İnsan türünün düşünsel seyrine bakınca genelden özele, uzaktan yakına doğru bir yaklaşım izlediği görülür. İlk gelişen bilim uzaklarla ilgilidir ve adı Astronomidir. Yakına gelmek için çok uzaktan başlanmıştır. En yakındaki yani beyin ise az bilinen organdır. Beyin araştırmaları yakın zamanlarda ivme kazandı ve insanlar için hala gizlerle doludur. Genelden özele yaklaşımıyla insan mantığının önce bütünü görmek ve parçayı onun içinde anlamlandırmak istediğiyle açıklanabilir.
Toplum bilimlerini de bu saptama içinde değerlendirmek mümkündür. Önce Sosyoloji sonra Antropoloji bilimleri gelişmiştir. Üstelik Antropoloji sömürgecilik amaçlı kullanıldığı için ilk kurulan sosyal bilimlerden olmasına karşın Sosyoloji öne çıktı! Sosyolojide hayli yol alındı, büyük bir bilgi birikimi ortaya konuldu. Bütünü gördükten sonra artık parçaya bakmak gereği ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla günümüzde Antropolojik yaklaşımın görünürlüğü giderek artmaktadır. Toplumlardan daha küçük kesitler alarak incelemek yeni bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç etno- önekli yeni bilim dallarının kurulmasına yol açmıştır: Etnomüzik, Etnotarih, Etnospor… Ve Etnopedagoji.
Etnopedagoji, bir toplumun/kavmin kesit alınarak geleneksel çocuk eğitiminin amaçları, araçları, yöntemleri ve ülküsel insan tipini nasıl elde ettiğiyle ilgili olarak toplumun empirik bilgilerini çözümleme bilimidir.
Etnopedagoji konusundaki çalışmalarımı bir kitap haline getirip, eğitim ve bilim gündemine koydum. Küçük ama önemli bir alan araştırması oldu. Bu konuda Türkiye’de yazılan ilk kitap olma onurunu taşıyor. İrdelediğim kadarıyla Batı ülkelerinde bu konuda pek bir çalışma yok. Konu daha çok Doğu toplumlarında ve Türk Dünyasında araştırılıp çalışılmış. Türkiye’de ilk olması doğal olarak kitabın ve savunduğu düşüncelerin nasıl karşılanacağını ve ne gibi yorum ve değerlendirmeler yapılacağı hususunda merakımı yüksekte tutuyor. Aşağıdaki kısa notlar etnopedagojinin kıyısındaki gözlem ve izlenimlerdir.
Aslına çeker
Hastanede muayene olmak için sıra bekliyordum. Koridor, kalabalık sayılacak kadar doluydu. Herkes kendi halinde; acılı ya da sıkıntılı çehreler… Ortama sessizlik hakim. Bu durum çok sürmedi. Koridorun uzağından bir çocuk ağlaması peydahlandı ve bize yaklaşmaya başladı. Ağlamıyor, âdeta böğürüyordu. Kim bilir ne ağrısı vardır yavrucuğun diye düşünürken, iyice yaklaştılar ve bizim polikliniğe girdiler. 5-6 yaşlarında. Hasta olan o değil. Belki bir yakınını getirmişler. Annesi elinden tutmuş ve ne yapacağını da bilemiyor. “Sus, bağırma” deyip duruyor. Çocuğun taşkınlığı sınırsız. Küfrediyor, annesini yumrukluyor, tekmeliyor. Annesi de aslında pek umursamıyor.
Hasta ve yakınları huzursuz oldular. Sinir bozucu bir durum. Birkaç kadın “ay ne cici-akıllı çocuksun sen” gibi yaklaşmaya çalıştı. Çocuk hız kesmeden devam etti. Bir hemşire oyuncak vermeye çalıştı, alıp suratına çarptı ve küfretti. Birisi sinirlenmiş gibi yaptı “Döverim seni ha…” diye parmak salladı çocuğa, güya korkutacak. Bir küfür de o yedi. Annesi gülüyor… İnsanların rahatsız olduğunu fark edince çocuğa birkaç tokat attı. O da karşılık verdi ve böğürtüler arasında etraftakilere de tekmeler atmaya başladı. İnsanlar kadına rahatsızlıklarını iyice hissettirmeye başlayınca kadın çocukla dışarı çıkmak zorunda kaldı.
Düşündüm ama iyi ki araya girip pedagojik saçmalıklar söylememişim. İnsanları dinlemeyi tercih ettim: Yaşlı bir hasta:
– Her ot kendi kökü üstünde biter, dedi. Bir başkası:
– Kırk yıl kaynatsan da katranı olmaz şeker, aslına tükürdüğüm aslına çeker, dedi.
Orta yaşlarında, yarı okumuş olduğunu tahmin ettiğim bir hanım final konuşmasını yaptı:
– Çocuk yapabilme kapasitesine sahip herkese çocuk yaptırırsanız böyle çetin cevizler çıkar. İnsanlara çocuk yapmadan önce ehliyet alır gibi anababalık, çocuk terbiyesi sınavına sokup belge alanların çocuk yapmasına izin vermek lazım, dedi.
Meselenin aslını anlayamadık ama bu millet eğitimi biliyor arkadaş. Biz boş boş konuşuyoruz.
Karı – Kuru Şerri
Dedem namazını sessizce kılardı ama dualarını fısıltıyla da olsa yakındakilerin duyacağı biçimde yapardı. Merak ederdim zaten, bir insan Tanrı ile baş başa iken ondan ne ister, diye… Dedemin Tanrı’dan bütün isteklerini duyardım. Kendisini cennete kabul etmesini diliyordu. “İman-cennet” istiyordu. Önce iman sonra cennet! Biz torunları için de istekleri olurdu. Bizim için “zihin açıklığı” istiyordu. Yakından uzağa yaklaşımlıydı. Konu komşu için iyi şeyler istedikten sonra Türk milleti ve öteki Müslümanlar için de dirlik diliyordu.
Bir isteği dikkatimi çekerdi.
“Allahım, beni karı-kuru şerrinden sakla yarabbi” derdi Bizde kadın denmez, karı denirdi. Bana tuhaf gelen o ihtiyar yaşında kadınlardan nasıl bir şer beklediği idi. Bir de “karı” tamam da, “kuru” neydi? İkilemedir, diye düşünüyordum.
Bir namazdan sonra sordum. “Dede bu yaşında, evden bile çıkamıyorken hangi kadından şer bekliyorsun? İftira mı, kim sana iftira atabilir? Hem, biz zaten inanmayız ki!” demiştim. Dedem kahkahalarla gülmüş ve “Onlardan her şey beklenir.” demişti. Dedemin kadınlarla ilgili kötü hatıralarının olduğunu sanmıştım.
Babam öğretmendi, çocukluğumda zihnimi bu tür mitoslardan uzak tutmuş olmalı. “Kara-Kura”nın ne olduğunu yakın zamanlarda öğrendim. Öğrenince anladım ki dedem aslında başka bir şey söylüyormuş. Kara Kura bir kâbus. Yatan insanların göğsüne çöker, soluk alamaz hale getirimiş. Kim bilir gerçek sebep ne? Belki hınkal fazla yenilmiştir belki de kalayı azalmış bakır kapta yenilen yemekler zehirlemiştir. Bilimsel açıklamayı bilmiyor ve mitolojinin açıklaması olan Kara-kura’dan korunmayı Tanrı’dan diliyorlardı.
Kara Kura ile henüz tanışmamış olsam da belki de karakura gerçekten vardır. Kim bilir?
Dedemi sevgiyle anıyorum. Etnopedagojiye dalınca karşımıza bunlar çıkıyor. Aşağıdaki bilinti Beydili’nin “Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük”ünden.
Posoflu Ceditçi
Bugün güzel bir gün; 6 Ekim. İstanbul’un işgalden kurtarılması ve Atatürk’ün Kars’a gelişinin yıldönümü. Biraz depreştim, aşağıdaki yazı çıktı:
Adı Yusuf’tu. 1873 baharında doğdu. Beş yaşındayken köyü tarihin büyük savaşlarından birinin ortasında kaldı. 93 Harbi! Osmanlı-Rusya Savaşı. Rusya saldırmıştı. Uzun sürdü ve sonunda Yusuf’un memleketi işgal ve ilhak edildi. Uzun yıllar Rusya vatandaşı olarak yaşadı.
Medresede sadece ilm-i hal öğrenilirdi, gitti ve öğrendi. Ancak Rus işgal altında yaşamaktan nefret ediyordu. Kafkasya’nın her yeri Rusya idi. Gençliğinde gezdi dolaştı. Hıristiyanların medeniyet durumunun Müslümanlara göre çok iyi olduğunu gördü. Türkler kendilerine “Türküm” diyemiyorlardı. “Türk” adının taşınmasından hem mollalar hem de Ruslar hoşlanmıyordu, kendilerine “Müslüman” demek zorundaydılar. Medresede verilen eğitimin yetersizliğini de görmüştü. Bir ara Türkiye’ye kaçtı, Bursa’da İttihat Terakki “mektep”lerinden birinde okudu ve bilimsel eğitimin nasıl olduğunu kavradı. Geri döndü, memleketinde çalışmaya başladıysa da Kafkas’a açılmak zorunda olduğunu hissetti.
Aydınlanma Kafkasya’ya da sızmıştı. Aydınlığı görmesini sağlayan büyük ölçüde Kırım’da yayınlanan ve Türk Dünyasında Kant etkisi yaratıp uyandıran bir gazete ve gazeteci olmuştu. İsmail Gaspıralı ve Tercüman Gazetesi.
İsmail Gaspıralı, 1901 yılında Posof’a gelmişti. Bir gün kalmış ve Ahıska’ya gitmiş. Oradan da Azerbaycan’a. Türklerin eğitim manzarası bir felakettir. Adeta hepsi mankurtlaşmıştır! Gözlemlerini Tercüman’da yayınlar.
İsmail Gaspıralı’nın kayınbiraderi Prof. Yusuf Akçura, Halaskâr Gazi’nin yanındadır. Sadri Maksudi de, Ağaoğlu da. İstiklal Harbinde de, Cumhuriyet kurulurken de bütün ceditçi kadro Atatürk’ün yoldaşıdır. İstanbul’u emperyalist ülkelerden teslim alan kişi Kazan’dan gelen, Kars mebusu Yusuf Akçura’dır.
Yusuf, “İntibahname” adlı şiirini 1904 yılında İsmail Gaspıralı’nın fikirleri doğrultusunda açılan Ceditçi (yenilikçi, bilimsel) bir okulda öğretmenlik yaparken yazdı ve Tercüman gazetesine yayınlamak üzere gönderdi. Yayınlanmadı elbette. Ama Yusuf artık Ceditçi bir öğretmendi. Posof Medresesinde Ceditçi bir öğretmen. Yanına ikinci bir unvan daha ekler: Aşık Zülali. O artık kendince Dede Korkut’tur.
Aşık Zülali’yi peşindeki Rus istihbaratı rahat bırakmaz. Sonunda Türkiye’ye kaçar, Afyon, Eskişehir…
Posoflular kendi kendilerine karakterli insan yetiştirebiliyorlardı. Yerleşik bir toplumdu ve ciddi bir etnopedagojik birikime sahiptiler. Dinleri de, imanları da vardı ama rasyonalisttiler. Ulusal duyguları hayli güçlüydü. (Bunları Ruslar söylüyor, inceleyip yazmışlar, Sadovskiy filan.) Çarlık Rusyasının dağılmasından sonra Posof’u işgal eden Gürcistan’ın işgalci ordusunu imam Altun Hoca ve Deli Halit Paşa önderliğindeki milislerle Ahıska’nın ötesine kadar kovalamışlardı. Orada da kalmamışlardı. Ufacık Posof’ta 350’nin üstünde İstiklal Madalyası olan gazi vardı.
Posofluların bir eksikleri vardı; bilimsel eğitim. Kendi okullarını kendileri yaptı. Cumhuriyet Cılavuz’da bir köy enstitüsü açmıştı. Çocuklarını orada okutup öğretmen yaptılar. Köy Enstitülü öğretmen büyük ölçüde Ceditçi öğretmendir. O öğretmenler köylerde Posof’un çocuklarını bilimsel eğitimle yetiştirdi.
Aşık Zülali’nin köyünden halen aktif iki halk ozanı vardır. 10’un üzerinde kitabı yayınlanan şair ve yazar yetişmiştir. Ayrıca, Posof’ta şu sıralar kitabı yayınlanan 200’e yakın insan vardır, çoğu hayattadır. Bir o kadarı da parası olsa kitap bastıracak kadar yazılı şiir ya da hikâyeye sahiptir. Onlarca ciddi şirket sahibi tüccar, değişik partilerde politikacı, akademisyen… Üstelik birçok fidanımızı da budadılar!
Aşık Zülali’nin köyünden dünya buz pateni şampiyonu da çıkmıştır; Naz Arıcı.
Posof etnopedagojisi bilimsel eğitimle birleşince ışımaya başlamıştır! Bütün bunlar Ceditçiliğin, millî ve bilimsel eğitimin haklılığını, doğruluğu ve ne kadar başarılı olduğunu gösterir.
Posof, 12 Eylül öncesinde kavga olmayan birkaç yerden biriydi. Ancak Natocu Evren bölgemizde nefes bile aldırmadı. O sefil kurduğu rejimle, tarihi Ruslarla mücadele içinde biçimlenmiş Atabeklilere Rusçu, ceditçilere Vietkongluyumuş gibi muamele etti! Ekonomimizi tamamen çökertti. Bölgeden göçler başladı.
Yüreğimizi dağlasa da geçti gitti. Dün bir gazeteden okudum. Son iki senede Posof’taki köylerine dönenler 400 yeni ev yapmışlar…
Hey millet! Başınızın çaresine bakın. Yine de darda kalırsanız Posoflular köşede sessizce nöbettedirler, bilin.
Tuhaftır bizimkiler.
Naz Arıcı