Kadınsı Yansımalar 9

Sayı 43- Temmuz 2014

Kırklı yaşlarındaydı Selen… “Dolu dolu kırk yıl” diye düşündü… Ne çok şey yaşamış, neler almış neler yitirmişti bunca zaman? Kaşım gözüm, ağzım burnum diyene dek geçen geçmiş, gelen gelmiş, kaybolana ise zaten diyecek pek fazla bir şeyi kalmamıştı!

Puslu bir sonbahar akşamıydı… Gün boyu yağan yağmur evden çıkmasına engel olmuştu. Yağmurlu günlerde evde kalıp cam kenarında, pijamalarıyla tembellik etmeye bayılırdı. Sıcacık çaydan aldığı keyif ise bambaşkaydı. Güzelim çaya eşlik edense, dumanı tüten sigarasıydı.

Yalnız yaşıyordu Selen. Koca şehirde, yalnız, rahat, sorunsuz ve mutlu. Kafasına estiği gibi yaşamaya alışmıştı: Kâh seyahate çıkardı, yok canı istemezse günlerce evde kalırdı. Bazen arkadaşlarını davet eder, sultanlara layık sofralar hazırlardı, bazense iki poğaça alır, gününü geçiştirirdi. Karışanı yoktu, sorumluluğunu taşıdığı herhangi biri de… İyi bir işi, güzel bir çevresi, dostları vardı. Güzeldi, alımlıydı, kısacası mutlu olmaması için nedensizdi… Mutlu olmamak için neden bulamamak! Kaç kişi kurabilirdi ki böylesi afili bir cümleyi hayatı boyunca? Sebepsiz iç bükülmelerini ve nadir de olsa derinden gelen acıyı saymazsak mutluydu…

Son zamanlarda sık sık geçmişi düşünüyor, nedensiz dalıp gidiyordu…  Eş dost akraba… Ne kadar da uzun zaman olmuştu haber almayalı! Yalnızca geçenlerde çok sevdiği çocukluk arkadaşı aramıştı memleketten. Aslında o konuşmadan sonra merak eder olmuştu eski ahbapları… Küçücük bir kasabaydı büyüdüğü yer. Hele o yıllarda, kasaba henüz büyük şehirlerden gelenler ve emekliliklerinde yerleşmek isteyecekler tarafından keşfedilmemiş olduğundan nüfusu pek azdı. O yüzden hemen herkes birbirini tanır, bol bol dedikodu yapılır, kuyular kazılır, fermanlar yazılırdı. Eğriye doğruya bakılmadan insanlar ayıplanırdı. Kasaba halkı bilmezdi günün birinde kınayana kına yakılacağını! O yüzden büyük bir rahatlıkla istediği gibi konuşur ve karar verirdi. Şu iyi, bu kötü, falanca fişmanca, aman da aman!

Bilgisayarına uzandı… Ne kadar da geç açılıyordu… Çayını yudumladı… Bir kaç dakika süren açılış seansı pek bir uzun geldi ona.. Ve nihayet açılmıştı… Sonunda diyerek birer ikişer tanıdıkların isimlerini girmeye başladı… Açılan her sayfa eskiyle kurulan köprüydü aslında. Merak ettiği daha doğrusu aklına gelen ya da aklına gelip soyadını bildiği herkesi araştırdı! Çoluk çocuk boy boy fotoğraflar sıralanıverdi. “Ayşe” dedi sessizce… Fakülte yıllarında en iyi arkadaşı, can yoldaşı, sırdaşı… mıydı acaba? Boşanmış diye düşündü. En son düğününde görüşmüşlerdi. Sonrasında ise attığı kazıkların ortaya çıkmasıyla araları bozulmuştu.

Sevim çıktı karşısına. Okulun şımarık ve kendini beğenmiş kızı. “Evli, mutlu, çocuklu” diye düşündü Selen… Hayatını koca bulmaya adamış bu kız istediği gibi bir yaşam kurmuştu işte. “Aman bana ne??” diyerek hemen bir başkasına, başkalarına geçti…

Birden bir çift kara göze takıldı gözleri… “Hakan” dedi… İlk aşkı… Ya da ilk aşkı sandığı… Elbette artık biliyordu: aşk maşk değildi o, gençlikti, cahillikti, her neyse neydi ama aşk değildi!

 Kasabanın ileri gelen ailelerindendi Hakan’ın ailesi… Hep bildiğimiz, hani “yerli” diye tabir ettiğimiz ailelerden… İstememişlerdi Selen’i… Olmaz bu kızla olmaz diye diretmişler ve engellemişlerdi iki genci…”Ne kadar üzülmüştüm zamanında salak kafam! Bu evlilik olsaydı ben asla ben olmazdım. Kısa süre belki mutlu olurdum ama o da çok sürmezdi” diye geçirdi kafasından…

Çok sevdiği bir başka arkadaşı belirdi birden karşısında… Çocuklarıyla fotoğrafları muhteşemdi… Sevindi onun adına… Sayfalar sayfaları izledi. Geceyi yağmur ve çay eşliğinde bilgisayar başında geçirdi. Bir şekilde özlem giderdi… Gitse miydi? Bir kaç günlüğüne de olsa bu itiş kakışı bırakıp kasabayı ziyaret etse miydi? “Yok” dedi kendi kendine “hiç istemiyorum ki!”….

                    

Zaman… Ne kadar da çabuk geçiyorsun aslında… Tıpkı güçlü bir fırtına gibisin! Bazense hiç fark ettirmeden esip geçiyorsun hayatlarda… Biz! Hepimiz! İstesek de istemesek de ne kadar değiştik, ne çok şekillendik… Eskilerde bizi üzen ne varsa nasıl da üzerinden koca süngerler geçtik…

Yazlıkta Osman Amcanın tarlasından karpuz çalan veletlerdik, saklambaç oynar, pestilimiz çıkana kadar koşar, anneannelerimizin nefis börekleri ve dolmalarıyla doyar, sonra yine yeniden denizle coşardık… Masum muyduk, bana mı öyle gelirdi bilemiyorum, bildiğim tek şey; biz değiştik!.. Şimdilerde birbirimizi arayıp sormak yok! Yalnızca fotoğraflara, gezdiğimiz mekânlara internetten bakmakla yetiniyoruz. Yediğimiz içtiğimiz ortada! Dostlar nerelere takılıyor haberim var. Arkadaşımın yediği karpuzu beğendim mi de tamamdır! Herhangi bir düşüncemizi, yorumumuzu anlamak için de sosyal medya yeterli, gerisi boş. Hoş yanları yok değil tabi… Kimi görmek istiyorsam hop karşımda! Her şey, herkes bir telefon uzakta. Ne derecede yeterli bilemiyorum ama hasret de gideriyoruz, merak da…

                     

Hepsi güzel de son bir soru: Biz ne ara bu hale geldik?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir