Köyümüz Aşağı Irmaklar, on üç çevre köyün merkezi konumundadır. Bucak yönetimi kaldırılıncaya dek yıllarca bucak müdürü ve karakol komutanı ile bucak işlevini sürdürmüştür. Artvin ilinin Ardanuç ilçesine bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beş yıl sonra, okul gelmiş, bizim köye. On üç çevre köyün çocukları, kendi okulları açılana dek, bizim köyün okulundan yararlanmışlar.
27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında eğitim seferberliği başlatıldığında, öğretmen yedek subay ve okulun başöğretmeni olarak burada görev yaparken köydeki okuma yazma bilmeyenleri araştırdığımda, bula bula, altı kişi bulabilmiştim. Geriye kalan nüfusun tümü okur yazardı. Daha ileri düzeyde okuyup doktor, kaymakam olanlar bile vardı, köyde. Öğretmen olanların sayısı ise yıldan yıla artıyordu.
Ülkemizde 1940 yılında kurulan 20 köy enstitüsünden biri de çevresindeki üç ilin yetenekli köylü çocuklarını köye öğretmen yetiştirmek üzere Cılavuz Köy Enstitüsü adıyla Kars’ta açılmıştı. Yetenekli köylü çocuklar ve bu satırların yazarı da okuma olanağını bu okulda elde edebilmişti. Enstitüler kapanmasaydı, yalnız bizim bölgenin değil; Türkiye’nin her köşesindeki yetenekli köylü çocuklar, akıllarını, yüreklerini ve ellerini birlikte işe koşarak bu okullarda okuyacak ve Atatürk devrim ve ilkelerinin aydınlığını köylerimize taşıyacaklardı. Böylece, bu okulların kurucusu Tonguç’un, “köylerimizi kendi dinamikleri ile içten canlandırma” ülküsü gerçekleşmiş olacaktı.
***
İnsan, duygu, düşünce ve davranışlarının temellerini, özellikle okulöncesi dönemde ailesinin uyguladığı etnik eğitim ile atıyor. Etnik kültür değerleri, bu yolla kişiliğin ilk ve temel belirleyicileri oluyor.
Dr. Çınar’ın Eğitişim Dergisinde yayımladığı Etnopedagoji-5 başlıklı yazısındaki deyişiyle çocuğun okulöncesi çağında aile içindeki yaşamı ve evi, onun için “adeta ikinci bir anne rahmi” gibidir. Bu evin perdeleri sürekli kapalıdır. Kapısı da yalnızca yakın akrabalara açılır. Onlar dışında, ancak sınırlı sayıda insan girip çıkabilir bu eve. Burada, o ailenin yüzlerce, belki de binlerce yıllık geçmişinden süzülüp gelen arı, duru “ata-baba” duygu, düşünce ve davranış biçimleri yaşanır. Bu evde yetişen çocukların da bunları içselleştirmesi için özel bir çaba gösterilir. [1]
Yazıya dökülmüş amaçları ve bir programı yoktur, ailede uygulanan eğitimin. Böyle olmakla birlikte, bu eğitimde çocukların yaşlarını ve kendilerine özgü gelişim özelliklerini göz önünde tutan bir yaklaşım söz konusudur. Hemen her zaman uyanık olan ve duruma göre tutum takınan yetişkinler, çocukları, küçük yaştan başlayarak, tıpkı köy enstitülerinde olduğu gibi, “öğrenirken üretme, üretirken öğrenme” ilkesine göre yetiştiriyorlar. Hangi yaşta, hangi çocuğun gücü nelere yetiyorsa, çocuk onları yapmaya yönlendiriliyor ve o işi başarması için kendisine destek olunuyor. Önemli ve değerli özellikleri nedeniyle bu “yaşam içinde yaşam için eğitim” biçimi, enine boyuna incelenip araştırılmalıdır. Bu araştırmalardan elde edilecek geçerli bulgular, çağımızın çağdaşı eğitime renk ve anlam katması için okul eğitimiyle bütünleştirilmelidir. Tarihteki adı Atabek Yurdu olan Ahıska merkezli bölgede uygulana gelen aile eğitimi, çağdaş eğitime önemli değerler katacak nitelikleri içermektedir.
***
Aile büyüklerinin, evde çocuklara kazandırmak istediği duygu ve düşüncelerin aktarımı ile çocukların bu duygu ve düşünceleri davranışa dönüştürmelerinde anadili, temel etken işlevini görmekle birlikte, burada duygu ve davranışlar, daha çok yaşantı olarak gösteriliyor; düşüncelerin anlatımında ise, dil ağırlık kazanıyor. Tüm kültürel değerlerin, dolayısıyla etnik eğitim değerlerinin anlaşılmasında, içselleştirilip davranışa dönüştürülmesinde etkili temel araç, anadilidir. O nedenle sözcük, deyim ve ata-baba sözlerinden içselleştirebildiklerimize yüklediğimiz duygu ve düşünceler, bizim tutum ve davranışlarımızın temel belirleyicileri oluyor, dersek, yanılmış olmayız. Tüm kültür değerlerinin kuşaktan kuşağa aktarımını, bu değerlerin önemli bir kesimini oluşturan sözvarlıkları sağlıyor. Bize anlatılanları, sözvarlığımız ölçüsünde anlayabiliyor; anladıklarımızı, öğrendiklerimizi karşımızdakilere, sözvarlığımız ölçüsünde anlatabiliyoruz. Sonuçta, onlarla anlaşıyor ya da anlaşamıyoruz. Anlaşamasak bile bu yolla, anlaşamama nedenlerini anlamış oluyoruz.
Genelde Atabek Yurdu diye anılan bölgeye; özelde de bu bölgede yer alan Artvin’e ve bizim köye özgü dilsel değerlerimizi aydınlığa çıkarmak için yıllarını veren Sevgi Şenol’un Ardanuç-Artvin (Merkez)-Posof-Şavşat-Yusufeli Ağızlarında Türkçe Söz Varlığı (2021)[2] adıyla yayımlanmış olan yapıtını zevk duyarak okudum, geçen günlerde. Yapıtta karşılaştığım yöremize özgü sözvarlığının tama yakını ile tanış çıktım. Bunlar, tanışıklığın ötesinde, acı-tatlı pek çok yaşantımın belleğimde canlanmasına neden oldu. Onunla da kalmadı; pek çok deyimlerimiz ve ata-baba sözlerimiz gibi söz varlığımızı çağrıştırarak beni benden aldı ve çocukluğumun ta okul öncesi yıllarına götürdü. Pek çok yerel dilsel özelliklerimizi ve anlatım biçimlerimizi anımsamama yol açtı. O dünyamın içinde, ninesi yoluyla yakın akrabam olan ve ölünceye dek kendisini çok sevdiğim, onun da beni aynı derecede sevdiğini bildiğim çocukluk arkadaşım Nuri’yi aradı gönlüm. Geçmişle ilgili yaşantılarımı en iyi, onunla paylaşabilirdim. Duygularımı en iyi, o anlayabilir ve bu konudaki duygularını bana en iyi, o anlatabilirdi. Bu nedenle yanıma çağırdım onu.
Nuri’yle uzun, uzak bir yolculuğa çıktık. Gide gide çocukluğumuzun daha çok ev ortamında geçen okul öncesi yıllarına ulaştık. O yıllarla ilgili neler, çıktı bilinçaltımızdan bilincimize, neler!.. İşte, ta o yıllarda içselleştirdiğimiz ve kişiliğimizin ayrılmaz birer parçası durumuna getirmiş olduğumuz sözvarlığımızı dillendirdik, karşılıklı. Nuri ile bu coşkulu söyleşimizde dile getirdiklerimizden bir bölümünü şimdi sizinle paylaşmak istiyorum. İlgi duyulursa, söyleşimizin devamını da görüşlerinize sunmamam için hiçbir nedenim bulunmuyor. İşte, o görüşmemizin ilk bölümü:
Söz Varlığımızın Kaynağı: Anayurt ve Ana Kucağı
“Nuriciğim! Çok uzaklardaki acı-tatlı çocukluk yaşantılarımızın biçimlendirip benliğimize sindirdiği söz varlığımızla ilgili kimi duygu ve düşüncelerimi seninle paylaşma isteğini, en son okuduğum ve sana adını söylediğim o kitap yarattı. Paylaşacaklarımın sana çağrıştıracağı duygu ve düşünceleri de dinlemek isterim elbette!”
“Neden olmasın? Ben de paylaşırım duygu ve düşüncelerimi seninle.”
“Hemen başlayabilirim, o zaman.
“İlgimi çeken ve beni yıllar öncesine götüren çok sayıda sözle karşılaştım Şenol’un yapıtında.
“Bunlardan biri ‘ağartı’ydı. Çok hoş duygular yarattı bende, köküyle ekiyle özbeöz Türkçe olan bu sözcük. Belleğimde, yağından peynirine, yoğurdundan ayranına dek tüm süt ürünleri canlandı. Anımsıyor musun? Bir yaz günüydü. Altı saatlik yolu teperek bizim köyden Bilbilan Yaylasına, Peruze Ninemizin yanına ulaşmıştık seninle. Ninemizin titreyen elini öpmüştük. O da “Size kurban olurum oğul!” diyerek bizi candan, sevgi ve sevecenlikle kucaklamış, öpüp koklamıştı. “Gelin, şöyle oturun! Yorulmuşsunuzdur. Karnınız da açtır şimdi sizin.” diyerek, kuymak yapmak üzere içine kaymağı döktüğü tavayı, altında ateş yanan sacayağın üstüne yerleştirmişti. Biraz sonra sıcak sıcak önümüze koyduğu kuymağı nasıl lezzetle yemiştik! Tadı hâlâ damağımda o kuymağın. Yer ve zaman olsa da üç gün kaldığımız Bilbilan yaşantılarımızdan bizde kalan izleri de paylaşsak!
“Aşağıda anacağım, koyu yazılı her sözle ilgili yaşantılarım da var; ancak, sözü fazla uzatmamak için onları, fazla ayrıntılamadan, yalnızca seninle ve benimle ilgili; kimisini de başka bir durum içindeki cümlelerin içinde kullanıp kısaca anlamlarını söylemekle yetineceğim.
“Ağır uslu bir çocuktun sen. Ağırbaşlı, olgun, ciddi bir çocuk olarak anımsıyorum seni. Sanırım, bebekliğinde de ağlağan bir çocuk olmamış, ağlağanlığınla anneni fazla üzmemişsindir.
“Ayın oyun işten sen de hoşlanmazdın, sanırım, benim gibi. Bir işi çocuklar da özenli, düzenli yapmalı, değil mi?
“Hiç unutmuyorum Nuri! İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarıydı. Akşam sofralarından birinde en son, bir batırımlık peynir kalmıştı. Bir lokma ile batırılacak kadar. Hemen herkesin gözü o peynirdeydi. Ama ilginç bir şey oldu. Herkes, elindeki boş lokmayı ağzına atıp sofradan kalktı ve evin en küçüğü olarak o bir batırımlık peyniri bana bıraktı.
“O kıtlık yıllarında, günlerce değil, aylarca, yemeklerde bir tike et görülmezdi. Biraz peynir, ekmek, biraz yağ, fasulye, patates, lahana, bulgur bulunca, öpülüp başa konulurdu bunları bile. Yok olsun yoksulluk! Ayda bir, yengemin pişilik hamur yoğurduğunu görünce, bayram ederdik. Bu, o gün, pişi pişirileceğinin habercisiydi çünkü.
“Pişi dedim de aklıma geldi. Sen, boğaza bir çocuk muydun? Çok yemek yer miydin? Obur muydun?”
“Yo! Boğazlı, obur bir çocuk sayılmazdım. Ya sen?”
“Beni sorma! Ben, biraz fazla yemek yeme eğilimine sahip olduğumu itiraf etmeliyim.
“Sanırım, sen, hiç boş ekmek yememişsindir. Sizin ailenin hali vakti, bizimkinden iyiydi. Benim birçok kez yediğim olmuştur, katıksız, yavan ekmeği. Katık bulamadığımızda, boş ekmekle doyururduk karnımızı bizim evde.”
Nuri güldü ve “Benim de yediğim olmuştur canım, boş ekmeği!” dedi.
“Şu anda hangi sözcük geldi aklıma, biliyor musun, Nuri? Çalaçuna sözcüğü. Özensiz, yarım yamalak iş yapanları anlatmak için kullanılan söz. Bu sözcüğün, Türkiye Türkçesinde kullanıldığını sanmıyorum. Bizim yörenin ise çok işlek bir sözcüğü idi bu. Anımsayacaksın; Mehmet Amca’ya, ‘çançala’ denirdi.”
“Anımsamaz olur muyum? Çarpık yürürdü Mehmet Amca. Bu nedenle takılmıştı, ona bu lakap.”
“Anımsadığım kadarıyla sizin evin yanında çatma da vardı.”
“Evet, vardı! Oranın üstü ve yanları kapalı, önü ise açıktı. Evin içine konulmayan ya da konulamayan öte beri, oraya konurdu. Ağaçlar birbirine çatılarak yapılan kır evine de çatma denirdi.
“Bir anı daha, sana: Bir gün çok yağmur yağmış, bedevraların arasından, evin tabanına yağmur suları girmişti. Yağmur dindikten sonra orada biriken su, evin tavanından çırtım çırtım akmaya başlamıştı. Damla damla, azar azar akan bu suyun altına bir kap koyarak tavandaki birikintinin bitmesini beklemiştik.
“Sözünü ettiğim o yapıttan bir de yöreye özgü bir mâni söyleyeyim; bakalım beğenecek misin?
Karanfil ekilende
Çiçeği dökülende
Çiseli güle benzer
Al yanak öpülende
“Güzel mi? Bilirsin; çise, gece, yerde ya da bitkilerin üzerinde toplanan su damlacıklarına deniyor. Bu damlacıklar, ‘çiy’ sözcüğü ile de anlatılıyor.”
“Güzel değil; çok güzel!”
“İşte bir mâni daha, yöremizden:
Bahçeyi bellediler
Tüfeği ellediler
Şu karşıki köylerde
Yârimi dillediler
“Birinin arkasından konuşmak, birini kötülemek, çekiştirmek anlamında kullanılan dillemek de yukarıdakiler gibi ekiyle köküyle Türkçe bir sözcük.”
“Sıraladığın bu yerel söz varlığımızı örneklendiren sözcükler, bana yöremizde kullanılan ve belli bir durumu, bir anlamı az sözle etkili ve güçlü bir biçimde belirten mecaz anlam yüklü, deyimleri anımsattı. Şu deyimlerin renkliliğine bakar mısın?
At kaçtı, torba düştü! (Bu söz, çok öfkelenen kişinin tepkilerini anlatmak için söyleniyor.)
Sizi böyle ağzı kuru gönderemem! (Ağzı kuru, bir şey yememiş, bir şey ikram edilmemiş bir kişiyi anlatıyor.)
Çırpısız çocuklar, elmayı dal budak etmişler. (Dal budak etmek, elmanın birçok dalını kırmak anlamını dile getiriyor.)
İşte onu akıl edemedim. (Akıl edememek bir şeyin çözümünü sağlayacak olan şeyi düşünememek anlamında kullanılıyor.)
Bakar mısınız? Eşeğin büyüğü ahırda kalmış! (Eşeğin büyüğü ahırda kalmak, asıl önemli olanın unutulduğunun fark edildiğini anlatmada kullanılıyor.)
Karaltısı kesilesice! Kaşla göz arasında hangi cehenneme gitti? (Karaltısı kesilmek, ölmek, yok olmak anlamını dile getiriyor. Kaşla göz arası, bir anda, bir zamanda olup biten işi, oluşu anlatıyor.)
Bir ara gözüme ilişmişti; sonra göremez oldum. (Gözüne ilişmek, kısa bir süre görmek, demektir.)
Başım tuttu yine: (Başı tutmak, başı ağrımak anlamında kullanılıyor.)
Bir daha böyle bir şey söylersem, ağzım kapansın! (Ağzı kapanmak, ölmek anlamını taşıyor.)
Gündüzü kurt mu yedi? (Gündüzü kurt yemek, gün ışığını bekleyememek, gecenin daha az aydınlığında iş görmeye girişmeyi doğru bulmamak anlamında kullanılıyor.)
O kadar dil dökmem bir işe yaramadı. (Dil dökmek, Bir şeyi, bir kimseye, inandırıcı, ikna edici bir dille anlatmak amacıyla kullanılıyor.)
Geç kaldık; mısırları ot boğmuş. Yarın çapasını vurup, bir süre sonra da boğazını doldurduk mu kısa sürede kendine gelir mısırlar. (Ot boğmak, otların içinde kalmak; çapasını vurmak, çapalamak; kendine gelmek de durumu düzelmek anlamını taşıyor.)
Güzel de ne söz; bir yudum su! (Bir yudum su, burada, çok güzel anlamında kullanılmış.)
“Türkçe, deyim bakımından en zengin dil. O nedenle bizim yörede de çok deyim kullanılmaktadır.
“Bir de ata-baba sözleri var, yöremizde sıkça kullanılan. Az sözle çok şey anlatılmak istendiğinde bu sözlere başvuruluyor. Örneğin, beceriksiz, yeteneksiz bir kişi, beceri, yetenek gerektiren bir işe kalkıştığında, o kişi için “Evde kendi başını bağlayamayan, düğünde gelinin başını bağlamaya kalkışırsa gülünç olur.” deniyor.
“Eğer istenirse bir başka zamanda, yöremizin öbür işlek deyimlerinin ve ata-baba sözlerinin bir bölümünü daha dile getirebiliriz.”
“Evet! Olabilir.”
[1] Dr. İkram Çınar. Etnopedagoji-5 Eğitişim Dergisi, Yıl 8, Sayı 71, Temmuz 2021.
[2] Sevgi Şenol. Ardanuç-Artvin (Merkez)-Posof-Şavşat-Yusufeli Ağızlarında Türkçe Söz Varlığı. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 2021.
2 thoughts on “Geleneksel Söz Varlığımız”