Mart ayının eğitimimiz açısından çok önemli adımların/yeniliklerin gerçekleştirildiği bir ay olması nedeniyle Eğitişim Dergisinin bu sayısında yazı yazma fırsatı bulmuş olmayı daha da anlamlı buluyorum. Öğretmenliğin bir meslek olarak tanınmasını sağlayan ve bir bakıma Eğitim Fakültelerinin temelini oluşturan Öğretmen Okullarının kuruluşu ve Atatürk Devrimlerinin en önemlilerinden biri olan Öğretim Birliği Yasasının kabulü Mart ayında gerçekleşmiştir. Reform niteliğindeki bu tarihi gelişmeler ülkemizin bir çok üniversitesinde farklı etkinliklerle hatırlanmış ve kutlanmıştır.
Ancak üzülerek ifade etmeliyim ki, 2009 Mart ayı sadece bu tür etkinliklerin yapıldığı bir ay olmadı. 2009 yılı, ünlü İngiliz Biyolog Charles Darwin’in 200. doğum yılı ve “Türlerin Kökeni” kitabını yayınlayışının ise 150. yılı olması nedeniyle bütün dünyada “Darwin Yılı” olarak ilan edildi. Bu bağlamda etkinlikler düzenlenerek hem Darwin anılmakta hem de yaptığı çalışmaların bilime katkıları anlatılmaktadır. Ancak bu konunun ülkemiz kamuoyunda gündeme geliş şekli çok farklı oldu. Son günlerde ülkemizde bilimsel anlamda Darwin’in “Türlerin Kökeni” eserinin veya daha yaygın olarak bilinen ismiyle Evrim Teorisinin tartışılması, daha doğrusu sansürlenmesi ve bu tartışmaların odağında ülkemizde bilimsel araştırmaları yürütmekle görevli Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’nun bulunuyor olması üzerinde çok ciddi olarak düşünülmesi gereken bir konudur. Bu yazının amacı Evrim Teorisinin içeriğini tartışmak değil, ülkemizde son yıllarda bilimin geldiği nokta üzerinde durmaktır.
Bilimin en temel özelliği, deney ve gözlemlerden sonuçlar çıkararak doğayı ve evreni anlamaya çalışmasıdır. Ancak bilimin öngördüklerini kabul etmek her zaman kolay olmamıştır. Bilim tarihine bakıldığında bilim adamlarının, deney ve gözlemleri sonucu elde ettikleri kanıtlara dayanarak ileri sürdükleri fikirler, yerleşmiş inanç hükümleri ile çeliştiğinde büyük zorluklarla karşılaştıkları ve bedel ödemek zorunda kaldıkları görülür. Özellikle ortaçağ batısında bunun bir çok örneğini görürüz. 17. yüz yılın başlarında Giordano Bruno ve Galileo Galilei gibi öncül bilim adamları engizisyon mahkemelerinde ileri sürdükleri fikirler ve yazdıklarından dolayı yargılanmış, hatta Bruno idam edilmiştir. 16. yüz yıla kadar bir çok alanda batıdan üstün olan Osmanlı İmparatorluğunda da bu yüzyılın sonlarından itibaren Ortaçağ Avrupa’sındaki bilim karşıtlığı etkisini göstermeye başlamıştır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Takiyuddin Efendi tarafından yaptırılan rasathanenin Saray İmamı ve Şeyhülislamın telkinleri sonucu 1580’de yıktırılmasıdır.
Ancak bu tür baskılar bilim adamlarını evren ve doğanın gizemlerini araştırmaktan, bulgularını paylaşmaktan, fikirlerini ileri sürmekten ve yazmaktan alı koyamayacak ve sonunda batıda bilim kilisenin tekelinden çıkacaktı. Aydınlanma ve Endüstri devrimleriyle bilimsel gelişmeler hızlanacak, bilimsel araştırmalardan elde edilen sonuçlar insanların hizmetine sunulacak ve böylece batıda insanların yaşam standartları yükselecek ve batı ülkeleri bilimsel ve teknolojik olarak diğer ülkelere üstünlük sağlayacaktı. Batı Aydınlanma ve Endüstri devrimlerini gerçekleştirerek bu olumsuzluklardan kurtulurken, Osmanlı İmparatorluğu bu devrimleri gerçekleştiremeyecek ve batının çok gerisinde kalacaktı.
Darwin 27 Aralık 1832’de, daha sonra “Türlerin Kökeni” eserini yazmasına alt yapı hazırlayacak ve 4 yıl 9 ay sürecek yolculuğuna çıktığı zaman, yani batıda evrim kuramının tartışılmaya başlandığı yıllarda, Osmanlı İmparatorluğunda durum pek iç açıcı değildi. Bilim ve teknolojiden yoksun olan Osmanlı İmparatorluğu bilim ve teknoloji ürünü olan savaş araçlarını geliştirmede batının gerisinde kalmış, savaşlarda yenilgiler almaya başlamıştır. Bu durum yeni arayışlara yol açmış ve Tanzimatla birlikte yönünü batıya çevirerek bilime yönelmenin yolları aranmaya başlanmıştır. Ancak bağnazlığın yüzyıllarca hüküm sürdüğü Osmanlı’da reform yapmak hiç de kolay olmayacaktır.
Bu dönemde Osmanlı’da eğitim Medreselerde ve imparatorluk bünyesinde bulunan yüzlerce misyoner okulunda veriliyordu. Ancak buralardan yetişen insanların pek fazla ortak noktaları bulunmuyordu ve bu durum çok ciddi sorunlara yol açıyordu. Aslında bu sorunların çözümünün Tehvid-i Tedrisat olduğu o zamanlardan biliniyor ve araştırılmaya başlanıyordu. Bu araştırmaların sonuçları rapor olarak dönemin padişahlarına sunulmuştur. Ancak bu çabalardan herhangi bir sonuç çıkmayacak ve İmparatorluk bilinen sonla karşı karşıya gelecekti.
1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyetinin öncelikli hedefi eğitim olacak ve başta Öğretim Birliği Yasası olmak üzere bir çok devrim gerçekleştirilecekti. Atatürk, Türkiye’yi bir bilim cumhuriyetine dönüştürmek istiyordu. Bu anlamda yapılan atılımlar Nazi yönetiminden kaçan Alman bilim insanlarının da ülkemizi tercih etmelerine yol açacaktı. Böylece eğitimle beraber her alanda büyük atılımlar birbirini izleyecekti. Büyük önder “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır”, diyerek kendisinden sonraki nesillerden akıl ve bilimi rehber edinerek toplumu çağdaş medeniyetlerin üzerine taşımalarını istemiştir. Acaba Büyük Önder’in bu sözleri ne kadar dikkate alınmıştır veya bugün ne kadar dikkate alınmaktadır?
Tarihinde böyle lidere sahip bir toplum olarak 2009 Mart ayında Darwin’in Evrim Kuramı çerçevesinde su yüzüne çıkan bilim karşıtlığını nasıl yorumlamalıyız? İçinde bulunduğumuz bilgi çağında bilimi reddederek çağdaş bir toplum olacağımızı ve dünyaya yön veren ülkelerden biri olabileceğimizi nasıl düşünebiliriz? Tarihten hiç mi ders almıyoruz?
Günümüzde bilgi ve teknoloji baş döndürücü bir hızla değişmektedir. Gelecekte gelişmiş ülkeler arasında yer almak istiyorsak, bilim ve teknoloji üreten bir toplum yani bilgi toplumu olmak zorundayız. Yoksa çok yakın bir gelecekte teknolojiyi ithal edemeyecek bir duruma bile gelebiliriz.
Bilim; özgür düşünen, sorgulayan, merak eden, tartışan, üreten özgür beyinler ister. O halde toplumu bilgi toplumuna dönüştürecek adımların hiç zaman kaybedilmeden atılması gerekmektedir. Bu dönüşüm sürecinde atılacak adımlar kuşkusuz devletimizin yönlendirmesiyle olacaktır. Dolayısıyla bu konuda devleti yönetenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Ancak bunun yolunun, bilime yön vermek üzere kurulmuş bir kurumun üzerine gölge düşürmek veya bu kurumu bilimsel amaçlarından saptırmak olmadığı çok açıktır. Müspet bilimlerin saygı görmediği toplumların çağdaş toplumlar arasına girme şanslarının olmadığı unutulmamalıdır. Böyle ülkelerin toplumları yönlendirilen toplumlar olmaktan ve gelişmiş toplumların sömürgeleri olmaktan kurtulamayacaklardır.