İnsan Nedir ve Çevresiyle İlişkisini Nasıl Kurar?

Sayı 36- Ekim 2012

İnsanın ne olduğuna dair bin yıllardır bitmeyen bir tartışma var. İnsan nasıl bir canlıdır; genlerinin mi çevrenin mi kurbanıdır? Yüz binlerce yılda bile kolay kolay değişmeyecek, ancak genetik mutasyonlarla değişebilecek sabit bir doğaya sahip embesil bir varlık mıdır? Yoksa Tanrı suretinde bir varlık mıdır ya da daha iyisi bizzat kendisi mi ilahidir?

Ben genetik veya biyoloji uzmanı olmadığımdan meseleye daha çok felsefi açıdan yaklaşacağım.

Kur‘an’dan feyz aldığını söyleyerek işlenen vahşi cinayetlere ait videoların ve fotoğrafların olduğu bir siteye (midem ve sinirlerim alt-üst oluncaya ki bu sadece birkaç dakika sürdü) baktım. Bir gencin boğazı kör bıçakla kesiliyordu, elleri kesilmiş, beden daha canlıyken kalbi yerinden çıkarılmış insanların ve bir kadının şişe geçirilerek ateşte döndürüldüğü fotoğraflar vardı. (Sizlerin de mide ve sinirlerinin bozulmasını istemediğimden burada site linkini paylaşmıyorum; ayrıca nasılsa illa da izlemek isteyen varsa arayıp bulur.) Bu satırları okuyan herkesin, ya bu nasıl şey, öyle yapanlar insan olamaz, türünden şeyler dediğinden/diyeceğinden eminim. Elbette benzer şekilde vahşi cinayetlere, İncil’den feyz alanlarda da rastlandı/rastlanıyor.

Nasıl oluyor da; böyle manzaraları insanlığa yakıştıramayan insanlar, genelde ölme ve öldürmeye ilkesel olarak karşı olamıyorlar? Bu dengesizliğin kaynakları nedir, kökleri var mıdır, varsa nerededir? Bu dengesizliğe bakarak insanı, psikolojik rahatsızlıklar gösteren ciddi ve bu nedenle de bilinçli zararsız bir hasta olarak mı; yoksa kendi kendine eziyet etmekten hoşlanan bir mazoşist; ya da doğasında kötülük yatan ve bu nedenle kasten ve bilinçli olarak işkence yapan, öldüren, yakan bilinçli zararlı bir hasta olarak mı tanımlamalıyız?

Belki de en iyisi kadim inançlara ve dinlere bakmak. Belki oralarda insanın gerçekte ne olduğuna dair işe yarar bilgiler vardır.

Ama hayır. İnsan, görüngülerden ve parçalardan hareket ederek düşünenler açısından yukarıdaki niteliklerden herhangi biri veya birkaçı olabileceğine dair yeterince kanıt ortaya koyuyorsa da, yukarıdaki düşünüş yöntemlerinden hiçbiriyle tam olarak anlaşılamayacak bir varlıktır.

Kadim inançlar ve dinler hemen hemen birbirlerinin aynısı olacak şekilde tanımlamışlardır insanı. Hintlilerin kutsal metinlerinden Bhagavat Gita’da insan içinde iyiyi de kötüyü de aynı anda taşıyan bir varlıktır. Hıristiyanlıkta zaten ilk günahla lanetlenmiş potansiyel olarak kötü bir varlıktır. Kuran’da), Ahzab Süresi 72. Ayete göre “çok zalim, çok cahil” sıfatlarıyla malul bir varlıktır. Hayır da şer de Allah’tan olduğuna göre, Allah bilerek kötü varlıklar yaratmıştır.

İşin garibi, insana dönük böylesi gerçeklerden uzak, anlamsız ve insanı, ulvi bir varlığın kullandığı, evirip çevirdiği amansız ve umarsız bir kadere gark olmuş çaresiz zavallılar gibi gören değerlendirmeler, sadece idealist-inançlı-dinci çevrelerden gelmiyor; aynı zamanda bunların tam tersi gibi görünen, oldukça bilimsel ve son derece materyalist çevrelerden de geliyor. Anlaşılması zor olsa da gerçekten, salt bilimsel olduğu düşünülen yollardan da metafiziğe veya boş inançlara varılabiliyor.

Bunun üzerinde biraz duralım.

İnsanın içine doğduğu çevrenin, insan davranışları ve değerleri üzerinde etkilerinin olduğunu hepimiz biliriz. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ama buna rağmen insan çevresini yansıtan bir ayna veya başka ifadeyle salt çevre tarafından kodlanan bir robot değildir. Böyle olsaydı eğer; insan, yeryüzüne doğduğu andan itibaren karşılaştığı çevreyi bambaşka bir hale getirerek değiştirip dönüştüremezdi. İnsan o doğduğu çevrenin yansıması veya kurbanı olarak kalmaya devam ederdi. Bu bir kenara, çevreyi öncel olarak mutlaklaştıran her yaklaşım, çevreye adeta tanrısal bir nitelik atfetmiş olur. Oysa gerçek bunun tam tersidir. İnsan çevresini sürekli değiştirmiştir; hatta her an değiştirmeye devam etmektedir.

Burada daha açıklık kazandırabilmek için, insan değer ve davranışlarını tümüyle çevresel etkiyle açıklamaya çalışan birinin rahatlıkla söyleyebileceği şu savı ortaya atalım: Çocuk sevgiyi de nefreti de çevresinden öğrenir. Şimdi ilk bakışta bu sav, oldukça bilimselmiş gibi görünür, oysa hiç de öyle değildir. Çünkü bu önerme, peki o zaman, çocuğa sevgiyi ve nefreti öğretecek olan çevredeki insanlar sevgi ve nefreti nereden aldı? sorusunu açıkta bırakır. Buna bir yanıtı yoktur. Burada en fazla şöyle bir mantık yürütülebilir: Onlar da kendi ana ve babalarından, diğerleri de kendi eski çevrelerinden vs. vs.

Farkına varılacağı gibi bu tür bir mantık yürütme yukarıdaki soruya doyurucu bir yanıt veremez. Zira bu mantık yolu, bilimsel olmaması bir yana, en sonunda gelip şu soruda adeta kendi sonunu ilan eder: insanlar doğaya ilk doğduklarında sevgi veya nefreti nereden aldılar? Böyle bir soru karşısında sapılabilecek iki yol vardır: ya marş marş boş inançların yolu, örneğin zamanın birinde etrafta bolca sevgi çiçekleri vardı ve insanlar onlardan yediler, böylece içlerine sevgiyi de aldılar; ancak bu çiçekleri yok eden bir çağ yaşandı ve insanlar yavaş yavaş içlerindeki sevgiyi kaybetmeye başladılar, gibi bir teori hiç de kötü durmuyor, öyle değil mi? Ya da gerçekten bilimsel düşünüş yolunu seçerek, doğrudan insanın kendi doğasına eğilmek.

Ayrıca geçmeden hemen belirtmeliyim ki; insan doğasının gerçek özünde, sevgi vardır; ama nefret yoktur. Yıkıcı her özellik, sonradan edinilmiştir. İnsanların nefret gibi yıkıcı özellikleri nasıl edindiklerine bir sonraki yazıda değineceğim. Zira internet ortamında uzun yazılar pek okunmuyor.

İnsanın çevresiyle ilişkisinde genel olarak karakteristik özellikler bakımından birbirinden ayrılabilen iki önemli dönem belirlenebilir: Kurucu dönemler ve bu dönemlerin ardından gelen normal uyum dönemleri.

Kurucu dönemlerde, eğer eski bir çevre varsa, bu çevrede her şey veya çok şey ters gitmeye, işlevsizleşmeye başlamıştır ki bu aşamalarda insan çevresini yenilemek için kurucu faaliyetlerde bulunmaya başlar. Bu dönemde insan, çevre üzerinde aktif ve pasif kurucu etkilerini yoğunlaştırır. Kuruculuk sadece eski çevrelerin varlığı halinde değil; aynı zamanda insanın yeryüzüne ilk doğduğu andan itibaren karşılaştığı çevreyle ilişkisinde de geçerli olmuştur. Bu noktanın önemine, insan doğasını yakından ilgilendirdiği için birazdan yeniden değineceğim.

Kurucu dönemlerin çalkantıları dindiğinde, yani yeni çevre kendine yeterli birikim ve değerleri yaratarak hayata geçtiği andan itibaren normal uyum dönemi başlar. Burada artık her bebek, bu yeni değer ve davranış biçimleriyle örülü yeni çevreye doğar ve ondan genel ortak değerleri alır. Ancak bu, asla çocuğun hiçbir zaman çevresini sorgulamayacağı, onunla yaratıcı bir etkileşim içine girmeyeceği anlamına gelmez. Aslında çocuk genel ortak değerleri bile kendi süzgecinden geçirerek kabul eder. Bu kabulleniş gerek içsel gerek dışsal faktör veya faktörlerin etkisiyle girilen bir süreç sonunda gerçekleşir. Örneğin bu süreç, sevgi yoğunluklu, barışçıl bir çevrede, bu çevre insan doğasının gerçek Özüne daha yakın olduğundan, kişilik, karakter yarılmalarına sebebiyet vermeden çok daha kolaylıkla gerçekleşir. Buna karşılık, insan doğasının gerçek Özünde bulunmayan, çıkarcılık ve bunun üzerinde yükselen yıkıcı değerlerle dolu bir çevrede çocuk, sanıldığının aksine bu ortak genel değerleri hemen ve sorgusuz sualsiz kabul etmez.

Her canlı gibi çocuklar da, dünyaya yaşama isteği (buna yaşama doğal dürtüsü de diyebiliriz), mutluluk arayışı ve en önemlisi sevme ve sevilme ihtiyacıyla (bunu da bir doğal dürtü olarak kabul edebiliriz) doğarlar. Bu şaşmaz bir doğa kanunudur. Hiçbir canlı mutsuz olmak, sevilmemek ve ölmek amacıyla dünyaya gelmez. Bu bakımdan çocuklar, aslında insana kendi gerçek Özünü sürekli hatırlatmak isteyen sevimli varlıklar gibidirler. Anne karnındayken, anne ve babası sürekli kavga ediyor olsalardı bile, çocuk, dünyaya sevme ve sevilme ihtiyacıyla doğacaktır. Özellikle bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerinde çocuk, bunu hem anne ve babasından talep eder hem de onlara verir. Bu doğal eğilimlerinin veya dürtülerinin her kırılmasında çocuk, önceleri direnç gösterir, ancak çevreden bu direncine olumlu karşılıklar alamadığı her defasında, kırılma ve yarılmaları derinleşir, sonunda çevreyle baş edemeyeceğini anlayarak pes eder. Böylece insan, hiç farkında olmadan hem de kendi çocukları nezdinde, kendi özgürlüğünü her gün yeniden yeniden kaybeder. Çocukluk döneminde kaybedilen özgürlük, böylece köle bir toplumun köleliğini perçinler.

Elbette insanın biyolojik doğasından da bahsedilebilir. Örneğin insanlar uyur dediğimizde, insanın biyolojik doğasından veya biyo-kimyasal doğasının bir özelliğinden söz etmiş oluruz. Ancak ben bu konularda uzman olmadığımdan ve konumuzla da alakası olmadığından bir kenara bırakarak özetle şöyle demek isterim; insan doğasının gerçek Özü (bu tanımlamayı kullanıyorum, çünkü mevcuttaki köklü bilinçsel yanılsama yüzünden insan doğasının başka özleri de varmış ve burada da herşey karşıtlarıyla bir aradaymış gibi görünebilmektedir) doğal yaşama dürtüsü, sevme-sevilme ihtiyacı ve mutluluk arayışından ibarettir.

Sonuç olarak, diyebiliriz ki; insan kendi gerçek özünün eğilimlerine dönük yaşamayı isterken, yine kendi yapay, edinilmiş eğilimlerinin olumsuz ilişkileriyle kurduğu,  temelden yıpratıcı çevresel ortamların adeta zorunlu görünen davranış biçimlerinin hala etkisi altındadır. Oysaki yukarıda da gördüğümüz gibi, ister kurucu, ister normal uyum dönemlerinde olsun insan çevresiyle ilişkisini daima bilinciyle paralellik içerisinde kurar. Bilinçle maddesel oluşum arasında sürekli içsel bir ilişki vardır, bu nedenle ne biri önce ne de diğeri sonradır. Bilinci maddeden, maddeyi bilinçten ayıramayız. Aynı koşullar içerisinde, çok farklı davranışlar sergileyen insanların olması bize; insanın bilincinin toplumsal koşullar tarafından belirlenmediğini (öyle olsaydı aynı koşullarda herkes aynı davranışları sergilerdi), ama bilinçle çevresel toplumsal koşulların etkileşim içerisinde olduğunu; tersinden toplumsal koşulların da en ilk halinde insan bilinci tarafından yaratılmadığını, ama insanların herhangi bir çevresel ortama bilinçleriyle doğduklarını ve o andan itibaren de çevreleriyle bilinçleri arasında daima paralel içsel ilişkiler kurduklarını ispat eder. Bu noktanın kavranması, idealist ve materyalist tutuculuklardan kurtulabilmek açısından oldukça elzem görünüyor.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir