Gorki’nin tanımladığı anlamda bir küçük burjuva değildi. Düğünde damat, cenaze töreninde ölü olmak isteyen tiplerden nefret ederdi. Düğünlere pek gitmedi, gitmek zorunda kaldıklarını uzaktan izledi. Taziyelerden de nefret ederdi. Kalabalığın arasına karışıp başsağlığı dileyip oradan kaçardı. Birkaç defa evlendiği halde düğün de yapmadı, nikâh töreni ile geçiştirdi.
Bir defasında nikâh masasında evlendirme memuru ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Falancanın kızı filanca ile hiçbir baskı ve zorlama olmadan evlenmeyi kabul ediyor musun?
-Hiçbir baskı ve zorlama olmadı diyemem. Aslında doğru soruyu sormuyorsunuz. Böylesi bir durumda insan aşık filan olmuştur, en azından bir takım biyo-psiko-kimyasal dürtülerinin zorlaması…
-Beyefendi, sizden sadece “evet” ya da “hayır” demenizi bekliyorum.
-Soru kökünüz yanlış. Yanlış soruya doğru cevap alamazsınız. Baskı…
-(Sessizce ve sinirli olarak) Çattık!, (sesini yükseltip zoraki gülümseyerek) Evet mi, hayır mı efendim?
-Evet, ama…
-Evvet, dediniz. Ben de sizleri karı koca ilan ediyorum. Alkışlıyoruz, büyük alkış istiyorum efendim. Mutluluklar dilerim.
Davetlilerin şaşkın bakışları arasında imzalar atıldı da sorun kapandı. Aslında hoşnutsuzdu, rahatsız ve huzursuzdu. Evli olmak için mi evlenmişti, rehine mi kalmıştı, aşık mıydı anlaşılamadı.
Bir başka evliliğinde nikâh töreninde yine bunalıma yol açtı. Gelinden “evet” cevabını alan evlendirme memuru:
-Siz de falanca kızı filancayı karılığa kabul ediyor musunuz?
-Elbette!
Salonda önce biri mırıltı sonra uğultu yükseldi. Birisi:
-“Elbette” dedi. Bu “evet” anlamına gelmez, diye bağırdı.
Salondakiler de sonradan çıkmayı onaylıyor gibiydiler. Gelin mahcup bir durumda, “hayır” mı dedi, diyecek gibi eli ayağı birbirine dolandı. Evlendirme memuru da ne yapacağını bilmiyordu, daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Herkes konuşuyordu ve ortama uğultu hakim oldu. Salondan biri bağırdı:
-Soruyu tekrar sorun.
Evlendirme memuru damada baktı. Damat rengini belli etmeyen bir soğukkanlılıkla oturuyordu. Memur “hayır” cevabı alabileceğini düşünerek rezalete yol açmamak için durumu geçiştirmeye çalıştı.
-Efendim damat bey “elbette” dediler, bu “evet” anlamına gelir. Müspet, olumlu bir ifadedir, pozitiftir sayın davetliler. Yeniden sormaya gerek yoktur, bence sormayalım.” Damadın ifadesiz yüzüne bir kez daha baktıktan sonra “Sormasak daha hayırlı olur.” diye ekledi.
Salonda uğultu daha bir yükseldi. İçlerinden biri bağırdı:
-Olmaz, yeniden sorun, “evet” demesi gerekir…
-Peki, yeniden soracağım. Lütfen sessiz olun. Falanca oğlu filanca, falancanın kızı filanca ile evlenmeyi siz de kabul ediyor musunuz?
Damat, soğukkanlı bir asalet içinde önce salona, sonra da evlendirme memuruna bakarak, buz gibi sesiyle, sakince:
-Tabii ki, dedi.
Salon yine dalgalandı. “Olamaz, nerden bulmuş bu herifi… “Evet” demeden olmaz… Madem öyle, geline de yeniden sorulsun…” sesleri…
Memur:
-Bence daha fazla sormayalım. Ne olur ne olmaz… Hah, şuraları imzalayınız.
Salondan bu kez itiraz yükselmedi, mutlaka “evet” denilmesini isteyen de olmadı. Sadece birisi, “Nerden bulmuş bu herifi, ne millet la bu?” dedi, duyurmak ister bir yükseltideki sesiyle. Bazı davetliler “Şişşşşt!” yaparak susturdular. Damat tarafı mı, yoktular ki, damat tek başınaydı.
Damat tatsızdı ama derdi tatsızlık çıkarmak değildi.
Belki de hayatının çoğunda bekârdı. Evlenmeyi düşünüyor ve çevresi tarafından teşvik ediliyordu. Mutlu olamadığı için etkili olamadığını düşünüyordu. “Evliyken, arkamı kollamaktan önümü göremez oluyorum, duygusal tatmin arıyorum, çoğunlukla bulamıyorum. Gözüme yüreğiyle bakmadığı zamanların artması ve benden bir şeyler saklaması, vazgeçme eşiğimi aşması anlamına geliyor.”, demişti. Bir gün de:
-Evlenmekten korkuyorum, deyiverdi.
-Neden?
-Bunlar her şeyi yıkıyorlar. Devleti, eğitimi, dini, aileyi… Bunlar dediği kasaba teokratlarıydı. Bütün kötülüklerin onlar yüzünden geldiğini düşünüyordu, çok alt kültür insanlar olarak görüyordu onları, abartıyordu elbette.
-Nasıl?
-Öyle bir hukuk ve muamelat ortaya çıkardılar ki, evlenmeden önce, nasıl boşanabileceğini düşünmek, davayı kaybetmemek için kendini sağlama almak zorunda hissediliyor. Bir duygu, sevgi, güven ve dayanışma ortamı ve ilişkisi olan evlilik bu şekilde başlayınca doğal olmaktan çıkıyor. Bu haller evlilik kavramına aykırı. Hatır-gönül yerine hak-hukuk konuşuluyor; şirket kurar gibi… Karısına söz geçiremeyen kocalar, yalnızlığa itilmiş kadınlar, karısına bir süs köpeği gibi davranan erkekler, kocasını nasıl tırtıklayıp iflahını nasıl keseceğinin şeytanî planlarını hazırlayan kadınlar, karısından hangi yolla kurtulacağını düşünen, döven, söven, kesen, kurşunlayan kocalar… Böyle iyi yahu. Mutlu değilim ama mutsuz da sayılmam. Bari aşka saygım sürüyor. Diyordu.
-Her şey rejimden mi kaynaklanıyor, senin hiç payın yok mudur? Denildiğinde kendisine karşı tarafsız sayılabilecek özeleştiriler de yapıyordu. “İnsanın öğrenmesinde özel dönemler vardır. Bazı şeyler o zamanlarda öğrenilir, o zamanlarda öğrenilmezse sonra öğrenilemez. İki yaşına kadar sevilip okşanmayan bir bebek büyüyünce sevgi kavramından habersiz yaşar. Sahiplenir ama sevemez. Aynı şekilde karşı cinsi tanımak da ergenlik yıllarının işidir. Ergenlikte karşı cinsi tanımaz, tanıma oyunları oynamazsanız, o dönem geçtikten sonra karşı cinsi tanıyamaz, anlayamazsınız. Benim ergenlik çağımda kızlara “bacı” deniliyordu ve ben bacı dediğim kızları gerçekten bacım gibi görüyordum. Dönemimi ıskalamış olmalıyım… Bunu da dedi. Adam kendine psikanalist!
Yine de birkaç kez evlendi. Sonuncusunda “Bu kez son” demişti. “Evlenme fikri benim değil, onundu.” dedi. “Ona karşı cinsi tanıyamadığını, bütün sorumluluğu üstlenmesi kaydıyla evet dediğini, boşanmak gerekirse, bu kez mahkemesiz olacağını eşine söylediğini” de söyledi.
Düğünlerde böyleydi. Aileyi çok önemsiyordu, sağlam bir aile kurmak için işlerini de erteleyip durdu ama başarılı olamadı.
Cenazesini göremedik; henüz ölmedi. Dedim ya, sıra dışıydı, ölümünde de bir sürpriz bekliyoruz.