Etnopedagoji Notları – 7

Sayı 78 Nisan 2023

İlgi, bilgi, marifet, hikmet ve iltifat…

Türkiye’de uluslararası kitap deyince uluslararası saygınlığı olan, mümkünse yabancı bir ülkede yayınlanan kitap akla geliyor.

Bir de değişik uluslardan bir kadronun bir araya gelerek/getirilerek yayınlandığı kitaplar var.

Bu kitabımız hem değişik uluslardan yazarların emeği hem de uluslararası saygınlığı olan bir yayınevinin yayını olarak önemlidir. İçeriğine zaten güveniyoruz. Kaldı ki, hatırı sayılır yayınların olmadığı etnopedagoji alanında da önemli bir boşluğu dolduruyor.

***

Kitabımızın Rus yazarları öteden beri tanıtım ve basın toplantısının ne zaman yapılacağını sorup duruyorlardı. Ne yapmak istediklerini anlayamadım. Meğer orada bir kitap yayınlanınca basın toplantısı düzenlenir, söyleşi yapılır, davetli değerli kişiler kitabın önemi hakkında konuşur, tebrikler sunulurmuş…

Bizde bu adet pek yok. Bir de sanki bu işi fakültemiz ya da yayınevi, eğitim derneği, sendikası ya da bir kitapçı yapsa daha iyi olur gibi bir beklenti var. Olmadı. Birkaç arkadaşımın yanımdan geçerken “hayırlı olsun” demesinin ötesinde yeterince tebrik bile alamamışımdır.

Değerli meslektaşım eğitimbilimci Prof. Dr. Lyudmila Redkina, benden ses çıkmayınca kendisi Kırım’da bir resepsiyon vereceğini bildirip davet etti. Bir kitap için bu kadar tenteneye gerek var mı, bilemedim. Kabul etmedim. Önümüzdeki ay bir kongrede kitap tanıtımı bölümüne kitabımızı koymuş. Uzaktan bağlanmayı da reddedemezdim. Bizim kongrelerde kitap tartışma bölümünün olmadığını da fark ettik.

Arkadaşlarım mahcup olacak ama kitabın tanıtımını Rusya’da yapıp, onların tebriklerini kabul edeceğiz artık.

“Orta Direk” kavramından “Evimin Direği” Kavramına

Halkın çocuk eğitiminde ana-baba rolleri ve görevlerini kurcalarken, kaynaklarım babanın kenarda kalsa bile önemli ve öncelikli rolüne dikkatimi çekmişlerdi.

Bazı zarif hanımefendiler kocalarından söz ederken onu “evimin direği” sıfatıyla onurlandırırlar. Direk, bina ya da ev gibi bir yapıyı ayakta tutan dayanaktır. Direk olmazsa bina sağlam olmaz. Evin direği de evi ayakta tutan, tavanın ailenin üstüne yıkılmasını önleyen dayanaktır.

Orta direk Türk kozmolojisinde dünya evren ilişkisinde ara bağdır. İnanca göre Gök kubbe ile yer arasında yaşıyoruz. Gök, ki yıldırımlar, şimşekler, dolu ve fırtınalar barındıran, gizemli ve korkutucu bir yer olmalıdır. İşte o gök kubbeyi yerinde tutmak, biz insanların üstüne çökmemesi için bir direk lazımdır ve vardır. Direğin adı orta direktir.

Orta direk böylesine kritik bir işlev gören direktir; göğün dayandığı bir dayak!

**

Yıllar önce T. Özal, bir seçim kampanyasını “orta direk” kavramı üzerinden sürdürmüştü. Çoğu kimse bununla “orta sınıf”ın kastedildiğini sandı. Belki de öyleydi ama halkın kültür kodlarında “orta direk” derin mitolojik kökleri olan bambaşka psikomitolojik anlam ağlarını harekete geçirmiş olmalıdır.

Orta direk kültürel bir şifredir. Toplumun dip kültüründe yer alan bazı kavramlar vardır; şifredir onlar! Belki de kültürel DNA. Oradan yakalayınca bam telinden vurur, yüreğine dokunursunuz. Bu kavramlar, ayakta tutan kökdal gibidirler.

Uzun hikâye. Binlerce yıllık bir hatıra.

Halkbilimciler, Mitologlar, Psikomitologlar, dip kültür tarayıcıları, Etnotarihçilerden öğrenelim.

Bir kümbet görüp altına bakalım. Orta direği göreceğiz.

Yerler ve gökler arasındaki insan.

Etno-pedagoji

Etnopedagoji araştırmam için alandayken köyde Hakkı ağabeye uğradım. Kızların ve oğlanların nasıl yetiştirildiklerinden konuştuk. Bu yetiştirmede ana ve babaya düşen görevler ve onların izledikleri yetiştirme yaklaşımından filan konuştuk.

Söz dönüp dolaşıp “ana mı yoksa baba mı” sorusuna geldi. Hakkı ağabey tartışmaya kapalı olarak babanın evin direği olduğu, çocuğun öncelikle babasına saygı ve minnettarlık duyması gerektiğini söyledi. Nedense ben bunu pek adil bulmadım. Onu biraz daha kışkırttım. Başka örneklerle tekrar açıkladı. Açıklamasının öğretmenlik açısından mükemmelliğine hayran kalarak açıklamasını derinleştirmesini bekledim.

Bu arada eşi Gülçehre Bacı sözü aldı. Karşı tez ileri süreceğini sanırken, Hakkı ağayı destekledi. Bir de atasözü ile tezine noter mührü bastı. Dedi ki “Anası çocuğa karğış (beddua) edende memeleri dua edermiş, babası karğış edende ise bıyıkları amin dermiş.”

Ananın değil, babanın bedduası çocuğa değer. Babaya saygısızlık etmek ve onu üzmek olmaz diye söz bağladık. Babanın bedduası kabul olur! Bu bir inanç ve vardır bir hikmeti!

Atasözünü anladım ama kavramam için biraz zaman gerekti. Baba olmak sadece erkek olmakla ve eve ekmek getirmekle ilgili değil. “Evin direği”, “kök değer”, çocuğun “misyon” ve “vizyon kaynağı” rolü… Derin ve anlaşılması gereken karmaşık bir toplumsal-kültürel sistem ve biz hala oraya bakmayı akıl etmiyoruz! Toplum bizim eğitim fakültelerinden ileridedir diyorum da inandıramıyorum.

Geleneksel çocuk yetiştirme yolları…

Etno-Bilim-ler vs.

İnsanlar eğitimle imal edilirler; bu yüzden her insan öğrendiklerinin ve bildiklerinin bir toplamıdır. Eğitim derken aile terbiyesini başa koyuyorum. İnsan, asıl ailesinin ürünüdür. Okulda birlikte yaşama, ulus olma, bilimsel bilgi ve meslek edinme vb. öğretilir. Kişilik, karakter, ahlak, edep, ar, haya, irade, başkalarına saygı, din, dünya tasavvuru gibi insanın kök değerleri aile içinde ve çocukken kazanılır. Kısacası aile, etnik bir kozadır. Çocuk bu etnik koza içinde, kavminin ideal insanı modeline göre eğitilir ve büyür.

Eskiden toplumda başka kavimlerin nasıl insanlar olduğuna ilişkin birtakım yargılar vardı. Ailede alınan eğitim yani etnopedagoji buna yol açıyor: Lazlar çabuk sinirlenir, Gürcüler fevridir, Çerkezler merttir, Arnavutlar ataktır vb. Çeşitli olumlu ve olumsuz yargılar. Bunu her toplum yapar; diğerlerini ötekileştirerek kendini onlardan ayırarak varlığını sürdürür. Sonra ulus devlet olduk diye bunlar “cıss” sayıldı. Ama ulus-devleti de çizmiş durumdayız. 16. yüzyılı yaşıyoruz. Artık “Gürcüsü, Abazası, Lazısı…” hatta “İbrahim’in milleti” milletleriyiz. Bazen “milletimiz”, “tek millet” diyenler oluyor. Hangi milletten söz ettiği anlaşılmıyor!

***

Her ülke kendi yurttaşlarının etnik özellikleri dahil birçok konudaki bilgiye sahiptir. Türkiye’de biz içimizdeki kavimlerin sayısını, nüfuslarını, özelliklerini, tarihini bilmiyoruz. Sosyal hareketliliği takip etmiyoruz.

***

Bilimsel araştırmalarda hala etnik kökeni değişken olarak alamıyoruz. Hangi kavimde boşanma oranları fazladır, neden? Hangi kavim kaç çocuk yapar, neden? Hangi kavim ulusal gelirden ne kadar pay alır, neden? Daire başkanı genel müdür gibi bürokrasi basamaklarında hangi kavimlerin oranı ne kadardır, milletvekillerinin kavimlere göre dağılım oranı nedir, rektörler, dekanlar, müftülerin kavim oranları? Çalışkanlık konusunda hangi kavim çocuklarına neyi telkin ediyor, birlikte yaşama kültürünü en iyi öğreten kavim hangimizdir, hangi kavimler arası evlilikler yürüyor ya da yürümüyor, hangi kavmin etnopsikolojisi patavatsız ve pervasız çocuk yetiştirmeye yol açıyor, hangi kavmin etnopedagojisi sağlam karakterli delikanlı yetiştiriyor, bunu neyle ve nasıl yapıyor? Sorulacak çok soru var.

 

Ügü veya Puhu

Ügi kuşu veya ügü, Posof’ta gizemli bir kuştur. Gece avcısıdır, gündüz yuvasında saklanır o yüzden pek görmeyiz. Baykuşgillerden, yeke bir kuştur. Nedense Atatürk sonrası dönemde ezik bir toplum haline getirildik. Bir sözcüğün anlamını bilmiyorsak komşu toplumlardan alıntıladığımızı düşünüyoruz. Onların bizden vaktiyle aldıklarını düşünemeyecek kadar sarsık bir özgüven oluşturuldu. Siyaset, şehir gibi sözcükler Arapçaymış! İyi de Araplar o sözcükleri zaten Türkçeden almışlardı. Siyasa olarak alıp siyaset yapmış, bize vermişler. Şar sözcüğünü alıp şehir yapıp bize vermişler. Bizim TDK sözlüklerinde siyaset ve şhir sözcüklerin Araplar adına tapulanmıştır! Aynı eziklik bizim Posoflulara da sirayet etmiştir. Anlamını bilmedikleri arkaik Türkçe sözcükleri, Türkçede pek aşina olmadıkları kelimeleri görünce hemen başkalarından aldıklarını düşünürler. Etrafta başkası olarak kim vardır; Gürcüler. Öyleyse onlardan almışızdır diye sanırlar! Divan’ı Lügat’it Türk’e baksalar görecekler ve bu dil hazinesini o günden beri sakladıkları için gurur bile duyacaklar ama…

Kıpçak ağzı konuşan ülkelerde ügü, ükü veya uku olarak bilinir. Cengiz Aytmatov’un “Gün olur asra bedel” adlı muhteşem romanında Yedigey’in karısının adı Ukubala’dır. Uku’nun balası, yani ügi kuşunun yavrusu!

Dilimizde ügi ile ilgili deyimler de vardır. Neler? “Ügi kimi olmak”, “ügi misin” sözleri kör müsün, göremiyor musun, hırsız gibi anlamlara geliyor. Belki de gece avcısı olduğundan ötürü.

Ben ügü kuşundan söz ediyorum. Başkalarını da ayrıca konuşabiliriz. İstanbullular bizim ügü kuşuna puhu da diyor. İstanbul’a uymak zorunda değiliz. Uyarsak ügü ile ilgili deyim ve hatıraları da unutacağız. Ayrıca Kazakistan ile kök-bağlantısı kurmak ve göstermek istedim.

Geldik mi etno-ornitolojiye?

Kazakistan’da 50 tengenin yazı ve turasındaki ügü kuşu

Kazakistan’da bir müzeyi geziyordum ve orada içi doldurulmuş haliyle ügüyü gördüm. “Uku” diye adını yazmışlardı.

Kudümsüz!

Kudümsüz, bizim köyde kullanılan bir sıfattır. Anadolu’nun yerel ağızlarının bazılarında da olduğunu tahmin ediyorum. Bizim köydeki genel anlamı olumsuzdur. Kudümsüzlük, durumlara ve kişilere yakıştırılıyordu. Karışxal, dolu ve fırtına için havanın kudümsüzlüğünden şikâyet edilirdi. Bazı kişiler de kudümsüz olurdu. Kudümsüzler, uğursuzluk, şanssızlık, bahtsızlık, bereketsizlik getirirdi. Onların yüzünden her şeyin tadı kaçar ve işler ters gider, zarar ziyan olurdu. Küçük aksiliklerden büyük felaketlere kadar facialar ortaya çıkardı. Buna, kudümsüz kişiler yol açardı!

Sözcüğün etimolojik köküne gitmeye cüret edemem ama yine de biraz irdelemek istiyorum. Kudüm, bir müzik aletiymiş. Dümbelek gibi bir tür davul, nakkare de deniliyormuş. Ancak bunun konumuz olan kudümsüz ile ilgisinin olduğunu sanmıyorum.

Kud ya da Kut kök sözcüğünde aramak gerekir bence. “Kud”un, kudruk (kuyruk) sözcüğünden evrildiğini okumuştum. Bu anlam da uğur-suzlukla ilgili değil. Ancak “kut” sözcüğü kut-suz anlamında “kut-um-suz gibi uğursuzluk anlamı verebilir.

Kut kavramı çok anlamlar taşıyan bir kavram. Derin anlamları bir yana, anlam ağında bağ kurduğu sözcüklere de kut ile ilgili anlamlar kazandırıyor. Kutsal, kutlu…

“Bayramın kutlu olsun, doğum günün kutlu olsun, başarın kutlu olsun!, kutsal topraklar…”

Kudümsüz, “kutlu”nun tersi gibi. Kut bitince kudümsüzlük başlıyor! Yine de emin değilim. Bulmacayı dilbilim eyleyenlere iletiyorum.

Haydi anasına kargış okutan bir kudümsüzü izleyelim Bu, doğuştan ve iflah olmaz bir kudümsüz!. İflah olanı ve olduranı var mı, bilmiyorum.

Sövgü Araştırmaları

Sövgü (küfür), kırıcı ve incitici sözlerdir. Kaba, görgüsüzce ve ayıp anlamlar içerdiğinden genellikle uluorta söylenmez. Sövgü savurmak ya da küfretmek, bir insanın öfke ya da intikam amacıyla canını yaktığını düşündüğü başka insanların değerlerine sözlü olarak hakaret etmesi, değerlerini kirletmeye çalışması, kırıcı ve incitici sözler kullanmasıdır.

Sövgüler, değerler sistemimizin olumsuzladığı, sövenleri aşağıladığı, çirkin bir söz kümesidir. Değerler sistemimize göre sövgü kötüdür, sövenler kötü insanlardır, sövgü sözcükleri pistir. Kısacası sövgü istenmeyen bir eylemdir.

Öte yandan bu psikolojik, sosyolojik ve etnopedagojik bir durumdur. Böyle olduğu için sosyal bilimlerde araştırma konusudur. Bir ara genel tuvaletlerdeki yazıları kısmen derlemiştim. Devamını getiremedim. Tuvaletlerin kapılarını değiştirdiler ve plastikten yaptılar. Böylece kapılar yazı yazılamaz hale geldi. Oysa büyük sövgü edebiyatçımız Tosun Beyefendinin oraya ne müthiş sözler yazdığına tanık olurduk. Sosyo-psikolojik veri kaynağıydı; kıymetini bilemedik.

Çocukluğumu saymazsam sövgüyü uluorta kullanmadım sanırım. Bundan gurur duyuyor değilim, sadece böyle. Oysa bazen insanın canını yakan aşağılık birisi olur. Gidip ağzını burnunu dağıtmak, ona zarar vererek adaleti kurmak istersiniz ama öfkenizi kontrol ederek buna değmeyeceğini düşünür, vazgeçersiniz. Oysa bir küfür ile içeride biriken öfkeyi dışarıya yöneltir, rahatlarız.

Sövgü sözlerine bakınca, söven kişinin karşısındakinin kutsallarına saldırdığını görürüz. Karşıdaki ziyankârın en değerli varlıklarına söverek kirletmek bir saldırıdır. Bununla sövenin en değerli varlığını (kutsalını) da anlayabiliriz. Öyleyse değer araştırmacıları sövgüleri inceleyerek bir toplumun değerler sistemini çözmeye başlayabilir.

Nesine sövülüyor? Kutsallarına yani anasına, avradına (karısına), kişilik ve ahlakına, dinine-imanına, atalarına…

Sövgü derlemesi yapmaya devam ediyorum.

Nasıl Eğitiyorduk?

Eskiden okul, öğretmen, müfredat, öğretim yöntemi kitapları yoktu ama eğitim vardı. İnsanlar okuryazar bile değildi ama “adamın hası”ydılar. Gururla andığımız uygarlık ve süper devletleri onlar kurmuştu. O okulsuz ortamda şahsiyetli, ahlaklı, vatansever, dindar, konu komşu hakkı bilen ve komşusuna saygı duyan, kadirşinas, edebiyattan ve sanattan anlayan, dostunu düşmanını tanıyan, dünyayı bilen, nazik ve anlayışlı vb. nitelikler taşıyan insanlar yetişiyordu. Çocukluğumda öylelerine yetiştim. Onlar kendiliğinden öyle olmuyordu, ana baba terbiyesi, konu-komşu bakımı ve kültürel kök değerlere uyma gereğiyle o insanlar yetişiyordu.

Son yıllarda bu konularda araştırma yapıyorum. Belli bir toplum çocuklarını neyle ve nasıl yetiştiriyor sorusuyla “Etnopedagoji: Atabek Yurdu” adlı kitabı yayınladım. Çok yorucu ve masraflı oldu. Saha araştırmasıdır. Dışarıda Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Gürcistan gibi yerlerde sürgün hayatı yaşayan Ahıska Türkleri ve onlarla aynı kültürün ürünü olan Posof, Şavşat, Olur, Narman ve daha nice yerlerde köy köy gezerek, deyim yerindeyse, etnografik dip tarama yaptım. Türkiye’de, konusundaki ilk kitaptır.

Çalışmalarım orada kalmadı. “Eğitim beşikten mezara kadar sürer.” deriz. Peki, bir toplum yetişkinlerini yaşam boyu nasıl eğitiyordu? Yine en iyi bildiğim kendi memleketimi örneklem aldım. Konu çok çok genişti ve “âşıklarımızla” sınırlandırdım. Yetişkin eğitiminde Halk Ozanları nasıl bir görev icra etmişlerdir? Edebiyatı olan toplum olmanın bir sonucu, neredeyse her köyün ünlü bir aşığı var! Âşıkları da sınırlandırmam gerekiyordu. Posoflu olup ulusal düzeyde tanınırlığı olanları seçtim. Posoflu âşıklar bölgede hayli ihmal edilmiştir. Bu kitap da konusunda Türkiye’de ilk kitaptır. Etnoandragoji kavramını ve konu alanını da bu kitapla tanımlamış bulunuyorum. Böylece eğitim bilimlerine yeni araştırma alanları açılmıştır. Eğitim bilimciler artık daha geniş bir bakışla alan araştırması yapabileceklerdir diye umuyorum.

Yararlanmak isteyenlere, vatana-millete hayırlı olsun, uğurlu gelsin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir