Dil – Din İlişkisinde Bazı Gerçekler

Sayı 39- Temmuz 2013

Dil ve din! Ne alaka? İnsanlar hayvansal hücrelerden oluşur ve karşılıklı etkileşim halindedir. Bu nedenle insana sosyal hayvan denir. İşte bu hayvanlar bir arada yaşamış, başka yerlere göçetmiş, orada başka hayvanlar görmüş, onlarla kaynaşmış, oradan da göçetmiş, orada da başka hayvanlarla karşılaşmış ve kaynaşmış ve bu böyle devam etmiş ve hala devam etmektedir. İşte milletler böyle ortaya çıkmış ve meydana gelmeye devam etmektedir. Diller ve dinler bu şekilde türemiş ve günümüze gelmiştir. Çok uzun zaman geçtiği için çok çeşitli kaynaşmaların sonucunda bugünkü bir dili bilmemize rağmen akraba dilleri anlamayız. Bir dine inanıp, akraba dinleri kabul edemeyiz.

Hiç bir dil ve dingökten düşmedi. Herbiri insanların biraraya gelerek topluluk oluşturarak ilk halini aldı. Bir topluluk haline gelmiş insanlar birbiriyle anlaşmak istediler ve dil denen iletişim yöntemi yarattılar. Bunu akıllarını kullanarak mucit gibi yaratmadılar, çeşitli sesler çıkararak alışkanlık sonucu dil oluştu. Bir de aralarında düzen olmalıydı ki birarada yaşayabilsinlerdi. Bunun içinde dindenen düzeni yarattılar. Din sadece geleneksel bir hukuk sistemi içermekle kalmamış, aynı zamanda doğanın kanunlarını da öğretmeye yaramıştır. Özgürlük isteyenler ormanda tek başına yaşayacaktılar. Ancak bilindiği gibi, hayvanlar yalnız değil, gruplar halinde yaşarlar. O nedenle topluluk içinde yaşamak istiyenler hem dil hem de din birliği içinde yaşayacaktılar.

Elbetteki topluluklar onbinlerce yıl demir perdede yaşamadılar. Değişen çeşitli koşullardan dolayı bir topluluğun birkısmı göç ederken, diğer kısmı da göç aldı. Daha sonra oluşan yeni kombinasyondaki topluluklar da aynı şekilde değişime uğradı; aynı topluluk içinde bir grup insan evi terketti, bir kısmı da evine misafir aldı. Bu çok ama çok kez tekrarlandı. Sonunda epey uzun bir kombinasyon ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu kombinasyonun bir sonu yok. Bu hala devam etmektedir, ama bizim yaşadığımız devir, ulaşılmış mutlak sonmuş gibi bir yanılgıya kapılıyoruz. Buradan da herbir milletin sonsuza kadar devame deceğini kabul ediyoruz. Oysa varolan milletlerin herbiri küçük toplulukların çoklu kombinasyonundan oluşan sentez bir topluluğun çığ gibi büyümüş halidir. Kemikleşmiş hali demeyeceğiz, çünkü bundan on beş bin yıl sonra bugünkü milletlerin varolacağından emin olamayız. Tahminimizce olmayacak. Ama bu kaybolacakları anlamına gelmiyor tabiiki; sadece devam eden kombinasyonlarla daha farklı sentezler oluşturacaklar. Burada sentez kavramı yanlış anlaşılmaya müsait olduğu için küçük biraçıklama gerekir. Herhangi bir dönemdeki herhangi bir milletin herhangi bir parçası herhangi bir ya da birkaç başka milletin tamamı ya da bir kısmıyla kaynaşarak bütünden ayrık bir yolda kombinasyonlara girerek farklı bir millet oluşturması da pekala mümkündür. Dolayısıyla, sentez sözcüğüyle kombinasyona girip birleşip kaynaşmayı kastediyoruz ve bir milletin bölünmesi burada kullandığımız sentez kavramına aykırı düşmemektedir, çünkü bölünmüş parçalar da ayrı ayrı kombinasyonlar oluşturmaya devam ederler.

Bir topluluk, artık büyütelim de millet diyelim, kökkültüründe dil ve din taşır. Elbetteki yemekler, müzikler, folklor, dans vesaire de kültürel özellikleri oluştursa da esas olan dil ve dindir. Diğerleri ikinci dereceli değerlerdir. Çünkü dil ve din birliği olmadığı sürece biraraya gelip ortak müzik, dans, yemek vesaire de sözkonusuolamaz. Bizde dil ve din üzerindeduralım.

            Dil

Aslında diller arasında hangi dilin hangi kökenden geldiğininin ve hangi diller arasında etkileştiğininin diyagramını çizmeye kalkışsak sürekli çelişki ve tutarsızlıklarla karşılaşırız. Çizeceğimiz diyagram ne olursa olsun daima yanlış olacak. Bugün böyle girişimler var, diller gruplandırılıyor, ama bunlar daima söylenti/tahmin seviyesinde kalmaktadır. Bunun sebeplerini göreceğiz. Biz şimdilik iddia edildiği gibi Indo-Aryan ve Ural-Altay dil gruplarını inceleyelim. Biraz Aramice’ye (Semitik dil grubu) de yer veririz. Çünkü bunlar bugün bildiğimiz en kadim dil kökleridir.

           

            Indo-Aryan

Indolar Hindu-istan’ı, Aryanlarda Erran ve sonrasında İran’ı oluştururlar. Avrupa dillerinin Latince’den türediği bilinir. Ya Latin dil grubuna girer ya da başka bir dil grubunda olup kelimelerini Latince’den alır. Latincede Etrüskler’den ortaya çıkmış olup dil kökeni Yunanca kabul edilmez ama kelimeler Yunanca’dan alınmıştır. Yunancada Indo-Aryan dil grubuna girer. Bizim odaklanacağımız kelimeler aile bireyleri, sayılar ve kutsal varlıklar olsun.Çünkü insanlar önce aile kurmuş, kutsallığı yaşatmış ve sayma sayılarını öğrenmiş olup ona göre düzen içinde yaşamış ve kendi aralarında alış-veriş (ticaret) de yapmışlardır. Elbetteki şahıs adları ve zamirlerde önemli oldukları için onları da konumuza mümkün olduğu kadar dahil edelim.

            Latin dillerinde hangi kelimenin hangi kökenden geldiğine bakalım:

            İki anlamındaki duo (Rusça’da dva), Farsça’daki ‘den geçmiştir. Farsça’ya da Sansritçe’dekidvi‘den geçmiştir.

            tres (Lat.) / tri (Rus.)– se (Far.)– tri (San.)

            quattuor (Lat.) /quattro (İta.)– cahar(Far.)– katur (San.)

            septem (Lat.) / sette (İta.) /sept (Fra.) / sem (Rus.)– sapta (San.)

            desem (Lat.) /deset(Rus.)– dasat (San.)

            Örnekler çoğaltılabilir. Şimdi dini konulara bakalım:

            Kutsal anlamına gelen divina (Lat.) – divya (San.)

Tanrı anlamına gelen, Germen dillerinde god, Farsça’daki hüda‘dan,o da Sanskritçe’deki hutha‘dan gelir ve çağrılan demektir. Germenik diller İngilizce, Almanca, Flamanca, Danca, İsveçce, Norveçce, İzlandacadır. Germenik diller de Indo-Aryan dil grubuna girer. Latin kökenli sayılmasa da kelimeler Latince’den alınmıştır.

Zeus da Sanskritçe’deki Deiva’nın zamanla Deusolarak bozulmasıyla başlamış ve sonra da Zeus halini almıştır. Eski Yunanca’da tanrıya Teo denmesi ve bunun Latince’ye Deo olarak değişerek geçmesi bize Taoizm’de tanrıya gerek Tao gerekse de Dao denmesini hatırlatıyor. Ancak bu, tesadüf de olabilir. Indo-Aryan (aslında Sanskritçe) aile birey adlarını örneklendirirsek:

            Ana -> Mother (İng.) / Maader (Far.) / Matr (San.)

            Baba -> Father (İng.) / Peder (Far.) / Petr (San.)

            Erkek kardeş (birader) -> Brother (İng.) / Baraader (Far.) / Bratr (San.)

            Kız evlat -> Daughter (İng.) / Dohter (Far.) / Duhitr (San.)

            Yeni -> Novus (Lat.) / New (İng.) / Nou (Far.) / Nava (Peh. ve San.)

            Ad -> Name (İng.) / Naam (Far.) / Naama (San.)

ve daha nice kelimeler var. Burada hepsinin listesini veremeyeceğiz.

Bunlar sadece küçük örnekler. Kelimeler bunlarla ve belirtilen konularla sınırlı değil. Latince deyince vurgulamak istediğimiz bir nokta var; Latince İtalik (Etrüskler İtalyanların atalarıdır) bir dil olduğu için kelimelerini Latince’den alan Avrupa dillerinin en az bozulmuş hali İtaylanca’dır. Yani, bugün konuşulan diller arasında İtalyanca, Latince’nin günümüzdeki en sadık halidir. İngilizce ise en çok deforme olmuş bir Latin türüdür (grup olarak Latin değil Germenik dil grubuna girer, ama İngilizce’deki kelimelerin çoğunluğu Latince’dir). İngiliz diye adlandırdığımız milletin ataları Anglo-Saksonlardır. Anglo-Saksonlar’ın tarihi 1,500 yıl önce Germanya’da (Almanya) başlamıştır. Aslında milletin adı Anglo‘dur, ama eski Germanya’nın Saksonya bölgesinde yaşamış oldukları için Anglo-Sakson olarak adlandırılır. Germenlerin arasında ortaya çıkmış bu millet, daha sonra Fransa’ya göç etmiştir. Tabii, o zamanlar bir milletin göç etmesi, Stalin’in gözüne kestirdiği bir milleti trenlere bindirerek dünyanın öbür ucuna göndermesine benzemiyordu. Eski zamanlarda yüzyıllar sürüyordu göçler. İşte bu nedenle, İngilizce yoğun bir şekilde Germenik kökenler taşıyıp, dilinde bolca Fransız etkisini de hissettirir. Daha sonra Anglo-Saksonlar Britanya adasına taşındılar. Burada ülke kurduklarında adına Anglo-Land (Anglo Toprağı) koymuşlardır. Bu da zamanla England (İngiltere) halini almıştır. Sadece bu bölgeyi işgal etmiş olmakla kalmayıp adanın tamamını ele geçirdiler ve Büyük Britanya Krallığı adlı ülke kurdular. İrlanda’yı da işgal edince ülke Birleşik Krallık halini aldı. 20. yy.’da İrlanda, krallıktan ayrılınca bir kısmını Londra’ya kaptırdı. Böylece ülke Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı adını aldı. Türkiye’de ise bu ülkeye yanlış olarak İngiltere denir. Hâlbuki dünyada İngiltere diye bir ülke yoktur, sadece öyle bir eyalet vardır. Konumuzu saptırmamak için Anglo-Sakson tarihini burada bitirelim. Bu örnek bize, Latin dilli bir milletin nasıl göçler sonucu, dilinin berbat bir Latince’ye dönüştüğü hakkında bir fikir veriyor. Öte yandan bilinen tarihte İtalyanlar göç etmediler. Böylece İtalyanca ile İngilizce arasında bugün büyük bir fark var. Buna rağmen, 1,500 yıl çok da eski bir tarih olmadığı için hala önemli benzerlikler de içerirler.

Eski Farsça olan Pehlevice çok büyük ölçüde Sanskrit kökenlidir. Zerdüştiliğin kitabı Avesta da Pehlevice yazılmış olup dini içerik olarak Hint kökenlidir. Fars kelimesi de Sanskrit Parthia’dan gelir. Zamanla Parsi, sonra da Farsi (Farsça anlamına gelir) ve Fars olarak günümüze gelmiştir. Bugün Hindistan’da yaşayan İran göçmeni Zerdüştilere Parsi denir (İran Müslümanlaştıktan sonra Zerdüştilerin çoğu Hindistan’a göç etti, bu da 1,000 yılı aşkın bir tarih demektir).

Rusça da Indo-Aryan dil grubuna girmesine rağmen dilin çoğunluğunu (yarıdan fazlasını) Tatarca ve Kazakça oluşturmaktadır. Aslında Slav dilinin yapısı Indo-Aryan kökenlidir. Kelimelerin çoğunluğu ise Türk menşelidir. Slavların kullandığı Kiril alfabesinin Yunanca’dan alındığı biliniyor. Yunan alfabesi, Indo-Aryan gramer, Türkçe sözcükler… Yunanlıların da Slavların da Ortodoks Hıristiyanlar olmalarına da dikkat edelim. Slavlarla Türkler uzun zamandan beri birlikte yaşarlar. Bulgarların Slavlaşması tesadüf değildir. Slav kökenli olan Ruslar da eski zamanlarda Türklerle kayanaştıkları gibi, yakın tarihte de yüzyıllardır Kuzey Avrupa ve Kuzey Asya’da Türklerle iç içe yaşamaktadırlar. Bugün bile 150 milyon Rusya nüfusunun kaba hesapla yaklaşık 100 milyonu Slav, yaklaşık 50 milyonu da Türktür.

Ural-Altay

Altay, Sibirya’nın bir bölgesidir. Sibirya kelimesinin nereden geldiğine dair çeşitli söylentiler olsa da söylentilerin hepsi de Sibirya’nın Türk menşeli bir kelime olduğunu kabul etmektedir. Nitekim Sibirya’da bilinen tarihe göre daima Türkler yaşamıştır. Ural, Fince’de aydınlık gece demektir ve orada Başkurtlar (Başkirler) ve Tatarlar, yani Türkler yaşamaktadır. Ural kelimesi de Türk menşelidir. Şimdi biraz kelimelere bakalım.

Tatarca’daki zamirler şöyledir: Min, sin, ul, bez, sez, alar (ben, sen, o, biz, siz, onlar).

           

Kut kelimesi Kıpçaklar’da da aynıdır. Tanrı kelimesi tengriden gelir. Sayma sayıları bütün dünya Türklerinde aynıdır. Aile bireyleri adları da benzemektedir. Kıpçaklar ene derler, Oğuzlar ise ana derler. Türkiye’de 20. yy.’da uydurulmuş bir kelime olan anne de anaene birleşimindeki ortadaki seslilerin düşürülmesi sonucu ortaya çıkarılmıştır. Oğul ile oğlan kelimeleri de ilişkilidir. Oğlan, oğulandan gelir. Zamanla ortadaki ünlü düşmüş ve günümüzdeki halini almıştır. Erkek de erkden gelir. Gök ve yıldız gibi kelimeler de dünya Türklerinde aynıdır. Bazıları ulduz, bazıları jıldız derler. Atatürk’ün Güneş-Dil teorisi araştırmaya değerdir.

          

Ben, Oğuz Türkçesinde Men‘dir. Fince’de ise Mina‘dır. Men sen (Oğuzlarca), Min sin (Tatarca), Mina sina‘dır Fince’de. Finliler, hep Finlandiya’nın kuzeyinde yaşamışlardır. Yakın tarihte güneye inip Helsinki şehrini kurmuşlardır. Bugüne kadar kuzeyde (Lapland bölgesinde) ikamet eden Finlilere Sami denir. Samiler’in gözleri azıcık çekik, elmacık kemikleri azıcık belirgin olup, Tatarlara benzerler. Hatta Finlandiya’da kuzeye gittikçe sıcakkanlılığın arttığı söylenir. Estonca Finceye çok benzeyen bir dildir. Bir Eston bir Finli’yi hiç Fince bilmeden de iyi kötü anlar. Estonya’da Kıbın Türkleri’nin varlığı da dikkat çekicidir. Kıbınlar Estonya’ya paraşütle ya da helikopterle inmediklerine göre Estonya ve Finlandiya’ya Türk göçü olduğu barizdir. Finlandiya’da Turku adlı bir şehrin varlığı da dikkate değerdir. Bunun dışında, Norveçli arkeologlar, Norveç’deki mağara yazı, resim ve işaretleriyle Azerbaycan’daki yazı, resim ve işaretlerin aynı olduğunu ortaya koymuşlardır.

           

Bir Oğuz’un bir Kıpçak’ı anlaması çok zordur. Birbirini sadece kısmen anlayabilirler (bir İngiliz’in bir İtalyan’ı anlaması çoğu zaman daha kolaydır). Hâlbuki her ikisi de aynı milli kökenden gelmektedir. Bir millette zamanın, coğrafyanın, koşulların, başka milletlerle kaynaşmanın yarattığı başkalaşma işte bu kadar büyüktür. Hatta şu olguya dikkat çekelim: Türkmeneli’de konuşulan dil Azerbaycan’dakinin neredeyse aynısıdır. Bir Türkmenelili Azerbaycanlıyı çok rahatlıkla anlarken, Türkmenistanlıyı anlayamaz, ama kendilerini Türkmen diye adlandırırlar. Fuzuli’nin de vatanının Türkmeneli olup da Azerbaycanlı bir şair olarak bilinmesi tesadüf değil. Bu durumu anlamak için Azerbaycan tarihindeki bir noktaya odaklanalım. Azerbaycan’da en az 5,000 yıllık Türk tarihi mevcuttur. İlk defa en geç 5,000 yıl önce Kıpçaklar kuzeyden, yani Kafkaslardan Azerbaycan’a akın edip yerleşmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde bu bölgeye Kıpçak akınları benzer şekilde tekrarlanmıştır. Kıpçakların bir kısmı Kuzey’den Batı’ya doğru akına devam etmiştir. Norveç’teki mağara yazılarıyla Azerbaycan’dakinin aynı olması bundandır. Samilerle Kıbınlar da bu akınların neticesidir. 1,000 yıl önce ise Batı’ya yapılan son Türk akını olarak bilinen, Oğuzların akını gerçekleşmiştir. Böylece Türkmenlerin Hazarın güneyinden Azerbaycan’a yaptıkları büyük bir akınla Azerbaycan Oğuzlaştırılmıştır. Türkmenlerin hepsi burada kalmamış, bir kısmı göçe devam etmiştir. Böylelikle Anadolu’ya girmiş, etrafa yayılmış ve Türkmeneliye de yerleşmişlerdir. O nedenle Türkmeneli halkı kendilerine Türkmen derler. Azerbaycan ise Hıristiyan Alban, Zerdüşt Kıpçakların ve sonrasındaki Oğuz olan Türkmenlerin akınının sentezidir. O nedenle Azerbaycanlılar, Türkmeneliden farklı olarak kendilerine Türkmen demezler. 1829 Rusya ve İran’ın biri kuzeyden biri güneyden olmak üzere ortak işgaline kadar, Azerbaycan daima Türkmeneli’nin komşusu olmuştur. Hatta Rusya ile İran arasında imzalanan, Aras nehrini sınır kabul eden bu andlaşmaya Türkmençay andlaşması denir.

Macarlara ve Bulgarlara da bakalım. Macarlar bilindiği gibi Türkistanlı bir halktır. Dünya onlara Hun anlamında Hungarili der. Oysa Macarlar kendilerine Macar derler tıpkı Türkçedeki gibi. Bulgar da Türklerin bir boyudur. Başkurtlar ve Tatarlar Bulgar boyundandır. Yani Başkurtlar ve Tatarlar Bulgardırlar aslında. Bulgarlar da Türkdürler. Zamanla, Slavlar Balkanlara akın edip bu halkla karışmıştır. Macarlar Avrupa’nın ortasına kadar gelmiş ve sonra Balkanlar’da Bulgarlarla kaynaşmış Slavlar’dan dolayı, diğer Türklerle bağlantısı kopup, zamanla asimile olmuştur. Böylece bugün Bulgarlar da Macarlar da Türk olduklarını reddederler (sanki ayıp bir şeymiş gibi). Dinin de rolünden şimdilik kısmen bahsedelim. Bir süre sonra diğer (Avrupa’nın içlerine fazla girmemiş olan ve Sibirya’nın doğusunda olmayan) Türkler İslam’ı benimsemiştir. Avrupa’daki Türkler ise Hıristiyanlığı benimsediği için diğer Türklerden iyice kopmuşlardır. Madem ki Macarlar ve Bulgarlar asimile olup kendi başlarına birer millet haline gelmiştir, neden Gagavuzlar Türk kalmışlardır? Çünkü Macar ve Bulgarlar kuzeyden çok önceleri akın etmiş Kıpçak Türkleridir. Gagavuzlar ise Batı’ya güneyden yapılmış olan ve son Türk akını olan Oğuz Türklerindendir. Yani daha yakın tarihdeki bir akındır. Ayrıca Oğuz akınıyla birlikte Türkler Anadolu’ya yerleşmiş ve kısa sürede dev bir güç haline gelmişlerdir. Bunun ardından Balkanlar’a da ulaşmışlardır. Böylece Gagavuzlar yeniden Türklerle bağlantı halinde olup asimile olmamışlardır.

           

Orta Doğu’da Aramiler yaşarlardı. Aramiler’in başına meteor düşmedi ya. Onlar yok olmadılar. Sadece Arami adı yok oldu, ama kendileri bugün Yahudiler ve Araplar olarak devam etmekteler. Yahudiler ve Araplar, dillerini Aramice’den almışlardır. İbranice’nin de Arapça’nın da kadim hali Aramicedir. Hatta İsa zamanında Kudüs’te Aramice konuşulurdu İncile göre. Gelenek, din, dil, kültür, mitoloji gibi birçok konuda Yahudilerle Araplar aynı değer ve özellikleri taşımaktadırlar. Belli ki Aramiler zamanla birbirinden ayrılmışlar ve biri Yahudi biri Arap olmak üzere iki millete bölünmüşler.

Avrupa ve Avrupa kökenli (yeni dünya ülkeleri) halklar insan adlarını çoğunlukla Aramice’den ve biraz da Yunanca’dan almışlardır. Örneğin:

Helen, Stefan, Katherina ve diğer bazı adlar Yunancadır. Alexander (İskender), Abraham (İbrahim), David (Davud), Jacob (Yakub) ve diğer birçok ad Aramice’dir. Bu adlar sadece Avrupa dillerinde değil, Yahudilerde ve Araplarda da kullanılır. İngilizce’nin bozuk bir Latince olup İtalyanca’ya nisbeten son derece bozulmuş ve başkalaşmış bir dil olduğuna değinmiştik. Anglo-Sakson halklarda (Birleşik Krallık, Kanada, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda) insan adları da İngilizceleştirilmiş ve hatta kısaltılmış adlar resmi olarak kullanılmaktadır. John (Con) aslında Yohannesdir. Kate (Keyt), Katherina. Joe (Co), Yozef. Mike (Mayk), Mikail.

           

Tarihteki en uzun destan olan Manas (Türk) destanına Kırgızistan’da çok değer verilirdi. O nedenle Kırgızların ve çevrelerindeki Türklerde Öztürkçe adlar yaygındı. Kırgızistan’da Manas diye bir şehrin varlığına da dikkat çekelim. 1924’te Sovyetler tarafından parçalanana kadar bugünkü Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan tek ülke idiler ve bu ülkenin adı Türkistandı. Kırgızistan’da çok sayıda Özbeğin yaşaması da bundan kaynaklanır. Kırgız kelimesinin de kırk tayfadan oluştukları için “biz Kırk-ız”dan oluştuğunu da belirtelim. Oysa, diğer Türkler’de Öztürkçe insan adları o kadar yaygın değildir. Orta Asya Türkleri önce Fars etkisinde kalıp Zerdüştiliği benimsemişlerdir. Daha sonra Arap etkisinde kalıp Müslümanlaşmışlardır. Bu nedenle Orta Asya Türkleri çocuklarına çoğunlukla Arap ya da Fars adı vermişlerdir. Hatta antik çağdaki Yunan-Makedon ilişkisi gibi binlerce yıllık Fars-Azerbaycan ilişkisi oluştuğu için Fars adları Türkler arasında en çok Azerbaycan’da tercih edilir. Orta Asyalılar’dan farklı olarak Türkiye’de de bazı Öztürkçe adların tercih edilmesi dil devriminden sonra başlamıştır. Hala Rus hegemonyasında yaşayan Türklere bakalım. Arap tesirine hiç uğramamış Sibirya Türkleri yakın zamana kadar Tengrizmi yaşamışlardır. Sonrasında ise Ruslar tarafından Hıristiyanlaştırılmışlardır. Müslümanlaşmış Rusya Türkleri de benzer şekilde asimile olmuşlardır. Günlük hayatta, buna aile içi de dâhil, Tatarca, Başkurtça ya da diğer Türk dilleri değil, Rusça konuşurlar. Kimileri Rus adı taşımaktadır. Toplumca modern Rus kültürüne daha yakındırlar ve hatta Türklükten pek eser kalmamıştır.

           

Özetle, günümüze ulaşmış en eski diller Türkçe ve Sanskritçe’dedir. Avrupa dillerinin kökeninde Farsça, onun da kökeninde Sanskritçe vardır. Türkçe ise başka bir dilden alınmamıştır. Kendisi bir kök-dildir Sanskritçe gibi. Gerek insan adları, aile bireyleri, sayma sayıları, göksel adlar ve kutsallık tamamen Türkçe’dir ve herhangi bir dilden geçmemiştir. Latincenin ortaya çıktığı İtalya’nın ataları Etrüskler’in yazılarını eski Türk dilinde okumak mümkündür. Indo-Aryan dil grubunda Türk dilinin ne işi var? İşte bu da, toplulukların iç içe girmiş, birbiriyle karışmış olduğunun göstergelerinden sadece biridir. Hatta örnek olması için şunu da ilave edelim: Mısır mitolojik tanrısı Horus, güneşin doğmasıyla ortaya çıkan bir tanrı olarak bilinirdi. Horos olarak da bilinen bu tanrının başı kuşbaşı şeklindedir. Güneş doğduğunda öten, kuş başlı hayvana Türklerde horoz (bazı Türk lehçelerinde horuz) deniyor. On binlerce yıllık bir halk olan Türklerin, dilleriyle Berberileri (eski Mısırlılar) da etkilemiş olduğu aşikârdır. Binlerce yıl içinde çeşitli değişimler olmuştur. Bugün dünyada hiçbir ülkede Sanskritçe konuşulmamaktadır. Hatta yakın tarih sayılabilecek Latince de konuşulmamaktadır. İngilizler Anglo-Saksoncayı anlayamazlar. Yunanlılar eski Yunancayı anlayamazlar. Farslar Pehleviceyi anlayamazlar. Değişimden dolayı artık eski diller bugün anlaşılmıyor. Eski haliyle Türkçe de hiçbir yerde konuşulmuyor. Türkçe de kim bilir ne kadar dönüşüme maruz kalmıştır. Bugün Türkiye’de konuşulan dile Türkçe adı verilse de kadim Türkçe’den oldukça farklıdır. Bunlar böyle iken, aynı dil grubundaki farklı dillerin ya da farklı dil grubundaki dillerin anlaşılmaması ve büyük farklılıklar taşıması yukarıda anlatılardan dolayı normal karşılanmalıdır. Yani, dilimiz farklı demek farklı bir kökenden geliyoruz demek değildir. Hepimiz bir yerde birbirimizle karışmışız, sonra da farklı kombinasyonlardan dolayı ayrık düşmüşüz. Böylece bugünkü halimize baktığımızda sanki çok farklıymışız gibi bir izlenim oluşmaktadır. Biraz sonra değineceğimiz dinin de etkisinin gücünden dolayı iki milletten iki farklı kültür ortaya çıkmıştır. Milli karakterdeki en önemli unsur din, milli kimlikteki en önemli unsur da dil olduğu için, farklı dil – din ikilisine sahip iki millet zamanla birbirinden çok farklı hale gelmiştir.

Türkçe ve Sanskritçe ile ilgili ilginç bir tespit söyleyelim: Türk kelimesi bazı iddialara göre türemekten gelmiştir. Macarlar Török derler. Azerbaycan’da türemek değil töremek denir. Hint halkına da Sanskritçe’de Bharat denir ve anlamı türemektir.

Dillerde oluşan değişiklik çeşitli kombinasyonlardan dolayı kimisi diğerinden az başka, kimisi de çok başkadır. Gerçek o ki, dünyadaki bütün diller arasında akrabalık mevcuttur. Hiçbir dil kendi başına değildir.

           

            Din

Dinlerin amacı bireylere disiplin aşılamak, aile, dostluk, akrabalık ilişkilerini güçlendirerek toplumda düzen kurmak ve bireylerin hayatını optimize etmektir. Eskiden mitolojilerin daha sıkı güce sahip olduğu zamanlarda, dinin gökten indiğine inanılırdı. Bilim, gökten bir şey inmediğini ortaya çıkardığında da dinlerin bütün prestiji sarsıldı. Oysa dinler gökten inmedi, kalpten fışkırdı. Toplumsal olgularla karışarak ve birbirini etkileyerek (tıpkı diller gibi) farklı dinler ortaya çıktı ve değişime uğradı.

Din, mitoloji, felsefe arasında bir bütünlük vardır ve birbirinden ayrışmaz unsurlardır. Dinlerin içinde mitoloji ve felsefe vardır. Felsefeler dinlerden etkilenmiş ve kimi mitolojileri de taşımıştır. Bildiğimiz dinlerden önce mitolojiler vardı diyoruz, ama o dönemlerde mitolojiye asla mitoloji denmez din denirdi. Biz de hepsini kapsayarak Düşünce-İnanç Sistemi deyip DİS şeklinde kısaltalım. Herhangi bir felsefi akım, bir din, mezhep, bir mitolojik sistem DİS grubuna girer. Şimdi, semavi, Dharmik ve Yunan DİSlerini inceleyelim.

           Semavi DİSler:

Semavi DİSler inanç ve geleneklerini büyük ölçüde İsrail mitolojisinden almıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam, engin içeriklerindeki mitoloji kısmını İsrail mitolojisinden almıştır. O nedenle Musevilik öncesi İsrail’e gidelim.

Musevilik öncesi İsrailliler, suçluları bir yerde toplarlardı. Daha sonra bir vadide büyük bir ateş yakarlardı. Ondan sonra da vadinin yukarısında bekleyen suçluları aşağı doğru iteklerlerdi. Suçlular vadideki ateşte cayır cayır yanarlardı. İşte bu ateş yanan vadiye cehennem denirdi. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’da günahkârların cehennemde cayır cayır yanacağından söz edilmesi buradan gelmektedir.

Yine o dönemlerde bazı çocuklar Melek adlı tanrıya kurban edilirdi. Melek denen boynuzlu tanrıyı tasavvur etmek için demirden büyük bir heykeli vardı. Bu boynuzlu heykelin ayaklarının dibinde ateş yakılırdı. Böylece bütün demir ısınırdı. Heykel ısınınca, heykelin avuçlarının arasına küçük çocuk ya da bebek koyulurdu. Demirden avuçların arasında bebek/çocuk ağlayarak yanardı. Böylece kurban sunulmuş olurdu. Semavi dinlerde de Şeytan adlı bir melekten söz edilir. Bu melek boynuzlu olarak tasavvur edilir. Şeytanın, cehennemde günahkları yakacağından söz edilir. Hatta Kur’an’da, Yahudilerin buzağıya ibadet etmesinden kınayarak söz edilir. Buzağı ile kastedilen Melekdir. Zamanla bu inanç ortadan kalkmış ve hatta Melek kınanmaya başlamıştır. O nedenle de zamanla Melek, İbranice’deki utanç kelimesine benzetmek için Molek olarak değiştirilmiş ve insanları yoldan çıkaran bir anlam kazanmıştır (tıpkı semavi dinlerdeki şeytan gibi). Bu inanç nasıl böyle bir değişime uğradı? İbrahim bir gün rüyasında oğlunu kurban sunması gerektiğini görür ve sabah bunu oğluna anlatır. Oğlu da buna razı gelir. Oğlan bir kayaya uzanır ve baba eline bıçağı alır. Tam o sırada sürüsünden ayrı düşmüş bir koyun uzaktan meler. İbrahim, arkasına dönüp baktığında koyunu görür ve kurban olarak oğlunu değil, koyunu öldürmesi gerektiğini anlar. Böylelikle kurban geleneği değişmiş oldu. Bugüne kadar İslam’da kutlanan kurban bayramı buradan gelir. Semavi dinlerin diğer adının İbrahimi dinler olduğunu da hatırlayalım.

O dönemlerin diğer bir kurban şekli, bazı erkeklerin erkekliğini tanrıçaya sunmasıydı. Tanrıça heykelinin karşısına geçer ve cinsel organını keserek tanrıçaya kurban ederlerdi. Bunu yapanlar toplumda birer yiğit olarak görülürdü. Musevi ve Müslüman erkeklerin sünnet olma geleneği buradan gelmektedir. Müslümanlar, sünnet olan çocuğa “artık erkek oldun” derler. Neden Hıristiyanlar sünnet olmazlar? İsa ve havarileri sünnetliydiler. Ancak, Hıristiyanlık, İsa öldükten çok sonraları din olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Hıristiyanlık, Orta Doğu’da değil, Batı’da yaygınlaşıp güç kazanmıştır. Roma’da 3. yy.’da başlamıştır Hıristiyanlığın güç kazanması. Batılı halkların toplumsal olguları, gelenekleri Yahudilerinkiyle daha doğrusu Orta Doğulularla aynı değildi. O nedenle Orta Doğu gelenekleri Batı’ya geçmemiş, sadece mitoloji ve inançları geçmiştir. Hatta Hıristiyanlık, inancını birebir Yahudilerden almamış, Yunan okullarıyla da harmanlaştırılarak başkalaştırılmıştır.

Semavi dinler arasında sayılmayan bir din Zerdüştilik de gerek Orta Doğu dinlerini gerek Yunan okullarını etkilemiştir. Örneğin; Müslümanların günde 5 vakit namaz kılmalarının sebebi, Zerdüştilerin günde en az 5 kere ibadet etmeleridir. Namaz üzerinde biraz duralım. Yahudi ibadet şekline çok benzer. Yahudiler de başlarına küçük bir şapka giyer ve biraz ayakta durarak, biraz da çömelerek (secdeye kapanarak) yaparlar ibadetlerini. Ellerini de aynı Müslümanlar gibi tutarlar. Müslümanların namaz adlı ibadet yöntemi işte Yahudilerden gelmektedir. Namazın Arapçası salahdır. Farsça’da, halkı müslüman olan Fars kökenli dillerde ve Türk soylu dillerde ise namaz denir. Farsça’ya da Sanskritçe’deki namastan geçmiştir ve anlamı boyun eğmektir. İslam kelimesinin de anlamı teslim olmaktır.

Hıristiyanlıktaki vaftiz ve günah çıkartma Zerdüştilikten gelmektedir. Hıristiyanların paskalya bayramında yumurta boyamaları da Zerdüştilerin nevruz bayramında yumurta boyamalarından ileri gelir. Hıristiyan rahipler aynen Zerdüşti rahipler gibi giyinirler. Zerdüştilik, eski zamanlarda büyük bir güce sahipti ve daha sonra hem Hıristiyanlığın hem de İslamın yayılmasından sonra çok zayıfladı ve dinine sadık Zerdüştilerin çoğu, yukarıda belirttiğimiz gibi, Hindistan’a göç etti (hala oradalar). Sadece küçük bir kısmı İran’da kaldı. Zamanla Zerdüştilik hakkında yanlış iddialar ortaya atıldı.

Doğrusu, Zerdüştilik tek tanrılı bir dindir ve ateşe tapılmaz, tanrıya tapılır. Ateş bir nesneyi yaktığında nesne küle dönüşür ve daha fazla yakılsa bile başka bir şeye dönüşmez. Dolayısıyla en saf haline dönüşmüş olur. Ateş, sembolik olarak saflaştırıcı olarak kabul edilir. Yunanca’da agni, eski adıyla agnossaf anlamına gelir ki, bu da Sanskritçe’deki agni yani ateş kelimesinden gelir. Zerdüştilik de felsefesini Hinduizm’den almıştır. Pehlevice de Sanskritçeyle önemli benzerlikler taşır. Yunanlılara dönecek olursak, onlar Ortodoksdurlar tıpkı Ruslar gibi. Ruslar da ateşe agon derler. Ortodoks kiliselerinde söylenen meşhur ilahi Agni Parthene (Saf Bakire) Sanskritçe’den Pehlevice’ye geçmiş olup, zamanla dönüşüme uğrayarak Yunanlılaşmış bir sözdür.

Hala nevruz (asıl adı noruz) kutlayan halklar eskiden Zerdüşti olanlardır. Dikkat edilirse nevruz sadece Müslümanlara ya da Türklere özgü bir şey değil. Nevruz, Zerdüştilerin yeni yıl kutlamasıdır. Bu bayramda ateş yakılır ve üzerinden atlanır. Böylece ateşin üzerinden atlayan sembolik olarak saflaşmış olur.

Tekrar İsrail ile İslam arasındaki ilişkiye dönersek, Müslümanlardaki töre Yahudilerdeki torahdan gelmektedir ve kaide demektir. Cinler de yine Musevilikte vardır. İbranice’de ruhban sınıfı üyelerine rabbidenir. Arapça’da da tanrıya rab denir. Arapça’daki Allah kelimesi “al-ilah”dan gelir. Bu da Türk dillerine doğrudan tercüme edilemiyor, ama daha uzun ifadesiyle “belli olan ilah” anlamına gelir. Yani, herhangi bir ilahdan değil belli bir ilahdan söz edildiğini göstermek için “al-ilah” kullanılır.İlah kelimesi de Aramice’dekieloahdan gelir. İbranice’de de tanrıya elohim denir. La ilahe illallah, “Allah’dan başka ilah yoktur” diye tercüme edilir. Bu şekilde bir tercüme, “çok sayıda ilah olduğu zannediliyor ama inanılan ilahlar arasında adı Allah olan hakiki ilahdır, diğerleri değil” anlamına geliyor. Oysa doğru tercümesi şu şekildedir: “Tek tanrı vardır, o da kendisidir.”

Yahudilikte içki içmek bütünüyle yasak değil, sadece nazir (Türksoy dillerinde devlet bakanına nazir denmesi buradan gelir) dedikleri dini üstadların içmeleri yasaktır. Onun haricindeki Yahudilerin içki içmesi yasak değildi. Zerdüştiler de şarap içerlerdi. İslam’da ise tıpkı nazirler için olduğu gibi içki tamamen yasaktır. Hıristiyanlık’ta ise içki yasak değil hatta dini törenlerde şarap içilir, tabii sadece tadımlık, yoksa sarhoş olacak kadar değil. Eskiden içki olarak sadece şarap bilinirdi. Viski, bira, vodka ve diğerleri yakın tarih içkileridir. İslam’da sufilerin de şaraptan söz etmesi semboliktir. Tanrı aşkının keyfi, şarabın verdiği sarhoşluğa benzetilirdi. Türkiyecedeki sarhoş kelimesi Farsça’daki serhoştan gelir. Ser, baş demektir. Başın hoş olma durumu sarhoşluk olarak adlandırılır. İçkinin tadını bile bilmeseler de hissettikleri hoş bir durumu sembolik olarak şaraba ve şarabın verdiği sarhoşluğa benzetmişlerdir. Sembolik ifadeleri sık kullanan sufiler bununla da kalmamış, tanrıya da sevgili benzetmesi yapmışlardır. Bu, romantik sevgiliden bahsettikleri anlamına gelmez.

İslam’da gıdanın helal olması gibi Yahudilikte de koşer kavramı vardır. Koşer beslenmede süt ürünleriyle et bir arada tüketilmez. Murdar gıdalar da tüketilmez. Müslümanlar da murdar gıda tüketmezler. Yahudilerde de Müslümanlarda da kumar tamamen yasaktır. Hatta bu gelenek günümüze gelmiş olup, Türkiye’de olduğu gibi İsrail’de de kumarhane işletmeciliği yasaktır.

Bir de Bahaizm var. Bahaullah 19. yy.’da Kuran’ın yorumunu yapıyordu. Zamanla etrafında öğrenciler oluşmaya başladı. Bahaullah, İslam’ı alışılmıştan farklı yorumluyordu. Böylece yavaş yavaş mezhepleşme başladı. Bahailerin ilk kitabı, Kuran’ın Bahaullah tarafından yapılmış yorumuydu. Bahaullah, daha sonra Kitab-ı Akdes adlı Bahailere özgü bir kitap yazdı ve bir süre sonra Bahaizm adlı bir din ortaya çıktı. Kitab-ı Akdes içerik ve dil tarzıyla Kuran’a çok benzemektedir.

            Dharmik, Yunan ve diğer DİSler:

İki tane din vardır ki bunların başlangıcı ve kurucusu bilinmemektedir. Biri Tengrizm diğeri de Hinduizm. Batı, kendini üste çıkarmak, Doğu’yu aşağılamak için ilk tek tanrılı dinin Musevilik olduğunu ileri sürer. Bazı şüpheler karşısında “Eh pekiyi, Zerdüştilik de olabilir” der. Hâlbuki tartışmasız ilk tek tanrılı din Tengrizmdir. Yine Batı her zaman olduğu gibi kendini üste çıkarmak ve Doğu’yu küçük düşürmek için felsefenin de Yunanistan’da başladığını söyler. Oysaki dünyada Yunan dili var olmaktan önce Hindistan’da felsefe destanları kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Hinduizm diye bir din aslında hiç var olmamıştır. Hindistan’da Dharmik (dharma=doğruluk) felsefeler var olmuştur. Hinduizm kavramı çok sonraları Batılılar tarafından uydurulmuş bir sözdür. Hindistan’ın kadim kutsal kitaplarında Hinduizm kavramı geçmemektedir.

Hindistan’da Ramayana destanı 15 bin yıl öncesine, Mahabharata destanı da 5 bin yıl öncesine dayanır. Bunlar yazılı hale çok sonraları getirildi. Önceleri annelerin çocuklarına, guruların (hocaların) viçaralara (bilgi öğrencilerine) öğretmesiyle nesilden nesle aktarılmıştır. Upanişadların (gizli öğretilerin) 5,400 yıl önce yazıldığı bazı tarihçiler tarafından da kabul edilir. Pekiyi, yazmaktan önce ne zaman başladı? Belli değil. Hint felsefe okulları da bu öğretileri temel alarak ortaya çıkmıştır.

Hint felsefi kitaplarına (kutsal kitaplarına) bakıldığında, Yahudi törelerinin 613 emri gibi nelerin zorunlu olduğu yazılmaz. Karşılıklı soru ve cevap şeklindedir. Ayrıca tanrı(lar)dan ziyade evrenin doğası ve onunla ilişkideki insan doğası üzerine durulur. Kutsal metinlerin çoğunluğunu doğa içerir. Hatta sürekli olarak soru cevap şeklindeki diyaloglar mevcuttur. İdealarda dokunulmazlık yoktur, yani sorgulanamaz düşünceler ve öğretiler yoktur. Farklı Hint DİSleri birbirinden farklı konulara ağırlık vermişlerdir. Temelde aynı felsefeyi ele alıp farklı yönlerine vurgu yapmışlardır. Eski çağların Hindistan’ında tanrıtanımaz okullar bile vardı. Bunlara örnek olarak Budizm, Jainizm ve Saarvaakalar verilebilir. Budizm, aslında Buddhizmdir ve Sanskritçe’de akıllı anlamına gelen Buddha’dan gelir. Buddha diye bilinen Siddartha Gautama’nın başlattığı bir akımdır. Budizm bir din değildi, ta ki bir gün Hindistan’daki devletlerden birinde bir kral, Budizmi ayırıp devlet/eyalet dini olarak kabul edene kadar. Jainizm de Budizmle aynı dönemde ortaya çıkmıştır. Mahavira’yla başlayan Jainizm’i Budizm’den ayıran küçük bir fark vardır: Jainizm’de aile hayatı ve inziva hayatı yaşayanlar için ikiye ayrılır öğretiler. Aile hayatı için benimsenen değerler ve izlenen disiplin, uygulaması bugün için bile pek zor sayılmaz ve neredeyse olmazsa olmaz öğretilerdir. İnziva hayatı yaşamak isteyenler için kurallar oldukça zordur. Budizm’de böyle bir ayrım yoktur, değerleri günümüzdeki insanlar için zor denebilir, ama uygulayanlar da var tabii ki. Tanrıtanımaz DİSler olarak bir de Saarvaakalar var. İnsan hayatında ulaşılabilecek en yüce deneyimin zevk olduğunu ileri sürerler. İnsan hayattan zevk almak için çaba sarfetmeli, derler. Yunan Kirenaisizm öğretilerinin temelinde Hint Saarvaakacılığı içerir. Epikürcülük ise Kirenaisizm’den çok sonra ortaya çıkmış olup içerik olarak Kirenaisizm’in hayli yumuşatılmış halidir. Günümüzde felsefe akademisyenleri, modern toplum yapısını Epikürcü diye adlandırır, ama bu basit bir şekilde çürütülebilecek kadar aşikâr bir hatadır. Modern toplum yapısı kuşkusuz Kirenaikdir.

Şimdi de asıl adı Grek olan Yunanlılara yakından bakalım. Yunanistan’da ilk mitolojik yazı Homeros’un şiirsel metinleriyle başlamıştır. İlk felsefe ise Thales ile başlar. Thales daha çok bilimle meşgul olurdu, ama bilim o zamanlar felsefenin bir alt dalı kabul edildiği için Thales de ilk filozof olarak kabul edilir. Günümüzden 2,600 yıl önce yaşamıştır. Daha sonra Pisagor adlı biri, önce Mısır’a gidip orada matematik öğrenmiştir. Oradan da Hindistan’a geçip felsefe öğrenmiştir. Yunanistan’a dönüşünde de bir matematikçi ve filozof olarak kabul edilmiş ve öğrencileri oluşmuştur etrafında. Böylece Yunanistan’da Hint felsefesi öğretilmeye başlamıştır. Daha sonra Sokratesle etik felsefeye ağırlık verilmiştir. Ondan sonra ortaya çıkan DİS’lerin çoğu içerik olarak Hint kökenli olmuştur, ister hedonist (hazcı) ister moralist (ahlakçı) olsun.

              Hint – Yunan – Hıristiyan ilişkisi:

Antik çağda Batının en saygın DİSi Stoacılık idi. Stoacılık, tıpkı Dharmik DİSler gibi kökenini kadim Hint felsefi metinlerinden almıştır. Halk diliyle söylersek, Hinduizm’in altına mantık süzgeci koyuldu. Süzgecin üstünde mitoloji ve gelenekler kaldı. Süzgeçten geçen mantığa ise Stoacılık dendi. Gerçi, Stoacılık mitoloji ve gelenekleri reddetmez ama bu DİS Batı’da ortaya çıktığı için daha çok Batı tarzı taşır. Yani Hint gelenelerini Stoacılığa taşımak mümkün olmayacaktı. Tıpkı Hıristiyanlığın Arami geleneklerini taşımadan Batı’da benimsenmesi gibi. Stoacılığın Hint temelli bir okul olduğuna dair kanıtlarımız var ama bu kanıtları burada vermek istemiyoruz. Hıristiyanlık da felsefi kısmını önemli ölçüde Stoacılıktan almıştır. Üçlü ilişkideki ilginç bir noktaya da değinelim: Şopenhaur, Hıristiyanlığın kısmen Yahudi kısmen de Hindu öğretileri içerdiğini söylemiştir. İşte araştırmalarımıza göre oradaki Hint öğretileri de Stoacılıktan geçmiştir. Okuru yormamak ve bu yazıyı esas amacından saptırmamak için bu konudaki kanıtları saklamayı tercih ediyoruz.

              Hippi Kültürü:

Türkiye’de özellikle son yıllarda moda haline gelen bir şey bu (eskiden de vardı ama şimdilerde büyük bir popülerite kazandı): Uzun saçlı, uzun tırnaklı, küpeli erkekler… Bu, aslında 60’lı 70’li yılların ABD’sinde ortaya çıkan Hippi kültüründen geliyor. Türkiye’de bir laf vardır “biz Amerika’nın 50 yıl gerisinden geliyoruz.” ABD’de tam da 60’lı 70’li yıllarda Hint kültürüne ilgi duyuldu ve [en azından çoğunlukla] sahte guruların (dini hocaların) öncülüğünde çeşitli akımlar başladı. Amerikanların bazıları Hint kültürünü taklit etmeye başladılar. İşte Hippi akımı böyle başlamış oldu. Böylece Amerikanlar ne Avrupalı gibi Batılı ne de Hintli gibi Hindu oldular. Bu tarzın, Hint kültüründeki esası şöyledir: Bir insan öldükten kısa bir süre sonrasına kadar saç ve tırnakları uzamaya devam eder. Hintliler enerjinin özellikle saç ve tırnaklarda muhafaza edildiğine inanırlar. İşte bu sebeple Hindu rahipleri uzun saçlı, uzun tırnaklı olurlar. Bir de gelenek gereği küpe takarlar. Muhtemeldir ki, yakın gelecekte Türkiye’de, günlük hayatta çakrakarma,nirvana gibi kavramlar kullanılacak.

Toparlayalım

Dil-din ikilisinin kültürün temeli olmasına ve farklı kombinasyonların toplulukları başkalaştırdığına örnek olarak Romanlar dikkate değerdir. Romanlar Hindistan kökenlidirler. Ama dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış olup, yaşadıkları ülkenin dilini ve dinini benimsemiş oldukları için Hint kültürü (dil-din ve bu ikilinin üstünde olan yani ikinci dereceli kültürel özellikler) ile uzaktan yakından alakaları yok. Bu da, dili ve dini değişmiş bir halkın kültürel temeli değiştiği için bütünüyle başkalaştığına bir örnektir.

Konunun özeti olabilecek bir örnek Kozaklardır (Kafkasya Kazakları). Kozaklar, Rusya’nın Kuzeybatısı’ndan Kafkasya’ya göç etmiş Slav kökenli bir halktır. Kozaklar, Kafkaslarda Çeçenlerle, Nogay Türkleriyle, Çerkezlerle ve diğer Kafkas halklarıyla etkileşim halinde yaşamışlardır. Bunun sonucunda giyim-kuşamla, geleneklerle, yaşam tarzıyla, toplumsal karakteriyle tam bir Kafkas olmuşlardır. Ana dili Rusça olan bu halk zamanla Tatarca da konuşur hale gelmiş. İnsan adları çoğu zaman Rus olsa da bazen Türk (hem de Öztürkçe) adı da koyarlar. Çerkezler gibi giyinirler. Çeçenler gibi cesur ve savaşkandırlar. Artık onların milli kimliğinde Çeçen, Türk, Çerkez, Slav özellikleri bir arada vardır. Artık onlara Rus da denmiyor, Slav da denmiyor; kendi başına bir millet gibi görülüyorlar. Bu da sentezin nasıl oluştuğunu gösterir. Slavlardan bir parça kopmuş ve diğer kopmuş parçalarla etkileşime girerek yeni bir sentez oluşturmuş.

Bütün diller ve dinler birbiriyle içi içe girerek kombinasyonlarla bugünkü hallerine ulaşmıştır. Dil ve din ikilisi bütün kültürün temelinde yer alır. Diğer kültürel değerler ikinci derecelidir ve “dil-din”e bağlı olarak oluşmuşlardır. Nasıl ki bugünkü bir şehrin altında medeniyetler tarafından defalarca şehirler kurulup toprak altında kalmışsa, aynı şekilde bugünkü bir “dil-din”in kökeninde diğer “dil-din”ler yatar. Bugünkü bir şehre bakarak dipteki şehirleri algılayamadığımız gibi, bugünkü toplumları kendi başlarına var zannederiz. Derinde olanı göremediğimiz için bütün dünyanın akrabalığını da fark etmeyiz, ve millet denen kavramın varlığını ve milletlerin birbirinden bağımsız olduklarını kabul ederiz. Dünyada bir millet varsa o da ancak ve ancak insanlık milletidir. Ayrıca, farklı bir kültüre sahip olduğunu iddia ederek parçalanma taraftarı olmanın sadece çocukça bir bakış açısından ibaret olduğuna dikkat edelim. Çünkü aynı milletten olduğu söylenen iki halk arasında da, aranırsa, büyük kültürel farklar görülür. Örneğin; kültürel fark bulmayı aklımıza koyarsak, Türkiyelilerle, Orta Asya Türkleri arasında uçurumlar bulmak çok kolaydır. İkisi bambaşka toplumlar gibidirler. Türkiyeliler vahşi-kapitalist ve ultra-hedonist bir toplumsal karaktere sahiptirler. Öte yandan Sosyalizmin demir perdeleri Orta Asyalıları muhafaza etmiştir. O nedenle Orta Asyalılar daha [kültürel]muhafazakar, gelenekçi ve nisbeten daha ahlakçı bir yapıya sahiptirler. Dolayısıyla Orta Asyalılarla Türkiyeliler, Hintlilerle İngilizler kadar yabancıdır birbirine. Bundan yola çıkarak bu ikisi (Orta Asyalılarla Türkiyeliler) farklı milletlerdir demek doğru olur mu? Bir millet iki devlet Türkiye ile Azerbaycan halklarının aile yapıları arasında ne kadar devasa bir fark olduğunu biliyor muyuz? Toplumun en temel yapı taşı aile olduğuna göre, aileden topluma doğru gittikçe bu farkın ne kadar daha büyüdüğünün bilincinde miyiz? Pekiyi, öyleyse, hayır bunlar başka başka milletlerdir mi diyeceğiz? Kafaya koyduktan sonra Eskişehirliyle Kayserili arasında da büyük farklar buluruz. Oysa niyetimiz birleştirmek olursa ne olur ona da bakalım: Ermenistanlılarla Azerbaycanlılar, kültürel olarak birbirine Türkiye-Azerbaycan ikilisinden çok daha yakınlık gösterirler. Gelenekler, giyim-kuşam, dans, yemek, müzik, ve daha nice kültürel yönden ortak etmenlere sahiptirler. Eğer siyasi yönlendirmeleri bir kenara bırakırlarsa Ermenistanlılarla Azerbaycanlıların birbirine Türkiyelilerden çok daha doğma (aşina) olduklarını fark edebilirler. Yahudilerle Araplar birbirinin aynısı gibidirler. Dünya Araplarla bütün Müslümanları aynı kültürden sayar. Oysa Arap kültürünün asıl benzeri Yahudi kültürüdür. Fars-Arap, Türk-Arap, Pakistan-Arap, Bangladeş-Arap, Endonezya-Arap ikililerinden çok ama çok daha sıkı yakınlıkları vardır Yahudilerle Arapların. Bunu bazı Yahudi ve Araplar kendileri de biliyorlar ama seslerini duyurabilecek durumda değiller.

Özetle demek olur ki, bir toplumun kültürünün temelinde dil-din ikilisi yer alır ve diğer kültürel özellikler bunun üzerine inşa edilir. İnsanlar oturup kültür yaratmazlar; bu kuşaktan kuşağa yoğurula yoğurula inşa edilir. Bu esnada başka kültürlerle kombinasyonlar kurarak yeni sentezler oluştururlar ve bu sentezlere millet adı verilir. Bütün dünyanın kültürel temelde akraba olduğunu da böylece fark etmiş olduk.

Bu araştırma bir son değil, aksine çeşitli araştırmalara belki ilham olur. Okuru daha fazla yormamak için bazı yerleri atlayarak geçtik. Bu yazı ister bir bütün olarak ister parça parça akademik bir çalışma haline getirilebilir. Biz akademik kanıt ve ifadelere bu yazıda yer vermedik, çünkü o durumda yazıyı kitap haline getirmiş olurduk ve öylelikle niyetimizden uzaklaşmış olurduk. Bunu yapacak olanları ise memnuniyetle karşılarız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir