Katkeldi
Bişkek ile Aytmatov’un köyü olan Şeker’in arası aklımda 40 km diye kalmış. Aytmatov’un anıtkabri olan Ata-Beyit’e giderken Şeker köyünün içinden geçiliyor. Ata-Beyit yaklaşık iki km daha yukarıda.
Şeker köyüne iki defa gittim. Temmuz ve Ağustos aylarıydı. İlk dikkatimi çeken bitki örtüsüydü. Tarlalar bereketli görünüyor ve yerden adeta ot fışkırıyordu. Meralar bizim köydeki koruk çayırlardan daha otluydu. Oysa kitaplarında kurak bozkırı çok başarılı biçimde betimlemişti. Aytmatov’un kuru bozkır çocuğu olduğunu sanıyordum. O ortamda doğup ihtişamlı bozkır betimlemeleri yapabilmesi büyük yazarlığının yanında, öylesi ortamları gözlemlemesiyle de ilgili olmalı. Nitekim, Kazakistan’da öyle uçsuz bucaksız yerler var. Korkunçtu.
Şeker köyü bir yolun iki tarafında dizilmiş evlerden oluşuyor. Sıradan köy evleriydi. Köyde tarım ve hayvancılık yapıldığını etraftaki tarlalardan ve köyün içinde dolaşan birkaç inek ve eşekten anlamak mümkün. Uzunca bir köy. Aracımızla ileri geri birkaç defa gidip geldik. Sokakta, kapıda kimseye rastlamadık. Aytmatov’un evini de soramadık. Zaten çocukluğu dışında köyde pek oturmamış.
Roza Aytmatova, bacısı. Adını Törekul Bey vermiş, Roza Lüksemburg’a gönderme. Cengiz Aytmatov’un yeğeni Asan Ahmatov da bir yazar. “Katkeldi” öyküsüyle Roza ve Cengiz’in çocukluklarını yazmış; Roza Hanım’ın anlatımıyla.
Roza, “Annem insanların bizi, Törekul’un çocuğu, ailesi diye bilmemeleri için küçücük bir köye götürerek gizlice büyütmüş.” diyor. Annesi Nagime Hanım bir sanatçı! Törekul Bey de öldürülmeden önce önemli bir Sovyet bürokratı…
Biyografiler ve otobiyografiler yaşama dair çok öğretici anlatılardır.
Kapak: Nagime Hanım ve oğulları Cengiz ve İlgiz.
Elçibey’e Darbe
Sovyetler Birliği, 1991’de “gürültüsüzce” dağılmasını bilmiştir. Dağılma sürecinin iyi yönetildiğini söylemek istiyorum. Zira, dağılırken mal paylaşımı ya da sınır sorunları yüzünden 15 devlet birbiriyle savaşmadı. Hükümetler bile değişmedi. Kazakistan Başkanı Nazarbayev daha yeni çekildi, evine gitmiş de değildir. Diğer ülkelerde de hükümetler neredeyse doğal yollarla değişti.
Sovyet kalıntısı yerlerde, o zamanlar sistem içinde yer alan kişilerle yaptığım görüşme ve edindiğim izlenimlere göre SSCB’de 1980’den itibaren planlı bir dağılma sürecine girilmiş!
Dağılma sürecinde iyi yönetilemeyen ve sorunlu olan yer Azerbaycan’dır. Bu istisnanın Ermenistan ile olan komşuluğundan kaynaklandığı da açıktır. Ermenistan, Azerbaycan toprakları üzerine kondurulmuş, taşıma kitlelerle oluşturulmuş yapay bir devlettir. Rusya tarafından karakol ülke olması için kurulmuş ve desteklenmiştir. Hem genişlemek istemektedir hem de varlığını sürdürme endişesini taşımaktadır. Batı’da ve Rusya’da güçlü lobiler kurmuştur ve bu lobiler kocaman devletleri Kafkasya’ya burnunu sokabilir hale getirmektedir. Sonuçta Ermenistan gergin bir ülkedir ve bundan Azerbaycan ve Gürcistan, elbette Türkiye de etkilenmektedir.
SSCB dağılırken kocaman bir Karabağ ve Zengezur sorunu vardı. Yetmezmiş gibi Azerbaycan hükümeti de dağıldı ve kaos ortaya çıktı. Muttalibov yerinden edildi, anlayamadık. Konuyu çok iyi bilemiyoruz. Ebulfeyz Elçibey yönetimi devraldı ancak o da bir yandan Karabağ Savaşı bir yandan da iç karışıklıklar yüzünden ülkeye hakim olamadı. İran yönetiminin açıkça Ermenistan’ı desteklemesi, Özal hükümetinin ise yeterli desteği vermediği iddiaları arasında Elçibey’e darbe yapıldı.
Orada, o süreçte neler olduğunu hep merak etmişimdir. Değerli hemşerim Fadime Tosik Dinç bu çalışmasıyla dönemi mikroskop altına koymuş. Yeni bilgi, belge ve değerlendirmelerle konuyu merak edenler ve Kafkasya’daki dinamikleri anlamak isteyenlere öneririm.
Aslında Fadime Hanım’dan bir Ahıska kitabı bekliyordum. Doktora tezi yayınlanmayı bekliyor. Dilerim bir sponsor destek olur ve kitap kitaplıklardaki yerini alır.
Bu eseri için Doç. Dr. Fadime Tosik Dinç’i kutluyor ve teşekkür ediyorum. Dert görmesin.
Süleyman Askeri Bey
Süleyman Askeri Bey, saklı kalmış ulusal kahramanlarımızın önde gelenlerindendir. Kahramanlıklarını sadece duyardık ama ayrıntısını bilmez idik. Adaşı Doç. Dr. Süleyman Tekir harika bir araştırma ile onu gün yüzüne çıkarıp önümüze koydu. Çalışması Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından da takdir gördü ve hak edilmiş bir ödül aldı.
Dr. Süleyman Tekir hoca şimdi Sinop’ta olsa da onunla Kafkas Üniversitesinden tanışığız. Çalışmalarını takdirle izliyorum. Yakında “İttihatçılık: Doğuş” adlı kitabını yayınladı, devamı da gelecek gibi görünüyor. Kolaylıklar diliyorum.
Tarih bilinci olan bir tarihçiden tarihi okumak hoştur. “Bu Cumhuriyeti Böyle Kurduk” demenin “nasıl”ını anlıyoruz.
Tarihin ayrıntılarını bilmek isteyenlere kitapları edinmelerini öneriyorum.
Aydınlanma Şehitleri
Bir milletin aydınları öldürülüyorsa, milletin gözü kör, bilinci felç, aklı mankurt edilmek isteniyordur. Birkaç kişinin kaybı bir ulusa ne kaybettirir ki dememeli! Toplumlar o birkaç kişi üzerinden eklemlenir.
***
Öyküsü uzundur; birkaç yüzyıl başka kültürleri taklit etmeye başlayınca kendimiz olmaktan çıktık, bilimsiz kalıp mankurtlaştık. Çağdışı kaldık ve çöktük. Bu da yetmedi, fırsatçı komşularımızın katliamlarına uğradık. Tarih sahnesinden silmek istediler.
Osmanlı, son yüzyılında her şeye rağmen yıkılmamak için çabalamıştır. Ancak asıl çabalayan dünyanın her yerindeki aydınlarımız oldu. Dünyanın gidişatını ve bu doğrultuda yapılması gerekenleri en iyi anlayan ve anlatan Kırım’dan İsmail Gaspıralı idi. Bir yenilik (ceditçilik) hareketi başlattı. “İslam Dünyası” anlayamasa da Türk Dünyasında çok etkili oldu.
İşte o hareketin bize en somut etkisi, kalpaklıların kurduğu Türkiye Cumhuriyeti idi. Cumhuriyetin biçimlenmesini de onlar sağladı; devrimler… Topluma akılla sorun çözmeyi, bilimsel bilgi kullanmayı ve demokrasiyi yerleştirmeyi ülkü olarak benimsettiler.
Ceditçilik büyük ölçüde eğitim üzerinden yürüyen bir hareketti. Başka aracı da yoktu. Cumhuriyetin öğretmenleri bu görevi üstlendiler. Köy Enstitüleri bana kalırsa ceditçiliğin toplumun hücrelerine kadar gitmesini sağlayan fedailerdi.
***
Dağıldılar Anadolu’ya. Yüzlerce yılın mankurtlarıyla karşılaştılar. Çağdışı feodal artıkların milletin bir çöpünü dahi sudan çıkarmadan, duygu sömürüsüyle semirme düzenlerinin sorgulanmasını sağladılar. Sonra güya çok partili, seçimli dönem başladı. Cehalet, kıymete bindi; onun arzularını yerine getirene oy veriyor, buna da demokrasi deniliyordu!
Bir süre sonra ceditçi öğretmenler arkalarında siyasetçileri göremediler. Siyasetçiler öğretmenleri ortada koymuşlardı.
***
Öğretmenler ortada konulmakla kalmadılar. Hem gladyonun hem de feodal mankurtların saldırı, kıyım, sürgün, zulüm ve kurşunlara maruz bırakıldılar. Yine de ceditçi öğretmenler Anadolu karanlığında zulümler pahasına görevini yerine getirdi. Yüzlercesi öldürüldü! Nato’nun askeri darbelerinin ilk hedefi oldular.
60’lı yıllarda, henüz sağ-sol kavgası yok ama öğretmenler boğulmak isteniyor. Boğulmak istenen aslında ceditçilik, demokrasi ve anayasal düzendi!
Bunlara sessiz kalamayan hukukçu bir aydın, Prof. Dr. Muammer Aksoy, mahkemelere yansıyan somut durumlardan, dava dosyalarından hareketle 1970’te bu kitabı yazmış ama 12 Mart darbesinden çok sonra basılabilmiş. Öğretmenlere yapılan zulmün nedenini bugüne bakarak anlamak mümkün. En büyük iftira “komünist” olmaları. Temiz Türkçe ile konuşunca komünist sayılıp sürgün ediliyorlar, Atatürk’ü anma gecesi, toplantısı düzenleyince yine öyle, yoksul öğrencilerden söz edip, yasalarda yer alan milletin çocukları için fırsat ve olanak eşitliğini hatırlatınca da…
O günlerde zulmedilen öğretmenlerin savunduklarını bugün, o zaman onların karşısında olanlar savunuyor!
***
Öğretmenler, bugün acı acı gülümseten basit şeyler yüzünden yaşadıklarını sineye çekmemiş, adalete koşmuşlar. Mahkemeler haklı bulmuş ama mahkeme kararlarını uygulatamamışlar. Basit konular için bile yüksek idare mahkemelerine gitmek zorunda kalmışlar. Yeni sürgün yolları bulmuşlar. Hükümette kim mi var? Y-Chp’lilerin kahraman ilan ettikleri Demirel! Elimdeki kitabı inceledikçe bugünkü sol sendikaların 60’lı yıllardaki TÖS ve başkalarından ne kadar şanslı olduklarını söylemek zorundayım.
Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Muammer Aksoy o mahkeme kararlarına dayanarak yaklaşık 1300 sayfalık iki ciltlik bir kitap yayınlamış…
***
Malatya’dan bir mahkeme kararı dikkatimi çekti. Gazozuna uyku hapı atılarak uyuşturulup cinsel organı kesilen bir öğretmenin davası!
Başarılı bir öğretmenmiş. Özel ders de veriyor ama yoksullardan para almıyormuş. O zamanın Malatya’sında bir otel odasını derslik yapmış. Bu öğretmenin çenesi de çok düşükmüş. S. Nursi hakkında ileri geri konuşmuş. Birgün yoksul bir lise öğrencisi kendisine de ders vermesini istemiş. Olur demiş. Çocuk hocasına gazoz getirmiş. Öğretmen içip sızınca çocuk hocanın cinsel organını kesip, “Bana tecavüz edecekti!” diye yaygarayı koparmış!
Bu olayın düzenleyicisi olarak mahkeme kayıtlarında “İ.N.” adlı birisinin adı geçiyor. Adı tanıdık gelen kişi midir bilmiyorum.
Öğretmen yıllarca kendini aklamaya çalışmış…
Daha neler neler…
***
Muammer Aksoy, daha sonra Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu başkanı olacaktır. Birçok Cumhuriyet aydını gibi Prof. Muammer Aksoy da Türk uygarlığına düşman olanlarca 31 Ocak 1990’da katledildi.
Cumhuriyet şehitlerini saygıyla anıyorum. Diliyorum ki piyasada bulunmayan bu kitabı birileri yeniden basar ve biz bize kalmışken, soğuk savaştaki kayıplarımızı anlamaya çalışırız. Anlamadan önümüzü göremeyiz. Öğretmenlerimize özür borcumuzu da unutmadan!
Kitabın adındaki “devrimci”ye gelince… “Atatürkçü” demekti. Atatürk’ün altı ilkesinden biri olan “Devrimcilik”ten alınmış. Yazar açıklamış zaten.
Sibirya Esirleri Turancıydı
Bugünlerde Sarıkamış Harekâtını konuşuyoruz. Anıyor muyuz, kutluyor muyuz anlamakta güçlük çekiyorum. Bir festival havası seziyorum.
Onca zaferi kutlamak yerine acı bir hatırayı ballandıra ballandıra konuşmak bir tuhaf. İstanbul’un işgal yıldönümü neden konuşulmuyor? Çanakkale’yi geçtiler!
Unutmamalıyız elbette.
***
Elimde bir kitap var. Kitabın kaynağı Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephelerinde Rusya’ya esir düşen ve Siberya’daki esir kamplarında yaşayan askerlerimizin orada el yazısıyla çıkardıkları bir “esir gazetesi” (Vaveyla-çığlık) üzerine yazılmış. Gazetedeki yazı ve şiirler Osmanlı askerlerinin, Enver Paşa’nın ordusunun siyasi, ideolojik, kültürel durumunu yansıtıyor.
Esir askerlerimiz acaba Enver Paşa’ya, Padişah’a, Devlet’e hiç değilse sitem etmiş olabilirler mi?
***
Yok! Asker yazılarında hiçbir sitem yok. Tam tersine şükran sunuyorlar.
Vatanseverlik duyguları çok yüksek. Üstelik, Enver Paşa ile aynı kafadadırlar. Kitabı karıştırdıkça milliyetçiliği görüyorum.
Sözde Osmanlıcı zevat çatlayacak ama o dönemde toplum tam da Atatürk’ün icra ettiği biçimiyle Cumhuriyete hazırmış, hatta ona kilitlenmiş! Atatürk’ü o toplum çıkarmış! Başka türlüsü olamazdı!
Herkes kalpaklı. Vahid-üd-din bile o günün havasına girip kalpak giymek zorunda kalmış!
Bu tür kitapları okuyun lütfen ve gerçekleri milli birliği bozmaya çalışan şebekenin suratına çarpın.
Sövgü kitabı
Sövgü edebiyatı diye bir edebiyat vardır, pek yazılmaz! Ciddi bir yaratıcılık gerektirir. Gerçi herkesin yaratıcı olmasına gerek yoktur. Sıradan insanlar için geleneksel “kalaylarımız” vardır.
Sövgü kime kullanılır? Değerleri zayıf olduğu için başkasına zarar verenin değerlerine!
Gönül ister ki kullanmaya gerek olmasın ama oluyor. Psikolojik olarak iyi bir deşarj aracıdır (Hoca tavsiyesi)
Bu kitabı bir edebiyatçı değil, hukukçu yazmış. Hangi küfür ne anlama geliyor ve hak edene ettiğiniz zaman bedeli nedir?
Fena halde kullanasım var. 😊