Gezi Olaylarının Ardından Bir Bakış

Sayı 43- Temmuz 2014

Farklı biçimli gösteri ve protesto, demokrasilerde yasal bir haktır. 12 Eylül 1980 öncesinde insanlar sokak protestolarına çok çıkardı. Öyle 300-500 kişi filan değil, on binler, yüz binler olurdu. Yönetim bundan memnun olmasa da, pek şikâyetçi görünmüyordu. Başbakan Süleymen Demirel, “yürümekle yollar aşınmaz, bırakın yürüsünler” demişti. Bu yürüyüşçülerin Türkiye’nin daha iyi olması için fikirleri vardı, ideolojik kitap okurdular. Özellikle solcuların polisle başı daha çok derde girerdi. Nato üyesi bir ülkede Nato karşıtı olmak kolay değildir. Demirel hoş görse de, devletin bazı katmanları meğer toplumun bu kadar politik meselelerle ilgilenmesinden, ülkeye sahip çıkmasından ve gidişattan hoşlanmıyormuş. Kenan Evren’den öğrendik. 12 Eylül yönetiminin suç olarak görüp toplumun beynine iyice kazıdığı birkaç şey oldu:

1- Siyasetle ilgilenme! Hele ki çocukların (gençler) hiç ilgilenmesin.

2- Yürüyüş filan yapma, yapan anarşisttir (şimdi terörist diyoruz).

3- Kitap okuma, mutlaka vatana millete ve “kutsal iktidara” zararlı bir şeyler yazılıdır. Bir mesele varsa kutsal yönetici çözer.

4- Polis kutsal iktidarın yanında ve emrindedir, sen de onunla ol ve onu koru.

Kenan Evren zalimi o kadar zulüm yaparak öğretti ki bunu! 33 yıl sonra bile unutmamışız. Öyle ki demokrasi zihniyetimizi değiştirmiş, devlet milletin malı olmaktan çıkmış, milleti devletin emrine veren bir anlayış yerleştirilmiş. Bazen devletten hakkını yasal yollardan arayanlara bile toplumun bir kısmı karşı çıkıyor!

Beklenmeyen bir hareketti. Örgütsüz ve lidersizdi. Gezi Parkında kitap okuma eylemi ile başladı. Bir aydan fazla sürdü. Hükümet çok sert davrandı, polis çok şiddetliydi. Türkiye’nin iki yıllık kimyasal gaz bombası stoku tükendi; insanların üzerine binlerce ton biber gazı atılmıştı. 8 kişi öldürüldü, 14 kişinin gözü çıkarıldı, sekiz binin üzerinde insan hastaneye başvuracak kadar yaralandı. Buna rağmen Türkiye’nin bütün illerinde sürdü. Hükümet, milletin muhalefeti oluşturan kesimiyle empati kuramadı, böyle bir çabası da gözlenmedi…

Gezi olaylarından söz ediyorum. Bu büyük olayı sadece “dış mihrak” üzerinden açıklamak konuyu saptırmak istemektir. Siyaseten anlaşılabilir ama bilimsel gerçeği değiştirmez. Kaldı ki büyük bir sosyal-siyasal gerilimin olduğu yere “dış mihrak” ilgi gösterebilir ama böylesine büyük bir infiali ortaya çıkarmayı başaramaz. Zalimliğe varan polisiye tedbirlere rağmen toplumun direnişe geçmesinin sebebi neydi?

* * *

Ortadoğu’da pis işler olacağını gösteren gelişmeler ortaya çıkmıştı. Malatya’ya patriot füzesavar sistemi kuruluyordu. Televizyonda haberlerde izledim; yolda değil, bir parkta 7-8 liseli kız “Yaşasın Bağımsız Türkiye”, “Füzelere Hayır” diye slogan atıyorlardı. Galiba Kocaeli’ndeydi. Polis bu kız çocuklarına önce “daalın” dedi, sonra gaz sıktı ve yaka paça, entari sıyırtarak, tekmeleyerek, saçlarından sürükleyerek minibüse soktu. Fazla değil, 7-8 liseli kız! Kameralar önünde bu sertliği yapanların minibüste ve karakolda neler yapmış olacağını düşünmek bile istemiyorum. Siz hatırlıyor musunuz bilmiyorum ama ben o gece üzüntümden uyuyamadım. Vicdanım beni rahat bırakmadı. Çünkü benim de o konuda o kızlar gibi kaygılarım vardı ve polisin o zalimane davranışına ben maruz kalmışım gibi hissettim. Benzer düşünmediğim kişilere yapılan zulme de üzüldüm. Buna benzer o kadar çok olay oldu ki, yıllardır…

Öğrenim harcının kaldırılmasını, parasız eğitimi isteyen, randevu alamadığı için bunu bir kâğıda yazıp üniversiteye gelen bakanlara gösteren gençler, örgüt üyesi olmakla, yani terörist olmakla (!) suçlandı ve 10 yılla yargılandılar, ceza aldılar, sonradan öğrenim harcı kaldırıldığı halde yatıyorlar.

“Darbe yapacaklar” diye yüzlerce subay iftirayla, kumpasla tutuklandı. Başından belliydi. Ülke yıllardır terörle uğraşırken, o terörle mücadele edenlerin hapse tıkılmasını bu ülkenin yurttaşları ilgisizce mi seyredecekti? Ortadoğu cehennem gibi iken yüzlerce subayı tutuklayıp orduya asimetrik psikolojik savaş yöntemleri uygulanacak da millet bunu tuhaf bulup, karşı çıkmayacak mı? Görünürde karşı çıkmadı ama içine attı. Silivri’de sadece üç beş ulusalcı, üç-beş general, seçilmiş milletvekilleri, iki siyasi parti genel başkanı yoktu! Yurttaşların büyük kesimi bu hareketin kendisine yönelik olduğunu düşündü. Yüreği tutuklandı. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, onca beceriksizliklerine rağmen yalnız değildi, seçmenleri vardı. Onlara söylenen, sözler, suçlamalar, iftiralar, hukuksuzluklar, gazete manşetlerindeki küfür ve aşağılamalar, onlar gibi düşünen, onlara sempati duyan milyonlarca insanın beynine her gün yumruk gibi iniyordu.

Gençler arasında işsizlik oranı çok yüksek. İş bulamayanlar, devletin değil, Akp il başkanının ya da “Cemaat”in kapısını çalıyordu. Herkes de yapamıyor! Sınav kazanıyor ama mülâkattan eleniyorlardı. Duyulmadı, duyurulmadı. Ösym’nin yaptığı sınavlar, polis ve öğretmenlik sınav soruları “birilerinin” ellerinde yakalandı, hesap sorulmadı, hırsızlık-haksızlık yapanların yanına kaldı. İnsanlar içine attı. Eğer Akp’li veya adeta koalisyon ortağı gibi hareket eden “cemaat”ten değilseniz, birkaç memurun üstünde şef, bir kasabanın kenar mahallesindeki okula müdür bile olunamıyor! Devlet, tüm yurttaşların devleti olmaktan çıkıp parti devleti haline geldiği konuşuluyordu. Partili değilseniz yasal ve sosyal haklarınız çiğnenir oluyordu. İnsanlar özel sektörde bile iş bulamaz oldular, siyasi görüşleri, mezhepleri, hangi bölgeden oldukları sorulur oldu. Kamu ihalelerini hep yandaş işadamları alır oldu. İhale yasası onlarca kez, duruma göre değiştirildi, bunlar basına yansıdı. Herkes dizi seyretmiyor ya da ninni söyleyen kanalları izlemiyordu! İnsanlar içine attı…

Hepsini yazmakla bitmeyecek, özetleyelim: Neredeyse bütün medya hükümete bağlanmış, gazeteciler parti memuru haline gelmiş, gazeteci gibi davranan gazeteciler işinden edilmiş, milletin seçtiği milletvekilleri hapse tıkılmış ve özellikle yetkilendirilmiş, yargıçları siyaseten özellikle belirlenmiş mahkemelerde düzmece olduğu başından belli belgelerle yargılatılmış, devletin bütün kurumlarına kendi parti mensuplarını ya da yandaşlarını yerleştirilmiş, belediye yol yapımlarına dahi karışmaktan çekinmeyecek denli her türlü işe karışan, kendisinden hoşlanmayanlara düşman hukuku uygulayarak kimyasal gazla, olmadı kafasını gözünü yararak öldürülmesini teşvik etmiş, Pkk dışında hiçbir kurumla uzlaşmaya yanaşmayan, muhalefetin taleplerini ciddiye almak bir yana dalga geçilmiş, medyadan muhalefetin halka ulaşması engellenmiş, üniversiteler hükümetin arka bahçesi haline getirilmiş, mezhepçilik yapılmış, kendisinden olmayanlara kin ve nefretle konuşmaktan çekinilmemiş, Irak ve Suriye’de milyonlarca Müslüman’ın öldürülmesine örtülü-açık destek verilmiş, Suriye’de terör örgütleri desteklenmiş… “diktatörsem seçimde indirin” diyen bir yönetim. İyi de, bu koşullarda indirebilmek ne mümkün? Sandık gerçek seçenekler sunamamakta, iktidara uygun bir seçim yasası ile seçimler yapılmakta ve demokrasi kültürünün olmadığı, adaletle değil, polis ve kanunla yönetilen bir ülke ortaya çıkarılmıştır.

Bunlar evlerde ve kahvehanelerde konuşulmakla kalmadı; muhalefet partileri ve sendikalar dile getirdi. Sokakta az sayıdaki insan tarafından yüksek sesle de dile getirildi. Bu gerçekler laf dalaşına meze edilip kapatıldı. Duymaz olundu. Medya haber yapmaz oldu. Çeşitli şaibeli operasyonlarla medya el değiştirdi, susturuldu. (Bunlar yakın zamanlarda, 17 Aralık 2013’ten sonra telefon tapeleri olarak gazetelere yansıdı.)

Şehirlerde buldukları her boşluğa AVM yapmaya kalkıştılar. İnsanların ayakları toprağa basamaz oldu. Hidroelektrik santralleriyle dereleri kuruttular. Şehirlerde yeşil alan, canlı bir ağaç görünemez hale geldi.

Yasadışı telefon dinlemeleri ayyuka çıktı. İnsanların özel hayatına müdahale edilmeye, kışkırtıcı laflar edilmeye başlandı. İnternet kısıtlamaları, kürtaj meselesi, içki düzenlemeleri ve bu ülkeyi kuran insanları, Atatürk ve İnönü’yü ima ederek “ayyaş” gibi nitelemelerde bulunuldu. İnsanlar sustu, “aman İslamcılar demokratlığımızdan şüpheye düşmesin, onlar da demokratik sürece katılsın” diyerek, içine atanlar da oldu, pervasızlığa öfkelenenler de.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Cumhuriyet Bayramı âdeta yasaklandı. Yurttaşlar başkent Ankara’da millî bayramlarını gaz, cop ve tazyikli su şiddetini göze alarak, polis barikatlarını yıka yıka kutlamak zorunda kaldı. İnsanlar içine attı, içleri yeterince dolmuşken! Ama sokaktakiler “darbe yapacak olan ulusalcılardır, Ergenekonculardır, bağırsaklarımızı temizliyoruz, onun gürültüsüdür” diye bir süre daha ikna edildiler ama artık ikna olmayanlar da artmaya başlamıştı. Terörün bitirildiği bir durumda devraldıkları ülkede yeniden yüzlerce şehit verildi. Terörün en güçlü olduğu döneme girilirken masaya oturulduğunu şehit aileleri de gördü, duydu. “Terör örgütüyle masaya oturan şerefsizdir” dedikten sonra Oslo’da görüştükleri ortaya çıktı, İmralı süreci başladı. Bir de ikna görevlisi “akil adamlar” gönderildi toplumun üstüne. İnsanlarda birikti, kabardı. Yine de sustular.

Yıllardır kapalı tutulan Atatürk Kültür Merkezini insanların karşı çıkmasına rağmen bir gece ansızın gizlice yıktılar… Sonunda, Gezi Parkında kalan birkaç ağacı, AVM ve kışla yapmak için kesmeye karar verdiler. İnsanlar gizlice kesilmesin diye ağaçları nöbetle beklemeye başladılar. Siyasi bir tarafı yoktu. Gençler ağaç bekleme nöbetini kitap okuyarak gösterdiler. “Gâvura vurur gibi” gençlere saldırdılar. İnsanlar artık şunu dediler: Bunlar da mı solcu, bunlar da mı marjinal, bunlar da mı terörist, bunlar da mı darbeci! Yeter gayri, dediler. Dolan bardak taştı…

Celali, Babai ve Suhte ayaklanmalarını bir yana bırakırsak, tarihimizde şimdiye kadar en etkili, en uzun süreli, en kapsamlı, en haklı ve en saygın direnişi gösterdiler. Büyük bir sosyal patlama oldu. Hem de hiç beklenmeyen kişiler başlattı; depolitize gençlik!. Oranları farklı olabilir ama her kesimden, her görüşten insan oradaydı.

***

Beklenmeyen bir hareketti. Masum bir kitap okuma eylemiyle başladı. Yıllardır halkta biriken öfke birden patladı. 1 Mayısları, milli bayramları ya da herhangi bir gösteriyi cehenneme çeviren ve yukarıda yazılı halleri gerçekleştiren hükümete karşı bir harekete dönüştü. İçişleri Bakanlığı, olaylar daha bitmeden, 23 Haziran’da, yaptığı açıklamaya göre Bayburt ve Bingöl hariç 79 ilde düzenlenen eylemlere toplam 2.5 milyon kişi katılmış, bundan daha fazla kişi de sosyal ağlar aracılığıyla görüşlerini aktarmışlardır. Olaylar sonucunda 8 sivil ve 2 güvenlik görevlisi; Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, Burak Can Karamanoğlu, Mehmet İstif, Elif Çermik hayatını kaybetmiş, 8163 kişi yaralanmıştır. Dünya bu coğrafyada onurlu ve çağdaş bir milletin yaşadığını görmüş; dünya insanlarının sempatisini toplamıştır. Birçok ülkede destek gösterileri yapıldı ve benzer ülkelerde de sosyal patlamaları tetikledi.

Egemenliğin asıl sahibi olan halk, egemenliğin kimde olduğunu politikacılara hatırlattı, başarabileceğini gördü, özgüveni gelişti. Milletin sadece hükümete oy verenler olmadığını gösterdi. Görüp göremeyeceğini zaman gösterecek ama bundan sonrası farklı olacak, denildi.

Bir aydan fazla süren olaylar sırasında göstericiler zekice, yaratıcı ve matrak eylemleriyle farklı bir sivil itaatsizlik veya direniş örneği gösterdi. Afiş ve pankartlar hala ilgi çekiyor. Birçok şarkı ve marş bestelendi. Başbakan ve partisi demokrasi konusunda iyi bir sınav vermedi. Anlamaya çalışmak yerine polisiye yöntemlerle ezmeyi tercih etti. Seçmen, partinin aslında tek adamdan oluştuğunu, parti ve seçmenin dikkate alınmadığını gördü. Parti başkanının, sertlik emri üzerine öldürülen, gözü çıkarılan, yaralanan ve gözaltına alınan binlerce kişi oldu.

Akp seçmeni genellikle iyi bir izlenim bıraktı. Bir kısmı göstericilere destek verdi ve gösterilere katıldı. Başbakanın “yüzde elliyi evde zor tutuyorum” gibi bir kışkırtmasına uymadı. Bu amaçla düzenlenen parti mitinglerine komşu illerden taşımaya rağmen seçmenleri beklenen ilgiyi göstermedi. “Önce vatan, sonra parti” dediler. Öte yandan seçmenin gözünde rejimin ve liderin büyüsü bozuldu.

Medya, birkaç bağımsız gazete ve tv dışında, kaybetti. Sansür ötesinde otosansürle de malûl olduğunu gösterdiler. Basın ahlakı ve namusu konusunda pek bir fukara olduklarını gösterdiler. Halkın kendi medyasını kurma sorunu otaya çıktı. Kurtuluş savaşında Kuvayı milliyecilerin Anadolu Ajansını kurduğu gibi. Hükümetin besleme medyasına itibar da gösterilmedi zaten. Kısmen özgür olan facebook ve twitter gibi kanallardan, önemli kısmı kirli bilgi olsa da, haberdar olundu.

Polis teşkilatı kaybedenler arasındaydı. 12 Eylülde o kadar işkence yapmışlardı ki sonrasında insan içine çıkacak yüzleri kalmamıştı. Dizi filmlerle sempati yaratmaya çalışıyor. O derecede olur mu şimdi bilinmez ama gösterileri destekleyen-desteklemeyen çok kişi, o şiddet ve celal sahnelerini tasvip etmedi! Kuşkusuz onlar emir kuluydu, emir çok yukarılardan geliyordu ama bazı memurların vur bile demeden öldürmeye çalıştıkları, öldürdükleri de görüldü. 250 gramlık gaz kapsüllerini insanların kafasını, gözünü nişan alarak attıklarını izlendi. Kafa patlatıp göz çıkardılar! Böyle bir emir verildi mi şimdilik bilinmiyor ama kanunsuz emri dinlememek gibi hakları da vardı. Sanırım polis, ünlü nitelemeyle, “içindeki marjinal unsurların” sorun yarattığını daha bir hissettirdi.

Bilişim kuşağı gençlerini varlıklarını gösterdiler. Eli klavyeli apolitik gençliğin aslında haklarını aramayı bildikleri ve siyasetle de ilgilendiği anlaşıldı. Eski çağlarda kalan tarım toplumunun kalıntı değerlerini önceki kötü yönetimlerin sayesinde iktidara taşıyanlara itirazını ve zamanlarının geçmiş olduğunu gayet barışçı bir dille anlatmasını bildi, gücünü ortaya koydu ve geleneksel-modern çatışmasının ötesinde olduğunu anlattılar.

Sonuç alıcı halk hareketleri için ilkbahar ve yaz ayları uygun değildir. Bildiğim kadarıyla tarihte de örneği yoktur. Yılın yorgunluğu ve sıcaklar insanları gevşetir. Bence anlayana bu bir aylık tarihi mücadelenin mesajı çok net biçimde verilmiştir. Artık mücadele sürecekse, bu sokakta değil, basında, mahkeme kapılarında olmalıdır. Vatandaşın anayasal gösteri hakkını kim elinden aldı? Halkın kamuya ait alanlara çıkmasını engelleyecek kadar yasa tanımaz, kendini anayasanın üstünde sayan güç kimdir, bu yasadışı gücü ve cesareti kimden almaktadır, ortaya konulmalıdır.

Belki de bundan sonra daha demokratik bir toplum için mücadele etmek gerekecek. Akp seçmenlerinin önemli bir kısmı tek lidere özellikle millî bayramları tavsatması ve akil adamlar ve niyetleri gibi davranışlarından şüphe duymaya başladı. Chp ve Mhp, yıllardır eleştirmesine, öneriler sunmasına rağmen muhalefetin sesini hükümete duyuramadı, anlatamadı, örgütleyemedi. Gösterilere açık desteğine rağmen iktidar seçeneği olarak güven veremediler. BDP birkaç milletvekilinin desteğine rağmen açtıkları posterlerle kavimci görüşte ısrar ettiğini gösterdi ve göstericilerin işini zora sokan tavırla rejime destek vermiş oldular. Çarşı’nın entelektüelleri ve Türkiye Gençlik Birliği öndeydi. Ciddi çalışmaları olan Bağımsız Türkiye Partisi manen destekledi, ama medyada yer alamadı, rejimin halka göstermediği diğer partiler gibi.

Politikacıların çok ama devlet adamlarının az olduğunu üzülerek gördük.

Öğretici, ders çıkarılası, acılı ama yararlı bir demokrasi deneyimiydi.

Bir aydan fazla süren Gezi olaylarının birçok sonucu oldu. İlki, baskıcı yönetimin yarattığı korku perdesi yırtıldı. İnsanlar rahat bir nefes aldı, görece özgürleşti. Asıl etkisi hükümet üzerinde görüldü. Yerel seçimlerde birinci parti olarak çıkmasına rağmen iki buçuk milyon civarında oy kaybetti. Örtülü koalisyon ortağı olan cemaat ile yolları ayrıldı. Hükümet, Ergenekon ve Balyoz gibi ordu üzerine yapılan mahkeme ve medya operasyonlarının ve Kemalist aydınlara yöneltilen baskının cemaat tarafından düzenlenen bir kumpas olduğunu açıkladı. Özel yetkili mahkemeler ve verdikleri kararlar Anayasa Mahkemesince bozuldu ve tutuklu bulunan yüzlerce subay, aydın, gazeteci ve milletvekili Gezi olaylarından sonra, bir yıl içinde serbest bırakıldı. Cemaat ve Erdoğan birbirlerine karşı operasyonlar düzenledi, ilişkileri çok gerginleşti.

 

Devrimci İslamcılar

Gezi’nin önemli olaylarından biri de Antikapitalist Devrimci İslamcıların sahneye çıkmasıdır. Geleneksel İslamcılar şimdiye kadar ülkede suya sabuna dokunmamış, kendi sorunlarından başını kaldırıp başkasının sorunlarına bakmamış, kendilerini norm, ötekileri ise kendilerine uyması gereken sefiller olarak görmüştür. Genel olarak, öteki kesimlere göre, tatlı tatlı yaşamışlardır. Kendilerine aşılanan kapitalizmden yana olmak yüzünden aslında “sorumlu Müslüman” olamamışlardır. “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” hadisine rağmen tıksırıncaya kadar yemiş ama komşusunu görmemiş, hiç görmemek için mahalleden kendisi gibi olanların ikamet ettiği zengin sitelerine taşınmıştır. Kapısını da kale kapısı gibi çelikten yapmıştır. İşsizlikle, sömürüyle, soygunla, talanla, emperyalizmin kuklası olunmuşlukla ilgilenmemiş, fırsat buldukça helal-haram demeden o da çöplenmiştir. Kendi ayağına küçük bir diken batınca kıyamet koparmış ama 12 Eylüllerde işkence ve zulüm altında inleyen solcu-devrimci ve ülkücü çocuklara hatta İslamcılara sırtını dönmüş, bunlara 12 Eylül hükümetinde başbakan yardımcısı ve varisi olan Özalları baş tacı etmeye sıkılmamıştır. Evren’in arkasında durmaktan utanmamıştır çünkü hem kendisi de milletin malını yemiş hem de “gelene ağam, gidene paşam” sorumsuzluğunda yaşamıştır. Kula kulluk etmişlerdir. Emeğinin, alın terinin karşılığını almak isteyen emekçilerin karşısına dikilmiş, dile getirmeden tam da Müslümanca davrananları, camide sık görmedikleri için “kâfir” bellemişlerdir. Sadece şekilci bir ibadeti Müslüman olmak için yeterli saymışlardır. Geleneksel İslamcı okumuşları Allah’a havale ediyorum. Yurdumun gariban Müslüman’ına sözüm yoktur.

Ama ilk defa etnik kökenine bakmadan, dinine, mezhebine bakmadan Müslüman’ca bir perspektifle hak, hukuk, sömürü, adalet, özgürlük diyen, kendileri için değil, yurttaşlarımız ve ülkemiz için bir şeyler söyleyen “dindar” Müslüman bir kitle ortaya çıktı. Üstelik Gezi’de yıllarca komünist diye dışlanan kitlenin arasındaydı. Bazı komünistlerin onları aralarında görmekten duygulandıkları gazetelere yansıdı.

Kimse kusura bakmasın, nihayet dindar Müslümanları görüyorum. Nihayet boğazının derdinin dışında derdi olan Müslüman aydın görüyorum. Nihayet insanın saçı ve bedenine değil, ruhuna seslenen adalet isteyen Müslüman sesi duyuyorum. Nihayet saygı duyabileceğim aydın bir Müslüman düşünce hareketi görüyorum.

 “Allah, Ekmek, Özgürlük” sesleri her yerden duyuldu.

Sağ olasınız İhsan Eliaçık ve arkadaşları. Dilerim düzen her namuslu fikir hareketine yaptığı gibi, sizi de boğmaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir