Ne yanından bakarsanız bakın zor yıllardı. İnsanlar okuyor ama “Okumadık, okumuyoruz…” diye inkâr ediyorlardı. Yazıyorlardı; “Yazmadık, zinhar yazmayacağız…” diyorlardı.
Beni de genç bir hanım, kocası alelacele askere çağrılınca birkaç başka kitapla birlikte bir çay bir simit parasına bu izbe sahafa bıraktı. Ertesi gün öğle vakti –ben henüz tozlu bir rafa hapsolmadan- yirmili yaşlarında bir delikanlı girdi sahaf dükkânına. Çelimsiz vücudu solgun ceketinin altında plastik, kırılgan bir askıya benziyordu. Kumral saçları düzgün taranmıştı. Yüzünde çoktandır görmediği bir dostunu görmüş gibi bir tebessümle birkaç simit bir de çay parasına satın aldı beni. Eve gelir gelmez okumaya başladı. Hissediyordum; delikanlı okudukça ılık ılık Çukurova esintisi doluyordu odaya. Ağalar, ırgatlar, ekin, saban derken delikanlının zayıf parmakları heyecanla çeviriyordu sayfaları. Dörtnala giden atlar, eşkıyalar ve sevda nahif bir türkü oldu delikanlının dilinde.
Kitaplığın rafında hepi topu on kadar kitaptık. Sevgiyle dizerdi bizi rafa. Beni de yazarı genç yaşta suikast kurbanı olmuş bir hikâye kitabıyla, şairi memleket hasretiyle ölen şiir kitabının arasına koyardı. Delikanlı okuyup bitirdiği kitapları zaman zaman eline alır, bazı bölümleri yeniden yüksek sesle okurdu. Bazı geceler de odanın solgun ışığında alıp içimizden en afilisini, mırıldanırdı:
“Akrep gibisin kardeşim
Korkak bir karanlık içindesin akrep gibi”
O yıllarda gece boyu deliksiz uyuyabilmek maalesef çok zordu. Kimi zaman gece bekçisinin uzun uzun çalan düdüğü bölerdi uykumuzu kimi zaman koşturan ayak sesleri, yumruklanan kapılar ve nihayetinde birkaç el silah sesiyle tan yeri ağarmaya dururdu. Böyle tedirgin gecelerin birinde bizim evin kapısı da deli gibi vuruldu. “Kimsiniz, ne oluyor?” diyemeden hepimiz düştük raflardan yerlere, dağıldık. Bir postalın altında yüreğimin ezilişini hatırlıyorum. Sonra o çelimsiz delikanlı, iki kişinin kolunda kaderini önceden görmüş bir bilge edasıyla gecenin koyu karanlığına karıştı.
Anası – gözü yaşlı- sabah ezanı yaktı sobayı. Önce beni tutup kaldırdı yerden. Bir kadının gözlerinde acının uçsuz bucaksız bir orman yangını gibi göğe yükseldiğini ilk kez orada gördüm. Oğlunu bir kez daha görebilmenin umuduyla, oğlunu bir kez daha göremeyecek olmanın kahrıyla tuttu yakamdan beni, attı sobaya. Sayfalarım hemen tutuştu, alevlendi. Kızıl bir ışık oldum, yalım yalım döndüm kadının yüzünde. Sonra yandım, yandım… Böyle bir yangını ne dördüm ne de duydum. Kadın ağladı, ben yandım. Ben ağladım, kadının yüreği yandı, ciğeri yandı, gözleri, saçları, düşleri yandı… Kızgın bir köz oldum. Bir avuç kül, evin duvarında kederli bir is oldum. Ben İnce Memed, bacadan göğe yükselen, geniz yakan, kara bir duman oldum.
Kimileri toprağa gömüldü, meyvelerde buruk bir tat oldu. Kimileri evlerin bodrum katında nemlendi, çürüdü, farelere yem oldu. O günlerde ekmekler buram buram şiir koktu, kitaplar tandırda ateş oldu.
Ateş, her şeyi yok edebilirdi. Küçük bir kıvılcım bir evi, bir mahalleyi, bir şehri, belki de bütün ülkeyi küle dönüştürebilirdi. Ancak bu sefer öyle olmadı. Bir tutam kül, bir parça duman yok olmadı. Günler ayları kovaladı, aylar yılları. Işıklı bir kitapçı vitrininde yeniden can buldu İnce Memed ve arkadaşları. Bu kez düzgün giyimli, aydınlık bakışlı bir genç uzattı elini vitrine… Gıcır gıcırdı kitabın kapağı. Yüzünde uzun zamandır görmediği bir dostunu görmüş olmanın memnuniyetiyle heyecanla çevirdi sayfaları.
03/12/2018