Dedemin Türküleri

Sayı 85- Ahıska Özel Sayısı (Ocak 2025)

1975 yılı Mayıs ayında Bolu Erkek İlköğretmen Okulu’nu ikmal imtihanlarına kalmadan bitireceğim belli olmuştu. Okul idaresi, mezuniyeti kesin görünen öğrencilerden Öğretmenlik atamaları için bir form doldurmalarını istiyordu. Evrakta, gündüzlü arkadaşlarımızın atamada şehir tercihleriyle ilgili bir bölüm vardı. Benim gibilerin -yatılılıktan dolayı- seçme şansı bulunmadığı hâlde ilgili kısma ilk sırada Kars’ı, sonra Erzurum ve Muş’u yazdım. Çünkü öğretmen ihtiyacının en fazla olduğu şehirlerin ilk üç sırası böyleydi ve Kars’a atanmam nerdeyse kesindi.

Bu tercih niçin mi?

Öncelikle idealist duygularla böyle davrandığımı söylemeliyim: Tercih edilmeyen bir yere gidecektim!

İkinci sebep de başka bir şekilde idealizme bağlanabilirdi: Kars, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırında idi (bugün il olan Ardahan o zamanlar Kars’a bağlı ilçe idi). Meşru sayılacak bir yolla oraya gidebilmem mümkün değildi ama hukuk önünde gayrımeşru sayılabilecek yollarla da olsa Kars’tan Ahıska’ya geçebilirdim. Adaşım, sanki meşru yollarla mı gitmişti Sovyetler Birliği’ne?.. Tehlike göze alınınca gidilebilirdi…

Peki ama niçin?

İşte burası, içimin yangınıydı. Üstelik ta ortaokula adım attığım günlerden itibaren başlayan bir yangın!..

Rahmetli İsmail dedem (annemin babası), sık sık elini kulağına atarak her seferinde aynı türküleri söyler, zaman zaman da gözleri yaşarırdı. Çok sonra öğrenecektim ki onun “türkü” niyetiyle ezgiyle söyledikleri aslında sözlü edebiyatımızın manileriydi ama durak sistemi değişmiş mani… Hemen her gün türkü faslından sonra bir de hikâye faslı başlardı. Çocuk sayılabileceğim yaşların kafasıyla dedemin türkülerini de hikâyelerini de gereksiz, gözyaşlarını ise anlamsız bulurdum. Çünkü bütün ezgilerini de hikâyelerini de ilk birkaç tekrar sırasında ezberlemiştim.

Dedem diyordu ki:

“Urus gâvuru Batum’u basmış, Ahıska’yı talan etmiş… Bizim evimizi barkımızı, yerimizi yurdumuzu almış Gürcü gâvuruna vermiş… Bizimkiler çarnâçar yüzlerini dönmüşler bu yana [Kars-Erzurum istikametine]. Gün biter yol bitmez, ay biter azık yetmez, ihtiyar ölür “yaşı geldi”, çocuk ölür “başa geldi” diye diye dağda inleri, ormanda kovukları menzil edine edine varmışlar buralara… Elde kalan aşa, avuçtaki başa yetmez; ne yapsınlar! Yine bizimkiler başkalarına göre iyiymişler. Yıllar sonra azdan az, bir parça toparlanmışlar işte. Ama Ahıska yara olup kalmış yüreklerde… Sonra da o hasret bizlere miras olmuş. Elden ayaktan düşmeden bir gitsem Ahıska’ya, derhâl bulurum konağımızı. Dedem öyle bir anlatmıştı ki bugünkü gibi aklımda, derhâl bulurum konağımızı.”

Ara sıra defterimden, ders kitabımdan başımı kaldırır sorardım:
“Ama Dede, sen orada doğmamışsın, orayı hiç görmemişsin, konağı nasıl bulacaksın?”
Dedem derinden bir iç geçirir hep aynı cümleyi tekrarlardı:
“Öyle bir anlatırdı dedem, öyle bir anlatırdı ki… Ah bir gidebilsem elimle koymuş gibi bulurum konağımızı.”
Sonra tekrar atar elini kulağına daha yüksek sesle, yüreği yarılmış gibi söylerdi türküsünü:

Sunaydık göle geldik,
Sağ idik öle geldik,
Evin yıkılsın felek;
Bey idik köle geldik.

Ben başımı tekrar deftere kitaba gömsem de dedem belki yoruluncaya kadar aynı türküsünü çığırmaya devam eder, sonra bir başkasına geçerdi:

Bahtı kara Ahıska,
Kalpte yara Ahıska,
Bir kardaşı olmadı;
Düştü dara Ahıska!

Çocuk aklımla uğraşıp çözemediğim bir şey vardı; dedeme de sorardım:
“Ne zaman olmuş bunlar?”
Cevap hiç değişmiyordu:
“Eskiden, çok eskiden!”

Okulda herhangi bir dersimize girmemekle birlikte bazı gazete yazıları verip okumamı isteyen, sonra da o metinler hakkında başka izahlar yaparak benimle ilgilenen rahmetli hocamız Gavsettin Koçak’tan (03.07.1943-19.11.2001) öğrenmiştim ki Ruslar bizim bulunduğumuz coğrafyayı (Kuzeydoğu Anadolu’yu) üç sefer tazyik etmiş: İlki 1828’de Ahıska’yı işgal ederek, ikincisi 93 Harbi’nde Erzurum’a kadar gelerek ve üçüncüsü, II. Dünya Savaşı sonrasında Oltu’yu da kapsayan bir bölgeyi isteyerek. Şimdi ise bu dördüncüde “komünist idare altına sokup bütün Türkiye’yi yutmak istiyor”muş.

Hemen zihnimde ufak bir hesapla, dedemin türkülerinin 1828’deki işgalle ilgili olduğunu çıkarmıştım.

Ortaokulu bitirip yatılı olarak Tokat Erkek İlköğretmen Okulu’na gidince, biraz doğup büyüdüğüm çevreden uzak kalmanın efkârıyla, biraz da aklımın yavaş yavaş artık bir şeylere ermesinden dolayı dedemin türküleri ve hikâyesi zihnimde anlam kazanmaya başlamıştı. Öğretmen Okulu dört yıl idi ve ben yaşadığımın iki katı yaşlanmış (kendimce olgun delikanlı olmuş!) hissediyordum kendimi. Hele hele Enver Paşa ile Atatürk’ün Trablusgarb’a gidip İtalya işgaline karşı duruşlarını öğrendikten sonra yüreğimi bir alev sarmıştı: Keşke atalarımın, dedelerimin Ahıska’dan çıkarıldıkları yıllarda olsaydım!

Yüreğim kabarsa da okulu bitireceğim dönemde idrak etmiştim ki benim “kahraman”lığım ancak boyumun ölçüsünce olabilir. Yapılacak şey, iyi öğretmen olmak ve bir yolunu bulup Ahıska’ya da gidebilmek.

Ah Ahıska, ah Ahıska… Bir ülkü Ahıska’ya gidebilmek!

Ve… Tanrı dileğimi kabul etmiş olmalı ki öğretmenliğe ilk adım için tayin emrim Kars’a çıktı. İçim içime sığmıyordu. Derhâl Oltu’dan Kars’a hareket ettim. Ardahan’a vardığım saatlerde Kars’a minibüs bulunmadığı için oraya ertesi gün yöneldim. Kars Millî Eğitim Müdürlüğüne gittiğimde ilgililerin gösterdiği odadaki zata tayin yerimi öğrenmek istediğimi belirttim. O zat (Millî Eğitim Müdürü mü, yardımcılarından biri miydi bilmem) adımı sordu, söyledim. Cevap adamın ağzındaymış meğer:

“Posof – Sütoluk… Git Nâzım Hikmetliğini yap hadi!..”

Böyle durumlara karşı antremanlı olduğum için bıyıkaltı gülümsemeyle ama adamın yüzüne bakmadan arkamı dönüp yürüdüm. Asıl moralimi bozan o günkü Posof minibüsünü kaçırdığımı öğrenmek oldu. Bugün muhtemelen 4-4,5 saat süren Oltu-Posof yolculuğunun son menziline Damal üzerinden üçüncü gün varabildim.

Sütoluk, oranın en uzak köyü imiş meğer. Motorlu taşıt da yok, at ile gidilebilirmiş… Çünkü münasip yol yok. Atı nereden bulacağım? “Yürümek bizim işimiz!” dedik, düştük yola.

Köye vardığımda yorgunluğumu unuttum.

Sütoluk köyü, SSCB’nin sınırında idi. Tepelerden görünen kuzeydeki şehrin Ahıska olduğunu öğrendim. Gözlerim dedemin gözleriydi artık, doldu, doldu… Yüreğimden yürüyen yaşlar o yere değil Ahıska’ya akmıştı sanki. Buğulu gözlerim gündüz bir şey seçemiyordu ama geceleri, köyümde bulunmayan pırıl pırıl elektrikle donatılmış semtleri (belki de köyleri) seyredip iç çekiyordum.

Hatırladığım kadarıyla Temmuz sonlarında atanmış idim. Ekim sonlarına doğru, üniversiteyi kazandığımı öğrendim. O zamanlar üniversiteler kasım ayının ilk pazartesi günü açılırdı. Beklemediğim bir anda gelen bu haber üzerine, öğrenci olabilmek için öğretmenlikten istifa ettim. Dolayısıyla o zamanki şartlarda ne bir fotoğraf çekebildim ne de öğrencilerime faydalı olabildim. Tabii Ahıska’ya da gidemedim.

“İşte bu kadardır ol hikâyet
Bâkīsi dürûğ-ı bî nihâyet”
(Ş. Galip)

O gençlik yıllarımda, uzaktan da olsa bana Ahıska’yı seyretme sevinci yaşatan Posof’umuzun sadece insanına değil taşına toprağına, kurduna kuşuna, çiçeğine böceğine selamlar…

8 Aralık 2024 / Ankara

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir