1. Einstein’ın teorisini çürütmek imkânsızdır!
Önceki yazılarımızda Einstein çalışmalarını gelişmemiş herhangi bir ülkede sürdürse neler görüp karşılaşabileceğini, bizce nedenleriyle açıklamaya çalışmıştık. (www.egitisim.gen.tr/ohuseyin_kor_einstein1.htm www.fizikportali.com/2009/03/kendi-ulkemizde-einstein-i/) Bu yazılarımızı okuyanlardan biri, internet ortamında rastladığı aşağıdaki haberi bize iletmiş.
Haber şöyleydi: “TÜRK BİLİM ADAMI EINSTEIN’IN TEORİSİNİ ÇÜRÜTTÜ. Okan Üniversitesi’nin Nükleer Bilimler konusunda uzman, dünyaca ünlü öğretim üyesi Prof. Dr. Tolga Yarman, uzun süredir üzerinde çalıştığı teorisiyle Einstein’ın ‘Genel Görecelik Kuramı’na, farklı bir yaklaşım getirmişti. Konu üzerinde Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Metin Arık ile birlikte çalışan Yarman’ın tezini, Belarusya Devlet Üniversitesi’nde Prof. Alexander Kholmetskii yönetiminde yapılan deneyler doğruladı.
Prof. Dr. Tolga Yarman, Prof. Dr. Metin Arık ve Prof. Dr. Alexander Kholmetskii, Okan Üniversitesi’nde 18 Aralık 2008, saat 11:00’de yapacakları basın toplantısında dünya bilim çevrelerinin dikkatlerini üzerinde toplayan söz konusu kuramı, ilk kez kamuoyuyla paylaşacaklar.”
Aslında bizim bunları ciddiye almamız mümkün olamaz ama yine de kendimizi bu habere dair bir yazı yazmaya mecbur hissettik. Sebebi, yukarıda bağlantılarını verdiğimiz yazılarımızda daha önce açıklanmıştır. Kısaca açıklarsak: İnsanlarımızın doğru olmayanlara inanarak yanılmalarını istemiyoruz.
Pek nadir sesimizin duyulduğu bilim konularında, bir hocamızın sözlerinin haber olması şüphesiz heyecan vericidir. Bilim adamlarımızın çok önemli bir teori üzerinde çalışıp, onda hata ve eksikler bulabilmesi milli gururumuzu okşayabilir. Ancak bu heyecan ve gurur, bu savı irdelememize ve düşünüp doğruları aramamıza engel olmamalı.
Habere konu olan makalenin irdelenmesine girmeden önce son bir şeye daha dikkat çekmek isteriz. Ne yazık ki, yeterince gelişmemiş hemen tüm ülkelerde, göründüğü kadar sağlıklı olmayan, yaygın bir tür millet sevgisi görülür. Milliyetçiliğin bu biçimde olanı sağlıksızdır, toplumuna fayda yerine zarar verir; Tedavisi de zordur. Ve yeterince gelişmemiş ülkelerde eğitim de gereken ciddiyette yapılmadığı, bir başka ortak noktalarıdır. Maalesef, büyük önem taşıyan bilimsel çalışmalar yapılmadığı gibi, yüksek vazifelere bilimi en iyi anlayanlar da getirilmez ve görev verilenlerin çevresi de her yönden kendileriyle tamamen aynı düşüncede olanlarla çevrilidir. Neticede, kendi ülkemizde de aynı sağlıksızlık vardır. Ne yazık ki, görüldüğü üzere, birkaç yüzyılın en ünlü bilim adamı sayılan Einstein’ın en büyük teorisi bile kolayca çürütülebilirken, TUBİTAK bile Darwin’e hak ettiği değeri ondan esirgemektedir. Ama ülkemizde bilimle ilgili, kendilerini geliştirmek isteyen, meraklı birçok insanımız da vardır. Biz de öncelik fizik öğretmenlerimizde olmak üzere, tüm bilime meraklı, öğrenme ve düşüncelerini geliştirme isteğinde olanlara yardımcı olacağı ümidiyle bu makaleyi yazmaya karar verdik. Yazımızı, tartıştığımız konularda uzman olmayan ama genel bilim kültürü olan ve iyi derecede lise fiziğini bilenlerin anlayabileceğini umuyoruz.
Hemen kayıt edelim ki fizik doğa bilimidir; Teorileri deney ve gözlemlerle desteklenir.
Gerçek deneylerle test edilenlerdir.
Albert Einstein (1879–1955)
Baştan hatırlatalım ki, Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi 90 yıldan bu yana, yaygın şekilde bilinen (diğerleri herkesçe bilinmemekte) üç gözlemle (1. Yıldızdan bize gelen ışığın Güneş yakınlarında eğilmesi 2. Merkür gezegeninin perihelimunun kayması 3. Işığın gravitasyon alanında kırmızıya kayması) doğrulanmış, ispatlanmıştır.
Her bir fizik kanunu ve teorisinin doğayı yansıtabilmesindeki doğruluk düzeyi; Yapılan deneylerin hata payına, detay ve kapsamına bağlıdır. Bir doğa bilimi olan fiziğin yasaları, bu hata payları nedeniyle tam anlamıyla doğa kanunları değildir; Biraz eksiktir. Kapsam koşulları ve hatalar nedeniyle yüzde yüz doğa kanunlarıdır, denemezler. Yine de, deney ve gözlem hatalarının zamanla azalması daha yeni fikir ve deney sonuçlarına yol açar. Bunların da göz önüne alınmasıyla ve elbette sezgi gücü yardımıyla yeni genelleştirmeler ortaya çıkarılır. Yeni teori ve kanunlar bu sayede oluşur, gelişir, ilerler; Doğanın “gerçek” yasalarına daha fazla “uyum” gösterirler.
Anlattığımız gibi gelişen teori ve yasalar, kendinden öncekileri de kapsarlar. Yeni olanlar, eskiden bilinen teorilerin kullanış çerçevelerini de kesin şekilde belirler ve yeni öngörmelere yol açarlar. Böylece yeni teorinin kullanış çerçevesi eskisinden daha geniş ve belirgin de olur. Eski teori ise, yeni teorinin özel bir durumu gibi kalır. Örneğin Einstein fiziği Newton fiziğini ve kuantum fiziği klasik fiziği kapsamaktadırlar. Bilimsel çalışmalarda yeni teoriler eski teorileri çürütmez. Çünkü onlar, deney ve gözlemlerle desteklenmişlerdir. Böylesi durumlarda çürütmek sözcüğünü kullanmak bilim dışıdır ve yetersiz eğitimden kaynaklanır. Elbette bu, sözü kullananın hatasıdır. Mesela, bilim açısından Darwin’in teorisi de çürütülemez. Evrendeki canlı (insan dahil) ve cansız her nesnenin evrimleşmesini, ortak özelliklerini herkesin bilmesi gereklidir. Yani, sözkonusu çalışmaların Einstein’in teorisini çürüttüğü tabiri hatadır.
Gelişmekte olan ülkelerde Einstein’ın durumu konusunun bizi ilgilendirmesi, yazının başında gösterdiğimiz yazılarımızı yazmamıza vesile oldu. Bu konuyu seçmemiz ise, fizik eğitimine katkı sağlama arzumuzun araştırmalarımızı yönlendirmesidir. Bu süreçte de, Einstein’ın teorisinin çürütüldüğünü savunan Türkçe bir yazıyla karşılaştık. Bu konuyla başka ilgilenenlerin de böylesi yazılara ulaşabileceklerini düşünerek (böyle yanlışlıklar içeren yazılara internet ve dergi ortamında, TUBİTAK yayınları dahil, sıkça karşılaşılmaktadır) doğru bilgilerden kolayca uzaklaşıp yanlışlara düşmelerine engel olmak istedik.
Bu yazıda, yanlış bilgi ve yetersizlikleri örneklendirmek ve yanlışları ortadan kaldırıp, okurlara yardımcı olmak maksadıyla: “BİZİM DÜNYAMIZ’DAN, KÂİNATIN MATEMATİK TASVİRİNE AÇILAN YENİ BİR PENCERE…, Prof. Dr. Tolga Yarman, Okan Üniversitesi, 8 – 9 Eylül 2007, Akdeniz Üniversitesi” yazısından alıntılar yapacağız.
Sayın Prof. Dr. Yarman’ın bu yazısı şöyle başlıyor: “Einstein’ın Genel Görecelik sonuçlarına, onun izlediğinden bambaşka bir yoldan ulaşmak, mümkün… Buna göre, onun ilave olarak vazettiği, ‘ivmenin etkisi’ ile, ‘yerçekiminin etkisinin’ aynı olduğuna dair, varsayımı, kullanmanın gerekmediği bir yana, salt Enerji Korunumu Yasası’nı – Özel Görecelik Kuramı’nın, ‘kütle ve enerji eşdeğerliğini’ kapsayacak şekilde – işlevsel kılmak, yetiyor.
İlk elde beklemediğimiz bu çıkarsama, Genel Görecelik Kuramı’nı, tamamen gereksiz, hatta geçersiz kılıyor. Daha önemlisi, Özel Görecelik ve Çağdaş Atom Kuramı’nın bahşettiği, temel bilgilerimizi değiştirmeksizin, ‘maddeye ve kâinata bakış tasavvurumuzu’ bambaşka bir dokuya taşıyor. Bu tasavvurda, ‘enerji alış verişi’ olmadan, ‘etkileşme’ olabiliyor. Etkileşme hızı, ışık hızının ötesine geçebiliyor, hatta sonsuz olabiliyor.”
Sayın Yarman’ın yukarıdaki ifadelerinden sonra önemli bir hatırlatma ile başlayalım: Ne Isaac Newton’un (1643–1727) ne de Einstein’ın teorileri yerçekimi teorileri değildir. Onlar, genel çekim veya gravitasyon teorileridir. Newton teorisine kütleçekim de denilebilirse de Einstein’inkine diyemeyiz. Çünkü Einstein’ın teorisinde kütle haricinde her tür fiziksel alan (enerji) da gravitasyon (genelçekim) özelliği taşımaktadır. Öneriyoruz ki, yerçekimi yerine “Dünya çekimi” tanımını kullanılmalıdır. Öte yandan herhangi bir cisim, bitki veya hayvanın da tıpkı Dünya gibi çekim özeliği vardır. Durum böyleyken, evrensel çekim veya gravitasyon yerine yerçekimi tabirini kullanmak hiç bilimsel değildir. Fakat maalesef Türkçe fizik kitaplarında da bu yanlış terim sıkça kullanılmaktadır.
Fizikte büyük bir teori kurulduğu zaman, temeline biri diğerinden tamamen bağımsız postulatlar (matematikte aksiyomlar) koyulmaktadır. Özel Görelilik Teorisi’nin temeline de iki postulat koyulmuştur. Bunlardan biri Galilei Gelileo’nun (1564–1642) yeniden düzenlenerek yazılan görelilik prensibi, diğeri ise ışığın(elektromanyetik dalganın) boşluktaki hızının evrensel bir sabit ve bu hızın bütün etkileşmelerin hızları için limit değer olmasıdır. Özel Görelilik Teorisi, bildiğimiz dört temel etkileşmeden (baryon, elektromanyetik, zayıf ve gravitasyon) hiçbiriyle doğrudan bağlı değildir. O, bütün olay ve süreçlerin oluştuğu uzay ve zamanın birbirinden bağımsız değil; Aksine, fiziksel olarak bağlı olduklarını ortaya koyan teoridir.
Okul fiziğinden bildiğimiz gibi; Evangelista Torricelli’nin (1608-1647) deneylerinde, farklı şekil ve kütleleri olan cisimler boşlukta aynı ivme ile düşüyordu. Bunun nedenini Newton açıklamıştı. Newton, dinamik ve genel çekim yasalarına dahil olan her iki kütleyi aynı kabul etmişti (me = mg). Diğer bir deyişle Newton, kendi yasaları sonucu ortaya çıkan, eylemsizlik ve gravitasyon kütlelerini eşit olarak almıştı. Yani eylemsizlik ve genel çekim aynı kütlenin özellikleridir. Bu ise, Torricelli’nin deney sonucunu açıklıyordu.
Elbette ki, kabul edilmiş her bir hipotez, deney veya gözlemle de doğrulanmalıdır. Newton’un bu hipotezini, 1850 yılında deneysel olarak Roland Eotvos (1848–1919) test etmiş ve bu kütlelerin virgülden sonra sekizinci rakamda farklılaştığını görmüştü. Günümüzde ise, farkın 12 nci basamakta olduğu bilinmektedir. Kütleler farkının bu kadar küçük olması, deneylerin oldukça duyarlı olmasındandır. Doğal olarak, Einstein da eylemsizlik ve gravitasyon kütlelerini eşit kabul etmiştir. Bilinen bu nedenlerle de, okuldaki öğrencilerimiz de yalnız bir tek kütle kavramı kullanmaktalar.
Doğadaki bütün süreç ve olaylar uzay-zamanda gerçekleştiğine göre, etkileşme teorilerinin de hepsi uzay-zaman ilişkilerini doğru anlatan Özel Görelilik Teorisi’ne oturtulması gerekir. Genel Görelilik Teorisi ise tarihsel bir addır. Gerçekte o, Özel Görelilik Teorisi’ni temeline alan Genel Çekim Teorisi’dir. Zaten Einstein’ın da amacı bu olduğundan (yani Newton’un Genel Çekim Teorisi’ni kendi relativistik temeline oturtmak), Özel Görelilik Teorisi’nin iki postulatına, genel çekim alanının temel özelliğini yansıtan postulatları eklemek istemişti ve öyle de yaptı. Hatırlatalım ki en önemli ve güzel teoriler mümkün olduğunca az, ama çok önemli ve birbiriyle çelişmeyen postulatlar(aksiyomlar) üzerinde kurulmaktadır.
Dünya ve diğer cisimlerin gravitasyon alanları ne homojen ne izotroptur. Deneylerin büyük çoğunluğu Dünya’nın çekim alanının çok az değiştiği kısa mesafelerde ve yerin çok yakınlarda yapıldıkları için, serbest düşen ve eğik düzlem üzerinde hareket eden bütün cisimler, yatayla arasındaki açıya bağlı olarak, ivmeler kazanırlar. Eğik düzlem ile yatay arasındaki açı 900 olduğunda cisimlerin kazandığı ivmenin büyüklüğü, yeryüzüne çok yakın bölgedeki serbest düşme ivmesi (g) değerine eşit olur; Elbette sürtünmenin etkilerini dikkate almazsak. Böylesi kısa mesafelerde deney(gözlem) yapılan yerde bu ivmenin hem yönü, hem büyüklüğü sabittir. Bu nedenlerle, böyle küçük mesafelerde çekim alanı homojen ve izotrop kabul edilebilir. Deneyler de, izotrop ve homojen gravitasyon alanının, sabit ivmeli koordinat sistemi ile eşdeğer olduğunu kanıtlamaktadır. Einstein, farklı ama sabit ivmelerle hareket eden asansörleri kullanarak, bu bildiğimiz eşdeğerliği anlatırdı. Bu eşdeğerlik yalnız gravitasyon alanı için geçerli olduğu için Einstein bunu kendi genel çekim(relativistik genel çekim) teorisinin temeline üçüncü postulat olarak koymuştu.
Görüyoruz ki, yazarın yukarıda ifade ettiği: “ …‘ivmenin etkisi’ ile, ‘yerçekiminin etkisinin’ aynı olduğuna dair varsayımı kullanmanın gerekmediği bir yana…” şeklinde bir fikri Einstein hiç kullanmamıştır. O, Dünya’nın ve diğer cisimlerin gravitasyon alanının, onun herhangi çok küçük bölgesinde homojen ve izotrop alan etkisinin, sabit ivmenin etkisi ile eşdeğer olduğunu ileri sürmüş ve bunu yaparken deney sonuçlarına dayanmıştı.
Şu alıntı ile devam edelim: “Einstein’ın Genel Görecelik sonuçlarına, ulaşmak için salt Enerji Korunumu Yasası’nı – Özel Görecelik Kuramı’nın, ‘kütle ve enerji eşdeğerliğini’ kapsayacak şekilde – işlevsel kılmak, yetiyor.”
Görüyoruz ki yazar Özel Görelilik Teorisi’ne hiçbir şey eklemeden Einstein’ın relativistik genel çekim teorisinin sonuçlarına ulaşmak istemiştir. Bu ise mümkün değildir. Özel Görelilik Teorisi’ne(onun postulatlarına) yeni bir şey eklemeden yeni herhangi sonuca ulaşmak bilimde görülmez; Bilimsel değildir. Klasik fiziğe yeni fikirler eklemeden kuantum fiziğine ulaşmanın mümkün olmadığı gibi…
Enerjinin korunumu yasası Newton fiziğinden bilinmektedir ve düz Öklid (Euclid M.Ö. 325-265) – Herman Minkowski (1864–1909) uzayında zamanın homojenliğine bağlıdır. Ama eskiden enerjinin korunumu yasasına deneysel olarak ulaşabilmişlerdi. Özel Görelilik Teorisi’nde(ışık hızına yakın hızlarda) ise dört boyutlu momentum korunur. Enerji bu momentumun bileşenlerinden yalnızca biridir. Bu nedenle de, “relativistik hızlarda” enerji ve üç boyutlu(okuldan bildiğimiz) momentum birbirinden ayrı korunmazlar.
Henri Poincare’nin (1854–1912) Einstein’den 5 yıl önce yazdığı, E=mc2 ifadesi “kütle ve enerji eşdeğerliğini” yansıtmıyor. Fotonların her birinin hν kadar enerjisi vardır ama bu, kütleleri de var demek değildir. Yanlış olarak çürütülmüş Einstein’ın genel çekim teorisinden biliyoruz ki, her bir foton “sanki” hν/c2 kadar kütlesi varmış gibi gravitasyon alanı oluşturmaktadır. Diğer yandan, yalnızca (salt) Özel Görelilik Teorisi çerçevesinde kütle ve enerji eşdeğerlik kavramı da yoktur. Böylece kütle ve enerji eşdeğerliğini konuşmaya da yer kalmıyor.
Şimdi yazarın: “İlk elde beklemediğimiz bu çıkarsama, Genel Görecelik Kuramı’nı, tamamen gereksiz, hatta geçersiz kılıyor…. Bu tasavvurda, ‘enerji alış verişi’ olmadan, ‘etkileşme’ olabiliyor. Etkileşme hızı, ışık hızının ötesine geçebiliyor, hatta sonsuz olabiliyor.” fikirlerine dönelim.
Özel Görelilik Teorisi’nin iki postulatından biri hiçbir etkileşmenin hızının ışığın boşluktaki hızından fazla olamaz, şeklinde olduğunu hatırlatmıştık. Yazar bu postulatı kaldırdığından, Özel Görelilik Teorisi’ni de aradan kaldırmış oluyor. Özel Görelilik Teorisi’nin diğer postulatını, yani görelilik prensibini kaldırmayan yazar, böylelikle Newton fiziğine dönmüş oluyor. Böyle olduğunda da, onun Özel Görelilik Teorisi’ni kullanması gerçekler dışında kalıyor.
Yazar, enerji alış verişi ile etkileşmelerin hızının ışığın boşluktaki hızını aşamaz olduğunu kabul ediyor ama kuantum fiziğinde kullandığımız sanal parçacıklarla(enerji taşımadan) etkileşmenin hızını sonsuz denecek kadar büyük olabileceğini de iddia ediyor. Öncelikle, sanal parçacığı kayıt etmek veya hızını ölçmek imkânsızdır. Bu nedenle de ölçümler dolayı yollarla gerçekleşmelidir. Şimdi böyle ölçümleri hatırlatalım.
Biliyoruz ki Newton, genel çekim kanununu ve iki noktasal kütlenin etkileşme kuvvetini(potansiyelini) Johannes Kepler’in (1571-1630) yasalarını, matematik sarkacın hareketini ve okyanuslardaki gel-git olayını kullanarak bulmuştu. Doğal olarak her bir deney ve gözlem verilerinde hata payı da vardı. Bu nedenle o, böyle verilere dayanarak iki noktasal kütlenin etkileşme kuvvetinin, bunlar arasındaki mesafenin karesi ile ters orantılı olduğunu kesin şekilde söyleyemezdi. Newton, formülünü yazarken çok güçlü olan sezgisine dayanmıştı. Daha sonraları Charles Coulomb da (1736–1806) yasasını büyük Newton’un yasasına benzer şekilde yazmıştı; Yani doğrudan deney sonuçlarından bulunmayan şekilde.
Bu formüllerde uzaklığa ters kare şeklinde bağlılık, uzayın çok küçük bölgelerinde Öklid uzayı yaklaşmasının, çok büyük ölçüde geçerli olmasına bağlıdır. Bu da Karl Gauss’un (1777-1855) vektör alanları için yazdığı yasaya yansımıştır. Newton ve Coulomb’un yasalarındaki mesafenin karesi ile ters orantılılık da, düz uzayda Gauss yasasının geçerli olmasına, iki noktasal cisim olmalarına dayanır. Böyle uzayda, Newton fiziği çerçevesinde iki noktasal cisim meselesinin kesin çözümü vardır ve cisimlerin hareket yörüngeleri kapalı elips şeklindedir. Etkileşme sırasında da enerji alış verişi gerçekleşmez.
Eğer aynı şartlar çerçevesinde çoklu cisim (örneğin Güneş çevresinde gezegenler) meselesine geçersek, her bir gezegene diğer gezegenlerin etkisi ile de karşılaşırız. Bu nedenle gezegenler, bir merkezi cisim potansiyeli şeklindeki alanda hareket etmezler. Böylesi durumda gezegeni etkileyen potansiyel, kesin olarak uzaklıkla ters orantılı olmaz (kuvvetle kesin şekilde ters kare kanununa uymuyor). Elbette ki cismin yörüngesi kapalı olmuyor ve periheliyum noktası sürekli kayıyor. Bilim adamları bunu 19. yüzyılda biliyorlardı.
Yine bilim adamları, Güneş’e en yakın ve küçük dönme periyodu (0.241 yıl) olan Merkür gezegeninin yörüngesin kapanmadığını biliyor ve perihelyum noktasının kaymasını o zamanlar bile çok küçük hatalarla ölçüyordu. Hesaplamalara göre, diğer gezegenlerin bu kaymaya yaptıkları katkı yılda 532 açı saniyesine eşitti ama gözlenen değer 575 açı saniyesiydi; Yani 43 saniye daha fazlaydı. Bu fark ise kesinlikle ölçüm hatalarından kaynaklanmıyordu.
Einstein’ın Genel Çekim Teorisi’nde iki noktasal cisim arasındaki çekim kuvvetini, yaklaşımla Newton’unkine benzer şekilde yazarsak görürüz ki, kuvvet uzaklığın karesi ile ters orantılı değil, daha hızla artıp azalmaktadır. Çok zayıf çekim alanı için, Einstein’ın çekim alanı Newton’unkine benzer ama alan şiddeti artıkça, Einstein teorisindeki kuvvet Newton’un yaklaşımındakinden daha hızlı artar. Bu artma öyle hızlanır ki, kuvvet belirli bir mesafede (Rg = 2GM/c2 ) sonsuz büyük değer alır. Son eşitlikte Rg– cismin gravitasyon yarıçapı, M- kütlesi, G- Newton fiziğinden bildiğimiz genel çekim sabiti ve c- ışığın boşluktaki hızıdır.
Böylece, Einstein’ın teorisinde merkezcil kuvveti yansıtan formülde uzaklığın üstü Newton’daki gibi 2 değil, daha fazladır ve sabit de değildir. Çok zayıf alanlarda bu üst ikiye yaklaşır ama çok güçlü alanlarda(mesafe küçüldükte) sürekli daha büyük değerler alır. Bu bilgiler sayesinde Merkür’ün periheliumunun fazla kaymasının nedeni bulunmuş oldu. Dahası, Einstein’ın teorisi direkt olarak fazlalık 43 açı saniyesini vermişti. Biraz daha açık olursak, bu kaymayın 1/6 lık kısmı etkileşmenin hızının ışık hızına eşit olmasından ve 5/6 i uzayın Merkür’ün yörüngesine denk gelen bölgedeki eğikliğinin değerinden (derecesinden) kaynaklanıyordu.
Güneş’le Merkür arasındaki gravitasyon etkileşmesinde enerji alışverişi olmamaktadır. Yazar, bu durumda etkileşmenin hızının sonsuz denecek kadar büyük olabileceğini yazıyor ama etkileşmedeki gecikme bunu desteklemiyor. Diğer yandan etkileşmenin hızının, az da olsa, ışık hızının üstünde olmasını da yasaklamıyor. Buna dayanarak yazarın bu noktada kısmen de olsa haklı olduğu gibi düşünebilir miyiz?
Yukarıda hiçbir tür etkileşmenin hızının ışığın boşluktaki hızını aşamaz olduğunun Özel Görelilik Teorisi’nin temelinde olduğunu (postulat olarak) hatırlatmıştık. Bu nedenle etkileşmedeki gecikme onun ürünüdür. Böyle olduğundan, her tür etkileşmelerdeki gecikme, elektrik alanının potansiyelinde de yer almıştır. Yani bütün elektromanyetik etkileşmelerde de. Bu teoriye dayanan cihaz ve kurguların (elektrik, TV, telefon, uydu sistemleri, parçacık hızlandırıcıları…) çok fazla olduğunu herkes biliyor ama ekleyelim ki, bunların çalışmasının büyük çoğunda etkileşme enerji alış verişi ile ve az bir kısmı da enerji alış verişi olmadan gerçekleşiyor. Böyle olduğundan da Belarus’daki deney sonuçlarına inanmak çok zordur. Hemen hatırlatalım ki ışığın boşluktaki hızından fazla hızla enerji taşınması, çok sayıda insan tarafından neredeyse yüz yıldır aranıyor ama inandırıcı bir sonuca ulaşılmış da değil.
Fizikte (matematikte) bir niceliğin sonsuz büyük değer almasına tekillik denir. Fizikte böyle tekillikler çoktur ve Einstein’ın Görelilik Teorisi dışında, her zaman yalnız bir noktada olurlar. Örneğin Newton’un genel çekim ve Coulomb’un elektrostatik etkileşmesi formüllerindeki gibi. Ama Einstein teorisinde tekillik, yarıçapı gravitasyon yarıçapına eşit olan yüzeyde gerçekleşir. Örneğin Güneş’in bütün kütlesi sıkışarak, yarıçapı 3 km olan hacmin içine girebilseydi, gravitasyon yarıçapı 3 km olan karadeliğe dönüşürdü. Hatırlatalım ki Güneş’in şimdiki yarıçapı 700000 kilometredir.
Fizikçiler genellikle, bir noktada rastladıkları tekilliği uzaydan kesip atar. Ama karadeliğin kapsadığı kadar büyük bir bölgeyi uzaydan dışlamak(kesip atmak) mümkün değildir ve bu da çoklarının hoşuna gitmez. Bu nedenle de bilim adamları tekillik (karadelik) içermeyen relativistik genel çekim teorileri kurarlar. Bununla da hep uğraştılar ama hiç kimse Einstein’in teorisinden daha yararlısını (güzelini) bulamadı.
Şimdi kesin olarak biliyoruz ki, kütleleri Güneş’inkinden en az 7-8 defa büyük yıldızlar, evrimlerinin sonunda nötron yıldızı ve karadeliğe dönüşüyorlar. Bu nesneleri de bundan 40 yıl öncesinden başlayarak Zeldovich ve Guseyinov’un 1965-1971 yıllarında teklif ettikleri yöntemlerle, çift X-Ray yıldızları içinde aramaya başlandılar ve çok sayıda da bulunabildiler. Diğer yandan teorik olarak 1964 yılından beri biliniyor ki, nötron yıldızlarının manyetik alanları çok güçlü olmalı ama karadeliklerin hiç manyetik alanları olmamalıydı. Bugün, çok iyi bilinmektedir ki nötron yıldızlarının manyetik alanları olduğundan, kendilerini pulsar ve burster gibi sergiliyorlar. Ve karadeliklerin hiçbirinin böyle fiziksel özellikleri yoktur. Belirlenmiş karadeliklerin 40 yıla yakındır gözlemleri de bunlarda pulsar ve burster özelliği ortaya çıkarmamıştır. Bu da Einstein’in teorisinin sonucu olan gravitasyon yarıçapı boyutlarında tekilliğin (karadeliklerin) olmasını destekler.
İncelediğimiz yazıdan görüyoruz ki, yazar Einstein’ın Özel Görelilik Teorisi’nin iki postulatından birini ve Genel Görelilik Teorisi’nin üç postulatından ikisini ihmal etmiştir. Büyük hızlarda bile enerjiyi korunan (invariyant) nicelik olarak ele almış. Böylelikle Einstein’ın Görelilik Teorileri’nin ikisinden de vazgeçmiş, neredeyse Newton fiziğine dönmüştür. Yazarın E = mc2 ifadesini kullanması ve enerji taşıyan temel parçacıkların(enerji alışverişi ile gerçekleşen etkileşmelerin) hızının ışığın (elektromanyetik dalgaların) boşluktaki hızını aşmadığını kabul etmesi, modern fiziğe tam olarak geçtiği anlamına gelmez.
2. İncelediğimiz yazıdaki diğer önemli kusurlar
İncelediğimiz yazıdaki diğer kusurları aydınlatmak için alıntılarla kısaca bildirelim.
“… ‘Eylemsizlik kütlesi’, cismin ivmeli harekette sergilediği kütle, ‘yerçekimi kütlesi’ ise cismin bir yer çekimi alanında sergilediği kütle, olmaktadır. Örneğin, benim kuramımın sonuçlarına göre, ‘kara delikler’ yoktu.”
Kütle eylemsizliği yalnızca ivmeli hareket sırasında değil, hareketsiz olduğunda da sergiliyor. Yerçekimi kütlesi kavramı fizikte yoktur. Gözlemler karadeliklerin olduklarını doğrulamıştır. Tartışma konusu, bu kara deliklerin çekim alanlarının metrik özelliklerinin tam olarak Einstein denkleminin kesin çözümü olan Roy Kerr’in (1934 – ) bulduğundan farklı olup olmadığıdır.
“… Şu var ki, Einstein, yerçekimi kuramında, enerji korunumu yasasını ihlal ediyor… O kadar ki, enerji korunumu çerçevesinde düşünülmek gereken ve kendi, Özel Görecelik Kuramı’nın bir sonucu olan, ‘kütle (m) & enerji (E) eşdeğerliğini’, yani (c, ışığın boşluktaki hızı olarak), E=mc2 bağıntısını dahi, ihlal ediyor, oluyor…”
Hatırlatalım ki Einstein’ın genel çekim teorisi bütün evrende geçerlidir ama Özel Görelilik Teorisi yalnızca evrenin ayrı ayrı noktalarında. Bu nedenle de dört boyutlu momentum ayrı ayrı çok küçük bölgelerde kesin şekilde korunur. Buradaki enerjiye bağlı, doğru olmayan fikirlere yukarıda zaten değinmiştik.“
2) Bağlı bir cismin durgun kütlesi ‘bağlanma enerjisi’ kadar azalıyor. (Einstein’a göre, yaklaşık olarak aynı miktarda, artıyordu.)
3) Bu cismin boyu, her yönde uzuyor. (Einstein’a göre yalnızca çekim yönünde ve yaklaşık olarak aynı miktarda olarak, kısalıyordu.)
4) Cismin, iç hareketinin zaman birimi, yaklaşık olarak Einstein’ın öngördüğü kadar uzuyor. Ama hiç bir biçimde ‘sonsuz’ olmuyor. Yani ‘kara delik’ olmuyor; yoğun gök cisimlerinde zaman durmuyor. (Einstein’a göre, işte, tersi oluyordu.)”
Einstein’ın teorisini yakından bilen birisi böyle gerçek dışı şeyler yazmamalıdır.
Devam ediyor: “ ii) Gökyüzü ve atom, ayni biçimde yapılanmış olarak karşımıza geliyor…
iii) Bu durumda, atomdaki nicelenme (kuvantizasyon), gökyüzü için de ortaya çıkıyor ki, bu doğayı kavrayışımızda, başlı başına bir sıçrama oluşturuyor…“
Atom ve kuantum fiziğini, kozmolojiyi bilen biri böyle bilim dışı şeyler yazmamalı.
Devam ediyor: “ iv) Tıpkı atomdaki gibi, ışığa ve maddeye, aynı biçimde bakma olanağı doğuyor… (Einstein, ışığa ve öteki cisimlere, farklı farklı bakıyordu… Bu çerçevede, çağdaş atom kuramına, hiç bir zaman inanmamıştı…) “
Einstein atom ve kuantum fiziğine en fazla katkıda bulunanlardan biri olmuş, Nobel ödülünü de bu konudaki katkılarından dolayı almıştır. O, atomlardaki kuantum geçitlerinin katsayılarını ilk olarak vermiş ve lazerler ışımasını öngörmüştür. Bu yüzden, onun fikri yazarınki ile bağdaşmıyor.
Devam ediyor: “ v) Elektriksel yükler de, uzayı (tıpkı kütleler gibi) başkalaştırıyor. (Bu da, doğayı kavrayışımızda, başlı başına bir sıçrama oluşturuyor.)
vi) Enerji alış verişi olmadan, ‘bilgi’ olabiliyor ve iletilebiliyor. Etkileşme bilgisi ayrıca, ışık hızından çok daha hızlı iletilebilir, oluyor…“
Bu yazılanlar da maalesef fiziği doğru yansıtmıyor.
3. Kral çıplaktır
Herkes krala görünmez kıyafetinin üstünde olduğunu söyleyerek onu kandırmıştı. Kandırmalar her toplumda da olabilir. Ama orada toplum kralın çıplak olduğunu biliyordu; Diğer bir deyişle gerçekleri herkes biliyordu ve bu da gerçeğin süratle ortaya çıkmasına neden oldu. Gerçekleri gören toplumlarda gelişme engellenemez. Gelişmemiş ülkelerde ise toplum her tür masala inanır, kanmaktan hoşlanır ve çoğunluk da bu durumu destekler. Bu, toplum ve milletlerin mantalitesinden kaynaklanmaktadır. Gelişmeyi engelleyen mantaliteye sahip toplumlar, hızla gelişen dünya kültürüne (baskılı şekilde eğitimi, bilimi ve teknolojiyi kapsayan) değil, milli gelenek ve kültürlerine sıkı sıkıya sarılırlar. Böyle toplumlar ne kendilerini yönetenlerin, ne de çevrelerinde bulunanların çıplak kusurlarını ekseri göremezler ve sadece kendileriyle (özellikle iyi bilmedikleri geçmişleriyle) gurur duyarlar.
Günümüzde ekonomik gelişmenin yaklaşık % 75’i yeni bilim ve teknoloji üretimine bağlıdır. Yeraltı ve üstü kaynakların bu gelişmedeki payı ise %5 civarındadır. Bu nedenle de dünyadaki eğitimin, bilimin ve teknolojinin inkişafına yeterli katkıda bulunan ülkeler ekonomik alanda da çok iyi gelişmiştir. Gelişmiş ülkelerde önemli görevlere doğru uzmanlar getirilir ve çevrelerinde de fikir birliğinde olanlar değil, yine geniş ve derin eğitimli, bilim ve teknolojilere katkıda bulunanlar bulundurulur. Gelişmemiş ülkeler ise her tür bozguna yol açan ve gelişmeyi engelleyen, aşağıdaki sloganlarla yaşarlar:
– Liderler dışında yeri doldurulamayan birileri yoktur.
– Yüksek seviyede uzman olmak kolaydır, insan olmak zordur.
– Önemli görevlere getirilenler için uzmanlık değil, insanlık ve yöneticilik önemlidir.
Böyle sloganlar, toplumu kendi çıkarları için kullanan kişilerin çok işine yarar. Hatta böyle sloganlar solcu veya sağcı olmaktan bağımsız olarak, her tür kanunsuzluğa da yol açarlar.
Bizler de bir doğu toplumu olduğumuzdan, aynı Afrika ve Latin Amerika toplumları (ülkeleri) gibi gelişmiş eğitim, bilim ve yeni teknolojiler üretimini içermeyen kültürümüzle gurur duyarız. Böyle ortamda elde ettikleri bilimsel sonuçları ile yaşam seviyemizi ve tarzını değiştiren (bilimin bütün alanlarında, tarım, tıp ve teknoloji dahil) en büyük bilim adamlarına bile pek saygımız olmaz.