“Hadi” diyordu, durup dururken, “hadi, yazsana, yazsana” diyordu. Ne yazacağımı bilmeden gayri ihtiyari aldım kalemi elime. Bütünüyle kendimi ona verdim. Elim titriyor, soğuk soğuk terliyordum. “Benim söylediklerimi yazacaksın. Kafanı, yüreğini, kalemini benim istediğim şekilde kullanacaksın.” diyordu. İtiraz etmiyor, aksine kutsal bir görevi yerine getirenlerin gönül rahatlığıyla emirleri bekliyordum.
—Hani yıllar önce kente yağan kırk ikindi yağmurlarıyla ıslanan, ıslandıkça çürüyen aşkının hüzünlü öyküsünü bir de benden dinleyeceksin.”
— Hayır, “çürüyen” değil “büyüyen”.
—Söylediklerime hiç müdahale etme de yaz.
“Nedir acı? Tarifi nasıl yapılır? Senin kaç gündür duyduğun, hissettiğin ya da hissedemediklerinin adı, tarifi nedir acaba? En büyük acı, en büyük ıstırap için için seni yiyip bitiren çatışma. Sanki her gün bir yıl yaşlanıyorsun. Stres basıyor, anında terliyorsun. Sıkıntıdan kurtulmak için eline bir roman alıyor, okumaya çalışıyorsun.
Kentin sokaklarında tek başına dolaşıyorsun. Hiç kimsenin görmediğini görmek, hiç kimsenin duymadığını duymak istiyorsun. Başkalarının acılarını, başkalarının mutluluklarını duyumsamak istiyorsun. İçin için, bir dostum yok diye feryat ediyorsun. Olmasın deyip daha da dertleniyorsun. Yaşam anlamsızlaşıyor, çıkmaz yollara sapıyorsun. Fakat sokakta ağlayan bir çocuğu ya da eli ayağı sağlam dilenen kadını görünce bütün düşüncelerin dağılıyor. Kaldırıma çıkabilmek için “elimden tutar mısın şuradan çıkayım” diyen ninenin şefkatli sesini duymak, sürekli ıslık çalarak sokakta dolaşan delinin halini, bayan atleti giymiş, saçı sakalı birbirine karışmış, hiç durmadan kendi kendine bir şeyler söyleyerek dolaşan kır saçlı akıl hastasını ve daha nice değişik ruh hâlini yansıtan yüz hatlarını görmek, onlarla ortak yaşam anları içinde olduğunu düşünmek bile seni biraz olsun rahatlatıyor, yüreğindeki baskıyı hafifletiyordu.
Ruhundaki bu bocalamalar, sorgulamalar karar arifesinin tazyikinden kaynaklanıyordu. “Ne olacaksa olsun, kurtulayım bu dertten. Bu dert yüzünden iki kişilikli biri olacağım, sapıtacağım” diyordun.
— Bütün bu anlattıklarının hepsi doğru. Yıllar önce içimden geçenleri dahi nereden biliyorsun?
Bilmek mi? Sabırsızlanma da dinle. Daha devamı var.
Hani o ilk kez gündüz vakti duygularını kaleme aldığın gün. Beşiktaş-Galatasaray maçının ertesi günü. Maçın devre arası çay bahçesinde görebilirim umuduyla çay bahçesinde aylak aylak turladığın günün ertesi… Kalemi tutarken bile elin titriyordu. “Çok rahatım, huzurluyum, akşama oturup konuşacağım, her şeyi anlatacağım” dediğin sabah vaktinde bile kafanda bin bir türlü sorunun olduğu belliydi. Aslında sen hiçbir zaman olumlu bir yanıt da almak istemiyordun. İçinde büyüttüğün sevdan sana yetiyordu. Belki yıllar sonra “hiç konuşmasam, hiçbir şey söylemeseydim” diyorsun. Fakat yanılıyorsun. Bu senin yenilgiyi kabul etmeyen aklının isyanıydı. İyi de oldu. Duygularına tercüman olsun diye şairini dahi bilmediğin bir şiiri eklemiştin çizgili kâğıtlara:
“Aşkı benden sorun, pişman olmazsınız
Yollara düşen aşkı, geri dönen aşkı
Aşk deyince yalnız aşkı anlıyorsanız
Âşık olmayın, diyeceğim bu
Kimsenin kapısını çalmayın, çaldınızsa
İçeri girmeyin hemen, girdinizse
Çok fazla kalmayın, kaldınızsa
Bunu aşk sanmayın
Diyeceğim bu”
Şimdi bu öyküyü okuyanlar/dinleyenler nasıl bitecek diye merak ediyordur. Onların meraklarını gidermek bir yazarın görevi olmamalı bence… İlla da bitirilmek isteniyorsa iki seçenek sunulabilir:
1) Aylardır yüreğine söz geçiremediğin, onunla aynı mekânı değil onu aklına getirdiğin anda bile yüreğinin atışını kulaklarında hissettiğin birisi için senin duygularının bir anlamı yoktu. Çünkü sen onun için üçüncü bir şahıstın…
2) Hissettiklerinin bir tercümanı olmuştun. Aylardır o da aynı şeyleri hissediyordu. Seninle hayatını birleştirmekten büyük mutluluk duyacaktı…