankurtça adlar almaya başlamışlardır.

Mankurtun tek istediği, efendisininki gibi örgülü saçının olmasıdır. Yani, tamamen efendisinin inandığı gibi inanmak, yaşadığı gibi yaşamaktır.

Romanın bir yerinde şu ifadeler yer alır: “Bir insanın elinden malı mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi?” (s.159)

Batılı emperyalistler bugün topraklarımızı, bankalarımızı, borsamızı, fabrikalarımızı, sahillerimizi yani malımızı mülkümüzü talan etmeyi düşünmekle yetinmiyorlar, milletimizin evlatlarının hafızalarını, tarihlerini, dinlerini, dillerini, kültürlerini, kimliklerini, hayallerini, kutsallarını da almaya, yok etmeye çalışıyorlar. Asıl tehlikelisi de bu. Türk milletinden milliyet şuuru, kendilik bilinci, Türklük ve Müslümanlık aidiyeti alındığı zaman kolayca köleleştirilebilen ve içi saman dolu çuvallara dönmüş mankurtlar sürüsü hâline geliverir.

Romanın bir başka yerinde şu ifadeler var: “Bu insanlar (Juan-Juanlar) hangi şartlar altında, nasıl bir hayat yaşıyorlardı ki böylesine vahşi, barbar olabiliyorlardı? Esir ettiklerinin hafızasını da bu kadar acımasız yok edebiliyorlar?” (s.162)

Aynı soruyu bugün için şöyle soralım: Afganistan’da ve Irak’ta Amerikalılar, Çeçenistan’da Ruslar, Bosna’da Sırplar, Filistin’de İsrailliler, Doğu Türkistan’da Çinliler, Kıbrıs’ta Rumlar, Türkmeneli’nde Talabanî ve Barzanî eşkiyaları milyonlarca müslümanı nasıl barbarca, vahşice katledebiliyorlar?

Her milletin mitleri, mitolojileri, efsaneleri vardır. Efsaneler gerçek olaylar değildir, ama milletlerin hafızasında yer eden hayallerinin, beklentilerinin, sevinçlerinin, üzüntülerinin, hayal kırıklıklarının, duygu ve düşüncelerinin simgesel olarak ifade edildiği metinlerdir.

Mesela eski Türk kültür ve edebiyatında önemli bir yeri olan Ergenekon Destanı gerçek değildir ama, Türk milletinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, her taraftan kuşatıldığı, sıkıştırıldığı zaman ve ortamlarda bile bir kurtuluş yolu bulabilme, çetin kuşatmaları iradeli bir huruç harekatıyla yarabilme umudunun ve inancının sembolleşmiş hikâyesidir.

Bunun gibi mankurt efsanesi de yine Türklerin başkalarına esir olmama, başkalarının gönüllü köleliğini kabul etmeme, kendi değerlerine bağlı kalma ve sahip çıkma, kendi kimlik ve kişiliğinin, kültürünün, dilinin, dininin farkında ve bilincinde olma iradesinin simgesel bir karşılığıdır.

Ayrıca efsanelerin evrensel olma özellikleri de vardır. Yani her zaman ve her yerde geçerli olabilme, her zaman ve şarta uyarlanabilme özellikleri de vardır. Bu bağlamda mankurt efsanesini de günümüze uyarladığımızda Türkiye’de, bazı basın yayın organlarında, siyasi kurumlarda, sivil toplum kuruluşlarında ve başka kurum ve kuruluşlarda pek çok mankurtlaştırılmış insanla karşılaşıyoruz. Bunların sayıları planlı olarak arttırılmıştır ve Türk milleti ve Türk devleti için açık bir tehlike hâline gelmiştir. Türk milletine acil çağrımız, eğer yok olmak istemiyorlarsa bunları iyi tanımalarıdır. 

Günümüz Türkiyeli mankurt aydın tipinin en önemli özelliği, özgüven yoksunluğundan dolayı kendisine siyasi ve idarî anlamda efendi arama güdüsüne sahip olmasıdır.Mankurt denilen tipin temel özelliği, kendine güvenmemesidir. Özgüveni tamamen kaybolmuştur. Kendisine olan güveni, saygısı, inancı berhava olmuştur. Kendi işini kendisi yapamaz, yapamayacağına inanır. Kendisini ve tabii mensup olduğu milleti bir şey bilmez, bir iş beceremez, elinden bir şey gelmez, kendi kendisini idare edemez olarak bellemiştir.

Kendi kendisini yönetebilme beceri ve kabiliyetinin olduğuna inanamamıştır. Ezik şahsiyetli olduğundan kendisini yetersiz görür. Köle ruhlu olduğundan kendisine efendi arar. Bu efendi Tanzimat’tan itibaren bazen İngiliz, bazen Fransız, bazen Rus, bazen Çinli, bazen Amerikalı, bazen başkası olmuştur. Mankurt, efendi bulamazsa huzursuz ve tedirgin olur, ayazda kaldığını zanneder. Efendisinin himayesine girmeden yaşayamayacağını, kurda kuşa yem olacağını zanneder.

Reşit olmamış çocuk ruhlu olduğundan çevresindekileri, en yakınında bulunanları, eşini dostunu, anasını babasını, akrabasını, mensup olduğu milletinin evlatlarını dışarıdaki güçlü gördüğü efendilerine şikâyet etmeyi, yakınlarını düşmanlarına yok ettirmeyi, bunun karşılığında da ona gönüllü bir kul köle olmayı var oluşunu gerçekleştirmek olarak algılar.

Özellikle Tanzimat’tan bu yana özgüven yoksunu mankurt aydın ya da siyasetçi tipini mebzul miktarda görmekteyiz. Bunlar kendilerini, büyük Türk milletinin kendi kendisini yönetemeyeceğine inanmış, bu yüzden özellikle batılılardan efendi arama telaşına kapılmışlardır. Tanzimat’tan beri günümüze kadar devam eden aydın, siyasetçi, edebiyatçı vs makulesinin zihinsel çaba ve ürünlerinin toplamı, güçlü efendi arama telaşından başka bir şey değildir.

Deve dişi gibi sağlam ve güçlü efendi adayları da önceleri ya Fransızlar ya İngilizler, ya Ruslar, ya Amerikalılar, ya da bu sayılanların merkezde yer alarak oluşturdukları Düvel-i Muazzama, İtilaf Devletleri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çin, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi değişik birlikleri olmuş.

Mankurt aydın, Tanzimat’tan beri Türk milletinin kafasına vura vura hep şunları telkin etti: Senden adam olmaz, Avrupalı devletler topluluğuna girersek, onların emri altında olursak bütün sorunlarımızdan kurtuluruz, rahat ederiz. Rahat etmek için uygar dünyayla birlikte hareket etmeliyiz. Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir. Bütün kanunlarımızı, anayasamızı gâvura göre yapalım.

Bütün bu sözler tabii, Türk milletinin iyiliği için düşünülmüş, kafa yorulmuş, büyük bir fikir çilesi çekilerek kurtarıcı mucize formüller hâlinde, Türklerin menfaati için söylenmiş gibi bir üslup içinde sunulmaktadır. Bu adamlar mankurt ama biraz akıllı birer mankurt.

Türk milletine, doğrudan doğruya bize, sizi batılı efendilerin emrine veriyoruz, onların istediği gibi yönetileceksiniz, onlar ne derse onu yapacaksınız, siz kim devlet yönetmek kim, oturun oturduğunuz yerde, sizi gâvurlar daha iyi yönetir, size de boyun eğmek düşer demiyorlar. Niyetlerini bu kadar açıktan söylemiyorlar. Bunun yerine süslü, cilalı, haktan, iyilikten yana bir tavır alarak, perdeleyerek söylüyorlar sözlerini.

Son olarak şunu söylüyoruz: Türk milliyetperverleri, milletinin mankurtlaştırılmış evlatlarını ne olurlarsa olsunlar reddedemezler, yok sayamazlar. Onları kazanmak, asıl kimlik ve kişiliklerine geri döndürmek isterler. Türk milliyetperveri, milletine sahip çıkmayı, onu düşmanın elinde oyuncak olmaktan kurtarmayı bir görev bilir. Millî sorumluluğu ona mankurtları uyarıp sarsma ve özüne dönmelerini sağlama görevini yükler.

Nitekim Cengiz Aytmatov’un romanında, oğlu mankurtlaştırılmış olan Nayman Ana’nın bütün çabası, oğlunu mankurtluktan kurtarmak ve onu asıl kimliğine ve kişiliğine kavuşturmaktır. Romanda Nayman Ana’nın çabası şöyle anlatılır:

“O gece düşünüp taşınan Nayman Ana, oğlunu buralarda köle olarak bırakmamaya karar verdi. Varsın bir mankurt olsun, varsın hiçbir şeyi anlamasın, yine de kendi ülkesinde, kendi soydaşlarının arasında bulunması, Sarı-Özek bozkırında Juan-Juanlar’a çobanlık etmekten daha iyi olurdu.

Ana yüreği ona böyle düşündürüyordu. Başkaları gibi oğlunun başına gelenlere, bir şey yapmadan katlanamaz, kendi canından, kendi kanından olan oğlunu kölelikte bırakıp gidemezdi. Belki oğlu doğduğu yere dönünce aklı başına gelir, çocukluk günlerini hatırlayabilirdi…” (s.163)

Nayman Ana’nın torunları olan Türk milliyetperverleri, mankurtlaşmış evlatlarına çağrı yapıyor: Hiçbir şey anlamasanız bile kendi ülkenizde, kendi soydaşlarınız arasında bulununuz, kendi ülkenizde, kendi malınızda gâvura çobanlık etmekten vazgeçiniz. Siz bizim evlatlarımızsınız. Başınıza, beyninize, ruhunuza batı emperyalizmine gönüllü köle olmak derisi geçirilmiş ise de biz sizin başınıza gelenlere kayıtsız kalamayız. Sizi içine düştüğünüz bataklıktan kurtarmak istiyoruz.

Siz bizim kendi kanımızdan, kendi canımızdansınız. Bir zamanlar Ruslara köle idiniz, Allah’ın inayetiyle ondan kurtuldunuz ama şimdi Avrupa’ya ve Amerika’ya kölelik yapmaya başladınız. Sizi Avrupa ve Amerika gâvuruna kölelikte bırakıp gidemeyiz. Belki doğduğunuz yere, milletinize, tarihinize, dininize dönünce aklınız başınıza gelir, geçmişinizi hatırlarsınız.

Dipnotlar


[1] Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Elips Yayınları, 5. baskı, Ankara 2005, s.142-145

[2] Zaman Gazetesi, 21.10.2009

[3]Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Elips Yayınları, 5. baskı, Ankara 2005, s.142-145

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir