izler, Dünya’nın çoğu ülkesi gibi, bilime hiç katkısı yok denebileceklere dereceler ve unvanlar dağıtıyoruz. Pek de bilimsel sayılmayacak makaleler yayınlıyoruz. TÜBİTAK ve diğer kurumlar için genelde değersiz projeler hazırlıyoruz. TÜBİTAK, YÖK ve diğer kurumlar bunlar için ödüller veriyor ve böyle işlerin yapılması için pahalı cihazlar da alıyorlar. Ama hiçbir kurum bilimsel çalışmaların sonuçlarıyla ilgilenmiyor. Sadece makale sayısıyla uğraşıyorlar. Bilim ve yeni teknolojiler üretimiyle ilgili(amacıyla değil) paralar dağıtan kurumlar, son 10 yılda bile, bu alanlara kimlerin ne ölçüde katkıda bulunduğunu bilmiyorlar. Çoğunlukta olup katkıda bulunmayanlar diğerlerine karışmışlar. Dikkat etmek gerekir ki, yalnız önemli bilimsel sonuçlar elde etmiş bilim adamları diğerlerinin de bilimsel sonuçları ile ilgilenir ve değer verebilirler. Keşke böyle insanlar bilim ve yeni teknoloji üreten kurumların başkanlıklarında ve onların çevrelerinde bulunsaydılar.
Einstein 1905 yılda yayımladığı Özel Görelilik Teorisi ile dünyada en büyük fizikçi ve 1916 yılında yayımladığı Genel Görelilik Teorisi ile yüzyılların en büyük bilim adamı olduğunu göstermişti. Bundan birkaç yıl önce TV’de Einstein’ın birkaç Yahudi bilim adamı ile birlikte Türkiye’ye çalışmak için gelmek istediğini söylemişlerdi. Sözüm ona, Einstein’ın bu konuda yazdığı mektubu Atatürk, Maliye Bakanı’na göndermiş. Denilene göre Maliye Bakanı bunlara verilecek maaşların Türkiye için masraflı bulduğu için Einstein arkadaşları ile Türkiye’ye gelememişler. Doğal olarak bu bir masal olmalı. Çünkü Einstein ve onun tanıdıkları, o zor zamanlarda bile, Türkiye’nin başında Atatürk gibi lider olmasına rağmen gelişmemiş bir ülkeye gelmek istemezlerdi.
Bu masala bir sürü inananlar vardır. Ama bunların çoğu böylesi bir masalın bizler için hakaret olduğunu anlayamıyorlar. Birincisi, Einstein’ın kendine yakın bildiği bilim adamları Nobel ödüllü veya bu dereceye yakın kişiler olmuştur. Yani onlar bütün Müslüman âleminin tarih boyu bilime yaptıkları katkılardan daha fazlasını yapmış olanlar, olsa gerek. İkincisi, Amerika ve diğer bazı ülkeler Einstein ve onun arkadaşlarını her yolla ve fırsatla kendi ülkelerine almak istiyorlardı. O dönemde bunlardan çok daha az önemli bilim adamlarını ve mühendisleri Amerika’nın, İngiltere’nin ve Sovyetler Birliği’nin keşif kurumları izliyor ve ülkelerine kaçırıyorlardı, hele de 1945 yılında.
Şimdi gelelim Einstein ve arkadaşlarının(tanıdıklarının) mali yüküne. Bugün TUBİTAK Avrupa Birliği ile müşterek çalışmalar için yılda yaklaşık 80 milyon dolar para transfer ediyor. Bu paranın boşa giden kısmı bile, Einstein’ın ömrü boyunca harcadığı paradan fazladır. Ayrıca ona ve tanıdığı bilim adamlarına böyle büyük paralar hiç de gerekli değildi.
Yaklaşık 1994-95 yıllarında ODTÜ Fizik Bölümü’ne Katıhal Fiziği alanında dünyaca ünlü Rus bilim adamı Keldish gelmişti. Koridorları geziyor ve onunla bilimsel açıdan ilgilenen birileriyle karşılaşmak istiyordu. Bilimsel ilgisizliğe tam anlamıyla şaşırmıştı. Einstein ise birileriyle müşterek çalışan ve bildiklerini paylaşan biri bile değildi. Onun yaptıklarını şimdi bile çok az sayıda insan tam olarak anlıyorken, Türkiye’de böyle biri hiç yoktu. Einstein Türkiye’de ne yapacaktı? Onun biliminin derinlikleri ile ilgilenen birisi bulunur muydu?
Bilimde çok büyük önem taşıyan belirsizlik prensibinin müellifi ve kuantum fiziğini kuranların en önemlilerden biri olan Heisenberg, Nobel ödülü kazandırabilecek düzeye yaklaşmayan makaleler yazmazdı. Bu sebepten, 75 yıl yaşamış ve ömrü boyu çok çalışmış Heisenberg, benden[1] yaklaşık üç kat az sayıda makale yayımlamıştır. Kendisi Nobel ödüllü fizikçiler arasında çok üst seviyede olmasına rağmen, bugünkü YÖK ve TUBİTAK için, makale sayısı kıstası ile yapılan değerlendirmelerinde “bizim iyilerimizle” kıyasla yetersiz bulunacaktı. Bizim kriterlerle Einstein bile önemli bilim adamı değildir. Einstein ve Heisenberg günümüz Türkiye’sinde yaşasaydılar TÜBA üyesi olmak için şanslarını bekler dururlardı. Bilimde en büyükler içinde, dünyada tanınsalar ne çare? Akademi üyeleri içinde dostları olmadıktan sonra bu üyeliği kazanmaları bile zor olurdu.
Prof Dr. Oktay Sinanoğlu[2] Türkiye’nin Einstein’i olarak tanınmaktadır. Üstelik Einstein’in çalıştığı konularda çalışmadığı ve hatta teorik fizikçi bile olmadığı halde. Ama genç yaşlarında, kuantum kimyasının oluşumu sırasında çok iyi çalışmış ve 25 yaşında ABD’de profesörlüğe kadar yükselmiştir. Türkiye’de kimin bilime ve yeni teknoloji üretimine nasıl bir katkıda bulunduğu bilinmediği gibi, onun katkısı da pek bilinmiyor. Bildiğimiz bir şey daha var ki, o da TÜBA üyesi değildir. Ama belki o da kimi diğerleri gibi TÜBA üyelerinden daha iyi bilim adamıdır.
Bizde bilimsel sonuçları ile ünlü olma imkânı olmadığından, Sinanoğlu’nun ünlü olmasının belki de asıl nedeni, Osmanlılar döneminde Türklerin Avrupa’ya bilim ve eğitimi taşıdığından ve oralarda cirit attıklarından bahsetmesidir. Gerçekten de 16’ncı yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu oralara bilim ve genel olarak kültür götürmüştür. Keşke sonraları da cirit atmakla beraber onlarla birlikte Rönesans’a katılabilseydiler. O zamanlardan başlayarak Avrupa’nın güney-batı bölümü güney ve doğusundan çok daha hızla gelişmeye başlamıştır. Yine o zamanlar bizlerle birlikte ve saraylarda yaşayan, ülkemiz nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan Rumlar ve Ermeniler de vardı.
Günümüzde Türkiye’de, Einstein ve Heisenberg özveri ile çalışarak kişi başına ayda 3500 YTL kazanabilirlerdi. (Bu arada, asgari ücret ve emekli maaşlarının bundan çok daha az olmasını göz önüne alarak, böyle büyük paraların yabancılara verilmesini doğru bulmayan vatansever öğretim üyelerimiz de bulunurdu.) Einstein veya Heisenberg’in günümüzde bir TÜBİTAK projesi almaları da düşük ihtimalli bir işti. Çünkü TÜBİTAK bunların hazırladıkları projeleri de, usule uygun olarak fikirlerini açıklamak maksadıyla uzmanlara gönderecekti. Bu uzmanlar ise gördükleri projeleri çoğu kez saçma sapan bulacaklardı. Haliyle, başkanlık da bu fikre katılmak zorunda kalacaktı. Ne de olsa bilim ve projenin iyisi ile kötüsü arasındaki farkı daha iyi anlayıp ilgilenecek durumda olmasalar gerek.
Sebebini yukarıda anlattık: Einstein ve Heisenberg’in projelerden ve makale yazma işlerinden ek para kazanma imkânları olamazdı. Yani mali yönden ülkemize yük falan olmazlardı. Hem de bilime katkıları tüm Asya, Afrika ve Güney Amerikalı bilim adamlarının toplamından bile fazla olmasına rağmen. Zaten Einstein ne yapsa da gelişmemiş ülkelerin birine giderek orada faydalı ve saygın olamazdı. Popüler bile olamazdı. Çünkü dinini değiştirmeyecekti, okyanuslarda tatlı suyun tuzlu suya kısa zamanda karışmamasını(çünkü böyle akıntıların oluşmasının nedenleri çok kolayca anlaşılmaktadır) veya burçların insan yaşamını etkilemesini ve benzeri popüler konuları(!) konuşmayacaktı.
Ama Einstein’in görelilik teorisi, tüm dünyada (gelişmemiş ülkelerin de hepsi dâhil) çok ünlü olduğu için, yaşadığı gelişmemiş herhangi bir ülkenin TV programlarında ve gazetelerinde anlatılabilirdi. Örneğin Einstein insan olarak ilkönce her şeyin ona, buna ve yerine göre çok ya da az olduğunu anlamıştı. Einstein’dan sonra anlaşılmıştı ki, bir insanın başında yalnızca 2-3 tüy varsa bu çok azdır; ama 2-3 tane tüy bir tas çorbanın içindeyse bu çok fazladır.
Daha da ötesi, onu yüzyılların en büyük bilim adamı olmasını sağlayan işinin başındayken, o insanların binlerce yıl yanlış düşündüklerini fark etmişti. Onun bu fikrini anlayabilen biri bugün de çok zor bulunur. İnsanlar düşünürlerdi ve halen de aynen düşünüyorlar ki; yerde olan her şey yerdedir. Ama göklerde olanlar göktedir. Yani uzayda, fezada. Einstein dedi ki, yerdekiler yerdedir ama göktekiler gökte değil. Aslında gök(başka bir deyişle uzay) gökte gördüğümüz şeylerin arasındadır. Daha ötesi, cisimler uzayı yamuk yumuk etmiş ve bazı yerlerde uzay(feza) tamamen eğri olmuştur. Böyle yerlerde ve bazı durumlarda zaman, tamamen donuyor, duruyor.
Her bir çemberin uzunluğunun kendi çapına oranı olan 3.14159 azdır; Hatta oranın büyüklüğü çemberden çembere değişir; Öyle ki çemberin yarıçapı onun uzunluğundan çok fazla da olabilir; Farklı yerlerdeki üçgenlerin iç açılarının toplamı farklıdır ve 180 dereceden büyüktür. Bunların gerçek olduğunu iddia eden Einstein herkesin dikkatini uzaya(boşluğa) çekerek, onun kabarık-yamuk şeklini görmelerini istiyordu.
Einstein ABD’ye geldiğinde onu, daha önce kimselerin görmediği kadar şaşalı biçimde karşılamışlardır. Herkesin cevabını merak ettiği soruları da sormuşlardır. Bu soruların biri de şöyleydi: “Siz 1906-1915 yılları arasında makale yayımlamıyordunuz. Neler yapıyordunuz?” Einstein bu sorunun cevabını yaklaşık olarak şöyle anlatıyor: “Ben on yıl gece gündüz demeden hep düşündüm. Boş uzay (feza) nedir? Boşluk ve boş şey nedir? Bomboş ne demektir?”
Dünyada bilinen ve Türkiye medyasından da duyduğumuz ve hemen hepimizin bildiği Einstein’in eğitim seviyesiyle ilgili bir ayrıntıyı anımsayalım. Derler ki, Einstein okulda başarısızmış. Eh, Türkiye’de de böyle çocuklardan milyonlarcası olduğunu söylüyoruz. Belki Atatürk zamanındaki maliye bakanı da bunu bilerek ve Einstein’in çalışmalarının sonuçlarını dikkate alarak onun gelmesini istememiştir, olabilir mi? Einstein’in yukarda hatırlattığımız en önemli bilimsel sonuçlarının bile, Nasrettin Hoca’nın bildiklerinden çok çok daha az olduğunu hepimiz görebiliriz. Nasrettin Hoca hayata bağlı problemlerle ilgilenmişti ve zamanını boş şeylere harcamazdı. Diğer yandan, ülkemizde fizik ve matematik konularında çalışan bilim adamlarımız bilime genelde pek katkıda bulunmasalar da, Einstein gibi saçma sapan şeylerle zaman kaybetmemişlerdir.
Her şeye rağmen, gelişmiş ülkelerde uzaya, fezaya ve Feza Gürsey’e çok büyük önem vermişlerdir. Anımsatalım ki Prof. Dr. Feza Gürsey, geçen yüzyılda Türk kökenliler içinde en büyük fizikçi ve matematikçi olmuştur. ODTÜ’den istifaya mecbur edilmiş ve ABD’ye gitmiştir. Ne yazık ki böyle olayları kınamayan ve unutmayı tercih eden insanlarımız bugün de vardır. Bizler temel bilimlerinden çok uzağız. Ama şarkı, şehir ve hikâyeleri severiz. Keşke bunları yazanların hepsini sevseydik. Fakat bir dahi olan Aziz’e hep nesin, nesin dedik ama ne olduğunu bile anlayamadık; onu bir hiç sayaraköldürmeye kalkıştık. Her toplumun tarihinde çok farklı ve kötü olaylar olmuştur. Yine de bilmek gerekir ki, böyle olayları unutmaya çalışan toplumlarda utanç verici olaylar tekrarlanabilir. Sorunlarını teşhis edip tartışmayan toplumların gelişmesi sürekli engellendiği için, artık uyanmaları gerekir.
Acaba neden Doğu, Afrika ve Latin Amerika kökenliler içinden bilime çok büyük katkıda bulunan insanlar çıkmıyor, özellikle de kendi ülkelerinde yaşayanlar içinden? Yaklaşık 1,5 milyar Müslüman’dan, o da yalnızca Batı ülkelerinde yaşamış, bir fizikçi Nobel ödülü kazanmış (Pakistan kökenli Salam Abdus (1926–1996) ) ama nüfusu 100 de 1’i kadar Hollanda’dan 15 kişi. Sayıları dünyada sadece 14 milyon olan Yahudilerden ise yaklaşık 40 Nobel ödüllü fizikçi vardır. (Nobel ödülleri 1901’den başlayarak her sene verilir ve şimdiye kadar yaklaşık 180 fizikçi bu ödülü almıştır.)
Batılılar bunun nedenini bizler için gerekli şekliyle anlatmak yerine Asyalılara, Afrikalılara ve Latin Amerikalılara “geri zekâlılar” diyerek geçmekteler. Doğal olarak bizler böylesi hakareti kabul edemeyiz. Bilim (yeni teknolojiler) üretiminde çok çok gerilerde kalmamızın nedenlerini anlamaya çalışmalıyız. Ama gelişmemiş ülkelerin insanları genelde kendilerini ve ülkelerini “en büyük” saydıklarından bu laflara sadece kızar ve geride kalmalarının nedenleriyle yine pek ilgilenmezler. Gerekirse gelişmemiş ülkelerin insanları da Yahudilere, Avrupa kökenlilere ve Japonlara geri zekâlılar der ve bununla da iş bitmiş olur.
Bizler gelişmek için gerekeni yapacağız deriz ama gerekenlerin neler olduğunu kimlerin bildiği pek bilinmez. Böyle ülkelerin insanları çok kıskanç olduklarından da çevrelerinden birisinin gelişmesini ve kendilerinden daha ünlü olmasını kesinlikle istemezler. Neticede onlardan iyi olsalar da o mevkilere getirilmezler. Bunun yerine, gururlarını okşamak için, ülkelerinin dışında yaşamış ünlü insanları kendilerinden saymakla yetinirler.
Mesela bizlerden bazılarının Napoleon Bonapart’ı Türk saymaları veya bazı Arapların William Shakespare’in Ermeni değil (Ermeniler de onu kendilerinden birisi bilirler) de Arap olduğuna inanmaları gibi. Keşke böyle benimsemeler biraz da temel bilimlere çok büyük katkıları olmuş olanlar tarafına kaysaydı. Batılılar, kendi milletlerinden ya da çevrelerinden gurur kaynağı olarak bilimi, bilim adamlarını herkesten çok benimsemiş, destek olmuşlardır. Bunun içindir ki, aralarından Newton ve Einstein çıkmıştır. Gelişmemiş ülkelerin insanlarında böyle özellikler yok derecededir. Neticede, gelişmemiş ülkelerin gelişmemiş kalmalarının nedeninin geri zekâlık olmadığını söyleyebiliriz. Ama dikkatinizi çekelim; burada zekânın ne olduğunu kesin şekilde belirlemedik.
Dünyadaki bu durumu genetik farklılıklara bağlama problemine hiç girmeyelim. Çünkü uzmanlık alanımızın dışına çıkarsak doğrulardan uzaklaşabiliriz. Sadece hatırlatalım ki, Avrupa’nın güneyinden ve doğusundan güzey-batı yönüne gittikçe, büyük önem taşıyan bilimsel ve teknolojik sonuçların yoğunluğu artıyor. ABD’de de insanlık için faydalı olan en hayırlı işler yine demin söylediğimiz bölgenin insanları ile bağlantılıdır. Ayrıca Japonlar da yeni teknoloji üretiminde çok başarılıdırlar. Yahudiler ise, zamanımızda, bilim açısından tüm milletlerden öndedirler. Bizlerle iç içe yaşamış ve sonra gelişmiş ülkelere göçmüş Ermeniler bilim ve yeni teknoloji üretimine Türklerin hepsinden daha fazla katkıda bulunmuşlardır. Acaba neden?
Doğulular, Afrikalılar, Latin Amerikalılar eğitime, bilime ve yeni teknoloji üretimine saygısızdır. Genelde çevrelerinde kendilerinden daha iyisini bulundurmazlar. Eğitim ve bilim için paralar harcarlar ama dahi, umut veren biri için değil. Evladının prestiji, keyfi ve diploması için paraya para demezler ama onların iyi bir eğitim alması için paradan vazgeçemezler. En iyi eğitimciye ve bilim adamına bile, ister Newton ve Einstein olsun, pek saygı duymaz, yararlanmak istemezler. Özellikle de kendi milletlerinden olanlardan. Gelişmemiş toplumlar için bunların geçerli olduğunu çokları biliyorlar ama bir şey de değişmiyor. Bizlerde özel sektör eğitim ve bilim için pek para harcamaz ve özel üniversitelerse öncelikle para kazanmak içindir. Yeni teknolojileri yurtdışından alırlar. Kendi ülkelerinde üretilebileceğine inanmazlar ve haklıdırlar da. Devletler para harcarlar ama genelde iyi eğitim ve bilim için değil. Pahalı cihazlar da alınır, üniversitelerde açılır. Belki de, kadrolaşmak ve “bizde de var” gösterişi için.
Türkiye ve dünyada işadamları bir işe yatırım yapmadan önce bütün masraf ve kazançlarını düşünür, hesap yapar, kar etme yollarını ararlar. Ama bilim ve yeni teknoloji üretiminde, devlet yatırımlarında bunu göremiyoruz. Ne de olsa, “devletin malı deniz”. Büyük yatırımlar yapacaksın ki, kendin ve hükümet için reklam olsun. Halk da ülkenin geleceği için önemli işler yaptığını zannetsin. Eğitim ve bilim seviyesinin gelişmediği bir ülkede yatırımın boşa gittiği anlaşılsa da onlarca yıl geçer (Nasreddin Hoca’nın sözlerini hatırlayın: “O zamana kadar ya han, ya ben, ya da eşek ölmüş olur.”). Bu zamanda keyfine bakarsan yükselirsin ve ünlü olursun. Ayrıca, büyük yatırımlarda çok yüksek görevlilerin imzası gerektiğinden, onlar da böyle işleri hep desteklemek zorundadır. Devletin paraları devamlı harcanır. Çünkü kimse yanlış yere imza attığı bilinsin istemez.
Örneğin TUBİTAK Antalya’nın dağlarında gözlemevi kurmuş ve yaklaşık 40 milyon dolar masraf etmiştir. Sonra yaklaşık 40 tane bilimsel açıdan değeri meçhul makale yayımlamıştır. Hatırlatalım ki Feza Bey’in her bir makalesi devlete yaklaşık 1000 defa ucuza mal olmuştur. Einstein’in makaleleri de masrafsız ortaya çıkmıştır. O en önemli deneylerin sonuçlarını, kafasında oluşturduğu fikirleri inceleyerek görürdü, yani düşünce deneyleri yapıyordu. Gelişmemiş ülkelerde devamlı olarak boşa yatırımlar yapılıyor. Türkiye de bunu hep yapıyor ve yapacaktır da. Çünkü bilimsel açıdan neyin hangi yönde yöneltileceği konusuna yöneticiler kafa yormuyorlar ve iyi bilim adamlarını ise çokça dışlıyorlar.
Bunlar da Doğu, Afrika ve Güney Amerika insanları için geçerli olan geleneklerin sonucudur. Bizler orta çağların en büyük astronomu ve Samerkant’ın sultanı Uluğ Bey’i (1394–1449) oğlunun yardımı ile öldürdük. Dünyada en büyük matematikçiler sırasında yer alan ve zamanesinin en büyük astronomu olan Nasir al-Din Tusi’yi (1201–1274) zindanda çürüttük. Bugün astrofiziğin en önemli konularında çalışan ve Türk fizikçileri içinde öncülerden olan Hakkı Ögelman da bundan yaklaşık 30 yıl önce yurt dışına gitmek zorunda kaldı. 1995 yılında buraya dönmeyi istediyse de, dönemedi ve çok sıkıldı. Bu, yüksek tansiyonlu Hakkı’nın o günlerde felç geçirmesi ile sonuçlandı ve bir daha da sağlığına kavuşamadı.
Astrofiziğin optik alanında çalışanlar içinde(yani Türkiye’de en yaygın şekilde çalışılan konularda), herkesten fazla bilime katkıda bulunan Prof. Cafer İbanoğlu’na da TÜBİTAK başkanlığının hiç ilgisi olmadı. Ulusal Gözlem Evi’nin işlerinden uzak tutuldu. Teorik Astrofizik’in uygulanması konusunda Türkiye için en fazla önemi olan Prof. Rennan Pekül’ün de gençlik yıllarında başından çok işler geçti. Kırk yaş civarında veya elli yaşından gençler arasında fiziği anlayan ve astrofiziğe uygulayabilen kişi olarak Doçent Aşkın Ankay’ı düşünüyorum. Ne yazık ki, o da tamamen ilgi dışında kalmış. Çünkü bilime katkıda bulunabilen insanlara gerek duymuyoruz.
Gelişmemiş ülkelerin devlet kuruluşu ne sayılırsa sayılsın, tarihleri kaç bin sene olursa olsun, oralarda feodal ilişkiler hep güçlü olarak kalıyor. Örneğin Sovyetler Birliği’nde böyle ilişkiler tamamen kaldırılmıştı. Ülke dağıtıktan hemen sonra Rusya, ona yük olacak diğer cumhuriyetlerden ayrılmak istedi. Bir gecede birliğin bitmiş olduğunu ilan etti. Kendi başına(bağımsız) kalmış Müslümanların yaşadığı cumhuriyetlerde hakimiyet ve yönetim, o ülkelerde yüksek vazifelerde olanlarda, çocuklarında, akrabalarında ve memleketlerinin insanlarında kaldı. Bu insanlar (aileler) ellerinde yalnızca ülkelerinin tüm zenginliklerini tutmadı: Bu insanlar bütün alanlarda toplumlarının en ünlüleri de oldular. Temel bilimler konularında bile. Bilimsel çalışmaların sonuçlarının da önemi kalmadı.
Oradaki insanların çoğu şimdi de patates, domates almaya çok zorlanmaktadır. Bazı yöneticilerse, yılda yaklaşık bir milyar dolar mal varlığı elde etmeyi becerdiler. (Azerbaycan’dan örnek vermek bizim için daha kolay. Oranın geçmiş Sağlık Bakanı Ali İnsanov her yıl mal varlığını yaklaşık bir milyar artırırdı. Ne diyelim, soyadı zaten “insan”.) İlginçtir ki, Türkiye’de bir bakan yılda sadece birkaç milyon doları kanunsuz olarak elde etse, kendi hemşerileri tarafından bile hoşgörüyle karşılanmayabilir.
Hangi ülke veya toplum hakkında bilgi almak için google’ye girerseniz karşınıza Vikipedi ansiklopedisi çıkar. Buradaki bilgileri her bir ülke kendisi yazar. Bizler bu yazılarda kendimizden fazla topraklarımızı tanıtırız. Belki de doğru olan budur. Çünkü bu topraklar yalnızca insanların değil, bütün canlılarındır. Sonra liderlerimizi, devletimizi ve geleneklerimizi tanıtırız. Ama örneğin Ermeniler böyle yapmıyorlar. Onlar çok fazla yazı eklemişler ve en fazla kendi milletlerinin elde ettiği başarıları tanıtıyorlar. Hatta eskiden Ermenistan topraklarında Azeri ve aralarına karışmış(asimile edilmiş) çok sayıda Kürt de yaşıyordu.
Ermeniler her konuda en önemli sonuçları elde eden, en ünlü vatandaşlarının ad ve soyadını yazıyorlar. Diğer milletler oraları 1949 yılından başlayarak terk etmeye mecbur olmuşlardır. Şimdi ise Ermeniler dışında kimseler kalmamıştır. Azerbaycan’a birinci büyük göç, yaklaşık 200-300 bin insan, hatırladığım kadarıyla 1949-1950 yıllarında gerçekleşti. O zaman göç edenler genelde Ağrı Dağı’nın Ermenistan sınırları içinde olan kısmında, vadide yaşayanlardı. Çoğunu Azerbaycan’da pamuk yetiştirilen bölgelere yerleştirdiler. Ben de o zamanlar bu bölgelerden birinde yaşıyordum.
Ermeni’nin hangi ülkede bakan veya başbakan olduğunu, kimin dünyaca ünlü kültür veya spor adamı, kimlerin farklı ülkelerde büyük komutan, kimlerin bilim adamları olduklarını yazılarından öğrenmek kolaydır. Onların, dünyanın önemli ülkelerinde ne kadar önemli pozisyonlarda oldukları öğrenilmektedir. Ben fizikçi olarak, Ermenilerin bilim konusunda yazdıklarının doğru olduğunu gördüm. Sovyetler Birliği’ndeki büyük politikacı ve komutanlarıyla alakalı yazılarda da hatalı bir bilgi görmedim.
Bu sebepten yazılanların hepsine inanmak zorunda kaldım. Ermenilerin yalnız Sovyetler Birliği’nde değil, dünyada da çok önemli pozisyonlarda olduklarına inandım. (Örneğin Rusya’nın şimdiki Dış İşleri Bakanı Lavrov, Ermeni’dir.) Onlar böyle bir millet oldukları sürece, dünyayı istedikleri her şeye inandırırlar. Toplumları inandırmak yalnız haklı ve doğru olmakla olmuyor. Onların bizlere karşı amansız tavırlarını da biliyorum. Ama kendi insanına bile değer vermeyen, dünyanın gelişmesine de pek katkıda bulunmayan bir toplumun bireyi olduğum için, benim sözlerime de pek inanan olmaz. Ne olsa, dünyada pek bir değeri olmayan bazı ünlülerimizi fazlasıyla görmüşlerdir.
Yine de Türkiye’deki Türkler, hangi alanda olursa olsun, diğer cumhuriyetlerde yaşayan Türklerden daha fazla ön plana çıkmaya başlamış ve sürmektedir. Hem de Türkiye’de yıldan yıla eğitimin ve bilimin kalitesi hızla kötüleşmesine rağmen. Doğrusu şu ki, bağımsızlığına kavuşmuş Türki Cumhuriyetlerde (belki Kazakistan hariç) bilim, kültür ve sosyal adalet alanlarında gerilemenin hızı daha fazladır. Türkiye’dekiler işçilikte, üretimde ve ticarette diğerlerinden çok daha ileridedir. Hatta Avrupa’daki bazı Hıristiyan ülkelerindekinden bile. Keşke mektup gönderen fizik öğretmenine benzer, eğitimi düşünen politikacılarımız, zengin adamlarımız, eğitim ve bilimi yönetenlerin de olduklarını görseydik. Bu sayede fizik öğretmeninin isteğine de çare bulunurdu.