Rasim öğretmenimle nasıl tanıştığımla başlayayım. Yıl 1979. Amasya’nın belde ve köylerinde sekiz yıl ilkokul öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra ilköğretim müfettişi olmak amacıyla üniversite sınavına girdim. Bu nedenle ilk tercihim Gazi Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü idi ve sınavı kazandım. Bu bölüme üç veya dört yıl öğrenim veren öğretmen okulu çıkışlılardan en az üç yıl başarıyla öğretmenlik yapmış olanlar başvurabilmekteydi. Bu koşul gereğince hepimiz ülkenin çeşitli yerlerinde halen görev yapmaktaydık. Ankara’da öğrenim görmek için de ya istifa etmemiz ya da naklimizi oraya aldırabilmemiz gerekiyordu.
Ben de bu nedenle Milli Eğitim Bakanlığına yer değişikliği dilekçesi vermeye gittim. Bakanlıkta dilekçemi kabul ettirebilmek için yükseköğretim mazeretimden vazgeçmek zorunda kaldım. Çünkü yetkililer de mazeretimin Ankara il merkezine atanmam için yasal bir hak tanıdığını çok iyi bilmekteydiler. Belki de öğrenim mazeretini kötüye kullananlar olduğu için bu konuda duyarsızlaşmışlardı. Bu durumda yapacak başka bir şey yoktu. Dilekçeyi, yetkililerin istediği biçimde vermek zorunda kaldım. Bu dilekçede herhangi bir mazeret belirtmeden Ankara iline atanma istemim vardı. Sonuçta, Balâ ilçesinin Keklicek köyüne atamam yapıldı. Keklicek, Ankara’ya 105 km mesafede bir köydü. Oraya gidersem öğrenimime devam edemeyecektim. Çaresiz, istifa etmek zorunda kaldım.
Ankara’da yaşayabilmek için çalışmam gerekiyordu. Neyse ki bir özel dershanede öğretmen olarak iş bulabildim. Ancak özel dershanede öğretmenlik iş doyumumu tümüyle bitirmişti. Bu arada bakanlıkta yönetim değişmişti. Artık adamını bularak her sorunu çözebilirdiniz. Bir akrabama durumumdan yakınınca yardımcı olabileceğini söyledi. Etkili, yetkili birisi değildi. Ona çok inanamasam da bakanlığa başvurumu yaptım. Bu yolla, Ankara’nın gecekondu bölgesinde üçlü öğretim yapan bir devlet okuluna yeniden atanabildim.
Yazının konusu Rasim öğretmenim olduğu için kendimden niçin bu kadar çok söz ettim diye düşündüm bir an. Ancak öğretmenimle aramızdaki ilişkinin ve onun benim üzerimdeki etkisinin daha iyi anlaşılması için galiba buna gereksinimim vardı. Yeniden Ankara’daki okuluma dönersek, dersler sabah saat 7.00’de başlamakta ve öğleden önce sona ermekteydi. Böylece sabah saatlerinde okuldaki görevimi yapabilecek, öğleden sonra da programlanan derslere devam edebilecektim.
Gazi’de sağ-sol öğrenci olaylarının bütün şiddetiyle sürdüğü bir dönemdi. Giriş-çıkışlar ancak kolluk güçleri gözetiminde yapılabiliyordu. O yıl Eğitim Bölümüne 100 aday kayıt hakkı kazanmış ve 25’er kişilik dört şube oluşturulmuştu. Ne yazık ki, o koşullarda çoğunluğun Ankara’ya gelip derslere katılabilme olanağı yoktu. Kayıt yaptıran öğrencilerin yalnızca 25’i programa devam edebildi. Ailece Ankara’ya taşındığımız için ben de o şanslı grup arasındaydım.
O yıl kız kardeşim de Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesini kazanmıştı. İki kardeş okuyacağız diye tutturunca, Amasya’da valilik özel kalem müdürlüğü yapan babamız da naklini istemiş ve İçişleri Bakanlığında bir göreve atanmıştı. Ankara’nın zorlu kışı başlamıştı ve kaloriferler yanmıyordu. Derslerde kaban ve paltolarla, bere ve eldivenle oturuyorduk. Gazi Eğitim Enstitüsü o tarihlerde Milli Eğitim Bakanlığına bağlıydı ve öğretim kadrosu arasında politik etkilerle atanmış olanlar da bulunmaktaydı.
Bir dersimizde genç öğretmenlerimizden birisi, bu soğukta derste ne işimizin olduğunu sorguladı. “Siz gelmeseniz biz de bu sıkıntıya katlanmak zorunda kalmazdık. Ne güzel öğretmenlik yapıyormuşsunuz. Buna değer mi?” anlamında bir şeyler söyledi. Moralimiz bozulmuştu. Daha sonraki dersimiz Rasim öğretmenimizindi. Ona, önceki derste duyduklarımızı ilettik. “Hiç kimse sizin kendinizi gerçekleştirme çabanızı hafife alamaz” dedi ve bize gönülden desteğini hissettirdi. Öğretmenimin üzerimdeki ilk etkisi bu olmuştu. Demek ki doğru yoldaydık, her türlü olumsuz koşul ve ortama karşın yolumuza devam etmeliydik.
Rasim öğretmenim güç beğenir bir kişiydi ve derslerde hep etkin olmamızı, sorularını yanıtlamamızı beklerdi. Ben özellikle psikoloji alanına da ilgim olduğu için derslere hep hazır giderdim. Ama bir kez gece çok geç uyumuş ve yeni konuya hiç bakamamıştım. Rasim öğretmenim beni her derste konuştururdu. O nedenle sınıfın arkalarında bir yere, sütunun gerisine saklandım. Orada beni göremez sanmıştım ama yanılmışım. Yine gördü ve bana soru yöneltti. Bir şeyler gevelediğimi anımsıyorum ama beklediği yanıtlar olduğunu sanmıyorum. Bozmadı tabii ki ve o dersi öylece atlattık.
Yıllar sonra öğretmen-öğrenci ilişkisi sona erip, kendimi daha rahat hissettiğim bir zaman bu anımı anlattığımda hiç anımsamadığını söyledi. Oysaki ben ne çok utanmış ve üzülmüştüm. O dersten sonra, bir daha Rasim öğretmenimin derslerine hazırlıksız gitmemeye çalışmıştım. Belki de o nedenle sınıf arkadaşım Halil Yaralı’nın “Mualla’ya neden hep 100 veriyorsunuz?” şeklindeki sorusuna, öğretmenim “Daha yüksek not olmadığı için” yanıtını vermişti. Halil’i sorusunu yöneltirken duymamıştım. Daha sonra gelip, Rasim öğretmenimizle aralarında geçen diyaloğu bana kendisi anlatmıştı. Bu duyduklarım kuşkusuz gururumu okşamış ama aynı zamanda öğretmenime karşı sorumluluk duygularımı da artırmıştı. Artık bu güveni kaybetmemek için daha çok çalışmalı, güveninin hakkını vermeliydim.
Gazi’deki bir yıllık öğrenim bende yükseköğrenim konusunda doyumsuzluk yaratmıştı. Sanki düş kırıklığına uğramıştım. Beklentilerimi karşılamaktan uzak bulmuştum o ilk yılı. Öğretmenlik yaptığım okulda bir arkadaşım, derslere akşam devam ederek makine mühendisliği okuyordu. Arkadaşımın güdülemesiyle o yıl üniversite sınavına yeniden girdim. Aslında meslek okulu mezunlarını ODTÜ dışındaki üniversiteler kabul etmiyordu. Beş yıllık öğretmenken de yükseköğrenim isteğim depreşmiş ve ODTÜ Matematik Bölümünü kazanmıştım. Ancak Ankara’da hem çalışıp hem okuyamayacağım düşüncesiyle kayıt yaptıramamıştım. Bu kez de Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisine başvurmuş ve Elektrik Mühendisliği Bölümünü kazanmıştım. Bir elektrik mühendisinin ne iş yaptığı konusunda ise hiçbir bilgim yoktu.
Kafam karışmıştı. İkilemde kalmıştım. Rasim öğretmenimden sanırım bir kitap almak için Gazi’ye uğradım. Ona başka bir programın sınavını kazandığımı, ancak öğretimin gündüz olması nedeniyle kararsız kaldığımı söyledim. Sözlerimi dikkatle dinledi ve bana mühendis olmayı gerçekten isteyip istemediğimi sordu. Çok prestijli göründüğü için onu yazdığım, aslında eğitim alanını çok sevdiğim yanıtını verdim. Asıl neden, Gazi’de geçen bir yıllık deneyimin bende düş kırıklığı yaratmasıydı. Öğretmenimle konuşurken gerçekte ne aradığımın farkına vardım. Kararımı orada verdim, öğrenimime eğitim alanında devam edecektim. Şimdi iyi ki kaygılarımı Rasim öğretmenimle paylaşmış ve kendim için doğru olanı seçmişim, diyorum. İyi ki yanımdaymışsınız sevgili öğretmenim.
Rasim öğretmenimizin bir başka özelliği de derslerinde bize okuduğu kitaplardan, izlediği oyunlardan, filmlerden söz etmesiydi. Bir gün derse “Dinle Küçük Adam!” diye başlamıştı. Sonra bunun bir kitap, yazarının da ünlü psikanalist ve psikiyatrist Wilhelm Reich olduğunu öğrendim. Şimdi dönüp bakıyorum da öğretmenimin önerisiyle birçok değerli kitaptan, edebiyat ve sanat olaylarından haberdar olmuşum. Engin Geçtan’ın “Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar” kitabını okuduğumda, bütün o normaldışı davranışların bende de olduğu kaygısına kapılmıştım. Bunu öğretmenimle paylaştığımda beni uyarmış, endişelenmemem gerektiğini, ancak süreğen olursa sorun sayılabileceğini söylemişti. Bu güçle daha sonra bilinçli bir Erich Fromm ve Wilhelm Reich okuru olmuştum.
Rasim öğretmenimizin bir dersinde de dönem ödevimiz, seçtiğimiz bir kitabın özetini üç sayfayı geçmeyecek şekilde yazmaktı. Ben Erich Fromm’un Sevme Sanatı’nı seçmiştim. Kitabın her satırı benim için çok önemliydi. Bu nedenle özeti hazırlarken ne denli zorlanmış hem ölçüte uymak hem de önemsediğim bilgileri içermesini sağlamak için ne hileler düşünmüştüm. Sonunda bilgisayarın henüz kullanılmadığı bir dönemde el yazımı en sıkışık satır, en küçük puntoya ayarlamış ve vazgeçemediğim tümceleri arkalı önlü üç sayfacığa sığdırabilmiştim. Yaptığım hile, şimdi anımsayabildiğim kadarıyla kâğıdı “arkalı önlü” kullanarak metni uzatmamdı. Öğretmenimiz “Kâğıdın yalnızca bir yüzüne yazılacak” uyarısına gerek duymamıştı belki ama ben kendimce bu açığı yakalamıştım. Öğretmenime bu hilemi nasıl karşıladığını sormak, bugüne değin hiç aklıma gelmedi. Belki bu yazımı okuduktan sonra o zamanki duygu ve düşüncesini benimle paylaşır. Bu arada iyi ki bilgisayarsız dönemmiş diye düşündüm. Bilgisayar olsaydı, sözcük ya da karakter sınırıyla asla baş edemezdim.
Rasim öğretmenimle mezuniyet sonrasında da görüşmelerimiz oldu. Babamın görevi nedeniyle Ankara’da Saraçoğlu Mahallesi’ndeki lojmanlarda oturuyorduk. Alt kattaki komşumuzun İstanbul’a taşındığı gündü. Rasim öğretmenimiz de aynı gün eşiyle birlikte onlarla vedalaşmaya gelmiş, ancak geç kalmıştı. Balkondan kendilerini görüp eve çağırdık. Bizi kırmadılar, geldiler ve ailece de yakınlaşmış olduk. Babam hemen adeti olduğu üzere “iade-i ziyaret” yapmak istedi. Ben henüz okulu bitirmediğim için isteğini reddettim. Babam ilk karşılaşmalarında benim bu davranışımdan öğretmenime yakındı. Öğretmenim ise şu anlamda bir yanıt verdi: “Ben her öğrencimin evine gitmem. Size geldim, çünkü o öğretmeniyle yakınlıktan yararlanmaya gereksinimi olan bir öğrenci değil.” Babamın bunu duyunca çok mutlu olduğunu ve “Ben sana söylemiştim” dediğini anımsıyorum.
Benim o zamanki düşünceme göre ise, öğrencilik sürerken bir öğretmenin evlerine ziyarete gitmemiz yakışık almazdı. Bu nedenle ziyareti mezuniyet sonrasına bırakmıştık. Bayram kutlamaları da bunun için ideal zamanlardı. Bayramlar vesilesiyle başlayan görüşmelerimiz daha sonra ailece devam etti. Dünya tatlısı kızlarıyla tanıştık, arkadaş olduk. Onlar da bizim gibi üç kız kardeşti. Rasim öğretmenim benimle konuşurken kızlarını daha iyi anladığını söylemişti. Ben de öğretmenimle söyleşi yaparken babamı daha iyi anlayabiliyordum. Öğretmenimden babam da etkilenmişti. Bize karşı daha hoşgörülü olmaya çalışıyordu.
Rasim öğretmenimiz ve ailesiyle görüşmelerimiz hem çok zevkli hem de öğreticiydi. Bize geldiklerinde ve biz onlara gittiğimizde zamanın nasıl geçtiğini anlamaz ve ayrılış saatini hep geciktirirdik. Kardeşlerim de öğretmenimin evlilik ve ana baba eğitimi konusunda yazmayı planladığı kitaplarını beklediklerini söyler ve hep ne zaman okuyacaklarını sorarlardı. Onların evlilik yaşamlarına yetişmediyse de ana babalık süreçlerine o söyleşilerin ve okudukları kitapların çok katkısı olmuştur.
Rasim öğretmenim, benim lisansüstü eğitimde psikoloji ile ilgili bir alanı seçmediğime de üzülmüştü. Psikoloji çok severek okuduğum bir alandı, hatta sonradan adı fakülte olan Gazi’nin Eğitim Bilimleri Bölümünde öğrenciyken rehberlik stajı da yapmıştık. Çok sayıda psikoloji ile ilgili dersler almıştık ama bende hep lisansı psikoloji olanlarla yarışamama endişesi vardı. Yine de yüksek lisans sınavlarına üç farklı üniversitede, her biri ayrı alanda girmiş ve üçünü de kazanmıştım. Son öğrendiğim Ankara Üniversitesi Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalıydı. Daha önce sonucunu öğrendiğim iki farklı programa (Gazi Üniversitesi Eğitim Yönetimi ve Teftişi ile Hacettepe Üniversitesi Ölçme ve Değerlendirme), birinde çıkışın aslını, diğerinde onaylı örneğini kullanarak kayıt yaptırmıştım.
Üçüncü programa kayıt için, kullanabileceğim bir belgem yoktu artık. Enstitü sekreteri de derslerin gündüz yapılacağını söyleyince başka şansım kalmadığını düşündüm. Böylece Rasim öğretmenimin beni görmek istediği programa kayıt yaptıramadım. Güz yarıyılı süresince, kayıt yaptırdığım iki programa aynı anda devam edebilmiştim. Ancak bahar yarıyılı başında, Giresun iline eğitim uzman yardımcısı olarak atandığımı öğrendim. Oraya da gidemezdim. Bu nedenle lisansüstü eğitim mazeretiyle bakanlık merkez örgütünde görevlendirilme isteminde bulundum. Kadrom okulumda kalmak koşuluyla İlköğretim Genel Müdürlüğünde çalışmaya başladım. Bakanlıktaki görevim nedeniyle ancak mesai sonrasında ders yapılan “Eğitim Yönetimi ve Teftişi” programına devam edebildim.
Alanlarımızın farklılaşması elbette ki öğretmenimle ilişkimizi azaltmadı. Çok üretken olduğu için sürekli yeni kitaplarını imzalayıp gönderdi. Telefonla söyleşilerimizde hâlâ okuduğu yeni kitaplardan söz eder. Ben de böylece güncel gelişmelerden haberdar olurum. Bir de yaşamımın ilk telif ücretini aldığım “Özgün Eğitim” dergisinden söz etmeliyim. Rasim öğretmenim, o tarihlerde ilkokullarda, öğretmenlerin vazgeçilmez kaynağı olan bir ünite dergisi yayımlayan Özgün Medya’nın genel yayın yönetmenliğini yapmaktaydı. Bu süreçte yıllık bir eğitim dergisi (Özgün Eğitim) yayınını başlatmıştı. Dergi için benden de yazı istedi. “Öğretmenim beğenecek mi acaba?” diye kılı kırk yararak yazdığım iki kısa makaleden para da kazanmıştım. Makale yayımlatmak için yazarların üste para verdiği sözde akademik dergiler yoktu o zamanlar. Öğretmenimin bu güzel girişimi, daha sonra yayıncının vazgeçmesi sonucu ne yazık ki devam etmedi.
Öğretmenimin Ankara’dan ne zaman ayrıldığını anımsamıyorum. Ben 1989 sonbaharında üniversiteye geçip Elazığ’a gidince, ancak tatil ve izin günlerinde Ankara’ya geldiğimde görüşebiliyorduk. Foça’ya taşındıktan sonra da öğretmenimi ziyaret etme ve eşi Gülperi ablanın nefis haşhaşlı böreğini yeme şansım oldu. Amasyalı olarak haşhaşlı hamur işleri bizde çok daha yaygındı ama haşhaşlı tepsi böreğini yalnızca Gülperi abla yapıyordu. Ne denli uğraştıysam da onunki kadar lezzetlisini bir türlü yapamadım.
Sevgili öğretmenim, sizi daha yakınımızda hissedebileceğimiz anılarınızı, kitabınızdan okumayı dört gözle bekliyorum. Daha nice sağlıklı ve üretken yıllar diliyor, saygılar sunuyorum. Umarım bir öğrenciniz olarak ilginize, sevginize ve güveninize layık olmayı başarabilirim.