Bu yazının amacı, bir süre önce yitirdiğimiz devrimci halk ozanı sevgili İhsani’yi anmak, O’nun güncelliğini yitirmeyen, etkili, sıcak, özel, insansı sesi ile bizleri büyüleyen şiirinden-MEKTUP- yola çıkarak günümüze ilişkin değerlendirmelerde bulunmaktır.
Ozanımızın tam olarak ne zaman ürettiğini bilmediğim, ancak 77-78 li yıllarda seslendirdiği bu şiirinde, günümüzde de olanca şiddeti ile süren bilime, halka, üretene, vatana dönük bir savaştan ve bu savaşın tarihselliğinden sanatsal bir kavrayış ve sunuş ile söz etmektedir.
Bu savaş,
Anadolumun damarında akan
Kırmızı kanla kara mikrop savaşıdır
Yüreği ateşte yanan
Yanan kurtuluşa inanan
Herkes gibi bu savaşa sen de gel
Otuz iki dişini bir keser gibi
Bilende gel
Biliyorsun
Rahat görebilmek için yarını
O,
Bu
Şu
Siz
Sen
Çalıları kökünden koparır gibi
Koparıp atmamız gerek
Emperyalizmi ve onun
Yerli Uşşaklarını….
GİRİŞ
Koparıp atmamız gerek…
Bu savaş, şimdilik, en yakın, en kolay, en ete kemiğe dokunmayan alanda bir eğitim çalışması gibi sürdürülmektedir. Kara mikrobun asıl savaş için önündeki küçük engellerle işe başlaması, büyük savaş için bir tatbikat niteliği taşımaktadır. Kara mikrop kırmızı kan içinde büyümek, çoğalmak, genişlemek, ustalaşmak istemektedir. [Gerçekte ustadır; daha önce denemiştir, Türkiye’de, Şili’de, Arjantin’de; yeni yöntemlerle, İskandinav ülkelerinde, Yugoslavya’da vbg.] Sağlıksız koşullar kırmız kanın savunma becerisini de olumsuz etkilemektedir. Hava kirli ve soğuktur. Kara mikrop, hava, su, çevre birçok etkenden güç almakta, önemli öncüllerinden de düşünsel, plansal, uygulayımsal olarak taktik, strateji olarak yararlanmaktadır.
Kırmızı kan, afallamış, toparlanamamakta, birazda öngörüsüzlükten gerekli savunma araçlarını geliştirememiştir Kırmızı kanın en savaşkan, en bilinçli, en birikimli, en kavrayıcı güçleri ise, geçmişteki öncül olmayan kırmızı kan ve kara mikrobun ortak saldırıları sonucu görece/geçici güçsüzdür.
Öncül kırmızı kan yapıcı ve savunucu kırmızı kan ile kırmızı kan arasında da aynı nesnellik nedeni ile daha az kıyıcı bir savaş öteden beri süregelmekte, bugünde sürmektedir.
İşte bu kan ve mikrop savaşı genel ve özet olarak böyle bir durum bağlamı ve tarihsellik içinde akmaktadır.
Bu savaş, saldırı, Kırmızı kanın tüm savunma birimleri teslim alınıncaya, yok edilinceye, ölüme sürükleninceye yapılamazsa uykuya, şoka, kadar da sürecektir.
Bu arada öncül kan yapıcı kırmızı kan birimleri, geçmişten gelen sağlam sağlıklı birimleri de hem mikroplara hem yaşlı hücre/birimlere karşı da savunmak zorunda kalmaktadır.
Mikrop, dönemsel olarak en güçlü yanlarından biri de dışarıdan enjekte edilmesi, sürekli mikroplarla desteklenerek yapının savunma zamanı ve toparlanma olanağı verilmemesidir
Uzak ya da yakın erimde Kan mı yenilecek, kara mikrop mu şimdiden söylemek çok zor,
Varlığı ve geleceği, düşünce ve amaçları kırmızı kanın süreğenliğinden yana olanların bir bölümü ise olan bitenin ayırdında değiller. Bunlar, biraz öfke, biraz intikam, biraz dönemsel savruluşlar nedeni ve en çokta kuramdan yoksunluk, bilimden uzak düşüş gibi etkenlerle tutum geliştirmektedirler.
Türkiye’de günceli anlamak için, önemli bir bakış açısından yararlanmakta yarar var. Bugün geçici ve güncel olarak biri sınıfsal tabanı olan, diğeri olmayan, [olmaması için de çaba harcayan] sosyoekonomik kategoriler arasında yaşanan kavga her an barışla sonuçlanabilir. Gerçekte, burada sınıfsal tabanı olan gücünü, olmayana karşı denemektedir. Deneme salt bir oyun olsun diye değil, sınıfsal bir zorunluluktur. Kuşkusuz, Cengiz Çandar’ın çok yalın olarak belirttiği gibi, dış konjonktür de birinciden yanadır. Çandar, dış konjonktür ile bir şeyi gizleyerek birkaç şey yapmaya/ söylemeye çalışmaktadır. Bunlardan birincisi, Türkiye’de daha fazla ABD ve AB düşmanı yaratmamak, ikincisi, birinci sınıfsal tabanlı gücü olduğundan güçlü göstermek, üçüncüsü ise ikincileri sınıf bilinçsiz destekleyen sınıf üyelerini tehdit etmek. Aynı gün iki aynı yolun yolcusu gazete yazıcısının aynı konuyu aynı yaklaşım ve aynı kavramlarla ele almaları ve aynı şeyleri farklı söylemeleri de bir başka kanıttır. Yanılmıyorsam, bu tür okuyan yazanlara, dünyanın tüm bölgelerinde, kuramsal çözümleme sonunda iki adlandırma yapılmaktadır: Korkak ya da işbirlikçi.
Peki, bu savaşta, kim hangi araçları kullanıyor? Sosyoekonomik savaşta, sosyoekonomik her araç bir savaş aracıdır. Sosyoekonomik savaşlarda, alt kategoriler din, hukuk, kültür vb.leridir. Gerçek silah, en sona saklanır ya da arka planda korkutmak için gösterilir. Ancak, sınıfsal tabanı olanlar doğal ve doğru olarak savaşa ilk olarak ekonomik aracı sürerler. Sonuç alıcı, güçlü, temeli olan gerçek bir araçtır. Sınıfsal tabanı olmayanlar ve sınıfsal bakamayanlar ya da bakmak, baktırmaktan korkanlar ise bu savaşı hukuk alanıyla sınırlandırmak isterler. Öyle de yapmaktalar. Ama hiç sonuç alıcı olmayacağını anlayacaklardır ya da anlamaya başlamışlardır.
Yine ozanın dediği gibi “işçiyi önde köylüğü bu yönde eğitmek işlerine gelmez bu çöplükte saksağanların”.
İki güç arasındaymış gibi görünen bu savaşta, ara güçler, konumlarına, örgütlülüklerine, güçlerine, kendilerine uluslar arası sermayenin verdiği göreve göre tutum almaktalar. Adları, amaçları, kendilerini sunuş yöntemleri, güçleri ne olursa olsun bu gerçeğin dışında bağımsız, özgün, özgür bir yanları asla yoktur. Büyük insan yığınlarının yönlendirmelerle aldatılması bu temel gerçeği değiştirmez.
Ülkede, küresel sınıf temelli yoğun yaşanan bu savaşta, ülke içinde yasal silahlı güçler birbirine karşı konumlandırılmaktadır. Küresel sermayenin (ABD ve AB) odaklı bu denli etkin olmasının nedeni ise onların gücünden çok, onlara karşı koyabilecek gücün örgütsüz, bilinçsiz, gizil olarak güçlü, görece güçsüz oluşudur. Bu olumsuz durum, küresel güçlere, ülke içinde önemli oranda ve her sınıf, gruptan işbirlikçi sağlamaktadır. Bu arada, tarihsel görevi, aydınlanmadan, ülkenin dış ve iç korumasından sorumlu olduğu yasalarla belirtilen silahlı kuvvetler, bu süreçte, hem küresel gücün etkisi, hem yerel uzantılarının sınıfsal saldırıları ile şaşkındır. Bir başka küresel güç üretimi ve oyuncağı etnik ve dinsel silahlı yapılar ile meşgul edilerek şaşkınlık ve davranışsızlık içine itilmiştir. Zaten her boydan kurmay üyeleri, vahşiliği, eşitsizliği, sömürüsü katmerleşen bağımlı kapitalizm içinde, en fazla küçük burjuva düşünüşü ile kendisi, çocukları ve eşleri için daha iyiyi yapamamanın sıkıntısı ile köşeye sıkıştırılarak, çaresiz, umutsuz, mutsuz konuma sürüklenmektedirler. Gazete köşe yazıcılarına gönderdikleri yakınma, küsme, kızma gibi çok duygusal, az akılsal tutumları da bunun bir başka somut göstergesidir.
Daha yalını, Türkiye önemli ölçüde yönsüzleşmiş bir ülke konumundan, bir yöne doğru zora dayalı olarak, birçok alandan sıkıştırılarak sabitlenmek istenmektedir. Bu anlamda, önemli ölçüde başarılı olunmuştur. Ancak, planlanan sürede, bu yön sabitleme işleminin gerçeklemesi için, her türlü engel, hızla bertaraf edilmek istenmektedir. Bu istem, öylesine pervasızca yapılmaktadır ki, engel görülüp derdest edilenler hala şaşkınlıkla hukuk hukuk diyerek gerçeği kavrayamadıklarını göstermektedirler. Hukuku bile hukuk ile sınırlandıracak denli, tarihsel bilinçten yoksun olduklarını, ekonomik gerekçeleri, bir başka gücün uyanmasını önlemek için ya gizlemekte ya da tam anlayamamakta direnmektedirler.
Bu yaşanan süreçte hedef alınan salt bireyler, kurumlar, yapılar değil, değerler, kültürel ögeler, ekonomik yapılar, kültler, ideolojiler; özcesi, engel olabilecek her şeye karşı bir saldırı düzenlenmektedir. Postmodern olarak adlandırılan (ki bu adlandırılış bile birçok gerçeği gizlemek içindir) küresel akılsız kapitalist vahşetin öncüleri bunu yerkürenin her köşesinde binbir yolla sağladıkları işbirlikçileri (üniversitelerde, siyasal örgütlerde, basında, özellikle oluşturdukları sahte demokratik kitle örgütlerinde, yönetsel yapılarına sızdıkları işçi, memur örgütlerinde) ile geceli gündüzlü bir savaş sürdürüyorlar. İşbirlikçileri de kendileri gibi olağanüstü yüzsüz, yalancı, insani özelliklerini hasta derecesinde yitirmiş, sahtekârlıklarını onursuz biçimde gizlemeden düşünsel yıkım yaratmak, savunma alanlarında gedikler açmak, insanların kavrayış, yorumlayış, davranış yetilerini köreltmek için çabalamaktadırlar.
Murat Bardakçı, geçen hafta Habertürk’teki köşesinde yayımlanan bir yazısının bir bölümünde şunları ileri sürmektedir:
“Tasmaları senelerden buyana başkalarının elinde olanlar, hayatları boyunca sadece mükemmel bir ‘aport’ eğitimi aldıkları için ‘Tut!’, ‘Yakala!’, ‘Isır!’ yahut parçala ‘Parçala!’ gibisinden emirler dışında söz bilmezler ve herkesi kendileri gibi talimatla saldırmaya hazır emir kulu görürler.”
Son söz olarak, bugün, bir bütün olarak ülkeye saldıranlar karşısında görünen savunanlar tarihsel bilinçten ve bilimsel/sınıfsal gerçeklikten uzak oluşları nedeni ile aynı amaca hizmet etmektedirler. Bu bir yanılgı bile olsa, pahalı bir yanılgıdır. Yanılgı olduğunu ilk saldırılara maruz kalmaları ile anlamış olmaları beklenmekte, ancak açıklamalar, tutumlar bunu göstermemektedir. En azından sınıfsal tabanları olmayışı, ekonomik temele dayanan savunma araçlarını kaybetmelerine ya da geliştirememelerine neden olmakta, bu süreçte bile gerçeği gizlemekte ısrarcı olduklarını göstermektedir.
Gerçeğin bilincinin gelişmesindense, kara mikrobun egemenliği ve saldırılarına razı gibiler. Umarız, artık 1970, 80’li yıllardan çok farklı bir dünyada olduğumuzu, ekonomipolitik olarak kavrar ve inatlarından vazgeçerler.