“28 Şubat” öncesinde başını örtmediği için teokratların zulmüne uğrayan kadınlarımıza…
Yaşım müsait, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (Eski Rusya) henüz Doğu toplumlarının liderliğini yaptığı dönemde TRT kırk yılda bir Amerikan medyasından aldığı Sovyetlerden haberler de verilirdi ve genellikle Sovyet parlamentosunu gösterirdi. Oradan aklımda kalanlar görüntülerden biri de başörtülü, kaftanlı, hatta peştamallı kadın vekillerdi. Belli ki köyünden ya da fabrikasından seçilerek meclise gelmişlerdi ve kendilerini Rus sosyetesine uymak zorunda hissetmiyorlardı. Bu yönde bir baskı da hissetmiyor olmalıydılar. Ateist olduğu söylenen Rusya’da sorun olmayan bu durum Türkiye’de sonradan neden bir sorun haline geldi? Üstelik bir türlü çözülmeyen, kaşınıp duran, artık bazılarımızı kusturacak kadar uzatılmış bir sorun!
İnsanların ne giyeceği sadece kendisini ilgilendirmesi gerekirken, neden birileri başkalarının ne giyineceğine karar verme hakkını kendinde bulabiliyor? Yakın bir zamanda eski bir bakan ve akademisyen olan bir politikacı, televizyondaki şov programındaki kadının kıyafeti hakkında çenesini tutamadı. Haklı olarak başkaları da onun kişisel ahlâkını ve zevklerini tartışmaya başladı. Birilerinin başkasının zevklerine karışma hakkını kendinde bulabiliyor olması o birinin haddini bilmemesidir. İnsan haklarına ya da geleneksel deyişle kul hakkına saygısızlıktır.
Peki, buraya nasıl geldik? Beceriksiz, dahası çirkin politikacıların, iktidarsız aydınların ve okumayan, geçim derdindeki toplumun “işletilmesi”, bu arada herkesi cambaza baktırırken hırsızların halkın malını soyması tezgâhı denilebilir mi? Öncesi hakkında fikir yürütmüş biri olarak, daha yakın zamana bakmak istiyorum. 28 Şubat 1997’ye kadar üniversitede baş örtüsü yasağı yoktu. 28 Şubatta bile Hacettepe, Boğaziçi ve birkaç başka üniversitede daha bu yasak uygulanmamıştı. Uygulanan hatta çok kaba biçimde uygulanan yerler de oldu.
28 Şubat öncesinde Türkiye bir fetret devri yaşadı. Batı tarafından sürekli aşağılanan bir Türkiye ve dışarıdan yoğun destek gören terör bir türlü bitirilemedi. Bankalar siyasetçilerle işbirliği yapan hırsızlarca soyuldu. Halkta bir gerilim oluşurken, muhafazakar sağ hükümete de ciddiyetsiz insanlar hakim oldu. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller gibi liderlik becerileri zayıf kişiler başbakanlık yaptılar. Sol hep yasaklıydı ve muhalefet meydanı İslamcı adını alan koyu muhafazakâr bir kitleye kalmıştı. Çok sert bir muhalefet yaptıklarını söyleyebiliriz. Enini sonunu düşünmeden, doğru yanlış anlamadan ağzına geleni söyleyen, az okumuş, nezaket bilmeyen, dünyayı tanımayan, bin yıl önceki “altın çağ”da takılıp kalmış ve ülkenin kurtuluşunu o reçeteyi uygulayarak sağlayacağını düşünen kasaba politikacıları sokaklara, meydanlara hakim oldular. Kendi kafalarında bir yaşam biçimi vardı ve herkesin o şekilde yaşamasını istemeye başladılar. Sanki onların istedikleri kılığa girince memleket kurtulacaktı! Kendilerinin sandıkları dini görüş ise Ortadoğu’dan, özellikle Mısır’dan yayılan Bedevi-Arap gelenekleriydi. Anadolu İslam anlayışı ile Ortadoğu İslam anlayışı çatışıyor, çatışma sanki laikliğin insanları boğması yüzünden kaynaklandığı biçiminde sunuluyordu. Oysa Anadolu Müslümanlığının laiklikle bir çelişkisi yoktu.
Kendilerine özgürlük istemediler, zaten özgürdüler; insanlara kendileri gibi olmaları için muazzam baskı yaptılar. Laiklik bu baskıya izin vermiyordu, o yüzden laiklik de hedefe konuldu. Ancak popüler gerginlik noktası kadın giyimiydi dolayısıyla baskı özellikle kadınlara yöneldi.
Memlekette işsizlik mi var, onlara göre bu kadınların yüzündendir: Onlar çalışmayıp evlerinde otursalar, erkekler işsiz kalmazdı! Cinsel yozlaşma mı var, o da kadınların sokakta olması, güzel giyinmeleri yüzündendi, onlara göre. Allah Kur’an’da, “İnanan erkeklere söyle, gözlerini kendilerine helal olmayandan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, bu hareket daha temiz ve daha erdemlidir sizin için. Şüphe yok ki, Allah ne işlerseniz hepsinden haberdardır” (Nur Suresi 30. ayet) diye buyurmuşken, onlar kadınlara özellikle cinsel bir nesne olarak bakıp, kadını kendilerini günaha sokan “şeytan” gibi algılamak istediler. Tam da Allah’ın “yapma” dediğini yaptılar ve bundan da kendilerini değil, kadınları sorumlu tuttular.
Sorumluluğu başkasına yükledikten sonra çözüm de, doğal olarak, onun ortadan kaldırılması biçiminde ortaya konuldu. Saçını örtmeyen kadınlara sokaklar cehennem haline getirildi. Sokakta işine gitmekte olan ya da alışverişe çıkan kadınlar hedef haline getirildi. Laf atmalardan başlayarak, elle, dille taciz, küfür ve hakaretler yapıldı. Belediye otobüslerinde yer verilmedi. Başında dikilen yaşlı bir kadın varken sırf saçı örtülü diye bir çocuğa özellikle yer verildiğini defalarca gözlemledik. Otobüste ya da başka kamuya açık mekânlarda söz saçlara getirilerek standart İslami giysi diye dayatılan pardösü-başörtüsü giymeyen kadınlara ağza alınmayacak laflar edildi, başı açık olanlara özellikle duyurarak!
Üniversitede bazı hocalar sınıfta yeni bir örtülü öğrenci gördüklerinde “Aferin kızım, sen de Müslüman oldun artık, ne mutlu sana, darısı diğerlerinin başına!” gibi sınıf içinde diğerlerini örtülü olarak aşağılayan ifadeleri kullandılar, düşünerek veya düşünmeden. Başını örten kız öğrencilere, yoksul olup olmadıklarına bakmadan özel burslar verildi. Başını örtmek şartıyla, yurtlarda ücretsiz kalmaları sağlandı. Bu tür kampanyalar açık açık söylendi, gözümüzün önünde yapıldı.
Bir bakkalda tesadüfen yaşadım, başı açık ve kapalı iki kız öğrenci bakkaldaydı. Konuşmalarından bakkalla tanışmadıkları anlaşılıyordu. Bakkal, başı kapalı olana dönerek “ne mutlu senin gibi Müslüman öğrencilere” derken yanındaki arkadaşına bakarak “inşallah diğer kâfirler de imana gelir, hidayete ererler” dedi. Dediğinde başı açık olan kızın ezilip büzülüp yerin dibine girdiğini hatırlıyorum. Saçı örtülü kızın gururu okşandı, sevinç ifadeleri belirdi yüzünde. Arkadaşını savunmadı. Bana öyle geliyor ki arkadaşlıkları orada ya bitti ya da saçı açık olan kız hemen pardösü aramaya koyuldu. Bulmuştur da, bedava dağıtıyorlardı… Bunlar zamana yayılmış şiddetti. Bunlar da yetmedi; başını geleneksel biçimde örten, saçları önden bir miktar görünen kadınlara bile saldırdılar. Bu tür faaliyetler zulüm değil miydi ve sokaktaki, okuldaki kadınlara yönelik bu zulmü kim, kime yapıyordu?
Sokakta ya da okulda propagandayla doldurulan çocuklar evlerde başlarını kapatmaları için annelerine baskı yapmaya başladılar. Saçını örtmeyen anasına “kötü kadınmış gibi” davranan çocuklar ortaya çıktı. Ana baba otoritesi sarsıldı, ana-çocuk birbiriyle yüzgöz oldu. İnsanlar çocuklarının saygısızlığını nasıl düzelteceğini kara kara düşünmeye başladılar.
Üniversitede arkadaşlık yapan kız ve erkek öğrenciler dövülmek de dahil her türlü baskıya maruz kalırken, bazıları ana babalarından habersiz imam nikahıyla evlilik yapıyorlardı. Erkek öğrenci tuvaletinde “Ayakta bevl etmek memnudur!” diyerek diğerlerine pisuar kullandırmayan bir öğrenci kitlesi ortaya çıktı. Dersler, konu ne olursa olsun, laiklik ve başörtüsü konuşulmadan açılamaz ya da kapanamaz olmuştu. Derste yoklama da bile dini gerekçelerle “buradayım” demeyen öğrenciler vardı ve bunlar öğretmen olacaktı. Tıbbiyede inançlarından ötürü kadavra görmek istemeyen, erkek ya da kadın hasta muayene etmeyeceğini ileri süren öğrenciler çıktılar. Örnekleri uzatmaya gerek yok.
Erbakan başbakandı, iktidardaydılar. Demokrasi iktidarı onlara vermiş, engellememişti. İyi de kendinden olmayanlara karşı bu yüksek zulüm politikasını izlemek abartılı değil miydi? İktidarda kendileri vardı ve huzur sağlamak bir yana huzursuzluk yaratıyor, sokağı kadınlar için cehenneme çeviriyorlardı. Bu tuhaftı.
Başörtüsü üzerinden kıyamet koparmanın arkasında Erbakan hükümetini çökertmek olduğu yıllar sonra anlaşıldı. Erbakan, Batı dışı bir arayış içine girmiş, D-8’i kurmuş ve Batı açısından Türkiye’nin Batı’dan koparılmasıyla sonuçlanabilecek gelişmelere yol açmıştı. İçeride de faizle haksız kazanç sağlayan rant sınıfını etkisizleştirmiş ve böylece iç ve dış dinamiğin işbirliği içinde Erbakan hükümetini çökertme arayışı içine girmiştir. Toplumu türban üzerinden germe bu iç ve dış dinamiğin asıl amacını örtmüştür. Erbakan doğru davranışlarının, çıkarlarını bozduğu çevrelerden kaynaklanabilecek düşmanlığını görememiş, pardösü-türban giymeyenleri saldırıdan korumamıştır. Parti içindeki kırkırtıcı demagoglar da bilerek ya da bilmeyerek buna hizmet etmiştir.
Kendileri gibi düşünmeyen herkes onlara göre İslam düşmanıydı. Bazılarına göre devlet işgal altındaydı ve savaşılması gereken düşmandı (darül harp). Ya onlardan idiniz ya da düşman. Erbakan şu sözleri edebilmiştir: “Ya bizdensiniz ya da patates dininden!” Yani dinsizsiniz demiş oluyordu. Yine “bu iş ya olacak ya da olacak. Kanlı mı, kansız mı olacağına siz karar verin” demişti. Bunu duyan sokaktaki kitleler durumdan vazife çıkarıp başı açık olan, çalışan kadınlara sataşmalarını artırdılar. Bir üniversite düşünün ki sene başında kız öğrencilerin yaklaşık yüzde beşi başörtülü iken sene ortasında bu oran yüzde doksana çıkmış! Bu normal değildir. Nitekim birçok kız öğrenci baskılar yüzünden örtünmek zorunda kaldıklarını söylüyorlardı.
Kısacası, 28 Şubat öncesinde üniversitede başörtüsü yasağı yoktu. Fikri altyapısı 16. yüzyılda kalmış Ortadoğu Bedevi/köylü, Türk olmayan, din kültürünün Anadolu’ya yayılmaya çalışan anlayışından hız alan sokağın başörtüsü-pardesü dayatması vardı. Bu gürüh kendileri için özgürlük istemiyordu çünkü yasak değildi. Ama başkalarına kendilerinin olduğu gibi olmsı için baskı yapıyorlardı. Toplumsal gerilim had safhaya çıktı. İnsanlar “devletin nerede olduğunu, kendi özgürlüklerini bu sokak taifesine karşı neden korumadığını acı acı dile getirmeye başladılar, yakındılar, ağladılar. Bu sırada laiklik savunucusu birçok aydın da öldürüldü…
28 Şubat bu ortamın ürünüdür. Elbette başka sebepleri de vardı ama durduk yere gelmedi. Bu gelişmeye sebep olanlar bugün bile vicdanlarını yoklayıp “biz de yanlış yaptık” diyebilmiş değildirler. Özeleştiri yapacak vicdana sahip olanlarını yeterince göremedik. 28 Şubat sonrasını dillerine dolamış durumdalar ve 28 Şubat için kendi sorumluluklarını görmemektedirler. Herkesi üzen mağduriyetlerini abarta abarta söylerken kendi yarattıkları mağdurlara karşı gözleri kör, kulakları sağırdır! Vicdanlarına, buna kendi sorumsuz davranışlarının sebep olduğu değerlendirmesini yaptırmamaktadırlar.
Nihayet, 28 Şubat’ta “üniversitede herkes şu şu sınırlar içinde giyinecek, şunlar yasaktır” kararı çıktı. Üniversitede çok az bir kız kitlesi dışında bu yasak büyük bir memnuniyetle kabul gördü çünkü on binlerce kız öğrenci istemedikleri halde, zorla ve tacizlerden kurtulmak için pardösü-türban giymek zorunda kalmıştı. Sokaktaki baskıdan yasak sayesinde kurtulabildiler. Zorla kapatılan on binlerce kızın sevinci görülmeye değerdi. Eklemeliyim, başlangıçta örtülü olan yüzde beşlik bir kısım yine örtülü kaldı ve üzüldüler. Özgürlüğü sorumlu kullanmamanın faturasını ödemek onlara kalmıştı.
28 Şubat uygulamalarının sonuçları daha sonra ortaya çıkınca herkes üzüldü, mahcup oldu. 12 Eylül darbesiyle devlete yerleşen İslamcıların muhaliflere yaptıkları yanında devede kulak gibi görünse de, sonucun böyle olmasını kimse istememişti. Laikliği savunanlar başörtüsüne karşı değillerdi, sadece kendilerine karışılmamasını, kendilerinin dinsiz ilan edilmemesini istiyorlardı. İnsanlar devletten sadece kendi özgürlüklerinin korunmasını istemişti, başkalarının özgürlüklerinin ellerinden alınmasını değil! Buna rağmen “iç ve dış dinamik” millici Erbakan’ı götürdü. Yeniler öyle bir kin ile geldiler ki 28 Şubata rahmet okutacak kadar ortalığı kırıp döktüler, devlette ayrımcılık yaptılar, yeni mağdurlar ürettiler; Silivri’deki Ergenekon, Balyoz gibi davalarla…
Hâlâ suret-i haktan görünüp mazlum edebiyatı yapıyor, başörtülülere zulüm yapıldı diyorlar, zulmü başlatanların kendileri olduğunu inkâr ederek! Okumayan toplumlar unutkandır, ya okuyanlar, hafızalarından bunu çıkarıp ortaya koymaz mı? O günleri hep beraber yaşadık.
Bu konuda başkalarına yaptıkları zulmü görmeyenler kendilerini mazlum olarak göstermektedir. 28 Şubat öncesi edindikleri saldırgan anlayışı değiştirmiş, dersler çıkarmış değildirler. Başını örtmeyen kadınlara yönelik eskiden sokakta sürdürülen baskıyı bu kez kamu görevlileri devletin imkânlarıyla sürdürmeye çalışmaktadır. Politikacıların kadınlar hakkındaki konuşmaları sokak serserilerini kadınlar üzerine tahakküm kurmaya iter hale gelmiştir. Birilerinin karısının-kızının kıyafetleri hakkında yorum yapma, ileri geri laf etme hakkını kendilerinde bulan devlet görevlileri türemiştir! 28 Şubat öncesi istismarcı kafa yine meydanlardadır!
Akıl diyor ki, herkes bir insandır, bireydir ve kendi haklarını savunabilir, devlet de kişilerin özgürlüklerini güvenceye alır olsun. Ama görülüyor ki demokratik değil, totaliter kafa sadece kendi keyfine hak ve özgürlükler istiyor ve başkalarının aynı haklarının olabileceğini anlamazlıktan geliyor, hak saymıyor. Başkalarının özgürlüğünü kısmak için uğraşacağınıza kendi, özgürlüğünüzü savunun, becerebiliyorsanız, başkasının haklarını engellemiyorsa genişletme talebiniz olsun.
İlerlemek istemeyen milletlerde Tarih de böyle tekerrür ediyor. Vatan-millet pahasına siyaset yapılmaz çünkü buradan toplumsal barış çıkmaz.
Siyaset bu değildir, halka hizmettir ve halk çeşitlidir! Kendi dar kalıplarınıza bu çeşitliliği sığdırmaya çalışmamalısınız.