Halkımızı Stalin Mahvetti

Sayı 85- Ahıska Özel Sayısı (Ocak 2025)

Halkımızı Stalin Mahvetti[1]

Yazar: Kadim Mamedov

Çeviren: Hatice Sarvarova

Biz Gürcistan’ın Adigön ilçesinde, Zazola köyünde yaşıyorduk. Tahıl ekiyor, hayvancılıkla uğraşıyorduk. Köyde 150 hane vardı. Kolhozun (kolektif çiftliğin) başkanı Ahıska Türk’ü Muhaddin Milalov idi. Ben 1941 yılına kadar kolhozda çalıştım. Bir yıl çobanlık yaptım, daha sonra askere, cepheye alındım.

Dedemi hatırlamıyorum. Babamı hatırlıyorum. O, kolhozda 73 yaşına kadar çalıştı. Annem engelliydi, kolhozda çalışmıyordu, ev hanımıydı. Eşim de kolhozda çalışıyordu. Biz sadece tahıl ekmiyorduk, patates de ekiyorduk, pamuk dışında diğer sebze ve meyveleri de yetiştiriyorduk.

Zazola köyü çukur bir yerdeydi. Köyün güneyinde dağ ve orman vardı. Türkiye sınırına bir kilometre bile yoktu. Batıda ise tepeler bulunuyordu. Orada sınır karakolu kışlası bulunuyordu. Doğuda da dağlar vardı. Köy böyle güzel bir yerdeydi. Biz hep doğal kaynak suyunu içerdik. Sulanmayan arazimiz vardı. Zamanında yağmur yağardı ve mahsuller her zaman iyi olurdu. Nasıl güzel otlaklar vardı. Şimdi diyorlar ki toprak az. Nasıl az olabilir? Sabahın erken saatlerinden akşama kadar hayvanları sürmek mümkündü ve yine de vadinin sonuna ulaşamazdık: oradaki mesafeler o kadar büyüktü. Ben çobandım, kendi ayaklarımla toprağı ölçerdim.

 Köyümüzde faal olan gerçek bir cami vardı, güzeldi, tıpkı İstanbul’dakiler gibi. Gerçek bir projeye göre yapılmıştı. Kolhoz kurulduğunda camiyi depoya çevirmişler, oraya tahıl koymuşlardı. Bizleri sürdükten sonra caminin her bir taşını söküp başka bir yere taşımışlar. Evimin bir duvarı neredeyse cami ile bitişikti. 1937 yılında da Stalin’in emriyle diğerlerine göre biraz varlıklı olan tüm okumuş imamlar, malları elinden alınarak, götürülmüştü. Daha sonra birçoğu dua etmeye dahi korkuyordu. Böyle bir zamandı…

Bizim toplumun bir geleneği vardı. Her yıl haziran ayında, mayıstan hemen sonra hayvanları köyden 30 kilometre uzaklıkta, otlaklıkların, yaylaların ve ormanların olduğu yerlere sürerdik. Müzikler çalınırdı. Gençler eğlenirdi. Güreşçiler güreşirdi. O zamanları bazılarında on, bazılarında on beş, bazılarında yirmi baş hayvan, ayrıca ona yakın koyunları vardı. Çok çocuklu ailelerimiz vardı. Oralarda, yaylalarda insanlar dört-beş ay kalırdı. Yaylalarda kış için peynir ve yağ yaparlardı. Pehlivanların güçlerini gösterdikleri, mandalarla güreştikleri kız şenlikleri düzenlenirdi. Yaylalarda çobanlığı erkekler yapardı, kadınlar ise evde, köyde kalırdı. Kolhozda çalışmayan yaşlı kadınlar da yaylaya giderdi. Yaylada ahırlar vardı ve her gün üç kez inekler sağılırdı, sağılan süt ile kış için yağ ve peynir yapılırdı. Her aile kış için bir-iki inek ya da boğa ve dört koyun keserdi. Aile reisi ailesini geçindirirdi ve ayrıca kolhozda çalışırdı. Dinî bayramlar yıldan yıla aynı güne denk gelmezdi. Bir ay oruç tutulurdu, sonra bayram olurdu, 70 gün sonra da Kurban Bayramı kutlanırdı. Her yıl mutlaka iki kez bu bayramlar kutlanırdı. Diğer bayramlar ise genellikle düğünlerdi. Düğünlerimiz iki gün sürerdi, bütün köy eğlenirdi. Gece gündüz eğlenirdik. Şimdi böyle beceremiyorlar.

Kolhozda buğday, arpa ve mısır hasat edilirdi. Sonra boğalarla öğütülürdü. Kadınlar yünden kazak ve sıcak tutan çoraplar örerdi. O zamanları dükkânlarda kumaş satılmazdı. Ve biz kumaşı koyunun derisinden yapardık. Her türlü kumaş yapardık. Tahtalardan yaptığımız özel, geniş ancak yüksek olmayan sekilerde uyurduk. Genellikle duvara halı asılırdı, zemin de kaplanırdı. Bostanımız neredeyse bir hektar kadar vardı. On çeşit armut ağacı bulunurdu. Mesela; bal armudu, nenezir, ağırgaş, tavrıcıh, nene armudu, maçarla, arazhab armudu ve adını hatırlamadığım birkaç çeşit daha. Elma çeşitleri de çoktu: soba alması, karafil alması, Rusçada rozmarin olarak adlandırılan uzun elma. Çançur adında çok tatlı bir erik vardı. Özbekistan’da bu kadar tatlı erikler yoktur. Ormanlarda yabani fındıklar, bahçelerde ise ceviz yetişirdi. Ahıska’nın pazarında biz çok şey almazdık, sadece giysiden bir şeyler, evi aydınlatmak için gazyağı veya yağ. Genellikle kendi yaptıklarımız bize yetiyordu. Arılarımız da vardı; kimi 4-5 kovana, kimi 10-12 kovana, kimi daha fazla kovana sahipti. Her şey ailedeki kişi sayısına bağlıydı. Yastıklarımız, yorganlarımız koyun yününden yapılırdı. Odalar büyük ve genişti, herkes kendi evini kendi zevkine göre inşa ederdi. Evler birbirine çok yakındı, duvarın arkasında komşular olurdu. Şimdi ise köylerin hepsi birbirinin aynısı; tek tip yapılar, hepsi birbirine benzer; niye öyle bir şey yaptılar ki. Duvarlar o zaman taştan yapılıyordu, çatılar ise tahtadan. Tahtanın üstü de bolca toprakla kapatılırdı ki su geçirmesin. Duvarın arkasında komşunun evi bulunurdu. Şöyle ki duvara vurduğun zaman seni duyabilir ve yanına gelebilirlerdi. Evler bir merdiven gibi diziliydi, biri ötekinden biraz daha yukarısında olurdu. Buna rağmen evler gene düzenli dikilirdi.

Aslında biz çok neşeli bir millettik. Her cuma günü, bizim için bayram sayılırdı ve duayla başlardı. Milletimiz ne kadar da neşeliydi. Mesela, diğer köylerden insanlar bizim camiye gelirdi, namaz kılındığında sessiz olunurdu. Camiden çıktıktan sonra hep birlikte şakalaşır, güç yarışı yapar ve güreşirdik. Herkes çok mutluydu. Mandalarla çok eğlenceli oyunlar yapılırdı. Her yarışmacı evinde manda yetiştirirdi ve hiç kimseye göstermezdi. Sonra mandaları arazilere çıkarırdık. Bir mandayı 10-15 kişi tutardı. Diğerini de yine aynı şekilde. Ve onları güreştirirdik. Mandalardan biri kazanmaya başlayınca, zayıf olana zarar vermesin diye onu iple oradan uzaklaştırırdık. O zamanları çok neşeli yaşıyorduk. Şimdi ise bir gün Fergana’dır, diğer gün Taşkent’tir. Gözyaşı, kan, açlık, soğuk, evsizlik… Ve bazen bir zamanları çok güzel bir hayat yaşadığımıza, bir millet olduğumuza inanamazdık…

Ben neden 49 yaşımda vatansız kaldım? Faşistlere karşı savaştım. Elista şehri yakınlarında, Stavropol ve Krasnodar bölgesinde savaştım. Stavropol’ü düşmandan temizlemek için savaştım. Neydi benim suçum? Halkımızın suçu neydi? Önce halkı bir saat içinde öz topraklarından koparmışlar, şimdi de Fergana’dan kovmuşlar, bizi mülteci durumuna düşürmüşler; kan döktüğüm o bölgede ne ikamet izni ne de çalışma izni veriyorlar. Çocuklarım bana soruyor: “Bir insan vatan için kan döküp vatansız olabilir mi?” Biz savaştayken şu sözleri bağırarak düşmana karşılık verirdik: “İleri! Vatan için! Stalin için! Geriye dönüş yok, arkamızda Moskova var!” Kurşunların altına kendimi atarak ben de bağırırdım; birkaç kez yaralandım, askeri tıbbi taburda tedavi gördüm ve cepheye döndükten sonra yine “İleri! Vatan için! Stalin için!” bağıra bağıra düşmana karşı savaştım. Peki, beni ve çocuklarımı neden vatansız bıraktılar?

6 Ocak 1945’te Budapeşte’de omzumdan vuruldum. Düşmanın, zafer için stratejik öneme sahip olan bir yoldan ilerlemesini dokuz gün boyunca engelledikten sonra bizi savaş alanından geri çektiler. Beni o zaman tıbbi trene bindirerek Gürcistan’a gönderdiler. Yolculuk 18 gün sürmüştü. Trenden sorumlu olan bir kaptandı, kendisi Ahıska Türk’üydü. Ben ona bizi nereye götürdüklerini, gideceğimiz yerin vatana yakın olup olmadığını sordum. Benimle “Seni evine kadar götüreceğiz.” diye alay etti. Tiflis’te bizi yeniden gruplara ayırdılar, bacaklarını kaybedenler trenden indirildi, biz ise yola devam ettik. Yakında vatanıma kavuşacağım heyecanı ile bütün gece uyuyamadım. Trenin nerede duracağını tahmin etmeye çalışıyordum. Kutayis’e mi yoksa Borjom’a yakın yerde mi duracaktı? Borjom, benim topraklarıma çok yakındı. Sonunda Borjom’da durduk. Benim bulunduğum vagonu trenden çözdüler ve yaralıların yarısını “Lika” adında bir sanatoryuma yerleştirdiler. Ben ise 19 Şubat 1945’te Borjom’daki bir hastaneye yatırıldım. Oraya vardığımızda dayanamadım ve tren istasyonuna gittim. Bakındım, yerleri süpüren bir adam gördüm. Kendisine Ahıska’nın buradan uzak olup olmadığını ve Adıgön’e ne kadar kilometre olduğunu sordum. Adam çok yüksek sesle, hatta bağırarak neden bunu sorduğumu sordu. “Nasıl yani. Orası benim vatanım, evim, ailem, yakınlarım orada.” dedim. O da bana “Orada hiç kimseniz kalmadı, herkesi sürgün ettiler.” dedi.

Ben onun söylediklerine inanmadım. “Nasıl yok?” “Nasıl sürdüler?” Onun benimle alay ettiğini ve beni kandırdığını düşündüm. Moralim çok bozuldu, dönüp vagonuma gittim. Vagondakileri hastaneye henüz götürmemişler. Vagonda komşu köyü Aral’dan Gürcüler vardı. Onlar çok iyi Türkçe konuşuyordu. Onlara sormaya başladım. Onlar bana verecekleri cevap için kendilerine darılmamamı söyleyip olup biteni anlattılar. Hastaneye yatırıldım, ancak moralim o kadar bozulmuştu ki yaraların acısını unutmuştum âdeta. Hastanedeyken karakola, Devlet Güvenli Komitesine (KGB), İlçe Parti Komitesine mektuplar yazmaya başladım. Bir ay sonra nihayet bir cevap alabildim: “Akrabalarınızı Orta Asya’ya sürmüşler.” Mektubun nereden geldiği bile yazmıyordu. Öyle işte…

Beni iyileştirip Gori adındaki bir şehre gönderdiler. Orada 88. Alay vardı. Oradan beni tekrar askere gönderdiler. Siyasi eğitmen her gün bize büyük bir harita üzerinde birliklerimizin nasıl ilerlediklerini ve şehirleri Nazilerden nasıl kurtardıklarını gösteriyordu. Biz oraya 7 Mayıs’ta ancak vardık, sonra da 9 Mayıs 1945, Büyük Zafer Bayramı… Bizi yeniden Tiflis’e gönderdiler. Hastaneden ağır yaralı raporu olanlar ise başkomutanın emriyle evlerine gönderildi. Benim beş yaradan üçü ağırdı ve beni de terhis ettiler. Ben o zaman 25 yaşındaydım.

Ben kendi ilçeme, Adıgön’e geldim. Karakola geldim, orada da bana Taşkent’e gitmem için belge verdiler. Belgeye göre orada ben İçişleri Halk Komiserliğine (NKVD) gitmeliydim. Taşkent’e geldim, idare bölümüne gittim. Orada bana istediğim yerde, kolhozda veya fabrikada işe girmek için başvuruda bulunmamı söylediler ve bu arada ailemi öğrenip bulduklarında bana haber vereceklerine dair söz verdiler. Ben de onlara buraya iş için değil ailemi bulmak için geldiğimi söyledim. Anne ve babamı dört yıldır görmemiştim. Bana kısaca şöyle cevap verdiler: “Lafı dolandırmanın anlamı yok, Türkleri aramak zor bir iş; onları 12 bölgeye mısır gibi dağıtmışlar, git de bul bulabilirsen. O yüzden git, bir işe gir ve çalış, haber bekle, burada kavga çıkarma!”

Bir süre sonra gördüm ki benim gibi terhis edilenlerin sayısı az değildi; sokaklarda, pazarlarda ailelerini arayan yüzlerce Ahıska Türkü, Kırım Tatarı ve diğerleri vardı. Bir tanıdığım rast geldi. O bana ailemin Taşkent’e, Orta Çirçik ilçesinde, Stalin kolhozunda olduklarını söyledi. Ben bu habere çok sevindim ve hemen oraya gitmek için yola çıktım. Oraya ulaşmak için tramvayı da kullandım, kamyonun kasasında da gittim, yürüdüm de. Nihayet oraya vardım. Meğer babam daha 1945’te vefat etmiş, annem ise hasta yatıyordu. Annemin yattığı evde kapılar ve pencerelerin yarısı dahi yoktu. Çocuklarım da ninelerinin yanında hasta yatıyordu. Eşim üzerlerini bir bez parçayla örtmüştü, kendisi de ne giyinikti ne de çıplaktı. Pirinç tarlası biçildikten sonra üç torba başak toplamıştı. Evde başka yiyebileceğimiz hiçbir şey yoktu. Kolhoz hiçbir şey vermiyordu, o kadar fakirdi. Sadece bir kez mısır unu vermişlerdi. Orda yaşamaya başladık. Kulük şehrindeki pazar 12 kilometre uzaklıktaydı ve biz omuzlarımızda kamış taşıyarak onları oraya satmaya götürüyorduk. Kazandığımız para ile 5-6 ruble karşılığında bir kilogram mısır alıyorduk. Yine kamışları taşıyıp satardık ve mısır unu alırdık. Kamışları da geceleri keser ve geceleri götürürdük. Çünkü gündüzleri kolhozdaki işleri yapmalıydık. Böylece aileyi geçindiriyorduk. Biz o zamanları sıkıyönetim altındaydık; keyfi olarak işe gitmemezlik yapamazdık. Geceden geceye çalışıyorduk, kimsede saat yoktu, o yüzden ışığa göre zamanı tahmin ediyorduk. Gün açmaya başladı mı işe gitmemiz gerektiğini anlıyorduk. Eğer çalışanlardan biri gündüz yapması gereken işi yetiştiremeseydi gece mesaisine kalmak zorundaydı. O yüzden biz kamış işine de yetişebilmek için bütün işleri çabucak bitirmeye çalışırdık. İşten sonra kamışların büyüdüğü yere hızla kamış toplamaya gidiyorduk, orada onu satmaya hazır hale getirip güneş doğmadan pazara yetişmeye çalışıyorduk. Orada kamışları hızlı satmamız gerekiyordu ki işe geç kalmayalım. Ben kolhozda çalışmaya başladığımda bir gün için bana bir kilogram tahıl, ya da sezonuna göre arpa, mısır, bezelye veriyorlardı. Ona da çok sevinirdik. Bir odada dört aile yaşıyordu: iki öz ablam, annem, eşim ve iki çocuğum, bir de kendi eşleri ve çocukları ile komşularımız.

Aileden sadece ben kolhozda çalışıyordum, eşim omuzlarına düşen zorluklardan artık çalışamıyordu, evdeki işler bile ona zor gelirdi, annem ve çocuklara bakmak bile. Kolhozda işler zordu, genellikle el işiydi. Tarlada çalışıyordum, oralarda arkları ve su kanallarını temizliyordum. Öğleyin eve gitmenin bir anlamı yoktu: bensiz bile yemeye bir şeyleri yoktu. O yüzden günlük normları yerine getirmek için öğle yemeği yemeden çalışmam gerektiği kadar çalışıyordum. Aç insan hemen yorulur, aç insan kötü işçidir. Hayatta kalabilmek için elimden geleni yapıyordum. Ölmedik, sağ kaldık. 1950-1960’lı yıllarda bir evimiz oldu. Bu ev, hiçbir işten kaçmadığım için oldu. İki sezon, kışın, neredeyse ayakkabısız traktörde çalıştım. Sonra beni pamuk tarlasına grup başkanı olarak gönderdiler. Gece gündüz çalışıyordum ve tarla çiftçiliğin ne olduğunu öğrendim. Benim vatanımın havası başkaydı, doğası başkaydı, orada her şey huzur ve mutluluk verirdi, burada öyle değil, çalışmak da zoraki idi. 1952 yılında ben pamuk tarlasının ustabaşısı oldum. 12 kental veren tarlanın verimini 24 kentale çıkardım. İki grup çalışan için sadece bir traktör vardı. Sıra ile çalışıyorduk; bizden traktörü aldıklarında bizim tarlamız kuruyordu, traktör ile biz çalıştığımızda onların pamuk tarlası kuruyordu. İşler bazen kavgaya kadar gidiyordu. Zor zamanlardı. Tabi zamanla her şeyi düzeltebildik ama ne kadar gözyaşı ve ter akıttık. Eğer askere gittiğim günden bu yana saymaya başlarsak neredeyse 49 yıldır vatanımdan uzaklarda yaşıyorum. Etrafımızdaki her şey değişiyor ama biz Türkler için her şey yine aynı kalıyor ve hatta gittikçe zorlaşıyor.

Şubat 1990

[1] Bu yazının alındığı kaynak: Svetlana Aliyeva (1993). “Pogubil naş narod Stalin”, Meshetinskiye Turki, Tak eto bılo. Natsional’nıye repressii v SSSR 1919-1952 godı, Repressirovannıye narodı segodnya, Tom III, Moskva “İnsan”, s. 175-179.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir