Felsefe, Bilim ve Bilgi

Sayı 42- Nisan 2014

Bu yazıda felsefe ve bilimin niteliği üzerinde durulmakta, tarihsel bir perspektiften Türkiye’nin düşünsel temellerine kısaca değinilmekte ve bilgi türleri açıklanmaktadır.

Felsefe?..

Felsefe tanımlanamaz ama anlatılabilir.

Felsefe, kafa karıştırır, yıkıcı ve tehlikelidir… Soru sordurur. “Bazıları” soru soranlardan hoşlanmaz…

Felsefe gerçeğin aranması, gerçeği arama yolunda yolda olmaktır (Jaspers).

Felsefenin soruları yanıtlarından daha özlüdür. Her yanıt yeni bir soruya dönüşür. Felsefe ayrıntıyla değil, özle ilgilidir. Felsefeci genelin uzmanıdır. Diğer bilgi türleri insanı bir alanda uzman yapar ama toplu gerçekten uzaklaştırır. Felsefe yaşamı bütünler, anlamlı hale getirir.

Felsefe kavramların fidanlığıdır (Wittgenstein). Kavramlar oluşturur, onları sorgular, içerik kazandırır.

Kimi filozoflara göre felsefe, hiçbir şeyin anlamının olmadığını öğretir. Felsefe birey ve grupların yaşam karşısında tutum ve davranışlarını belirler ve bunlara yön verir.

Felsefe (inanç dahil), tüm insan bilgilerini irdeleyen gerçek bilgiyi, yaşamı anlamlı kılacak bilgi ve ilkeleri arar, irdeler.

Felsefe insanları “sürü” olmaktan kurtarır. Bireyleştirir, böylece insanlaştırır. Sorgusuz, tartışmasız, düşünmeden hiçbir şeyin kabul edilmemesini sağlar.

Felsefesiz yaşamak, açmayı denemeden gözü kapalı yaşamaktır (Descartes).

Felsefe aklımızı güçlendiren bir zihin cimnastiğidir (Cl. Bernard).

Dinlerin, mitlerin insan aklından geçen sorulara yanıt veremediği ya da verilen yanıtların insanları ikna edemediği yerde felsefi düşünce devreye girer. Kuşku, bilgisizlik, tuhaflık ve merak insanı soru sormaya yöneltir. Felsefe akla gelebilecek her şey hakkında önyargısız soru sorar, uyandırır. Böyle olduğu için uyutanlar uyandırıcılardan hoşlanmaz, felsefenin başına bela kesilir.

Felsefe ancak özgür ortamlarda yapılabilir. Baskı ve zorlamanın olduğu yerlerde yapılamaz. Devlet, dinsel yorum, gelenekler ve ideoloji felsefe üzerinde baskı oluşturabilir. Bunu da genellikle yapar zaten felsefe de baskı olmayan yer ve zamanlarda gelişmiştir.

İnsan çocukken hayret eder ve soru sorar. Bu anlamda en iyi felsefeci, çocuklardır. Ancak insan büyüdükçe dünyaya hayret etme yeteneğini yitirir. Feylesof, bu yeteneği yeniden kazanan ve bizlere de kazandırmaya çalışan kimsedir (Jaspers).

Felsefe bilimle teoloji arasında kalan ve iki taraftan da saldırıya uğrayan bir hiç kimsenin ülkesidir (Russell).

Felsefe büyüyü, dini, tanrıları, otoriteleri hesaba katmadan, insanın kendi aklını kullanarak olayları açıklamasıyla başlar.

Felsefi düşüncede ne durumdayız? Yoksul!

Felsefi düşüncede neden yoksul durumdayız?

Doğu’da ve Batı’da adı düşünce tarihinde geçen birçok düşünür eceliyle ölmemiştir. Diğerleri de şu ya da bu biçimde otoritelerle ya da genel geçer mantıkla hesaplaşmak zorunda kalmış, yargılanma süreçlerinden geçmiştir.

Felsefe ve felsefeciye toplumumuzda da iyi gözle bakılmamıştır. Felsefeci bazılarınca üşütük, zındık, kâfir, kaçık olarak görülür. İslam öncesi dönem düşüncesi hakkında, Kuteybe’nin Türk kütüphanesini ve bilginlerini yok etmesi (tekrar “kâfir” olmamaları için) sonucu fazlaca bilgimiz yok. O zamanları geleneksel “düşman”ımız olan Çin kaynaklarından öğrenmeye çalışıyoruz. Sonrasında ise Gökalp’in saptadığı gibi, “Müslümanlaşalım” derken bir miktar Araplaştığımız için, belki de özümüzü kaybettiğimizden neleri kaybettiğimizin farkına varamamışız. Biraz Araplaşmış bir Türk olarak bugün baktığımızda ise İslam dünyasında iki düşünce çizgisi görmekteyiz: Akılcılar ve imancılar.

Selçuklu biliminin zirvede olduğu dönemde felsefi-teolojik bir tartışma açılıyor. Sınavdan geçirilmek üzere geçici (fani) bir dünyada olduğumuz açıklanmış, sınavı başarıyla geçenlerin cennete gideceği vaad edilmişti ve cennete gitmek istiyorduk. Cennete gidebilmenin koşulları da söylenmişti. Allah’ın emir ve yasaklarına uymak; iyi bir dindar olmak. Bunun için yalan söylememek, zina etmemek, öldürmemek, çalmamak gerekiyor ve kin, hırs, ihtiras, tamahkârlık, şehvet, nefret, dedikodu gibi günah işlemeye götürme ihtimali olan duygulardan arınmamız gerekiyordu. Ama bu çok da kolay olmuyordu, günah işlemenin cazibesi vardı ve çok sağlam bir irade olmadan günahtan arınık bir hayat yaşayamıyorduk. Öte yandan cehennem tasvirleri de korkunçtu. Allah’a kavuşmanın yollarını aramaya başlamıştık. Allah’a nasıl kavuşabileceğimiz konusunda bilginlerimiz yolu gösterdiler ama iki ayrı yol çıktı karşımıza. Akılcılar, elimizdeki tek araç olan akla güveniyor ve akıl yoluyla Tanrı’ya ulaşılabileceğini savunuyor. İmancılar ise Tanrı’ya akıl yoluyla değil, kalben, iman yoluyla ancak ulaşılabileceği düşüncesindeydiler. Akılcılar, Allah’ın istediklerinin Kur’an’da yazılı olduğunu, aklı kullanarak gereğinin yapılarak iyi insan olunacağını ve cennete kavuşulacağını dile getiriyorlardı. Yani inanan insanı kendisi ve Allah ile başbaşa bırakıyorlardı. İmancılar ise bir insanın ancak iman yoluyla Allah’a ulaşabileceğini, bunun için kalp gözünün açılması gerektiğini, bunu da bir insanın tek başına başaramayacağını, bunu bilen bir şeyhe bağlanması, şeyhin el vermesiyle uzun ve meşakkatli bir yolun sonunda hakikat sırrına ereceğini söylüyorlardı.

Akılcılık düşüncesi, akıl ve değişimden yana her söylem gibi risk taşımaktaydı ve işi zordu. Oysa İmancı olmak kolaydı. Bildiktir. Eğitim düzeyi düşük, düşünme gücü kazanamamış kitleler duygularıyla daha kolay harekete geçirilebilir. Aklı kullanmak sorumluluk gerektirir. Sorumluluğu herkes taşıyamaz. Ağırdır. Birisinin peşine takılıp, sorumluluk almadan yürümek daha rahatlatıcıdır.

Akılcılar kısa bir süre iktidar olmayı başarabilmiştir. Halife Harun Reşid ve oğlu El Memun dönemlerinde. Zaten günümüzde İslam bilgini diye diye “hava attığımız” İbni Sina, Farabi, Biruni, El Kindi, İbn Rüşt, Gazzali gibi yüzlerce isim de bu dönemin ürünüdür. Bu dönem her güzel şey gibi kısa sürmüştür. Sonuçta İmancılar genel geçer (hatta resmi) görüş haline gelmiş ve Akılcıların özgün çizgisini ortaya koymasına izin vermeden onu boğmuştur. İbni Sina, Farabi gibi düşünürler gözden düşmüş (!), El Kindi’nin yazdığı kitaplar kafasına vurula vurula önce kör edilmiş, sonra öldürülmüştür. İbni Sina gibiler Gazali tarafından “zındık” ilan edilmiştir. Görece akılcı bir mezhep kurucusu İmam Ebu Hanife bile kendini kurtaramamıştır.

Gazzali de bir İmancıdır, en ünlüsüdür. İmancılık akımı ile Gazali’nin yapıtları ve düşüncesi İslam dünyasında felsefe ve Matematiğe karşı bir tutum yaratmıştır. Müslümanlar 1923’e kadar ışıkları kapamışlardı. Türkiye’de cılız da olsa lambayı açtık, bazı yerlerde halâ yanmaz.

Biraz Tarih…

İnsanların tarım devriminden sonra toplu halde yaşamaya başlamalarıyla birlikte bazı kurallar koyma ve bu kurallara uygun yaşama zorunluluğu ortaya çıktı. Tarihçiler, geçmişte insanların genel olarak ilkel toplumlarda gelenekler ve büyücüler, ortaçağ boyunca da din adamları ve din kurallarına göre yönetildiklerini ortaya koymaktadır. Bu durum Batı’da Aydınlanma dönemine kadar sürmüştür. Rönesans ve Reform hareketlerinin yol açtığı Aydınlanma düşüncesiyle birlikte insan aklına olan güven pekişmiştir. Kendi aklına güvenen (Sapere Aude!) insanın arayışları bilimde, teknolojide, sanatta büyük sıçramalara yol açmış ve Sanayi devrimini gerçekleştirmiştir. Bundan sonra kurallar akıl ve bilime dayalı olmaya başlamıştır.

Düşünce, düşünceyi üreten insanın içinde yaşadığı toplumdan ve toplumsal yapıdan kaynaklanır. İçinde yaşadığı toplumdan ve toplumun sorunlarından etkilenir. İnsanların kullandığı üretim araçları onların yaşam biçimlerinde büyük değişmelere neden olur. İnsanlık karasabanı icat ederek tarım toplumuna geçti. Toplumsal kurumlar (gelenekler, ahlâk, eğitim, din, hukuk, devlet) buna göre biçimlendi. Buharlı makineleri (motor) icat ederek sanayi toplumuna geçti. Toplumsal kurumlar yeniden değişti. Aydınlanma devrimi ile birlikte sanayi devrimini gerçekleştiren ülkeler, sanayi toplumu haline geldiler. Sanayi toplumunun en önemli özelliği akılcılığın her alana yansımasıdır.  Hukuk, sanat, gelenekler, eğitim, bilim, devlet gibi bütün kurumlar aklın süzgecinden geçirilmiştir. Hatta dinsel yorumlar bile akılcılığın süzgecine tabi tutulmuş, bunun sonucunda laiklik, demokrasi ve ulusal devletler ortaya çıkmıştır.

Bu süreci Batı ülkeleri iki yüzyıl önce tamamladılar. Biz ise Osmanlı’da ıslahatlarla başlattığımız süreci ancak 1920’lerde yapabildik. Hala sindirdiğimiz söylenemez ama geri dönüş de söz konusu değil. Biz neden geç kalmıştık?

Burada biraz geçmişe dönmek istiyorum. Sanayi toplumuna gelinceye kadar gerek Hıristiyan, gerekse İslam toplumlarında “otoritenin kaynağı” konusu hep tartışılmıştır. Yönetim, yönetme erkini kimden almaktadır? Tartışan taraflar akılcılar ve imancı-nakilcilerdir. Bu tartışmalarda genel olarak bilim adamları ve felsefeciler akılcılığın, din adamları ise nakilciliğin temsilcisi olmuşlardır. İslam toplumlarında Mutezile akımı akılcılığın, Eşari akımı ise nakilciliği savunmuşlardır.

Bunlardan Gazzali, Eşariliğin büyük temsilcilerinden biridir. Gazzali büyük bir felsefecidir. Ancak savunduğu görüşlerle İslam dünyasını yüzlerce yıl süren ve kısmen hâlâ devam eden skolâstiğe götürmüştür. (Gazzali’ye çok da haksızlık etmek istemiyorum. Gazzali’yi aşan düşünürlerin yetişmemesi belki bir eksiklikti. Bunun için gereken özgür bir ortamın olmayışı da ayrıca tartışılabilir.) Gazzali’nin çağına gelinceye kadar (özellikle Mutezilenin egemen olduğu dönemlerde) İslam dünyasında geniş bir hoşgörü yaşanmış ve bu ortamda bilim ve felsefede önemli mesafeler alınmıştır. İbni Haldun, Gazzali, Biruni, Harezmi, İbni Sina ve Farabi gibi bilginler bu dönemde yetişmiştir. Yine bu dönemde Hıristiyan dünyası kendi din adamlarının yarattığı skolastik karanlıkla uğraşmaktaydı.

Gazzali ve fikirlerinin etkisiyle daha sonraki dönemlerde İslam coğrafyasında bilim ve felsefe parıltısını yitirmiştir. Gazzali’nin “El Munkızu Min-Ad Dalâl (Sapıklıktan Kurtuluş)” ve “Tehafüt-ül Felâsife (Felsefenin Tutarsızlığı, ki bunu İbni Sina’ya karşı yazmıştır)”de söylediği şuydu: Felsefe insanda kuşku yarattığı, matematik de kesin sonuca götürdüğü iddiasında bulunduğu için insanı küfre götürebilir. Dolayısıyla felsefe ve matematik yapmak günahtır… Akli muhakeme ile hakikate erişmek imkansızdır. Daha çok dinsel yorumları bulunan ve iyi bir din bilgini olarak ünlenen Gazzali, zamanın tek okuryazar kitlesi olan din adamlarınca (onların çıkarlarıyla da örtüştüğü için) kolay benimsenmiş ve halka taşınmıştır.

Gazzali’ye karşı aklı savunan Farablı’nın kitapları yasaklanır. Gazzali’yi eleştiren ve akılcılığı savunan İbni Rüşt (Tehafüt-ü-tehafüt-il Felâsife-Felsefenin Tutarsızlığının Tutarsızlığı) ise İslam toplumlarına sesini bile duyuramaz.  Endülüs’te kalır. İbni Rüşt orada Avrupalı gençleri eğitir ve böylece Avrupa’da Rönesans ve Reform’a yol açar. Bunun sonucunda Avrupa’da Aydınlanma ve Sanayi Devrimi yaşanır.

Osmanlı Devleti kurulduğunda Gazzali etkisi tüm İslam dünyasını sarmıştı. Ancak kentlileşemeyen ve ağırlıklı olarak Ortaasya bozkır kültürünün  (ki bozkır kültürü akılcıdır) etkisinde olan ilk Osmanlılara bu etki fazlaca yansımamıştı. Ayrıca Yesevi düşünsel kolunun Anadolu’daki uzantıları olan Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş gibi erenler, ağırlıklı olarak Arap düşünsel çizgisi olan Eşariye’ye adeta izin vermemişti. Osmanlı büyüdükçe ve özellikle Ortadoğu’ya yayıldıkça bu akım kolayca Anadolu’ya girdi. Burada, devletin Ortadoğu halklarına egemen olmak için onların kültürel örüntülerini de bir renk olarak katma çabaları ve buna Türkmen/Alevi-Kızılbaş direnişinin eklenmesi, İran’daki Safevi Devleti ile olan Türk dünyasının liderliği mücadelesinin eklenmesi (Osmanlı’nın küstürüp adeta sürgün ettiği Türkmenlerin Safevilerden –Azerbaycan’dan yana tavır almaları, Yavuz Selim-Bitlisli İdris ilişkileri), Devletin sofu İslam çizgisine yaklaşmasına neden oldu. Bir süre sonra Osmanlı iyice sofulaşmış, süreç Yunus Emre’nin yasaklanmasına kadar varmıştır.

Aydın bir devlet adamı olan ve Gazzali’nin (Eşariye’nin) etkisini anlayan Fatih, İstanbul’da kurduğu medresesinde felsefe derslerini özellikle programa aldırmıştır (ancak Fatih öldükten sonra yine programdan çıkarılmıştır). Fatih Gazzali-İbni Rüşt tartışmasını gündeme getirmiş, huzur sohbetlerinde taraflara bu konuyu tartıştırmış (Hocazade Mustafa ve Tus’lu Alâeddin), birer kitap yazdırmış ve yaygınlık kazansın diye İbni Rüşt’ün (Tus’lu Alâeddin’in) görüşünden yana ağırlık koymuştur. Ancak Fatih’e rağmen akılcılık görüşü ulemayı aşarak topluma yansımamıştır. İlginç biçimde, 12 Eylül sonrası egemen Türk-İslam Sentezi paradigması, liselerdeki Felsefe ve Biyoloji derslerini bir ara seçmeli ders haline getirmişti!

XIII. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında sadece din bilgini yetişmiştir. Katip Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve İbrahim Müteferrika gibi önemli birkaç isim ise, ya dışarıda eğitilmişler ya da medrese dışında eğitim görmüşlerdir.

Sonuçta, Coğrafya derslerinde harita kullanmanın, okulda sırada oturmanın, yazı tahtası kullanmanın günah sayıldığı bir ülke ortaya çıkmıştır. Tarlasının yanı başında ırmak aktığı halde kuraklıkta tarlasını sulamayan, “Allah bana rızık vermek isteseydi yağmur yağdırırdı” diyen insanlara ulaşılmış, yoğun bir bağnazlık her yanı sarmıştır. Bir süper devlet olan Osmanlı, Selçuklu döneminde üretilen bilgiyi bir süre daha muhafaza etmiş ama üstüne yenisini ekleyememiş, insanlığa kendinden beklenen bilginleri, sanatçıları verememiştir.

Osmanlı İmparatorluğu gittikçe zayıflamaya başlayınca bunun nedenlerini aramaya başlar. I. Mahmut 1730’larda İbrahim Müteferrika’ya “küffarın ekser zamanda galebesine ve ehl-i İslamın mağlubiyetine sebep nedir, bildir” diye emretmiş. Müteferrika’da hazırladığı kitabında (Usul-ül-hikem fi Nizam-ül-Ümem – Milletlerin Düzeni Üzerine Düşünce Yolları) “Günümüzde artık devletler dinden ve gelenekten gelen esaslara göre değil, akıl ve bilim ilkelerine göre yönetilmektedirler” diyerek aklın yolunu göstermiştir. Ancak “padişah bile” skolastik karanlığı aşamamıştır. Bana kalırsa Osmanlı aydını -ulema değil- ve devlet yönetimi çağını kavramış, ancak bunu halka anlatıp desteğini alamamıştır.

Türkiye’nin XVII. yüzyıldan sonra bir çağdaşlaşma-güncellenme sorunu hep olmuştur. Osmanlı’da kurtuluşu arama çabaları XIX. yüzyıl boyunca artarak devam etmiştir. Tanzimat ve Meşrutiyet sürecinin sağladığı görece özgürlük ve Batı dünyasının da tanınmasıyla, çeşitli düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Bunlar; Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülüktür. Bu akımlar ciddi biçimde tartışılmış, değişik biçimlerde iktidara da gelmiş, hatta görüşleri doğrultusunda bazı düzenlemeler de yapmışlardır. (Bu görüşlerin bugün bile izleyicileri vardır.) Ancak hiçbirisi sorunu açık olarak tanımlayamamış ve çözememiştir. Bunu tanımlayan ve çözen Mustafa Kemal olmuştur. Onun dehasıyla Avrupa’dan iki yüzyıl sonra da olsa “aydınlanma devrimi” yapılmış, “çağ” atlanmıştır.

“Devrim” diyorum, çünkü toplum kendi haline bırakılsaydı bu noktaya elbette gelecekti ama aradan çok yıllar geçecekti. Atatürk’ün yaptığı; dolambaçlı yollara girmeden, kestirmeden, başkalarının deneyimlerinden ders alarak toplumu o noktaya getirmesidir. Hem de bunu Avrupa’daki gibi mezhep savaşlarına, iç savaşlara sokmadan yapabilmiştir.

Neyse!.. Felsefeye dönelim.

Yakın zamanlarda bile Yahya Kemal, Necip Fazıl gibi yazarlar da felsefeye cephe almıştır.

Karşı çıkışın gerekçesi olarak, yukarıdaki ardalanın yanı sıra aşağıdaki tutarlı eleştiriler de vardır:

* Filozoflar bugüne kadar birbiriyle çelişen ve hatta birbirinin karşıtı düşünceler ileri sürmüşlerdir.

* Akıl ve mantığın peşine takılarak gerçekliğe ulaşılamaz. Gerçek kutsal kitaplarda ortaya konmuştur. Felsefe insanı Tanrı’dan uzaklaştırıpdünya varlığına götürür (Gazali)

* Felsefe bir takım ideolojiler üreterek insanlar arasında çatışmanın kaynağı olmuştur.

* Felsefe sadece evreni, dünyayı yorumlamaya çalıştı. Oysa gerekli olan dünyanın değiştirilmesidir (Marks)

İdeolojiler (Politikacı ve dinciler -dindarlar değil!) felsefeyi korkutucu bulur, korkar. Çünkü benimsenmiş düşünceyi sorgulatır, yıkar, ruhu bağımsızlığa iter. Böylece ayaklanma ve direnmeye yol açabilir.

İlginç bir nokta da şu: Felsefeye karşı çıkanlar da felsefe yapmışlardır.

Bilgi Nedir?

Bir organizma olarak insan, duyu organlarıyla çevresini ve iç dünyasını algılar. Bu algılama sürecinde algılanan şeyler üzerinde yürütülen zihinsel etkinliğe düşünme denir. İnsan özne (süje), bilinmesi gereken ise nesne (obje)’dir. Özneden nesneye yönelen bilinçli eylem sonucu bilgi oluşur. Düşünen, algılayan bir bilinçle düşünülen ve algılanan şey arasındaki ilgidir. Düşünerek, olay, olgu ve nesneleri kavramlaştırarak onlar arasında bağlantılar kurulması, çıkarsama yapılması ve yargılara ulaşılması sonucu elde edilen ürüne bilgi denir.

Bilgi Türleri

1. Günlük (Düzensiz) Bilgi: Aralarında zorunlu bağlantılar aranmayan, yöntemsiz olarak gelişigüzel elde edilen bilgilerdir. Kendiliğinde edinilir. Günlük yaşantımızı kolaylaştırır, çevremizden daha iyi yararlanmamızı olanaklı kılar.

Yapıp etmelerimiz sonucu kişisel bazı yargılara ulaşırız: Annesinin sık sık ağladığını gören çocuk, kadınların erkeklerden daha fazla duygusal olduğu bilgisine ulaşır… Yanımdaki arkadaşımı başkalarına anlatabilirim. Bir köylü yağmur taşıyan bulutu tanır, ne zaman yağacağını da kestirebilir. Bir Karslının Erzurumlular hakkında bazı ön tanımları vardır. Bu bilgiler kişisel denemelere dayandığı için neden sonuç bağlantısı vermez. Böylece genel geçerliği olan yargılara varamayız. Sadece iki olay arasındaki bağı açıklar.

Bu tür bilgideki nedensellik akla ve deneye değil, sezgiye dayanır. Örneğin; Arşimet suyun kaldırma gücünü bilmeden önce de insanlar sal ve sandal kullanıyorlardı.

2. Bilimsel Bilgi: Bilimsel bilgi, doğruluğu bilimsel yöntem aracılığıyla kanıtlanmış, bu yolla edinilmiş sistemli bilgilerdir. Akıl, gözlem ve deneye dayanır. Yasalara ulaşmaya çalışır. Ayrı ve farklıymış gibi görünen olayların aynı nedene, bir yasaya bağlı olduğunu ortaya koyar. Sonuçları herkesin denetimine açıktır.

Bilim ampirik (duyumlar) yoldan bilgi edinmenin daha sistemli ve daha toptan biçimidir. Bilim olayları öteki bilgi biçimlerinden örneğin, “keyfilikle” açıklayan sihirsel bilgiden, “ereklerle” açıklayan dinsel bilgiden farklı olarak “nedensellik” bağlantısıyla açıklar. Görünenler sonuçtur bu sonuca yol açan sebepler nelerdir, sorusu bilimsel bilgi üretenin yoludur.

Bilim, evreni anlayabilme, doğayı ve çevreyi denetim altına alabilme (ya da onunla işbirliği yapabilme) ve insanın kendisini ve toplumu tanıyabilme gereksinimi sonucu ortaya çıkmıştır. Bilimin amacı, olay ve olguları nedensel olarak, değişkenler arası ilişkiler yoluyla açıklamaktır. Bir diğer amacı, kestirimde bulunmaktır: Çarşamba böyleyse Perşembe nasıl olabilir? Üçüncü amacı ise, çevreyi kontroldür. Yani teknoloji üretmek.

Bilginin bilimsel bilgi olabilmesi için konusunu oluşturan olay ve nesnelerin; (a) gözlenebilirliği, (b) nesnelliği, (c) tekrar edilebilme özellikleri bulunmalıdır.

Bilimsel bilginin niteliği  ([1])

Bilim gerçeği arama çabasının ürünüdür. Gerçek öznenin (örneğin insanın) doğayla, toplumla ilişkisi anlamına gelir. Bu niteliğiyle gerçekte üç öge vardır: Özne, Özne dışındaki gerçek, Özne ile gerçek arasındaki ilişki.

Özne genel bir kavramdır, tüm canlıları içerir. Bilimsel çabalardaki özne insandır. Bireyin (insanın) bu konudaki şu özellikleri önemlidir: Birey genetik nitelikleri, fizik özellikleri ve yetenekleri açısından tek ve kendine özgüdür. İnsanın ortamı, koşulları da tektir, kendine özgüdür. Bu ortam ve koşullar en yakın bireyler, özdeş ikizler için bile farklılık gösterir. Bu farklılıkların sonucu, her bireyin yaşantısı, yaşam geçmişi, çıkarları, değer yargıları, olaylara bakış açısı ve biçimi de özgünleşir.

Çeşitli psikolojik, toplumsal baskılar bu farklılıkların görünmesini engelleyebilir. Ama baskıyla sağlanan ancak yapay, yüzeyde bir tekdüzeliktir. Baskı ortadan kalktığında tekdüzeliğin yok olması, farklılıkların, çeşitliliğin tüm zenginliği içinde yeniden ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Dışımızdaki gerçekte iki temel öge vardır: Doğa ve toplum. Doğanın temel özelliği sürekli değişmesidir. Zamana, mekâna, canlılara ve türe göre değişir. Türler içinde topluluklara, bireylere göre farklıdır. İnsanın bilgi düzeyine, bilgi araçlarına göre değişir.

Üçüncü ögeyi oluşturan “özne ile gerçek arasındaki ilişki”de şu noktalar vurgulanmalıdır: (a) ilişki karşılıklıdır. Doğa da (toplumda) insanı, insan da doğayı (toplumu) etkiler. (b) İlişki içiçe geçmiş niteliktedir. İnsan ile doğayı, birey ile ortamı birbirinden ayırmaya olanak yoktur. (c) İlişki zaman içinde sürekli değişir.

İşte gerçek, nitelikleri açıklanan özne (insan) ile nesne (doğa, toplum) arasındaki bu ilişkiler ağı sonucunda oluşur. Bilimin temelini de bu ilişkiler ağı oluşturur. Böylece gerçeğe ilişkiler, oluşumlar, süreçler egemendir.

Bu görüşün birçok önemli sonucu vardır: Önce gerçeğin katı, değişmez temellere oturduğu söylenemez. Sürekli yeniden oluşan, durmaksızın değişen ilişkiler ağıyla yetinmek; gerçeği, bilimsel sonuçları bu çok da sağlam olmayan zemin üzerine oturtmak zorunluluğu vardır.

Bildiğimiz, geniş ölçüde sahip olduğumuz bilgi düzeyine, araçlara bağlıdır. Ancak görebildiğimiz, bilebildiğimiz, anlayabildiğimiz şeyleri inceleyip araştırabiliriz. Yani bilimci olarak durumumuz kaybettiği anahtarı lamba direği altında arayan kişinin davranışına benzer. Anahtarın burada düşürüldüğü kuşkuludur. Ama görülebilen yalnızca bu aydınlık yerdir. Biz de tüm bilimsel çabalarla nerede olduğunu bilmediğimiz gerçeği ancak görebildiğimiz, anlayabildiğimiz yerde aramaktayız.

Bir kuram ancak belirli bir zaman ve çevrede, belirli bir anlayış ve bilgi düzeyinde ve ancak kaba ve yaklaşık biçimde geçerli, gerçeklere uygun nitelik taşıyabilir. Kuramlar kesin, yanılmaz kurallar olarak değil, kaba yol göstericiler olarak alınmalıdır.

Bilimsel Bilginin Özellikleri

Olgusaldır: Herkesçe gözlenebilir gerçeklere dayalıdır. Kişisel görüş ve beğenilerden bağımsızdır. Ölçüm yapamayacağı alana girmez. Örneğin, cinlerin varlığı ve niteliğini konu edinmez. Bunların varlığı ya da yokluğu konusunda fikir belirtmez.

Sonuçları sağlam fakat görelidir: Bilim tüm olgusal sağlamlığına karşın, mutlak doğruluk ve yanılmazlık yerine, elde ettiğini geçici doğrular olarak niteler. Sonuçlar geçerlik olasılığı yüksek genellemelerdir.

Evrenseldir: Üretilen bilgi göreli olarak aynı koşullar altında her yerde geçerlidir.

Genelleyicidir: Tek tek olayları açıklayıcı değil, onları da içerecek genellemelerle ifade eder. Genellemeler daha çok fen bilimlerinde etkilidir.

Sistematiktir: İlk görüşte birbirinden bağımsızmış, ilişkisizmiş gibi görünen bir dizi olguyu bir sistem ve bütünlük içinde açıklamaya çalışır.

Birikimlidir: Yeni katkı öncekilerle tümleşerek gelişir.

Ussaldır: Açıklamaları akla uygundur.

Sınanabilir.

3. Dinsel Bilgi: Genel olarak din, kutsallığına ve yüceliğine inanılan bir güç karşısında boyun eğmektir. Başka bir açıdan ise, insanların anlayamadıkları ve karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını doğaüstü, mistik güçlerle açıklama olgusudur. Bütün dinler doğa ve toplum olaylarını açıklamak istemişlerdir. Din insanlara bazı konularda eylem özgürlüğü tanırken, bazı konularda kendinin ortaya koyduğu düşüncelere uymaya ve yerine getirmeye zorlar. Bu nedenle her dinde inanç, dinin özünü oluşturur. Ayin ve ibadetler ise inancın pekişmesini sağlar.

Dinsel bilgide özne ile nesne arasındaki ilgiyi “inanç/iman” kurar. Bu özellik onu diğer bilgi türlerinden ayırır. Örneğin tek tanrılı dinlerde bir dine bağlı olanlar o dinin asıl kaynağının tek bir Tanrı olduğuna inanırlar. Bundan sonra neye inanıp neye karşı olacaklarını da kutsal kitap ve peygamberin söz ve tutumlarına göre belirlerler.

Dinsel bilgi “neden?” sorusunun değil, “niçin?” sorusunun yanıtını arar. Bu anlamıyla “ereksel” olarak nitelenir. Güneşin “neden” tutulduğunu, depremin “neden” olduğunu araştırmaz çünkü sebep bellidir; Allah’ın iradesi. Ama tutulduktan sonra “niçin tutulmuştur, bu tutulmayla Tanrı bize hangi mesajı vermektedir?” sorusunu sorarak öncelikle din kaynaklarından olmak üzere yanıt bulmaya çalışır. Bilimsel bilgi ise “güneş neden tutulmuştur?” sorusuyla olayı anlamak ve açıklamak ister. Ulaştığı sonucu geneller, bir sonraki tutulmanın ne zaman olacağını bulmaya çalışır.

Dinsel bilgi, “insanlığın” geçmişi ile geleceği arasında köprü-zincir-bağlantı kurar. Erdem ve değerleri temellendirir.

Geleceği büyü kehanetle, din yazgıyla, bilim ise kestirimle/yordamayla açıklamayla çalışır.

4. Teknik Bilgi: İnsanlar bazı hayvanlar kadar güçlü olmadıkları halde dünyanın egemen türü haline gelmişlerdir. Bunun nedeni bir “el”e sahip olmalarıdır. El beyni geliştirmiş, insan beyni aracılığıyla “araçsal akıl” geliştirmiştir.

Tekniği doğa yasalarının ve aklın günlük yaşamda kullanılması yaratmıştır. Amacı insana yarar sağlamak ve yaşamını kolaylaştırmaktır. Alet tekniği, makine tekniği ve otomasyon tekniği aşamalarından geçen insanlık, şimdilerde kuantum tekniğini geliştirmeye çalışmaktadır.

5. Sanatsal Bilgi: Sanat, estetik algının simgelerle dışa vurulması, anlatılması etkinliğidir. Düş gücü, yetenek ve yaratıcılık gerektirir. Nesneye sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak algılama önemlidir. Örneğin aynı nesnenin (bitkinin) resmini yapan iki ressamdan her biri nesneyi kendilerine göre algılarlar. İzleyenler de farklı görürler. Bu sanatsal bilginin öznel olduğunu gösterir.

6. Felsefi Bilgi: Varolanların varlığı, anlamı ve nedeni ile ilgili sorulara yanıt bulma çabasıyla ortaya çıkan bilgi türüdür. Bütün bilgi türleri üzerine kurulduğundan hepsinden kapsamlı ve daha geneldir. Örneğin; her bilimin kendi alanı vardır ve ayrı ayrı sonuçlara ulaşır. Felsefi bilgi bunların hepsini birleştirir.

Varlık nedir, varlığın ana maddesi nedir, bu dünya nereden gelmiş, nereye gidiyor, insanın niteliği ve dünyadaki yeri ya da yazgısı nedir, insan neleri bilebilir?… Bu sorulara dinlerin ve mitlerin (söylencelerin) verdiği yanıtlarla yetinmeyip, o yanıtları eleştirerek gözlem ve akla daha uygun gelen görüşler ortaya atılmasıyla başlayan düşünce ve bilgi türüdür.

Bilimle felsefe konu, yöntem ve sonuçları bakımından farklıdırlar. Bilimler tek tek olayları inceler. Felsefe olayları genel halde ele alır. Deney dışı kalan bilimin dokunmadığı sorunları da felsefe inceler. Felsefe, insani erdem ve değerler açısından bilimleri denetler.

Tablo 1. Felsefi Bilgiyle Bilimsel Bilgi Arasındaki Farklar

Bilimsel Bilgi

Felsefi Bilgi

1. Bilimlerin özel ve sınırlı alanları vardır

2. Bilim herkesçe gözlenen olgulardan hareket eder.

3. Bilimsel bilgi nesneldir.

4. Bilimsel bilgi üretmede araştırma için zamana gereksinim vardır.

5. Bilim geçmişi ve şimdiyi inceler

6. Bilimde doğruluk (test edilme) önemlidir

7. Bilim olanı inceler

8. Somut gerçeklikle ilgilenir.

9. Gerçeği parçalara ayırarak inceler.

10. Bilimsel yöntemi kullanır, objektiftir.

1. Felsefe varlığın tümünü kapsayan bilgiyi hedefler, bütüncüldür.

2. Felsefe deney ve gözleme dayanmak zorunda değildir. Önermenin iç tutarlılığı önemlidir.

3. Felsefi bilgi özneldir. Yanlı olabilir.

4. Felsefe hemen karar verip sonuçlara varabilir.

5. Felsefe geleceğe yönelebilir. Olması gerekenler gibi.

6. Felsefede yeterlilik (yaklaşım) önemlidir. İçinde bulunulan durumu çözüyorsa geçerli. Zamanla yetersiz olursa yeni felsefe yapılır.

7. Felsefe olması gerekeni de inceler

8 Metafizik konulara girebilir.

9. Gerçeği bütün halinde inceler.

10. Felsefi temellendirmeyi amaçlar, akıl yürütür.

Bilimler deney yöntemini ve onun çeşitli biçimlerini kullanırken, felsefe, deneyin verilerine dayanmakla birlikte, deney dışında düşünce ve akıl yürütme yöntemini kullanır. Her bilimin bir yöntemi bulunduğu halde felsefede sistem kuran her filozofun kendine özgü yöntemi vardır.

Bilimler, sonucu herkes tarafından kabul edilebilen sonuçlara ulaşır ve sonuçlar herkesin deneyine açık bulunurken, felsefenin kesinliği ussaldır. Deneyle kontrol edilemezler. Felsefi gerçeklerin herkes tarafından kabul edilmesi zorunlu değildir.

Tablo 2. Felsefi Bilginin Dinsel Bilgiden Farkları:

Dinsel Bilgi

Felsefi Bilgi

1. Dinsel bilgi vahiy yoluyla elde edilir

2. İnanca, imana dayalıdır

3. Dogmatiktir Değişmez, değişmemesi gerekir.

1. Felsefi bilgi insan aklının ürünüdür.

2. İnsan aklına dayanır.

3. Eleştiricidir, sorgular, gerekirse değişir.

Yukarıda sıralanan bilgi türlerinin hepsinden şu ya da bu biçimde yararlanmaktayız. Dolayısıyla hiçbiri geçersiz, gereksiz değildir. Ancak bilimcinin bilimsel bilgiyi, din adamının dinsel bilgiyi esas alması da eşyanın tabiatı gereğidir. Başkasını alanına karışan bilgi, kendi alanını boş bırakır. Boşlukları başkaları doldurur, içinden çıkılmaz hale gelir. Örneğin, bilim dinselleşir, din siyasallaşır…

Şekil 1. Kalkınma Ortamı

İnsanlar, belli bir refah düzeyine ulaşınca daha iyinin, daha güzelin arayışına girerler. Tecessüs ve merak duygusu onları araştırmaya götürür. Araştırma sırasında herhangi bir engelle karşılaşmazsa (gelenekler, inançlar, tabu ve yasaklar) aklının zirvesine çıkar. Toplumun genel geçer kalıplarının dışında düşünür ve sıradanlığı aşarak farklılaşır, bireyleşir. Birey felsefi sorgulamalar yaparak hayatın anlamı, dünya düzeni ve işleyişini ortaya çıkarmaya çalışır. Buradan hareketle bilimlerin ortaya koyduğu önceki bilgileri edinir ve onlara dayanarak yeni araştırmalar yapar, bilgi üretir. Ürettiği bilgi ile hayatı kolaylaştıracak yeni yol, yöntem ve araçlar yani teknoloji geliştirir. Teknoloji ürettikçe hayatı kolaylaşır, bunu üretip çoğaltarak paraya dönüştürür ve refah düzeyi yükselir, kalkınır. Mutlu olur yes

OKUMA ÖNERİSİ

AYDIN, Hasan. 2012. Gazzâlî: Felsefesi ve İslam Modernleşmesine Etkileri. İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı.

ÇINAR, İkram. 2012. Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz. İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayınları.

TURAN, Şerafettin. 1994. Türk Kültür Tarihi. Ankara: Bilgi.

BLACK, Cyril E. 1986. Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri. İşbank. Ankara

STRÖKER, Elisabeth. 1995. Bilim Kuramına Giriş. (Ç: Doğan Özlem) Gündoğan. Ankara.

HABERMAS, Jurgen. 1993. “İdeoloji” Olarak Teknik ve Bilim. (Ç: M.Tüzel) YKY. İstanbul.

SKINNER, Quentin. 1997. Çağdaş Temel Kuramlar (Habermas, Althusser, Derrida, Gadamer, Kuhn, Faucault, Rawls, Lévi-Strauss, Annales Okulu) (Ç:A.Demirhan) Vadi. Ankara

SAYILI, Aydın. 1948. Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir. Kültür Bak. Ankara.

BAYET, Albert. 1993. Bilim Ahlakı. (Ç: V. Günyol) Yorum. İstanbul

ROUSSEAU, J.J. 1989. Toplum Anlaşması (Ç:V.Günyol) MEB. İstanbul

_____. 1989. İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk. (Ç: S.Eyuboğlu). MEB.

MACHIAVELLI. – Hükümdar. (Ç.S. Bağdatlı) Sosyal. İstanbul.

CAPORAL, Bernard. 1982. Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını. İşbank.

GÜVENÇ, Bozkurt, Gencay Şaylan, İlhan Tekeli, Şerafettin Turan. 1994. Türk İslam Sentezi. Sarmal. İstanbul

ARSEL, İlhan. 1992. Biz Profesörler. İnkılap. İstanbul.

MICHELET, Jules. 1998. Rönesans. (Ç:K. Berker). Cumhuriyet.

DESCARTES, Rene. 1998. Yöntem Üzerine Konuşma. (Ç: Afşar Timuçin) Cumhuriyet.

BASALLA, George. 1996. Teknolojinin Evrimi. (Ç: C. Soydemir) Tübitak. Ankara.

DURA, Cihan. 1990. Bilgi Toplumu. Kültür Bakanlığı Ankara.

WEBER, Max. 1997. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu. (Ç:Z.Gürata) Ayraç. Ankara.

KIZILÇELİK, Sezgin. 1996. Pozitivizm ve Eleştiricileri. Saray. İzmir.

_____. 1996. Postmodernizm Dedikleri. Saray, İzmir.

BELL, Clive. ?. Uygarlık Nedir?. ? ?

ABDUSSSALAM Muhammed. 1990. Güneyin Gelişmesinde Bilim, Teknoloji ve Eğitim Bilimi Üzerine Notlar. (Ç: O. Düzgüneş) Kültür Bakanlığı. Ankara.

ATATÜRK, Kemal. 1994. Yurttaşlık Bilgileri. Çağdaş. İstanbul

Sarı Mehmet Paşa. 1992. Devlet Adamlarına Öğütler. Kültür Bakanlığı. Ankara.

RUSSELL, Bertrand. 1997. Bilim ve Din. (Ç: Hilmi Yavuz). Cem. İstanbul.

_____.  1984. Bilimin Toplumsal İşlevi. Deniz. İstanbul.

BATUHAN, Hüseyin. 1997. Bilim, Din ve Eğitim Üzerine Düşünceler. YKY. İstanbul.

_____. 1996. Bilim ve Şarlatanlık. YKY. İstanbul.

TÜBİTAK (Bilim ve Teknik) Cumhuriyetin 70. Yılında Türkiye’de Bilim I-II. (Fen)

KUHN, Thomas S. 1991. Bilimsel Devrimlerin Yapısı. (Ç:N. Kuyaş). Alan. İstanbul.

CHILDE, Gordon. 1994. Toplumsal Evrim. (Ç:C. Balcı) Alan.İstanbul.

AKYÜZ, Yahya. 1978. Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri 1848-1940.

BERNAL, John D. ?. Bilimler Tarihi I-II. Sosyal. İstanbul.

BERKES, Niyazi. ?. Türkiye’de Çağdaşlaşma. Doğu-Batı. İstanbul.

İbrahim Müteferrika. 1995. Usulü’l-Hikem fi Nizani’l-Ümem. Diyanet Vakfı. Ankara.

HOODBHOY, Pervez. 1992. İslam ve Bilim: Bağnazlığa karşı akılcılığın savaşımı. (Ç:E. Birey) Cep. İstanbul.

BURY, John. 1978. Düşünce Özgürlüğünün Tarihi. (Ç: D. Bartu). İstanbul.

COGNIOT, Georges. 1992. İlkçağ Materyalizmi. (Ç: S. Selvi) Sarmal. İstanbul.

ŞAHİN, Şükran. 1997. Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Politikası 1963-1997. Göçebe.

ROSS, Andrew. 1991. Tuhaf Hava: Sınırlar Çağında Bilim ve Teknoloji. (Ç:K.Durand) Verso

BAHADIR, Osman. 1996. Osmanlılarda Bilim. Sarmal, İstanbul.

ÇİĞDEM, Ahmet. 1997. Aydınlanma Düşüncesi. İletişim. İstanbul.

SARTRE, J.P. 1993. Varoluşçuluk. (Ç:A. Bezirci) Say, İstanbul.

WOLPERT, Lewis. 1994. Bilimin Doğal Olmayan Doğası. (Ç:E. Perçin) Sarmal, İstanbul.

SELSAM, Howard. 1995. Din, Bilim ve Felsefe. (Ç:A.And). Sarmal.İstanbul.

HUME, David. 1998. İnsan Zihni. (Ç:S.Öğdüm). İlke. İstanbul.

HEIDEGGER, Martin. 1997. Tekniğe Yönelik Soru. (Ç.D.Özlem) Afa. İstanbul.

HUSSERL, Edmund. 1994. Avrupada İnsanlığın Krizi ve Felsefe. Afa.

GAZALİ 1990. El-Munkızu Min-Ad-Dalal. (Ç: H.Güngör) MEB.

FARABİ. 1990. El-Medinetü’l Fazıla. (Ç: N. Danışman) MEB.

_____. 1985. Eflatun Kanunlarının Özeti (Ç: F. Olguner) Kültür B.

SİNANOĞLU,Suat. 1988. Türk Hümanizmi. TTK. Ankara.

TİMUÇİN, Afşar. 1992. Düşünce Tarihi. BDS. İstanbul.

GÖKBERK, Macit. 1996. Felsefenin Evrimi. MEB.

_____. Felsefe Tarihi. Remzi. İstanbul.

BRUNO, Frank J. 1996. Psikoloji Tarihi. (Ç: G.Sevdiren) Kıbele. İstanbul.

FEYERABEND, Paul. 1991. Bilim Kilisesi (Ç: C.Cerit) Pınar. İstanbul.

_____. Yönteme Hayır. (Ç: A. İnam) Ara. İstanbul.

SARAÇ, Celal. 1983. Bilim Tarihi (Matematik, Astronomi). MEB. İstanbul.

TEZ, Zeki. 1995. Doğa Karşısında Pratik ve Teknik Uğraşı. Kültür B.

MAYOR, Federico. (1997). Bilim ve İktidar. Tübitak, Ankara.

TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi). 1997. Türkiye’de Sosyal Bilimler.

SOROKIN, P.A. (1994). Çağdaş Sosyoloji Kuramları I-II. Kültür B. Ankara

COLLINS Harry, Trevor Pinch. 1997. Golem: Bilim Hakkında Bilmemiz Gereken Her Şey. Sarmal

SARTON, George. 1997. Bilim Tarihinde Yöntem. (R.Demir) Doruk, İstanbul.

SERDAROĞLU, Ufuk. Feminist İktisat’ın Bakışı (Postmodernist mi). Sarmal, İstanbul.

TÜTENGİL, C. Orhan. Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metod. Ayko. Ankara.

ŞEKER, Murat. 1986. İktisadi ve Sosyal Bilimlerde Yöntem ve Yaklaşım Sorunları. Değişim. İst.


[1]  Bu başlık altındaki satırlar; Tuncer Bulutay’ın “Bilimin Niteliği Üzerine Denemeler” Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yay. Ankara, 1986. adlı kitaptan özetlenmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir