Etnik sorunları olan, bu sebepten kaynaklandığı ileri sürülen terör olayları yüzünden on binlerce yurttaşını kaybetmiş, milyarlarca dolar harcamış ve toplumsal dokusu tahrip edilmiş bir ülkeyiz. Bu sorundan da nasıl kurtulacağını araştıran pek çok kişi vardır.
Birçok Avrupa ülkesi. 18. yüzyılda uluslaşma sürecini tamamlamış, yani etnik grupları bir potada eritip alaşım haline getirmiştir. Metalleri eritip karıştırmak toplumu eritmeye benzemez. Yine de bu olay toplum içinde kendiliğinden olmaktadır. Buna etnogenez denilmektedir.
Sanayi devriminin yol açtığı yeni toplum ve devlet örgütlenmesi ulus devlet anlayışını ortaya çıkarmıştır. Toplumların buna algılayış ve uygulayışlarında farklılıklar da ortaya çıkmıştır. Ulus devlet, ümmetçiliğin yerini alan, bir ülkede yaşayan dini veya dili ne olursa olsun, insanları ortak bir gelecek etrafında toplayan bir devlet biçimidir. Bu devlet, insanların dil ve dinlerini dikkate almadan onlara yurttaş ve insan olarak bakan bir devlettir. Şu sırada Ortadoğu’daki kabile devletleri hariç, bütün devletler ulus devlettir.
Başlangıçta, doğal olarak her şey bugünkü gibi değildi. Arayış, çaba, çekişme ve mücadelelerle iyileştirildi. Nitekim Batı dışı farklı anlayışlardan biri olarak Bolşevik devrimi sonrasında Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan uygulama onlardan biridir. Bolşevikler, devrim sonrasında büyük ölçüde kendilerinin yol açtığı etnikleşme sorunuyla da uğraşmak zorunda kaldılar. Zira, Bolşevikler çarlık rejimini yıkmak için bütün toplumlara özgürlük ve kendi kaderlerini tayin etme hakkı vaat etmişti. Devrimden sonra her toplum bu hakkını kullanarak bağımsız olmak istedi. Bunun olmayacağı anlaşılınca en azından özerklik talepleri, kendi dilinde eğitim ve buna benzer sosyal, kültürel ve sınırlı siyasi hak talepleri baş gösterdi. Bunlar ülkede büyük karışıklıklara ve yeni çatışmalara yol açtı. Çünkü birkaç yüz kişiden oluşan küçük etnik gruplar bile etnik haklar talep etmeye başladılar. Bu durum ise ülkeyi giderek yönetilemez hale getirmişti. Devrimin büyüklerinden Troçki’nin, “Küçük kavimlerin büyük hırslarının olmasını şaşkınlık içinde” izlediğinden söz edilir.
Bolşevik Devriminden sonra sosyalizmin liderliği el değiştirir. Devrimin karizmatik babası Lenin kurşunlanarak sakat bırakılır ve 1924 yılında ölür. Diğer entelektüel sosyalist Troçki de bertaraf edilir. Rusya’da Ruslarla birlikte en büyük kitleyi oluşturan Türk toplumlarının liderleri Sultangaliyev, Nerimanov ve Rıskulov gibiler de gayri meşru yollarla elenir. Kocaman devlet “Kafkas Çetesi” diye bilinen Stalin, Beriya, Mikoyan ve Ordjonikidze’nin eline geçer. Bu arada “Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” de kurulur. 1924’te bu devlet Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan gibi parçalara ayrıştırılarak dağıtılır!
Sonuçta Çarlık Rusya’sından 15 bağımsız devlet kurulup bunlarla SSCB oluşturulur. Bu ülkeler içinde de onlarca özerk yapı kurulur. 150’nin üstünde dilde eğitim yapılmaya başlanır. SSCB 1991’de dağıldığında eğitim dillerinin sayısı 30’lara düşer, diğerleri Rusça eğitim alır.
***
Sultangaliyev ve Rıskulov hakkındaki incelemelerim etnik soruna dikkat kesilmeme yol açmıştı. Kaldı ki ülkemizde de etnik sorun devam ediyordu. Terörün ötesinde, sık sık devletin masonlarca, falanca veya filanca etnik grupça ele geçirildiğini, etnik oligarşinin Türkiye’yi sahiplendiği ve memleketi demokrasi değil, etnokrasi[1] ile yönettiklerine ilişkin sır verir gibi konuşmalar yapılıyor, açık veya örtülü olarak söylenip duruyordu.
Türkiye’de yerleşmiş bir ezber vardır: Türk, devleti kurar tarlasına gider. Devletini sahipsiz bırakır. Sonra devleti birileri ele geçirir ve ilk işi Türk’ün kafasını kırmak olur!
Aradan geçen bunca zaman ve gelişmeden sonra Rusya’nın etnik sorununu nasıl çözdüğünü, kitapları incelemenin yanı sıra birileriyle de konuşarak öğrenmeye can atıyordum. Bir Kazakistan gezisinde amacıma ulaştım. Karşımdaki bilinçli bir entelektüeldi. Dahası halen komünist olan bir Rus’tu. Kazakistan’a yerleştirilen bir Rus ailenin çocuğuydu ve SSCB dağıldıktan sona Rusya’ya yerleşmişti. Artık Rusya’da yaşıyordu ama çocukluk ve gençliğinin geçtiği yerleri ziyaret etmeye gelmişti. Birçok konuda konuştuk. Burada sözünü edeceğim durum etnik konularla ilgili.
Rusya’da Bolşeviklerin etnik sorunu nasıl çözdüklerini sordum. “Uzun ve trajik bir hikayedir.” dedi. Çarlığın neden yıkıldığını anlattı. Devrim, zor olmamış. Dokunsan yıkılacak haldeymiş zaten; savaş yorgunu bir ülke. Japon Savaşı Rusya’yı çok yıpratmış. Rusya, Çarlığın üzerine çökmüş. Ancak Bolşevikler bütün iyi niyetlerine rağmen çok acemi ve yetersiz kalmışlar. Çarlığın deneyimli kadrolarının çoğunu dışlamışlar ya da onlar yurtdışına kaçmış. Lider kadro kendi içinde uyumsuzlaşmış.
Merkez komitedekiler, illegal koşullarda, uzaktan birbirinin dostu olsalar bile yan yana gelince uzlaşamaz olmuşlar. Lenin’in erken ölümü bu uzlaşmazlıkları daha da artırmış. Devrimden sonra asıl sorun etnik konularda çıkmış. Bolşevikler devrimden önce her etnik gruba kendi kaderini belirleme hakkı vaadetmiş. Devrim olunca bütün kavimler beklenti, hatta bağımsızlık hazırlıklarına başlamış. Birkaç yüz kişilik küçük kavimler bile! Bunları bir arada yaşatmak ortak hedefler belirleyip ona inandırmak Bolşevikleri çok zor bir sürece sokmuş. Ancak daha büyük bir sorun ortaya çıkmış. “Kafkas Çetesi’nin Bolşevik Partisi’nin liderliğini ele geçirmesiydi!
Vladimir, Stalin hakkında bilgi verme gereği duyuyor. “O, kurnaz ve cahil bir politikacıydı” diyor. Ben devreye girip Stalin’in aynı zamanda bir psikopat olduğunu dile getiriyorum. Bir yazımdaki bulgulardan söz ediyorum. İlgiyle dinliyor ve itiraz etmiyor. “Kafkas Çetesi” ifadesini konuşma sırasında birkaç kez dile getiriyor. Anlaşılıyor ki, SSCB’yi uzun yıllar Stalin başkanlığında Gürcü ve Ermenilerden oluşan bir grup yönetmiş. Bunlar devlet deneyimi olmayan, siyaseti bilmeyen, tarih ve uluslararası ilişkiler konusunda cahil bir ahbap grubuymuş. Rusları bile kısmen kenarda tutmuşlar.
Sohbetimizde tartışmak ya da çatışmak yerine onu anlamaya çalıştım. Soru-yanıt biçiminde bir konuşmamız oldu. Beni bazı konularda şaşırttığını söylemeliyim. Bir ara karşımda bir faşist mi var diye düşündüm. Şaşkınlığım Türk komünistlerinin milliyetlerini saklamaları, bazen Türk olmaktan utanmaları ya da önemsiz saymalarından kaynaklandı. Çünkü karşımdaki komünist düpedüz bir milliyetçiydi ve bunu komünist olmakla çelişkili görmüyordu. Enternasyonalizme elbette inanıyordu, ırkçılığa da karşıydı ama insanlığın sınıfsız topluma geçmeden milletini düşünmekten vazgeçmesinin milleti için kötü sonuçlar doğuracağını düşünüyordu.
***
“Rus halkı bir uygarlık kurmak için yüzyıllardır mücadele ediyor. Büyük bedeller ödedik. Bu arada bazı toplumlarla kavga ettik ve genellikle kazandık. Onlara da uygarlık götürüp uygarlığa kattık ama bu bize olan düşmanlıklarından vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Örneğin Rusya biraz zayıflayıp Kazakistan biraz güçlenecek olsa, Kazaklar bizi paramparça ederler. Büyük milletlerin şimdiki ve eski uyruklarına karşı uyanık olması gerekir.” dedi.
Söylediklerinin makul bir ihtiyatlılık ve anlaşılabilir bir ulusal bilinçlilik olduğunu düşünüyorum. Bizim, tarihi Osmanlı Devleti ile bir olup sonradan bağımsız olan ülke ve toplumlara karşı hiç de hazırlıklı olmadığımızı düşündüm. Aklıma Türklerin uğradığı katliamlar geldi. Ermeni, Bulgar, Yunan, Sırp, hatta dindaş Arap komşularıyla iyi geçinmişlerdi ama devlet çökünce komşuları tarafından vahşice boğazlanmışlardı. Komşularının onlara neden böyle yaptıklarını anlamamışlardı bile! 1870’lerden 1944’e kadar dünyanın birçok yerinde milyonlarca sivil Türk korkunç biçimlerde katledildi. Üstelik tuhaf bir duyarsızlığımız var. Yaşadığımız zulümleri sanki pek görmek ve üzerinde düşünmek istemiyoruz! Sıradan yurttaşlarımız bir yana, en üst düzeyde eğittiklerimizde dahi bu bilincin yeterince olmadığı görülüyor.
Vladimir, konuşmasına devam etti. “Bizim tarihten gelen bir sürekliliğimiz var. Geleceği kurmak hatta normal barışçı bir düzende yaşayabilmek için bile o geçmişi bilmeliyiz. Tarih içinde kimlerle neden dost, kimlerle neden düşman olduğumuzu o günün özgüllüğü içinde bilmek zorundayız. Biz, eski bir milletiz ve düşmanları olan bir ülkeyiz. İçimizde her an Rus düşmanı olabilecek halklar var. Uyanık olmalıyız. Öte yandan tarihsel misyonumuz süreklidir, devamlılık gerektirir. Russkaya Derjava, kavramını duydunuz mu? Bu konuyu araştırırken gördüm; sizin de bir Kızılelma düşünceniz varmış. Ona benzetebiliriz. Bizimki de elma gibidir zaten; altın küre veya altın top! Bazen altın elma da denir! Roma İmparatorluğu ile temellendirilen “Rusluk Ruhu”dur. Her Rus’ta olması gereken bir Rusluk ruhu ve bilincidir. Devlet, Rus halkının Ruskaya Dervaja düşüncesini gerçekleştirmek için kurduğu bir örgüttür. Bu ruhu bütün yurttaşlarımız taşısın isteriz ama taşımayacak olanlar da var. O halde onlara bir yere kadar güvenebiliriz. Öyleyse devlet kadrolarının Russkaya Derjava düşüncesini benimsemiş olanlara açık olması gerekir. Onlar Ruslardır. Siz de tarihin büyük vektörel güçlerindensiniz. Sizde de öyledir. Devlet Türk’ün ülke yurttaşlarındır, değil mi? Başka türlüsü olamaz, devlet amacını yani Ruskaya Derjavayı yitirirse kısa sürede çözülür. Düşmanlarımız yüzlerce yıldır sabırla bunu beklemektedir. Bu durum herkes için çok kötü sonuçlara yol açar. Rusya’nın çöküşü, başta Ruslar ve Rusya’yı yıkanlar olmak üzere herkese zarar verir.”
“Devlet bizim, ülke hepimizindir yaklaşımı ülkedeki insanları rahatsız etmez mi? Bu haksızlık gibi görünüyor.” dedim. Vladimir’e “Yurttaşların zaten Rus olduğunu, kaldı ki, Russkaya Derjava’yı benimseyip benimsemediklerini nasıl anlayacaksınız?” gibi sorular sordum. Bu konularda kafasının net olduğunu verdiği yanıtlardan anladım. Daha önceden düşünülmüş, tartışılmış, karar verilmiş ve cebine konmuş yanıtlardı. “Sahi ya, burasını biz düşünmemiştik.” diyeceği bir sorum olmadı. Rusya’daki millet sistemini anlattı; Sovyetler Birliği’nde de öyleymiş. Bizdeki gibi TC vatandaşı olan herkesi Türk sayma uygulaması onlarda yokmuş. Her Rusya yurttaşı 18 yaşına gelince etnik kökenini belirleme ve kimlik belgesine kaydettirme hakkına sahipmiş. Yani devlet, hukuksal açıdan ana babanın etnik kökenine bakarak çocuklara etnik kimlik vermiyormuş! Yurttaş kendisini ne diye beyan etmişse o esas alınıyormuş. Ayrıca, “bazı birimlerde” görevlendirilecek kadrolarda, kendi beyanlarına bakmaksızın, derin incelemelerden geçirilerek görev verildiğini ifade etti.
Devlet görevlilerinin Rus kökenli olması konusunda katı bir uygulama olmadığını söylüyor. “Rusluk ruhunu benimsemiş Rus olmayanlar da Rus Devletinin başarısı için hizmet etmek hakkına sahiptir. Ancak burada da bazı sınırlamalar vardır. Çeşitli birimlerde Rus olmayanların yoğunlaşmasına izin verilemez. İkinci önemli kural da bir kuruluşun müdür ya da müdür yardımcısından birisinin mutlaka Rus etnik grubundan olma zorunluluğu!” Stratejik karar alma ve politika belirleme konumunda olanlar kritik görev üstlenirler, tesadüflere bırakılamaz! Bu kural Sovyetler Birliği zamanında bağımsız Sovyet ülkeleri için de geçerliymiş. Örneğin Özbekistan, Kazakistan vb. ülkelerde Devlet başkanı Özbek veya Kazak ise yardımcısı mutlaka Rus olmak zorundaymış. Bu durum okul yöneticilikleri de dahil, bütün kuruluşlar için geçerliymiş. Şimdi Rusya Federasyonu’ndaki özerk bölgelerde de uygulanıyormuş. Bu titizliğin altında yatan düşünce, devletin “Rusluğunu” yitirmemek. Kafkas Çetesi’nin olumsuzlukları yüzünden Stalin sonrası dönemde buna çok dikkat edilir olmuş. Nedense ek açıklama yapmak istedi. “Bu ırkçı bir yaklaşım değildir. Her toplumun kültürel gelişme hakları vardır. Kimseyi engellemiyoruz ama devlet böyledir. Biz kozmopolit bir yığın değil, bir milletiz. Rus gücü aynı zamanda ülkede barışı da sağlıyor. Her toplum kendi keyfince gidecek olsa devlete gerek kalmaz ama kaos ortaya çıkar ve halklar bundan büyük zarar görür. Pax Russo yararlıdır. Sizde Pax Turcica yok mu?” Bir an düşündüm; var mı?
Devlete Rusluğun egemen olmasının başka bir gerekliliğini daha açıkladı. “Dünyadaki Rus ve Slav halklarının güvenliğini sağlayıp ve çıkarlarını koruyarak dünya barışını sağlamak!”
“Slav halklarının çıkarlarını korumak” ifadesini duyunca irkiliyorum. Rusya dışındaki Slav toplumlarından söz ediyordu. Rusya’nın Belarus, Çek, Bulgar, Sırp, Slovak, Hırvat, Makedon, Ukraynalı vb. toplumlara “ağabeylik” görevi yaptığını anlatıyordu. Konuyu dağıtmamak için bu tür kültürel akrabalıklara girmedim. Panislavist bir yaklaşım deyip tartışma açabilirdim ama iyi bir Dostoyevski okuyucusuymuş. Dostoyevski çetin bir panislavisttir. (bakınız) Onu iyi okuyan birisiyle yapılacak tartışmaya kazanma olasılığı zayıftır; hoş laf yarıştırmak değil, anlamaya öğrenmeye çalışıyordum. Kaldı ki bizim de Rusya içinde ve komşuları arasında aynı dili konuştuğumuz akrabalarımız var. Dayanışma ve yardımlaşma içinde olmak anlaşılabilir bir durumdur.
Vladimir ile görüşmek benim açımdan çok yararlı oldu. Umarım iyi ifade edebilmişimdir ve okurlarım da bu gözlemlerden bir tartışma konusu çıkarabilmiştir.
[1] Etnokrasi, ülke yönetiminin nüfus olarak azınlık sayılabilecek bir etnik grubun kontrolünde olduğu ve çoğunluk olan etnik grubun bu durumdan zarar gördüğü sosyolojik, siyasal ve toplumsal sistem olarak tanımlanmaktadır.