İslam Kültürü ve Felsefe Karşıtlığı

Sayı 47- Temmuz 2015

Son dönemlerde, gerek siyasal, gerekse bilimsel toplantılarda, İslam kültür ve uygarlığının, çeşitli boyutlarıyla yeniden tartışıldığı görülmektedir. Özellikle, ülkemizdeki muhafazakâr iktidarın, geleceği geçmişte arayan tutumunun bunda yadsınamaz bir rolünün olduğunu sanıyorum. Geçmişi araştırmak, nesnel bir değerlendirmeye tabi tutmak, elbette önemlidir; ancak F. W. Nietszche’nin de haklı olarak söylediği gibi, dönüp dolaşıp sürekli tarihe odaklanmak, bir tür gelecek yoksunluğu olarak da görülebilir. Kanımca Türkiye’de böylesi bir sorun bulunmaktadır; son on yıllarda gençlerimizin önüne ideal olarak geçmiş konulmaya çalışılmaktadır. Sunulan geçmişte gerçekçi bir geçmiş değil, idealize edilmiş bir geçmiştir. Geçmişte her şey çok güzelmiş gibi sunulmakta, geçmiş ütopyalaştırılmaktadır. Oysa klasik İslam kültürüne kabaca bakıldığında, Hint, İran ve Helenistik kültürün Süryanilerce İslam dünyasına aktarılmasıyla, 9-12. yüzyıllar arasında başarılı bir uygarlık kurulmuş olsa da, 13. yüzyıllardan sonra bu uygarlık bilgi ve değer üretme dinamizmini yitirmiştir. Hatta bu uygarlığın kurulmasında rolü olan büyük düşünürler, dönemlerinde zındık ve kâfir sayılmışlardır. Kurulan uygarlığın dinamizmini yitirmesinde, kanımca, İslam dünyasında, bilgi ve değer üretiminin önemli bir ayağını oluşturan felsefi düşüncenin krize girmesi yatmaktadır. Bu kriz, görebildiğim kadarıyla hala devam etmektedir. Geçmiş önümüze konularak da aşılabilecek gibi gözükmemektedir; çünkü krizin kökleri geçmişteki zihniyettedir. Bu yüzden, tarihe nesnel ve eleştirel bakmak için, İslam kültür ve uygarlığının felsefeyi krize sokan felsefe karşıtı tutumunu gün ışığına çıkartmak ve uyarıcı olması için sık sık vurgulamak gerekmektedir.

Ben bu yazımda, İslam kültüründe, felsefenin krize girmesine yol açan ve bilgi ve değer üretiminin önünde engel olarak duran, kimi anlayışları yorumsuz sunmaya ve felsefe aleyhine verilmiş kimi fetvaları gün ışığına çıkartmaya çalışacağım.

Kimileri örtmeye çalışsa da, biliyoruz ki,  İslam kültüründe, felsefenin ve felsefeyle ilgilenmenin dinen caiz olmadığı yönünde pek çok fetva vardır. Bu fetvalarda İslam kültürünün aydınlık yüzünü temsil eden ve bugün İslam kültür ve uygarlığı adına adları ön plana çıkarılıp övülen filozoflar ve bilim insanları, genellikle ilhâd, zındık, küfr vb. sözcüklerle bir arada anılırlar. Nitekim büyük fıkıhçılardan Şafii, Ebu Hanife, Maliki, Ahmet b. Hanbel, Zerkeşi, İbn Salah, İbn Nuceym, Şirbini, Buhuti; yine büyük kelamcılardan, Bakillani, Cüveyni, Gazzali, İbn Teymiye vb. felsefeyle uğraşmanın ilhad, zındıklık ve küfür olduğuna hükmeden fetvalar vermişlerdir.  Bu fetvalar, tarihte kalmışa benzememektedir; bu klasik fetvalar yüzünden pek çok İslam devletinde felsefenin fesi bile bulunmamaktadır. Felsefe nispeten Cumhuriyet sonrası Türkiye’de filizlenmiş olsa da, muhafazakâr iktidarın modern bilim ve felsefenin karşında konumlandırdığı “ilimci anlayışıyla” (ilimle anladığım kadarıyla fıkıh kastedilmektedir, bu ilim de kelama bile yer yoktur) onun da tehlike altına girdiğini söylemek gerekir.

İşte size, övünülerek önümüze ideal olarak konulan İslam tarihinden felsefe aleyhine verilmiş fetvalardan yorumsuz örnekler:

a) Erken Dönem Fıkıhçıların Kelam ve Felsefe Karşıtı Fetvaları

“Herevî (H. 481), Zemm el-Kelâm adlı yapıtında, Şafiî’ye şu sözü iliştirir: “Benim kelâm ehl-i (ve felsefe) hakkındaki hükmüm, Ömer’in Sabîğ hakkındaki hükmü gibidir.” Sabîğ, Halife Ömer b. El-Hattâb döneminde Medine’ye gelip, Kur’an’ın kimi müteşabihlerinden, müşkillerinden ya da yaratılışından soru sormaya başlayan birisidir. Onun haberi kendisine ulaştığında Ömer kızar ve onu döver. Basra’ya sürgün edilmesini emreder. Şafiî onun dövülmesinin nedenini yalnızca, şüphe ve bidat izi taşıyan Kur’an’ın müteşabihleri konusundaki sözüne bağlar. Böylece anılan olay, Müslümanlar arasında ayrılık yaratmasından korktuğu Kelâm’ı (ve felsefeyi) yasaklamasının (tahrîm) kanıtı olur.

Zehebî (H. 728) Mizân’da, kelâm (ve felsefe) biliminin yasaklanmasının bir diğer nedeni olarak, bu bilimin, özüyle İslama aykırı olan dehrilerin felsefesinden doğmuş bir ilim olmasını gösterir ve şöyle der: “Kim Kelâm bilimini dikkatlice incelerse, onun içtihadının sünnete muhalif olmaya neden olduğunu, bu yüzden, önceki alimlerin, eskilerin bilimlerini (ilm el-evâ’il) incelemeyi kınadıklarını, kelâm biliminin de, dehri filozofların ilminden yani felsefeden doğmuş bir bilim olduğunu görür. Kim, zekâsıyla peygamberlerin bilimiyle felsefi bilimi uzlaştırmaya çalışırsa, kaçınılmaz olarak birini diğeriyle muhalefet eder.” (…)

Kelâm (ve felsefe) bilimi konusunda akıl yürütmenin yasaklandığına dair bir diğer delil de, kitap ve sünnette bu konuda bir emrin bulunduğunun ve selefin bu konuda araştırma yaptığının rivayet edilmemiş olmasıdır. Şafî aynı şekilde bu delile de işaret ederek Biş el-Merisi (M 825)’ye şöyle demektedir: “Onların çağırdığı şey konusunda, natık kitap, yükümlülüğü ifade eden bir farz, bir sünnet ya da selefin bu konuda araştırtma yaptığı ve soru sorduğuna ilişkin bir rivayet mi var, bana söyleyiniz?” Öyle görünüyor ki, İbn Salâh (1245) mantık bilimini yasaklayan fetvasında bu illete dayanmıştır. Nitekim o, şöyle demektedir: “Şâri onun eğitimini ve öğretimi ile ilgilenmeyi mübah kılmadığı gibi, sahabe, tabiin ve müçtehit imamlardan hiç birisi de bunu mübah görmemiştir.”

Şafiî’nin kelâm (ve felsefe) biliminin yasaklanmasındaki üçüncü delili, kitap ve sünnete muhalif oluşta mantığı peşinden sürüklemesi ya da ikisinin terkine ve unutulmasına neden olmasıdır. Onun şu sözü buna işaret etmektedir: “Kelâm (ve felsefe) erbabı hakkında benim hükmüm şudur: Onlara sopa atmalı, develere bindirip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırarak, Kitap ve Sünneti bir yana bırakıp da Kelâma yönelmenin cezası işte budur, diye nida edilmelidir.”

Şafiî kelâmı yasaklamakla yetinmeyip, felsefî bilimleri de yasaklamıştır. Ondan şu söz rivayet edilmektedir: “Eğer isim isimlendirilenden, şey şeyden farklıdır diyen bir adam duyarsan, onun zındık olduğuna tanıklık et.”

Aynı şekilde, Ebu Hanife en-Nu’mân b. Sâbit (H. 150)’den de felsefeyi eleştirdiği yönünde sözler aktarılmaktadır. İnsanların kelam konusunda ortaya attıkları, ilinek, cisim gibi konular üzerinde sorulduğunda şöyle dediği belirtilir: “Bunlar felsefenin işaretleridir; bunları terk edip, selefin yoluna dönmen gerekir, onların hepsi sonradan ortaya atılmış şeyler olup, bidattir.”

Mâlik b. Enes (H. 179) kelâm (ve felsefe) bilimini yermekte Şafiî ve Ebu Hanife ile ortaklaşmaktadır. Nitekim kendisine soru sormaya gelen adama şöyle dediği aktarılır: “Öyle sanıyorum ki, sen Amr b. Ubeyd (M. 62)’in ashabındansın; Tanrı, bu kelâm bidatine bulaştığı için onu lanetlemiştir.”

Öyle görünüyor ki, bu hadisçiler ve fıkıhçılar, dine ilişkin bir şeyi tartışırken din hakkında cedeli yasakladığını belirtilen Hz. Muhammed’in bir sözüne dayanarak, tıpkı onun gibi, bu konumda kalmakla yetinmeyi tercih etmektedirler: “Ey ümmet-i Muhammed, gün ışığında yolunuzu şaşırmayınız; ben size bunu mu emrettim, sizi bundan nehyetmedim mi? Bundan önce, bu türden şeyler söyleyenler helak oldu. Hayrının azlığı nedeniyle tartışma ayrılığa yol açar; az bir faydası olsa da tartışma, parçalar, kardeşler arasında düşmanlı meydana getirir… Beni İsraili tartışma, 71 fırkaya, Hıristiyanları ise 72 fırkaya ayırdı. Benim ümmetim ise, 73 fırkaya ayrılacak ve biri hariç diğerleri yolu şaşıracaktır. Kurtuluşa erenler, benim ve ashabımın yolunda olanlardır.”

Horasan fakihi İbn es-Semânî (H. 489) el-İntisâr li-Ehl el-Hadîs adlı yapıtında Ehl-i sünnet ve bid’ata sapanlar (kelamcı ve felsefeci) arasındaki hilafı şöyle diyerek özetler: “Bizimle bid’ate sapanlar arasındaki farkın akıl meselesi olduğunu bil. Onlar, dinlerini ussallar üzerine inşa ettiler. Ussallara tabi olup onun izini sürdüler. Ehl-i Sünnete gelince onlar şöyle dediler: Dinde asıl olan (ona) tabi olmaktır, akıllarda (ona) tabidir. Eğer din makuller üzerine kurulursa, halk vahiy ve nebilerden uzak kalır, böylece emir ve nehyin manası batıl olur ve herkes istediğini söyler. Eğer din ussallar üzerine bina edilirse, bu durumda mü’minlerin bir şeyi akıl edene değin kabul etmeleri caiz olmaz. Biz, dini emirler konusunda bize ulaşan şeyleri genel olarak düşündüğümüzde, Tanrı’nın sıfatları ve insanların ona inanmasıyla ilgili olduğunu görürüz. Bu ise, müslümanlar arasında açıkça bilinmekte, kendi aralarında aktarılmaktadır. Bu konuda ana kaynak ise selefin aktardıklarıdır. Selef ise, kabir azabı, kabirde iki meleğin sualleri, havz, cennet, cehennem, bunların nitelikleri, sırat ve mizan gibi konularda peygambere dayanmışlardır. Bu konuların hakikatini akılla kavramak mümkün değildir. Bu yüzden bize ulaşan emirlere kabul ve iman ile yükümlüyüz. Eğer dinsel emirlerden bir şey duyup aklınla kavrar ve onu anlarsan, bu konuda Tanrı’ya teşekkür et ve bilgi bu kavrayış onun yardımıyladır. Eğer onu kavrayamıyor ve anlayamıyorsan, onu aklına havale etme, ona inan ve tasdik et. Biliriz ki bu kavrayamadığımız şey, Tanrı’nın dilemesi, kudreti ilmiyle ilgilidir. Nitekim tanrı der ki: Sana ruhtan soruyorlar, de ki: O Rabbimin emrindendir, onun hakkında size az bir bilgi verilmiştir.  Yine Tanrı der ki: Onun ilminden ancak dilediği kadarını kuşatabilirsiniz. İşte ehlisünnetin bu bağlamda şöyle demiştir: İslam ancak teslim olmakla gerçekleşir.

Cahız, Halk el-Kur’an ve Gayrihi adlı yapıtında, Ahmet b. Hanbel’in konumunu şöyle izah eder: Kelam (ve felsefe) bilimine ve delilerine karşıydı; zira selef onca bu konulara hiç bulaşmamıştı. Onlara tabi olduğunu söylüyordu. Halkul Kur’an konusundaki selefi tavrı yüzünden Abbasi hükümdarları Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde işkenceye uğradı.

Ebû Hayyan et-Tevhidî, el-İmtia ve el-Mu’anese isimli yapıtında, filozof Matta b. Yunus ile Kadı ve dilbilimci olan Ebi Said es-Seyrafi arasında ilmi mantık ve nahivle alakalı bir tartışma aktarır. Seyrafi’nin en temel dayanağı, eğer bu alet akıl ise, mantıkla, felsefecilerin iddia ettiği gibi, bireylerin doğru ile yanlışı, hayır ile şerri bilemeyeceğidir. İlmi mantığı, Yunanlılar ortaya koymuşlar, kendi dilleriyle ıstılahlarını yaratmışlardır. Bu açıdan Yunan kökenli ve Yunan diline dayalı mantıkla, Türkler, Hintliler, Farslar, Araplar hüküm ortaya koyamazlar. Kaldı ki, Aristonun ortaya koyduğu deliller, tüm milletleri bağlamaz; zira Yunanlılardan ve başkalarından ona karşı çıkanlar da olmuştur. Arapların dili yunanlıların dilinden daha zengindir. (…) Buna dayanarak fıkıhçılar, mantığın ilmi nahve girişine karşı çıktılar ve İbn Salah, Ebu Şâme Abd er-Rahman b. Seyd İsmail ed-Dimaşkî, Nevevî, Badlusî gibi fıkıçılar, mantığın usulü fıkıhta kullanılmasını da reddettiler. İlmi mantığa, köklü eleştirilerden birisi de İbn Teymiye’nin Nasiha Ehl el-İman fi Redd ala Mantık el-Yunan adlı yapıtında bulunmaktadır. Onun nazarında bu bilim, zeki kimsenin kendine ihtiyaç duymadığı hiçbir yararı olmayan bir bilimdir. Ona göre, kelam tanım, türleri, kıyas, burhan ve türleri konusunda mantığa dayanır. Yine buna göre ilim ya tasavvur ya da tasdikten ibarettir. Tasavvura tanımla; tasdike ise kıyasla ulaşılır. İbn Teymiye, mantığın doğru bir temele dayanmadığını düşünür. Zira tasavvurun, sadece tanımla elde edileceği asılsız bir iddiadır. Zira bütün milletlerin bilim insanları ve görüş sahipleri, tanım üzerinde konuşmadan da şeylerin hakikatini bilmekte ve araştırmaktadırlar. Biz biliyoruz ki, fıkıh, tıp, hesap gibi tekil şeylerle ilgilenen bilimlerde tanım olmaksızın tasavvur gerçekleşmektedir. Bu ise tasavvurların tanımlşa oluştuğu iddiasının yanlışlığını gösterir. Ayrıca bu Yunanlılar mantığı kurmadan önce de eşyanın hakikatini bildiklerini gösterir. Tanım, sadece tanımlanan şeyi diğerinden ayırır ve eşyanın hakikatini bilmede işe yaramaz.” (Bkz. Ebu Ali Mulhim, el-Felsefe el-Arabiyye: Müşkilât ve Hulûl, s. 21-23).

b) Gazzali’nin Felsefe Karşıtı Fetvaları

“Birisi dese ki; (Tehafüt el-Felâsife’de) filozofların görüşlerini ayrıntılı olarak açıkladınız. Şu durumda kesin bir biçimde onların kâfir olduklarına ve onlar gibi inananların öldürülmesi gerektiğine hükmeder misiniz?

Deriz ki; üç sorunda onların kâfir olduğuna hükmetmek kaçınılmazdır. İlki, evrenin ve bütün cevherlerin öncesiz (kadim) olduğuna dair görüşleri; ikincisi, Tanrı’nın önceli olan (hadis) tekil ve bireyselleri bilgisiyle kuşatamadığı görüşü; üçüncüsü ise, bedenlerin (cesed) diriltilmesi ve haşrini inkâr etmeleridir. Bu üç sorunda filozofların görüşleri hiçbir suretle İslam ile örtüşmez. Filozoflara inana kişi, peygamberlerin yalancı olduğuna inanmış olur. Zira onlara göre peygamberlerin söyledikleri şeyler, maslahat icabı halk kitlelerine sorunları anlatabilmek için gerçekle ilgisi olmayan temsillerden ibarettir. Oysa bu, hiçbir Müslüman grubun inanmadığı açık bir küfürdür. Bu üç sorunun dışında kalan Tanrının sıfatları konusundaki tasarrufları ile bunların birliğine (tevhid) inanmalarına gelince, bu sorunlardaki görüşleri Mutezile’ye yakındır. Tabii nedenlerin zorunluluğu hakkındaki görüşleri de Mu’tezilenin tevellüd (doğuş) görüşüyle aynıdır. Onlardan naklettiğimiz diğer görüşlerinin hepsi de, İslam mezheplerinin birinin ileri sürdüğü görüşe benzer. Yalnız bu üç esas sorun böyle değildir. Bidat ehlini kâfirlikle suçlayan kişi, bu üç sorunun dışında pek çok sorundan dolayı da filozofların kâfir olduğuna hükmeder. Onlara (bidatlerinden dolayı) küfrü nispet etmeyen kişi ise, filozoflara yalnızca bu üç sorunda küfrü nispet eder. Bize gelince, biz kitabın amacının dışına çıkmamak için şu anda bidat sahiplerinin tekfir ve onların doğru olan ve olmayan görüşlerini incelemeye geçmeyeceğiz. Doğruya ancak Tanrı ulaştırır.” (Bkz. Gazzali, Tehafüt el-Felâsife, s. 204.)

“Burada felsefenin kötü olan ve olmayan kısımları hangileridir; filozoflar hangi sözlerinde tekfir edilirler, hangilerinde edilmezler, hangi hususlarda bidat ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar; hakikat ehlinin sözlerinden çalıp batıl iddialarını kabul ettirmek için kendi sözlerinin arasına kattıkları nelerdir; halk onların hakikat diye iddia ettikleri bu sözlerden nasıl nefret etmiştir; hakikat sarrafı olanlar, onların sözlerinden saf hakikati, sahtesinden nasıl ayırt etmişlerdir gibi sorulara yanıt bulmaya çalışacağım. (…) Felsefeyi anladıktan sonra, bir seneye yakın bir zaman, tekrar ederek gaye ve derinliklerini araştırdım, devamlı düşündüm. Nihayet desise, hakikat ve hayallere şüphe bırakmayacak bir şekilde bilimlerine muttali oldum. İşte şimdi, filozofun ve bilimlerinin hikâyesini dinle:

Onları birkaç sınıf, bilimlerini de, birkaç kısım halinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında hakka yakınlık ve uzaklık farkı gözetmeden küfür ve sapkınlık (ilhad) damgası vurmak gerekir. Filozoflar, fırkalarının çokluğuna ve mezheplerinin çeşitliliğine rağmen üç kısma ayrılırlar. Dehirler, Tabiayatçılar ve İlahiyatçılar.

Dehriler, en eski filozoflar zümresidir. Evreni idare eden ve her şeye muktedir olan bir yaratıcının varlığını inkâr etmişlerdir. Evrenin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri kendiliğinden mevcut olduğunu, canlının spermden, spermin de canlıdan meydana geldiğini, böylece ebedi olarak devam ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bunlar zındıktırlar.

Tabiatçılar, en çok doğal evreni, hayvan ve bitkilerin dikkate değer taraflarını araştıran filozoflardır. Onların en çok uğraştığı konu, hayvan uzuvlarının cerrahisidir. Bu çalışmaları sırasında, canlılarda Tanrının yaratışının, kendilerini yaratan, hakim, hadiselerin gaye ve maksatlarına muttali kadir bir Tanrının varlığını itirafa zorlayan eşsiz hususiyetlerini, hikmetinin yüksekliğini gördüler. Anatomi bilimini ve kısımlarını, faydalarının hikmetlerini tetkik eden her insanda, hayvan ve bilhassa insan vücudunu yaratan Tanrının kemaline dair zaruri bir bilgi meydana gelir. Şu kadar var ki, bu filozoflar, tabiatı pek fazla incelediklerinden, mizaç itidalinin, hayvan kuvvetinin teşekkülü üzerinde büyük bir etkinin olduğunu düşündüler. Sonra insanın akıl yetisinin mizaca bağlı olduğunu, mizacın bozulmasıyla bozulduğunu; yok olursa tekrar var olamayacağını zannettiler. İddia ettikleri tarzda hareketle nefsin öldüğüne ve dönmeyeceğine inandılar ve sonuç olarak ahireti inkar ettiler. Cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesabı da inkar ettiler. Onlara göre ibadet için sevap, günah için azap yoktur. Nihayet bağlarından çözülüp hayvanlar gibi şehevi arzulara daldılar. Bunlar da zındıktır. Çünkü iman esası Tanrıya ve ahret gününe inanmadır. Hâlbuki onlar, Tanrıya ve sıfatlarına inanmışlarsa da, ahret gününü inkâr etmişlerdir.

İlahiyatçılar, filozofların sonraki grubudur. Aralarında Sokrates, Platon ve Aristoteles vardır. Aristoteles, onlara mantığı yazan, bilimleri geliştiren ve istifade edilir kılan kişidir. Böylece bilgileri anlaşılır hale gelmiştir. Bu filozofların hepsi, anılan iki grubun yani Dehrilerin ve Tabiatçıların görüşlerini reddetmişler ve rezaletlerini başkalarına bırakmayacak şekilde ortaya koymuşlardır. Onları birbiriyle çarpıştırarak Tanrı savaş hususunda müminlere yardım etti mealindeki ayete göre, müminlerin onları reddetmelerine gerek kalmadı. Sonra Aristoteles Platon’u, Sokrates’i ve ondan önceki filozofları, hepsinden uzaklaşıncaya kadar tam manasıyla reddetti. Ancak onların küfürlerinden ve bidatlerinden kötü taraflar kalmıştı; kendilerinden tamamıyla sıyrılmaya güç yetiremedi. Bu nedenle, onları ve İslam filozoflarından Farabi ve İbn Sina diğerleri gibi onları takip edenleri de tekfir etmek lazımdır. Şu da eklenmeli ki, İslam filozoflarından hiçbirisi Aristoteles’in felsefesini bize Farabi ve İbn Sina gibi doğru nakledememiştir. Bu iki filozofun haricindekilerin naklettikleri şeyler, inceleyenlerin kalplerini rahatsız eden hata ve karışıklıklardan salim değildir. Anlaşılmayan bir şey nasıl ret ya da kabul edilir? Aristoteles’in Farabi ve İbn Sina’nın nakillerine göre bilinen bütün felsefesi üç kısma ayrılır; bir kısmı küfrü gerektirir; bir kısmı bidat içerir; bir kısmı da özde inkârı gerektirmez.” (Bkz. Gazzali el-Munkiz Min ed-Dalal, s. 11-13.)

“Filozofların kitaplarını okumak, içlerinde bulunan desise ve tehlike nedeniyle yasaklanmalıdır. İyi yüzemeyeni nehir kıyısında dolaşmaktan menetmek gerektiği gibi, halkı da bu kitapları okumaktan alıkoymak gerekir. Yine çocukları yılanlardan korumak icap ettiği gibi, kulakları da bu sözlerin tehlikelerinden uzak tutmalıdır.” (Bkz. Gazzali, el-Munkiz Min ed-Dalal, s. 16).

“Bunların bu şekilde tekfir edilmeleri, küfrün –mesela köle ve hür olma hali gibi- şer’i bir hüküm oluşundandır. Çünkü bir kimseyi tekfir etmenin manası, o kimsenin öldürülmesinin mübah olması ve ahrette cehennemde ebedi kalacağına hükmedilmesidir. (…) Zira tekfir, tekfir edilenin malının alınması, kanının dökülmesi, cehennemde ebedi kalınmasına hükmedilmesi gibi önemli neticeler doğuran şer’i bir hükümdür.” (Gazzali, Faysal et-Tefrika Bey el-İslam ve ez-Zendaka, s. 137).

c) İbn Salah’ın Felsefe Karşıtı Fetvası

“Soru: (…) İbn Sina’nın eserleriyle uğraşmak, kitaplarını incelemek caiz midir? Yine onun ulemadan olup olmadığına inanmanın hükmü nedir?

Cevap: Bu caiz değildir. Kim bunu yaparsa, dinini yitirir ve büyük bir fitneye maruz kalır. O ulemadan değildir; aksine insan şeytanlarından bir şeytandır. (…)

Soru: Mantık ve felsefe öğrenimi ve öğretimi ile uğraşanlar hakkında ne dersin; mantık biliminin özlü ve ayrıntılı bir biçimde öğrenimi ve öğretimi şeriat açısından mübah mıdır; sahabe, tabiun, selefi salihten müçtehid imamlar felsefe ve mantık öğrenimi ve öğretimi konusunda neler söylemişlerdir; şer’i hükümlerin ispatında mantık biliminin terimlerini kullanmak caiz midir; şer’i hükümlerin buna gereksinimi olup olmadığı konusunda ne diyorsun; mantık ve felsefenin açıkça öğretimini yapanlar karşısında gerekli olan nedir; bir sultan, kendi döneminde kimi şehirlerde (bilâd) kimi şahısların felsefe eğitim ve öğretimiyle uğraştıklarını, kitaplar tasnif ettiklerini ve medreselerde ilim öğrettiklerini görürse ne yapmalıdır; sultanın, bu şehirlerdeki felsefecileri azletmesi ve insanları onların şerrinden koruması gerekir mi?

Cevap: Felsefe aptallığın ve çözülüşün temelidir (üss es-sefeh ve el-inhilal). Tüm sapıklıkların, başkaldırının, zındıklıkların ve yanlışlıkların nedenidir (madde). Felsefeyle uğraşan kişi, şeriatın güzellikleri ve açık kanıtları karşısında kör olur; felsefe öğrenen ve öğreten sapıtır ve haktan uzaklaşıp şeytanı önder edinmiş olur. (…) Mantığa gelince, o da felsefenin girişidir; şerrin girişi de şerdir. Dolayısıyla, onun öğrenim ve öğretimiyle uğraşmak da şer’i olarak caiz değildir. Ne sahabe, ne tabiin ne selefi salihin ne de müçtehit imamlar onu mubah saymışlardır.(…) Şer’i bilimlerdeki araştırmalarda mantık terimlerini kullanmaya gelince, şer’i bilimlerin –Tanrıya hamdolsun ki- mantık ve terimlerine gereksinimi yoktur. Mantıkçıların tanım ve kesin kanıtla (burhan) ilgili iddiaları geçerizdir. Şeriat ve şer’i bilimler tamamlanmıştır; şer’i bilimlerin öncüleri, ortada ne mantık ne de felsefe varken, gerekli olan bilimi bütün derinliği ve ayrıntısıyla ortaya koymuşlardır. Bir yararı olduğunu düşünüp felsefe ve mantıkla uğraşanların, onu öğrenen, öğreten ve bu konuda kitaplar yazanların şerrinden Müslümanları korumak sultana düşer. Sultan bunlarla uğraşanları soruşturup medreseden çıkartmalı, hala aynı şeyle uğraşanlar varsa, onları takip ettirmeli, filozofların inançlarına bağlı olduğunu söyleyenleri ise, İslam ve kılıç arasında tercihe zorlamalıdır. (Bkz.İbn Salah, Fetavâ İbn Salah, s. 94-97).

d) İbn Teymiye’nin Fetvası

“Felsefecilere gelince onların durumu, Yahudiler ile Hıristiyanların durumundan da kötüdür. Çünkü onlar, berikilerin cehalet ve sapıklığı ile ötekilerin facirlik ve zalimliklerini bir araya getirerek cehalet ve zalimlik alanında Yahudileri ve Hıristiyanları geride bıraktılar. Nedenine gelince onlar, mutluluğu, sadece gerçeği bilmeye bağlı saydılar, insanın varlık alemi ve akıl prensipleri ile uyum içinde bilgi sahibi olmasını mutlu olması için yeterli gördüler. Arkasından da Tanrı’nın zatı, isimleri, sıfatları, melekleri, kitapları, peygamberleri, yarattıkları ve emirleri hakkında çok zayıf bilgilerle yetindiler. Böylece cahillikleri bilgilerinden daha büyük ve sapıklıkları hidayetlerinden daha baskın oldu. Başka bir deyişle, basit cehaletle katmerli cehalet arasında dönüp dolaşır oldular. Çünkü onların tabii bilimler ile matematik alanında söyledikleri sözler nefsin kemalini sağlayamaz, bu konuda yararlı da değildir.” (İbn Teymiye, İman Üzerine, Salih Uçan çevirisi, s. 189).

“Filozoflar, Müslüman değildirler; onlar Yahudi ve Hıristiyan da değildirler; aksine müşriklerin durumu bile onlardan daha iyidir. (…) Kelamcılar, açık sapıklıkları (ihad) ve islama muhalefetleri nedeniyle, evrenin öncesiz olduğu, tanrının tikellere dönük bilgisini yadsıdıkları ve ahreti reddettikleri için onları reddettiler. Bu üç meselede Ebu Hamid el-Gazzali, Tehafüt el-Felasife’de dinsizlikle suçladı.” (Bkz. İbn Teymiye, er-Redd alâ el-Mantık, s. 244).

e) İbn Haldun’un Fetvası

“Felsefenin boş ve yararsızlığı hakkında:  (…) Felsefî bilimler şehirlerde çok yayılmıştır. Bu bilgilerin dine olan zararı büyüktür (…) Bununla beraber, hikmet ve felsefe bilgileri okuyacak olan kimse, ilk önce tefsir (Kur’an yorumbilimi), fıkıh (İslam hukuku) ve diğer dini bilgileri hakkıyla öğrenmeli ve ancak bundan sonra, felsefî bilgileri öğrenmeye başlamalıdır. İslamî bilgileri bilmeyen kimse, bu bilgileri öğrenmeye yanaşmamalıdır. Çünkü dini bilgileri bilmeyenlerden, bu bilimlerin ölüme götüren hallerinden sağlamca kurtulanları azdır.” (İbn Haldun, Mukaddime, cilt: III; Z. K. Ugan çevirisi, s. 112-113).

İslam dünyasında, felsefeye bakış değişti mi? Hiç sanmıyorum. Hatta kimi ilimcilerin bakışının İbn Haldun’dan bile geri olduğunu sanıyorum.

Kaynakça

Ebu Ali Mulhim, el-Felsefe el-Arabiyye: Müşkilât ve Hulûl, s. 21-23

İbn Haldun, Mukaddime, cilt: III; Z. K. Ugan çevirisi, s. 112-113

İbn Teymiye, er-Redd alâ el-Mantık, s. 244

İbn Teymiye, İman Üzerin, Salih Uçan çevirisi, s. 189

İbn Teymiye’nin Nasiha Ehl el-İman fi Redd ala Mantık el-Yunan

İbn Salah, Fetavâ İbn Salah, s. 94-97

Gazzali, Faysal et-Tefrika Bey el-İslam ve ez-Zendaka, s. 137

Gazzali, el-Munkiz Min ed-Dalal, s. 16

Gazzali, Tehafüt el-Felâsife, s. 204.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir