İkindi Vakti Sensizlik

Sayı 72- Ekim 2021

 

Yine bir akşam sensiz. Mırıldanıyorum sevdiğimiz şarkıları. Yine yalnız ve senden uzakta, kimsesiz bir cehennem yalnızlığı sarmış bedenimi ve ruhumu. Bu durumuma, içimi hüzünle saran bu boşluğa, düştüğüm bu ruh halini görenlere komik bir intiba bırakıyorum. Bu serserivari duruş zannedilen halim ve tavırlarım hep kritize edilerek gülünç olduğumun kanısına varılıyor.

Oysa bu tavrı sergileyenler umurumda bile değiller. Beni kıranları anında kırıyorum. Kaprislileri, kendini beğenenleri, güneşin yeryüzünü ikindi vakitleri terk edişi gibi terk ederek gidiyorum kendi kırıntılarımı toplayarak! Acele ediyorum sadece sana gelmek için.

Çünkü geç kaldığım tek şey sen oldun yaşamın her alanında! Güneş balçıkla sıvanmasa da ben, ruhumu sıvıyorum haddini bilemezler hadlerini bildirerek! Tabii hüzün, heybemde ki tek rezervim, kaynağım hüzün oluyor ve geriye hüzün kalıyor. “İnsan anlaşamadığı ve anlanmadığı yerlerden gitmelidir.” diye her seferinde kendime karşı da dik duruyorum. Aynı yerdeyim, daha da büyüdüm acıların servetini servetime katarak. İkindi vakti gibiyim, deniz veya nehirler gibiyim, önce yakamoz renklerin acısıyla boyuyorum ruhumu Picasso’nun fırçasından sürülen renkler gibi, Heinrich Heine’nin dizelerinden damlayan harfler gibi, Selma Lagerlöf’ün çektiği acılı çocukluk ve gençliği gibi. Hep gibiyim! Kimseden kaçmıyorum, ama uzaklaşıyorum, sırtından insanlık elbisesini çıkararak egoistlik elbisesini giyenlere karşı da savaş vererek! Tınlıyorum, gece boyu cırıldayan cırcır böcekleri gibi … Aynı yerde duruyorum ve akan ırmağı seyrediyorum her zamanki aptallığın sersemliğiyle! Sabahladığımız yerdeyim! Yerler nemli, ben biçare bir haldeyim.

Söylediğin türkülerden aklımda kalanları kaba saba sesimle söylemeye çalışarak yalnızlığımı dağıtıp devirmeye uğraşıyorum. Yine sana şiirler ve nesirler yazmayı denerken. Ruhumun derinliklerinde dalgalanan kederler uçup gitmiyor yine de! Mırıldandığım türkülerinle acıları nehre bırakmayı denesem de nafile kalıyor benim samimi tavırlarım. Nem, ıslaklık, serinlik ve sızlayan romatizmalarımla yine de direniyorum bu havada nehirde sörf yapan sörfçülere bakarak, gelip geçen motorları seyrederek dağılmayan ruhsal ve kedersel yanlızlığımı yine de dağıtamıyorum. Dinen yağmurdan sonra gökkuşağı beliriyor uzaklarda birden. Nehir bu esnada mor ışıkların siluetiyle donanıyor, iç ısıtan, ama benim içimi buzlaştıran hava yine de değişmiyor. Sadece seni görüyorum o muhteşem güzelliğinle yine karşımda duruyorsun, akşamın sıcak meltemi dalgalandırıyor saçlarını. Gece düşlerimde geceleşirken hüzünle oturuyorum ıslak bankın üzerine. Otur diyorum sana da sırt çantamı minder olarak sunarken. Yine gülümsüyorsun “Bu kadar fedakârlık yeter.” diyorsun. Bir türkü, seni bende yeniden yaratıyor ve ben bu türküyle aydınlanan bir ikindiye tanıklık ediyorum. Dalgalar yavaş yavaş durgunlaşıyor, çünkü artık şilepler limanlara çekilmiş, tekneler, motorlar, kağnılar, yatlar yatmaya gitmişler. Onlar benim kadar sersem değiller galiba! Hüzünle kollarımı açarak ruhuna sarılıyorum, rüzgâr daha ılık esiyor akşam serinliğine rağmen, nehirden yosun kokuları geliyor burnuma, sen de yanı başımdasın farz ediyorum hüzünle, hüzünle sarılıyorum boynuna, seninle ölüyorum, gül kokuyor “Gül Yanakların”, saçların, başın. Ellerin merhamet, ruhun bereket! Yanakların bir şehir gibi apaydınlık Main Nehiri’ne düşüyor. Gül Yanakları’na bakınca evreni görüyorum. Yedi Kıta yanaklarında bana gülümsüyor. Kutsal yüreğini öpüyorum saçlarını okşarken. Hüzünleniyorum ve Cemal Süreya’dan birkaç cümle okuyorum kendi kendime:

“Ben, bütün hüzünleri denemişim kendimde

Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını

Bir bir denemişim bütün kelimeleri

Yeni sözler buldum seni görmeyeli!..“



Sevmenin en güzelini yaşadığım sen kutsal bir en tatlı yanı olan sıcaklığınla kalıyorsun yüreğimde. Bense senin türkülerinle avunmaya devam ediyorum. Bu akşam özel konuklarım var seninle tanışmaya gelen. Ay, yıldızlar, galaksiler, karşı yakadaki evler, şehirde ki bu ıssız adacık, balıkçılar yok bu nehirde, bu nehirle tanıştığım günden beri. Onlarla hiç karşılaşmadım, ileride sesler geliyor, ama bunlar yabancı birilerinin akşam telaşıyla ve yüksek sesle konuşmalarından kaynaklandığının hissi değil gerçeği olduğunu seziyor ve biliyorum. “Burada sabahlasam.” diyorum, “donsam ve ölsem.“ Ne iyi olur. Sessizce, kimse duymadan, kimseye yük olmadan. Sonra yorgun bir evsiz, park evinin kulübesine sırtını dayamış oturuyor sigarasını çekerek ve kirden görünmez olmuş sakallarını sıvazlarken, bana bakıyor ve bir Euro istiyor. Çekinmeden ve itiraz etmeden veriyorum. Teşekkür ediyor, sadece kertenkele gibi başımı sallıyorum. Yabancı olduğum için, Almanca bilmediğimi zannediyor ve bana geceyi geçirecek yerim yoksa, gar misyon evine giderek orada sıcak bir çorba içeceğimi söylüyor ve eliyle tarif ediyor. Yine bir kelime bile söylemeden başımla söylediği her şeyi onaylayarak yavaş yavaş ilerliyorum ve senin türkülerini söylüyorum içimden. Neşesizce, acıların acılarıyla kolkola yürürken!

“Sevgi“ diyorum bunun ismine ve cismine! Sevgi, sevmek, büyük duyguların hamuruyla yoğrulmaktır, ekmek tahtasında açılıp yufkalaşmaktır bir yürek gibi, saçta pişmektir acının kızarıklığıyla. Kendime çamurlu yere atasım ve şurada toprağa batasım geliyor solgun bir demet eskimiş çiçek gibi. Boynum bükük bekliyorum seni, içim parçalanıyor, susuyorum, o an da dökülüyor içimde ki karanfiller gözlerimden ve yine ağlıyorum. Çok şükür ki kimseler yok, ikindi de çoktan göz gözü görmez hale getirdi, bulutlar savrulmaya başladı ve yağmurun haberi serpiştiren damlalardan belli oldu. Yürüyesim gelmiyor eve doğru. Nereye yönelsem diye bir plan yapasımda yok. Kuvvetim yok yeni yollar yürümeye. Yorulduğumu hissediyor değil, gerçekten yorulduğumu biliyorum artık. Sahipsizim, kimsesizim, sen gittiğin günden beri. Nereye gitsem sadece sensizliğin acıları geliyor benimle. Yine de susuyorum, türküleri unutmuşum diyerek acıyla ve kederle sitem ediyorum hayıflanarak kendi kendime; “Sen ne aptal bir yaratıksın.“ diye!

Oysa türküler solmazlar çiçekler gibi, onlar asırlara direnirler aynen senin gibi. Bu dizelerde yaşayacaksın sen on bin yıl geçse de! Sahipsiz kalmaz türküler diyorum, içimde ki o adamla konuşurken. Ona seni anlatıyorum ve o evsiz adamın şimdi bu yağmurlu fırtına da geceyi nerede geçireceğini düşünerek biraz daha batıyor ruhumun derinliklerine acı veren hüzün. Gelgitler içinde yaşıyorum, gelip gitmeden! Sonra geri dönüyorum ve en az yirmi dakika karar yürüyerek üniversite kliniğine kadar geliyorum. Acil servise iniyorum, tuvalete giderek ellerimi yıkıyorum, otomattan bir kahve alıyorum, koronadan dolayı dolup taşan kalabalığa bir göz atarak oradan da uzaklaşıyorum hedefsizce. Yağmur yıkamış her tarafı, kentin sokakları sanki deterjanla yıkanmış gibi parlıyor uzaklardan. Sahile iniyorum, yağmurluğumu başıma çekerek yürüyorum. Yağmur çiseliyor, Nil kuğuları, nehir kıyılarında bir şeyler versinler diye gelip geçenlere, spor yapanlara kafalarıyla ve gagalarıyla selam vererek yiyecek bir şeyler istiyorlar. “Yanımda bir şey yok, üzgünüm“ diyorum çaresizce bir çifte. Gözüme bakıyorlar, bu samimi ve güzel canlılar. Onlara imreniyorum şu anda nedense! Belki bunlar, aşkı da, sevgiyi de biz insanlardan daha mı iyi yaşıyorlar diye saçmalıyorum içimden sessizce. Sonra dan ekliyorum: „hiçbir insan ve canlı nesne sevginin ve aşkın betimlemesini yapamaz.“ Nokta! Al başını ve düş düşler aleminin sokaklarına!

Sahilde yürürken ve bunları düşünürken içimde acı bir “ney“ sesi duyuyorum. Dalıp dalıp gidiyorum, ruhumu yaşamın çekilmez fırtınalarına teslim ederken. “Sadece dokunuyoruz“ hayata teğet geçerek ve yaşamadan bu evrenden göçerek. Ruhum bu sahilde ve akşamın şu saatinde dans ediyor kendisiyle acı bir şekilde. Ruhumun tüm fırtınalarını dindiriyor mızıka sesi. Karanlıkta kalan yanlarımın anılarıyla depereşiyorum mızıka çalan yüreğimle türkülerini söylerken. Öyküler yazıyorum senin adına, uzun yıllar arayarak bulup kavuştuğum senle dertleşirken ve birdenbire derin izler bırakarak apansız gidişine dair sevgimin hasretiyle … Hangi nağmeyi ya da ezgiyi tınlayacağımı bilmeden adım adım yaklaşıyorum nefesine! Sonra diyorum ki, kendi kendime „yeryüzünde sevdiğini ne kadar kaybetmiş insan varsa, onları bulmalıyım, dertleşmeliyim, söyleşiler yapmalıyım, fikir alışverişinde bulunarak, ortak fikirler üreten edebi bir topluluk kurarak büyük fikir doğuşlarının temelini atmalıyım, dernekler kurarak bu insanlarla bir araya gelmeliyim!“ Sonra susuyorum; kendimi tuhaf hissediyorum, mutfakta mırıldandığın türkülerin hikayelerini düşünüyorum ve abartısızca şu kanıya varıyorum: „İnsan olmak, insan gibi sevmek acı çekmekmiş“ diyorum. Kendimden uzaklaşıyorum. Gülümsüyorsun, bu duyguları içimde hissediyorum, bekliyorum seni izini süre süre sana gelerek.

Seni görüyorum, gözlerinde acı çeken duyguların hisleriyle konuşurken. Yağmur hızlaşıyor! Trenler yavaş yavaş gara giriyor. Pendemiden dolayı koltuklar bomboş. Acılı hisler trenlerin koltuklarına kadar yansımış. On dakika kadar yürüyerek gara geliyorum ve her zaman ki gibi peron 19’da seni bekliyorum. Kulağımı çınlatan türkülerinle. Seni sevdim ey yüce gönüllü insan diyerek oturuyorum bir banka!

Seni yıldızlara uğurlayışımın on dokuzuncu ayı, anına saygılar benim Gül Yanaklı Prensesim. Işıklar yoldaşın olsun.

  1. Hüseyin Arslan – 15.03.2021

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir