Etnik Sorun Üzerine

Sayı 69- Ocak 2021

 

İnsanlar tarihte değişik biçimlerde örgütlenmişlerdir: Kabile, aşiret, kavim, ümmet, ulus… Bu örgütlenmeler üretim ve yaşama biçimlerinden de etkilenmiştir. Üretimin toprağa dayalı olduğu dönemlerde İmparatorluk sistemi içinde aynı dinden olanların dayanışması niteliğindeki ümmet örgütlenmesi önemliyken, Endüstri Devrimi’nden sonra yeni bir örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştır.

Endüstri Devrimi ırkçılığa, din ve mezhepçi ayrılıkçılıklara yol açmıştır. Neredeyse her kavim kendi kavminin devletini kurmaya çalışmıştır. Bu çalışmalar başta Avrupa olmak üzere bütün dünyada kargaşa, etnik itiş-tepiş, ayaklanma, isyan, sürgün, iç savaş ve katliamlara yol açmıştır. Bugün ölçünlü demokrasi konusunda üstünlüğünü dile getiren birçok ülkede, başlangıçta ırkçılık ve mezhepçilik resmî devlet politikası olmuştur. Bu koşullar altında ülkede yaşayan ve etnogeneze katılmamış olan farklı etnik gruplar geri planda kalmış, horlanmış temel insan hakları yok sayılmıştır. Bu o kadar yaygındır ki, bu durum normal sayılmıştır.

Endüstri Devrimi’nin sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan 1. ve 2. Dünya Savaşları da birçok insan hakları sorununa yol açmıştır. Almanya’da Nazilerin Yahudi, çingene ve diğer toplum mensuplarına yaptığı uygulamaları tarih kaydetmiştir. Aynı ırkçı uygulamaları Sovyetler Birliği’nde Stalin zamanında repressiya olarak bilinen dönemde, Türk toplulukları, Almanlar ve Korelilere yaptığı ve milyonlarca insanın katledildiği, etnik temizlik ve sürgünlerde imha edildiği de Almanya’nın yaptıkları kadar yaygın bilinmese de bu bilgiler giderek yaygınlaşmaktadır. Küçük devletlerin bile etnik temizlik politikası izlediğini yakın tarihlerde Sırbistan (Boşnaklara), Bulgaristan (Türklere), Gürcistan (Ahıska Türklerine), Ruanda (Tutsilere) izlediği görülmüştür.

Bu gelişmeler karşısında Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar İnsan Hakları Bildirgeleri yayınlasalar da ırkçılık ve mezhepçilik gibi insan hakları ihlallerine yol açan kötü durumlar engellenememiştir. Bu koşullar altında hümanizm düşüncesi giderek gelişmiştir.

Hümanizm, devletlere insanların kavimleri, din ve mezhepleri konusunda kör olmalarını telkin eden bir yaklaşımdır. Devlet-yurttaş ilişkilerinde kavim ya da mezhep değil, sadece insanı özeğe alan bir yaklaşım kullanmasını savunan görüştür. Bu hümanist görüş ırkçılığa (kavimciliğe, etnikçiliğe) karşı milliyetçiliği geliştirmiştir. Milliyetçilik yurttaşlığı esas alır. Türkiye yurttaşı olan herkesin aileden olduğunu varsayıp, onların iyiliğini istemek gibi. Türkiyecilik! Yine din ve mezhep ayrımcılığını ortadan kaldırmak için de devlet iş ve işlemlerini herhangi bir din ya da mezhebin geleneklerini devlet eliyle uygulamak yerine, aklın ve bilimin gereğini yerine getirme yani laiklikle bu tür ayrımcılıklar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Kısacası ırkçılık ve mezhepçilik gibi insan haklarına aykırı devlet uygulamaları hümanizm sayesinde aşılmıştır. Demokrasi de bu hümanizm üzerinden gelişmeye başlamıştır.

Türkiye, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında gelişen millet inşası üzerine etnik Türk unsurların merkezde olduğu ve kaderini Türklerle birleştiren farklı kültürel anlayışların kurduğu ulusal bir devlettir. Türkler 19. Yüzyılın neredeyse tamamını savaşlarla geçirmiş, 20 yüzyılın ilk 20 yılında da büyük savaşlar ve katliamlar yaşamış büyük bir millettir. Osmanlı devleti çökerken yan yana yaşadığı komşularının saldırılarına maruz kalmış, Balkanlarda, Kafkasya’da, Ortadoğu’da hatta Anadolu içinde katliamlara maruz kalmıştır. Milyonlarca Türk sırf Türk olduğu için imha edilmiştir. Kaçakaç halinde Anadolu’ya sığınabilen, cepheden cepheye koşan Türkler bu cumhuriyeti kurmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ırkçılık ve ırkçılığı temel politika yapan devletler dünyaya hakimdi. 1930’larda ise ırkçılık artık Faşizm haline dönüşmüştü. Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da faşistler iktidardaydı. ABD’de ırkçılık yasal bir durumdu. Sovyetler Birliği ise Çarlıktan daha koyu bir Rus şovenizminden mustaripti.

Türkiye, her şeye karşın yurttaşlığa dayalı bir millet anlayışı üzerine yükseliyordu. Atatürk açıkça bir Türk milliyetçisiydi ama “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına Türk milleti denir.” diyerek Türk devletinin kucağını her yurttaşa açıyordu.

İkinci Dünya Savaşından sonra başta Avrupa olmak üzere hümanist demokrasiler kurulmaya başlandı. Bu demokrasiler ırkçılığı ve mezhepçiliği ve faşist partileri yasakladılar. Ülkede herhangi bir kavmin ve mezhebin haklarını, çıkarlarını savunmak amacıyla parti kurmak halen yasaktır. Ülkedeki haklar ayrım göstermeden bütün yurttaşlar için geneldir. Farklı görüşler sadece sağcılık ve solculuk üzerinden dile getirilebilir.

Demokrasiler gelişirken, bu demokratik ülkelerde yaşayan ve sessiz kalan bazı etnik gruplar demokrasi geliştikçe kendilerini öne çıkarmaya başladılar. “Ulusal dil dışında bizim de dilimiz var, bizim ayrı inançlarımız var.” demeye başladılar. Kendi dillerinde kitap gazete yayınlamak, okul açmak ve eğitim görmek, hatta özerklik istemek ve nihayetinde yaşadıkları bölgelerle birlikte ayrılmak!

Konu siyasetin gündemine gelince iki tür tavır ortaya çıktı. Sağcılar bu tür taleplere hiç sıcak bakmadılar. Her ülkede onlarca farklı kavim yaşadığını, herhangi birine verilecek bu tür ayrıcalıkların ulusal dokuya zarar vereceğini, toplumun ve ülke gündeminin kavimler rekabeti yüzünden sıkıntı yaşayacağı ve demokrasinin zedeleneceğini hatta ülkenin bölünebileceğini dile getirerek bunu savunmanın vatana ihanet olduğunu dile getirdiler.

Sosyalistler etnik talepleri büyük ölçüde savunmaya çalıştılar. Sosyal demokratlar ise sosyalistler ve muhafazakâr sağcılar arasında kalmıştı. Orta yolu savundular. Demokrasi kapsamında makul taleplere kısmen yer verilebileceğini dile getirdiler. Örneğin etnik dillerde eğitim değil ama resmi okullarda etnik azınlıklara haftada bir-iki saatlik, kendi dillerini okuyup yazmayı öğrenebilecekleri dersler verilmesine izin verilebilirdi. Yine devlet radyo ve televizyonlarında haftada birkaç saatlik yerel dillerde yayın yapılmasına sıcak bakmaya başladılar. Etnik kültürel talepleri olan kavimler sosyal demokratları destekleyerek hükümet olmalarına yardım ettiler. Avrupa’daki bazı sosyal demokrat partiler hükümet olunca sağcıların büyük baskısı altında haftada birkaç saatlik etnik dillerde eğitim ve yayın izni verdiler.

Bu izinlerin çeşitli etkileri oldu. Azınlıklar ülkeyi benimsediler. İkinci sınıf vatandaş olmadıklarını hissettiler. Devletin bel kemiğini oluşturan yurttaşlar, ülkede farklı kültürel grupların da olduğunu öğrendi. Bu durum kısa bir süre devam etti ancak ortaya sıkıntılar da çıktı. Sıkıntı, beklendiği gibi devletten ya da sağcılardan kaynaklanmadı. Tam da etnik talepleri olan kavimler bu işten pek memnun kalmadılar. İlki, kendi dilinde okuma yazma öğrenince “aman da aman” bir fark göremediler. İhmal edilebilir bir şımarıklık yaptıklarını düşündüler. Alfabeleri yeni yapılmış, kendi dil ve alfabeleriyle yazılmış okunacak ciddi metinler bulamadılar. Üstelik çocuklarına etnik dillerinde eğitim verilirken onların sınıf arkadaşları yan sınıfta ulusal dilde eğitim almaya devam ediyordu. Kendi çocukları onlardan geri kalmaya başladı. Bu ise bir dezavantajdı. Böylece “mikromilliyetçiler” başta etnik dil eğitimi olmak üzere bazı taleplerinden büyük ölçüde vazgeçtiler. İskandinavya ülkeleri bu konuda başı çekti. İngiltere’de Galliler çocuklarını Galce yerine İngilizce eğitim yapan okullara göndermeye başladılar…

***

Başlangıçta Avrupa’da yaşanan bu gelişmeler Türkiye’ye de yansıdı. Değişik etnik gruplardan bazı etnikçi politikacılar Avrupa’daki taleplere benzer talepleri dile getirmeye başladılar. Türkiye’deki sağ partiler buna kesinlikle karşı çıktı. Sosyalistler ve sosyal demokratlar ise kısmen destek verdiler. CHP ise karşı tavır almakla beraber demokrasi içinde ikna edip vazgeçirmeye çalışan bir politika izledi.

12 Eylül öncesinde bir yandan sağ ve sol terör örgütlerinin çatışması yaşanırken, sol cenahta bir de etnik sorun konuşuluyordu. Sağda konuşulmuyordu çünkü daha başında kapıyı kapatmıştı. Devrimci gruplar bir yandan sağcılarla mücadele ederken bir yandan da etnik kimlik siyaseti izleyen, bu siyaseti terör yöntemleriyle sürdüren o zamanki adı Apocular olan grupla çatışıyordu. Devrimcilerin Apocularla hem ideolojik mücadelesi oluyordu hem de çatışıyolardı. Çatışmalarda devrimcilerin çok sayıda kaybı oldu. Bu ortamda 12 Eylül darbesi oldu. Darbe Apocularla mücadele eden Devrimcileri hapse koyarken, Apocular yurtdışına kaçıp uluslararası koruma altında, Suriye ve Lübnan’da terör kampları kurdu. Apocular artık Pkk adını kullanmaya başladılar.

***

Eski bir sosyalist geçmişi değerlendiren bir tartışmada platforma şöyle yazmış:

“Anlamadığım bir şey var. Birbirimizi yanlış mı anladık acaba? Biz halkların kurtuluşu derken milli sınırlarımız içinde insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde emperyalistlere karşı mücadeleyi kast ediyorduk. Birlikte kurtulalım. Her öne çıkana “Gel sana bir devlet kuralım.” deseydik kimseye oturacak yer kalmazdı. Emperyalistler bundan yararlanarak her kardeşimize bir isim koyar onu da bizden ayırırdı. Ha, diyeceksiniz ki dünyada tek bir millet olsun. Ama öyle bir dünya yok, o da bir oyun. Artık anlamakta zorluk çekiyorum bizim insanımız bizim ülkemizden başka her devlete dost kendine düşman!”

Türk demokrasisi de belki Avrupa’daki gibi etnik sorunları yumuşak biçimde çözebilecekken, 12 Eylül darbesi koşullarında Evren-Özal rejimi tuhaf bir karar vererek yerel dillerde konuşmayı yasakladı! Bu yasak uygulanamasa, birkaç yıl sonra kaldırılsa bile herkesi üzen sonuçlar doğurdu. Bu sorumsuz anlayış terörü yöntem olarak kullananların elinde propaganda bahanesi olmuştu.

12 Eylül sağ-sol terörünü bitirmiş gibi görünmesine karşın başka sorunlara yol açmıştır. Ülkede en güçlü gençlik hareketi olan devrimci (Sol-Kemalist) hareketi dağıtıp sindirince Cumhuriyetin başından beri kalkınma ve gelişme için tehlike olarak görülen irtica ve bölücülüğün önünü açıldı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve Pkk’nin etkilerini hatırlamak yeterlidir: On binlerce insan kaybı! Demokratik hak ve özgürlüklerin terörü önlemek gerekçesiyle askıya alınması da ayrı bedeldir. Kalkınma ve refahı yükseltmede kullanılabilecek büyük miktarlardaki para ve insan gücü ile zihinsel enerji teröre karşı masraf hanesine yazılmalıdır. Üstelik, bunlardan fayda sağlayanlar olmalı ki, bitmiyor!

 

Ayrılıkçılığın ülkemize verdiği zarar

1990’lı yıllarda Doğu blokunun yıkılması Türkiye’nin önüne kalkınmak için büyük kazanç fırsatları sundu. Bu kazanç bu  ülkede yaşayan herkesin yararınaydı. Ancak Türkiye enerjisinin büyük kısmını terörü bitirmek için harcamak zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle, bu ayrılıkçı hareket fırsatların Türkiye’nin elinden kaçıp gitmesine vesile olmuştur. Ekonomiyi geliştirmek için kullanılacak para silahlanmaya harcanmak zorunda kalmıştır. Aydınlar ülkenin nasıl kalkınacağını düşünmek yerine teröre kafa yormuştur. Ülkenin zinde güçleri terörle uğraşırken antidemokratik hareketler gelişmiş ve demokrasiyi, uygarlığı ve Türk milletinin varlığını (bekasını) tehdit eder noktalara ulaşmıştır.

Terörün yarattığı şiddet ve gerilim ile ayrılıkçı etnikçi zihniyet Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde ırkçı olarak nitelendirilecek sonuçlara da yol açmıştır. Terörün yaşandığı bölgede yer yer etnik arındırma yapılmıştır. Bu ırkçı davranış hem planlı biçimde yapılmış hem de terör ortamının verdiği huzursuzluk yüzünden insanlar bölgeden uzaklaşmış, şehirlere yığılmak zorunda kalmıştır.

Kuşkusuz, terör ve çatışma ortamının yol açtığı sonuçlar onlarca başlık altında incelenebilir.

 

Çözüm girişimleri

Teröre karşı Türk Silahlı Kuvvetleri defalarca başarılı olmuş, terörü bitirmiştir. Ancak bilinir ki ayrılmak isteyen bir toplum, en güçlü ordulara karşı bile, ne yapar eder ve ayrılır. Gözlenen durum, uğruna ülkenin cehenneme çevrildiği toplumun ayrılmak istemediğidir. Toplum ayrılmak istemezken terör neden bitmiyor? Bazı yanlış ya da hatalar olmalıdır. Konunun uzmanları, sorunun siyasi, ekonomik yönleri hatta terörün uluslararası desteğinin kesilmesi gibi yönlerden yeterli başarı sağlanamadığı için bugünlere gelindiği söylüyorlar. Yine de çözüm çabaları sürdürülmüştür.

1990’lı yıllarda SHP adlı sosyal demokrat parti etnik sorununu kendi içine alarak demokratik bir mecrada çözme girişiminde bulundu. Ancak terör buna izin vermedi ve ayrıca partileşti. Demokrasilerde etnik ya da dinsel parti kurmak yasaktır. Ancak hukukî boşluklardan ya da göz yummayla teröre paralel etnik parti varlığını sürdürdü. Demokrasinin ilkelerini istismar ederek etnik bir parti olarak yıllarca çözümsüzlüğün adresi haline geldi. Demokratik bir toplumda, herkesin olabildiğince huzurla birlikte yaşayabileceği bir düzenlemeye yanaşmadılar. Çünkü ayrı bir devlet kurmak istiyorlardı. Böyle olunca bu savaş istemek, demokratik çözüm seçeneğini yok saymak anlamına gelmiştir. Her şeye rağmen “Çözüm süreci” ya da “açılım politikaları” adıyla bilinen “Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesi” için yasal düzenlemeler yapılmış, her türlü açık ve örtülü görüşmeler yapılmıştır. Bu görüşmeler yapılırken hendekler kazılarak şehirler mayın tarlası haline getirilmiş, yeniden yüzlerce şehit verilmiştir. Bu hareket barış ve demokrasi istemediğini yine göstermiştir.

Yüksek düzeyde motivasyonlu ve silahla haliyle karşı görüşleri sindirmiş olmasına rağmen, yıllarca % 5 ile 10 civarlarında oy alabilmiştir. Bu oran bölgede yüksek olmakla birlikte, silahların gölgesinde verilen oyların gerçek bir tercihi yansıtmadığı da ortadadır. Üstelik bölgede hükümet partisi dışında başka partilerin demokratik rekabet yapmasına izin verilmemiştir. Her şeye karşın, artık toplumsal desteğini de kaybetmek üzere olduğu anlaşılıyor. Bu kez başka bir partiye taşınıp o partiyi mi kendine benzetecek? Kuşkusuz katılabileceği parti bir Türkiye partisi olarak bu ülkede yaşayan her kesimden oy alabilir, sorunlarını çözmeye çalışabilir. Ancak gelenler yurttaş olarak bir Türkiye partisine değil, ayrı siyasi amaçları olan bir parti olarak, başka bir partiyi kendine benzeterek eski amaçlarını yeni cephede sürdürmek üzere geliyorsa, ülke adına büyük bir şanssızlıktır. Parti içinde parti olmak gibi bir hülle nasıl sonuçlar doğurur? Sadece bu görüntü ve söylentiler, hedef partinin kendi geleneksel seçmenlerini kaybettireceğini tahmin etmek kehanet sayılmaz.

Bunca terör, acı, gözyaşı ve masrafa rağmen Türkiye’de halk etnik bir çatışma içine girmedi. Kürtler ülkenin her yerinde yaşayabiliyor. Yüzlerce çocuğunun şehit edildiği bölgelerde bile malum parti “mahcubiyet bile hissetmeden” serbestçe gidip siyasi propaganda yapabiliyor. Aynı hoşgörünün kendilerinin yüksek oy aldığı yerlerde başka partilere gösterilmesini etraflarına telkin etmediler.

Başından beri devlet herhangi bir etnik ayrımcılık yapmadı. Örneğin devlet memuru olmak ya da belli makamlara gelmek için etnik kökenleri ölçüt olarak almadı. Bazı toplumları sadece belli topraklarda yaşamak zorunda bırakmak gibi çabalar içine de girmedi. Toplum artık bu ayrıcalık istemlerinden sıkılmıştır. Ülke enerjisini uygarlık ve kalkınma için harcamak gerekir. Bu herkesi mutlu edecektir.

Bitmek zorunda olan terör daha fazla uzatmadan bitmelidir.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir