ÖNCESİ VE SONRASI İLE
CILAVUZ KÖY ENSTİTÜSÜ YAŞANTILARIM
-Gerçekler, ayrıntılarda gizlidir.-
Rasim BAKIRCIOĞLU
NELERİ, NİÇİN YAZIYORUM?
Yaşım, yüzyıllık zamanın son çeyreğine erişince, önemsediğim yaşantılarımı, onların evrende zerre bile olmadıklarını bilmeme karşın, zamanın acımasız değirmeninde un ufak olmasınlar, diye yazmaya başladım. İyi de ne işe yarayacak, bu yazacaklarım? Bunların bir işe yaraması mı, yoksa ölümümden sonra bunlar aracılığı ile anımsanma, anılma, unutulup gitmeme isteği mi saklıdır bu girişimimin altında? Yoksa yaşamak zorunda kaldığım acılarımın etkisini azaltma; kendi istencimle yaşadıklarımın da sevincini paylaşma isteği midir bunun nedeni?
Belki de uyguladığı etkin eğitim anlayışı ile çağının dünyasında yepyeni ve hiç sönmeyecek bir ışık oluşunu kanıtlayan köy enstitülerine borcu olanlardan birisi olarak o borcumu bir ölçüde ödeme isteği zorladı beni bunları yazmaya. Bunlardan hangisinin ya da hangilerinin beni zorladığını doğrusu tam olarak kestiremiyorum.
Nedeni hangisi olursa olsun, tartışma götürmeyen gerçek, benim onları yazma kararlılığımdır. İşte, dindiremediğim bu dürtü ile ciltler dolusu günlüklerimden ve bellediğimde canlandıkça not ettiklerimden okur karşısına çıkarmaya cesaret edebildiklerimi yazıya geçiriyorum. Onların bende yarattığı duygu, düşünce ve izlenimleri, yapıp ettiklerimi eğrisine doğrusuna, üzenine sevindirenine bakmaksızın, olduğu gibi yazmaya çalışıyorum. Çünkü yazdıklarımın, okurun hem yüreğine dokunmasını hem bilincini devindirmesini hem de yaşadığım çağın özelliklerine, eğitim uygulamalarına ve toplumsal-ruhsal yapısına bir ölçüde olsun, ışık tutmasını istiyorum.
Belli mi olur? Bir de bakmışsınız ki benim dönemimde yaşanmış olup da kimsenin dile getirmediği doğru düzgün bir yaşanmışlığı aydınlatıvermişim! Olamaz mı? Bu tür bir sonuç gerçekleşirse bu, geleceğin iğne ile kuyu kazan araştırmacılarının işine yarayabilir. Bir de tarihsel Atabek Yurdu içinde özel bir yer tuttuğunu bildiğim Artvin’in Aşağı Irmaklar köyünün, kökleri binlerce yıl gerilere uzanan yerel kültürüne, geleneksel çocuk yetiştirme biçimine dönük, dişe dokunur bir şeyler yazabilirsem o zaman, yeme de yanında yat!
Yazıya geçirdiğim anılarımın odağına, olanakları oldukça sınırlı bir köy çocuğuna aydınlık dünyanın kapılarını aralayan Cılavuz Köy Enstitüsü ve onun ardılı olan Kâzım Karabekir ilk Öğretmen Okulu ile öğretmenlik yıllarım yerleşiyor. Çünkü bende okul öncesinde var olup ilkokulda filizlenen öğrenme, bilme, bilinçlenme, yapıp etme isteğim, özellikle Cılavuz’da bana sağlanan olanaklarla güçlenmeye başladı.
Öğretmen olarak benim yalnızca çocukları değil; halkı da bilimin ışığı ile buluşturma, yurduma, ulusuma, giderek insanlığa hizmet etme, insanı insanca yaşama olanaklarına kavuşturma yolunda çaba gösterme bilincimi, özellikle Cılavuz oluşturdu. Bana bunları o kurum, yaşamın içinde bir başıma ya da arkadaşlarımla birlikte okuma, yazma, dinleme, anlama, anlatma, sorma, sorgulama, eleştirme, tartışma, sorun çözme ve yaratıcı çalışmalar yapma olanağını sağlayarak benimsetti. Orada yürütülen özgün, çağdaş üretici ve yaratıcı iş eğitimi, benim başka birçok değeri daha içselleştirip yaşamıma katmamı sağladı.
Köy enstitüsünün kimi temel amaçlarından yoksun bırakılmış olsa da onun ardılı olan İlk Öğretmen Okulunda “köy enstitüsü yaklaşımı”, bir süre daha tümüyle yok edilemedi. Gerek bu nedenle gerekse ilk öğretmen okulunun amaçları arasında da yer alan Cumhuriyetin kurucu değerleri doğrultusundaki öğrenme ve uygulamalarla bu kazanımlarımı burada da koruyup geliştirme olanağım oldu.
Sonuçta Cılavuz Köy Enstitüsü’nün üretici ve yaratıcı iş eğitimi; ardılı da koruduğu aydınlanmacı yaklaşımı ile bana sorun çözme, yaratıcı olma; çevreyi, doğayı, yurdu, ulusu, dünyayı, insanlığı, evreni sevme; yaşamı kendim için, insanlık için anlamlı, önemli ve değerli kılma erdemliliğini içselleştirme olanağını sağladı.
Ancak bireyin geleceğini, önemli ölçüde geçmişteki yaşantılarının belirlediği gerçeği, benim şu soruları yanıtladıktan sonra Cılavuz’u, öğretmenliğimi ve emeklilik dönemimi ele almamı gerekli kılıyor:
Acaba Cılavuz, doğal donanımımla uyumlu okuma, öğrenme, bilinçlenme isteğimi, aydınlanmacı öğretmenlik bilincimi, yurt ve ulus, dünya ve insanlık sevgimi güçlendirmemi sağlayan toplumsal donanımları, benim daha önce hangi etkenlerle oluşturmuş olduğum benliğimin üzerine yapılandırdı?
Bu soruyu da yanıtlamış olmak için Cılavuz öncesinde gelişimimi etkileyen yaşamların, kişilerin, yerlerin, olay ve olguların da bilinmesi gerekiyor. O nedenle yazmaya, içinde doğup büyüdüğüm Aşağı Irmaklar’ın konumunu, yeryüzü biçimlerini, iklimini, bitki örtüsünü, mevsimlerin her birinde yapılan işleri, sağladığı geliri, yerel kültür dokusunu, aile yapımızı, ilkokul öncesi ve ilkokul serüvenimi anlatarak başlıyorum.
O zaman okurlar, köy enstitülerinin, binlerce köy çocuğunu hangi çevrelerin, hangi elverişsiz koşulları içinden çekip alarak onlara köylerimizi, çağ dışı yaşamdan kurtarıp insan onuruna yaraşır bir düzeye çıkarma ülküsünü nasıl kazandırdığını daha iyi kavrayacaklardır. O zaman okurlarda, bu eşsiz kurumların yapıp ettiklerinden esinlenerek hâlâ insanca yaşama olanaklarından yoksun bırakılmış kesimlerin bu durumdan kurtarılması için de köy enstitülerinin benzeri aydınlanmacı, işlevsel eğitim kurumlarının yaratılmasının niçin zorunlu olduğu düşüncesi daha bir güç kazanacaktır.
Ana başlıklar sırasıyla şunlardan oluşuyor: Aşağı Irmaklar; Cami Mahallesi’nin Konumu, Yeryüzü Biçimleri, İklimi ve Bitki Örtüsü; Kuyat’ın Konumu, Yeryüzü Biçimleri, İklimi ve Bitki Örtüsü; Pınarlar (Conat) Mezrası ve Çevresinin Konumu, yeryüzü biçimleri, İklimi ve Bitki Örtüsü; Mevsimlerin Her Birinde Yapılan İşler ve Elde Edilen Gelir; Aşağı Irmaklar’ın Yerel Kültür Dokusu; Aile Yapımız; İlkokul Öncesi Yaşantılarımdan Anımsadıklarım; İlkokul Serüvenim; Kars Cılavuz Köy Enstitüsünde Geçen Üç Yılımın Öyküsü; Kâzım Karabekir İlköğretmen Okulunda Öğretmenliğe Hazırlanış Yıllarım; Tosunlu ve Aşağı Irmaklar Köyünde İlkokul Öğretmenliğim ve Başöğretmenliğim; İstanbul Eğitim Enstitüsü Eğitim (Pedagoji) ve Türkçe Bölümünde Öğrenciliğim; Çorum İlköğretmen Okulu Meslek Dersleri Öğretmenliğm, Müdür Yardımcılığım ve Eğitim Şefliğim; Erzurum Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü Meslek Dersleri Öğretmenliğim; Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü; Gazi Eğitim Fakültesi Öğretmenliklerim ve Müdür Yardımcılığım; Ankara Üniversitesi Eğitim fakültesi Psikoloji Bölümünde Eğitimde Psikolojik Hizmetler Yüksek Lisans Öğrenciliğim; MEB Yayımlar Genel Müdür Başyardımcılığım; KKTC’de Eğitimsel Oluşum (Pedagojik Formasyon) Öğretmenliğim; Yeniden Gazi Eğitime Dönüşüm; Anadolu Üniversitesinde Rehberlik ve Psikolojik Danışma Öğretmenliğim; Ankara Mamak Lisesi Felsefe Grubu Öğretmenliğim; Emeklilikteki Uğraşlarım; Sonsöz; Esinlendiğim Kaynaklar
AŞAĞI IRMAKLAR
İçinde doğup büyüdüğüm, daha sonra altı yıl öğretmenlik ve başöğretmenlik yaptığım Aşağı Irmaklar, 1960’lı yıllara dek Artvin’in Ardanuç ilçesine bağlı kırk sekiz köyün en büyük ve en görkemlisi olarak çok canlı, dirik (dinamik) bir toplumsal yaşam sürdürüyor. Oldukça değişik yeryüzü biçimleri, çok geniş ve zorluklarla dolu yaşam alanları, çeşitli ve eşsiz bitki örtüsü, değişik yerlerinde ayrı iklim özellikleri, toplumsal-ekonomik yapısı ve yerel kültürel dokusu le Artvin’in öbür yerleşim alanlarına benzemeyen bir görünüm sergiliyor. Bu köy, bütün bu özellikleriyle benim birçok toplumsal donanımımın temel belirleyicilerinden biridir.
Ne ki tüm olanaksızlıklarına karşın şaşılası çalışkanlıkla, onca olanaksızlıkları yokmuşçasına güçlü bir istekle sürdürdüğü o yaşam biçimini bilinen nedenlerle bizim köy de sonlandırmış bulunuyor. O coğrafya, yeniden, daha bilinçli bir yaşama kucak açmayı bekliyor.
Durum böyle de olsa, yakından tanığı olduğum ve benim yaşamımın önemli bir parçası olan o yöreyi ve orada 1960’lı yıllara dek sürdürülen söz konusu canlı, diri, görkemli yaşamı, sınırlı bir ölçüde de olsa, yazıya geçirme zorunluluğunu duyuyorum
“Aşağı Irmaklar” Adı Nereden Geliyor?
“Samıskar” olarak söylenen Aşağı Irmaklar’ın eski adının Gürcüce doğru söylenişi, “üç su” anlamındaki “Sami Sıkali” imiş. Atabek Yurdu insanları gibi bizim köyü de Türk yurdu durumuna getiren atalarımız, Ahıska’dan buraya göçerek Gürcülerden sonra burada kendi yerel kültürlerini egemen kılıyorlar. Yaşam alanı yaptıkları bu yerlerin ve kimi kullanım araçlarının adlarının Gürcüce olmasından da anlaşıldığı gibi bir süre Gürcülerle birlikte yaşıyorlar. Daha sonra Gürcü nüfus, büyük çoğunluğuyla çekiliyor buralardan. Artvin’in yalnızca Şavşat’ın Meydancık bucağında, Murgul’da ve Borçka’nın Macahel yöresinde kalıyor. Onlar da Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak Türk kültürüyle bütünleşiyorlar.
Köyümüzün orta yerinden, o yana bu yana kıvrılarak akıp giden; yıl içinde kimi zaman deli dolu, çoğu kez de dingin akan bir akarsu var. Köyümüz, anlaşılacağı gibi adını bu akarsudan alıyor. Üç Irmaklar Deresi olarak da anılan bu suyun ilk çıkış yeri, köyümüzün güneyinde ve hayli uzağındaki, yüksekliği 3054 metre olup çevresini kuşbakışı gözlemleyen görkemli Çadır Dağı’nın (Kürdevan’ın) etekleridir. Bu tertemiz, dupduru sular bizim köye ulaşıncaya dek başka sularla da besleniyorlar. Üç köyün sınırını aştıktan sonra, bizim köyün doğusuna yakın bir yerde yüzünü batıya çevirerek köyü iki büyük mahalleye bölen bu dere, ileride başka suların da karışmasıyla çoğalmayı sürdürüyor.
Yaz aylarında derenin oldukça azalan suyu, iki nedenle çevresinde yıkımlara yol açıyor: Bir, nisan ayında karlar erimeye başladığında, bir de yaz ortalarında bardaktan boşanırcasına yağmur, dolu yağdığında. O zamanlar dere, biçime hazırlanmakta olan tarlaların ekinini yere yatırma da içinde, birçok zarara yol açıyor. Dik yamaçlı vadilerde oluşan seller, önüne çıkan taşı toprağı, dalı budağı ile ağaçları dereye sürüklüyor. Bunların kimisi deredeki çukurlara gömülerek üzerleri taşla, toprakla örtülüyor, kimisi de bir süre daha sürüklendikten sonra kıyılara savruluyor.
Bizim köyden sonra bu dere, bağlar bahçeler, sarp kayalıklar arasından geçip giderken irili ufaklı birçok su ile daha birleşince çaya; daha sonra da coşkun, deli dolu akan Çoruh Irmağı’na dönüşüyor. Çoruh ırmağı da bir süre sonra yurt sınırımızdan çıkarak Gürcistan topraklarına giriyor ve orada, Kara Deniz’e dökülüyor.
CAMİ MAHALLESİ’NİN KONUMU, YERYÜZÜ BİÇİMLERİ, İKİMİ VE BİTKİ ÖRTÜSÜ
Köyümüzü iki büyük mahalleye ayıran derenin kuzey yakasında Cami Mahallesi; güneyinde de Kuyat yer alıyor. Her iki mahalledeki ev topluluklarının tama yakını tarlalarla çevrilidir. İki mahallede de büyük birer ev topluluğu vardır. Öbürleri, daha az sayıda evden oluşuyor. Her ev topluluğu, ara yollarla birbirine ve ana yola bağlanıyor.
Her evi çevreleyen bahçelerde elma, armut, kiraz, dut, erik, kimisinde de ulu ceviz ağaçları bulunuyor. Ceviz ağaçlarının serin gölgeleri, yaz sıcaklarında, en çok aranan oturma ve dinlenme yerlerini oluşturuyor. Bahçelerin bir köşesinde de soğan, sarımsak, biber, domates, salatalık, marul gibi sebzeler yetiştiriliyor.
Bahçeler, birkaç mezarlık ve ana yol kenarlarında bulunan küçük ortak alanlar dışındaki yerler, Cami Mahallesi’nde buğday tarlası; Kuyat’ta da buğday ve mısır tarlasıdır. Kuyat’ta, az sayıda çayır da vardır. Köyümüzde yetişen buğday ve mısırlar, üstün nitelikli ve çok lezzetlidir.
Cami Mahallesi’nin En Kalabalık Ev Topluluğu
Cami Mahallesi’nde en kalabalık ev topluluğunu alt kesimde yer alan caminin arkasından yukarıya, kuzeye doğru ta Çakıllar (Norgiyal), Hisarlı (Petoban) ve daha uzaktaki Bağlıca (Çidil) köyüne dek uzanan yolun sağında ve solundaki evler ile caminin güney ve batısındaki evler oluşturuyor
Cami Mahallesi, kuzeye doğru ağır ağır yükselerek gerilerde, tarlaların bitiminde son buluyor. Mahallenin üst yanını tarlaların bitiminde boydan boya bir yamaç kaplıyor. Bu yamaç, Kilisenin Tepesi diye adlandırılan yerden Doğuya ve batıya doğru uzanan tepelerde bitiyor. Kilisenin Tepesi, adını bir zamanlar, sapasağlam duvarlarıyla ayakta duran kiliseden almış bulunuyor. (Bu kilisenin ve Kuyat’ta bir yere daha “Kilisenin Yanı” adını veren yapının sapasağlam duvarlarıyla dimdik ayakta olduğunu görenlerden biri de benim. Ne yazık ki birçok tarihsel kalıntı gibi bunların duvar taşları da bilinçsiz ellerce gün gün, bin bir güçlükle sökülerek yok edildi.)
Arkadaki tepeler batıda, köyü kuzeydeki köylere bağlayan yola yaklaştığında alçalarak yerini ormana ve yeşil alanlarla kaplı düzlüklere bırakıyor. Tepelerin köye bakan yamacında yer alan vadi tabanlarını daha sık ve gür; yan yüzlerini ise yaz aylarında ayakta kalma savaşımı veren seyrek meşe, karaağaç, fındık, çam ve ardıç ağaçları; yer yer de taş, kaya ve gevenler örtüyor. Yamaç, Hafızgil’in üst yanına düşen Kilisenin Tepesi’nin altından da bir süre doğuya doğru ilerledikten sonra yüksekliğini tümüyle yitiriyor.
En kalabalık ev topluluğundan Saitgil, Yusuf Pehlivangil, Efendigil (annemin doğup büyüdüğü akraba topluluğu) caminin güneyinde, alt yanında; Seğmengil; Yusuf Pehlivangil, Lelagil (aslı Lalegil mi?), Efendigil’den Molla Rızagil de batısında bulunuyor. Kapısı doğuya bakan caminin arkasından yukarıya, kuzeye doğru uzanan yolun doğusu boyunca Muhtargil, Nazargil, Hamitgil; az yukarıda ve yolun batısında Çavuş Hasangil (Çavsangil) oturuyor. Cami Kapısı diye adlandırılan alanın doğu sınırından yukarıya doğru giden yolun sağında solunda ise Pataragil, Bilalgil, Otigil, Osman Hocagil; onların doğusunda da Tosigil, İmamgil, Mollagil ve Azizağagil bulunuyor.
1928’de Cami Mahallesinde İlkokul Açılıyor
1921-1922 Ders Yılı’nda, köyde eski yazı ile öğretim yapmak üzere açılan okul, o ders yılı sonunda kapanıyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan beş yıl sonra, 1928’de Harf Devrimi’nin gerçekleştirilmesiyle on üç köyün merkezindeki köyümüzde, o köylerin çocuklarının da okuması için ilkokul açılıyor. Bu okul, en kalabalık ev topluluğunun içinde kuzey-güney yönünde ilerleyen yolun Nazargil’e yakın bir yerinde ve batısında yapılan okul binasında eğitim öğretime başlıyor. Ak badanası ve büyüklüğü ile göz dolduran, benim de dört yıl okuduğum bu okulla Cumhuriyeti’n kurucu değerleri, Atatürk’ün aydınlanmacı devrimleri, Türkiye’nin doğu ucuna dek ulaştırılmaya başlıyor
Okulun, ikisi güneyde, biri batıdaki başöğretmen odasının bitişiğinde olmak üzere üç büyük dersliği bulunuyor. Dersliklerin ve başöğretmen odasının kapısı, uzun salona açılıyor. Salona, ortasından kuzeye bakan kapıdan giriliyor. Altta, bir de basık tavanlı kocaman bir odunluk vardır.
Okulda görev yapan ilk öğretmenlerin köyde bıraktıkları olumlu izlenim, benim kuşağımın ve benden sonraki kuşağın kulaklarına dek ulaşmıştır.
Bağ
Cami Mahallesinin ve ilkokulun batısına doğru uzayıp giden buğday tarlaları, kuzeyde Çakıllar köyü ile; batıda da Cevizli Köyünün (Anagert’in) sınırında son buluyor. Bu tarlalar, güneyde, ta aşağılarda, batıdan doğuya doğru uzanan, metrelerce yükseklikteki tek parça, dik bir kayanın üst kısmına dek inerken, caminin güneyindeki ev topluluklarının altından da Berambarlar deresinin aşağılardaki kıyısına dek uzanıyor.
Bu tek parça heybetli dik kayanın tabanından güneye doğru çok hafif bir eğimle aşağıdaki dereye varan geniş düzlük, köyün Bağ’ıdır. Burada en çok Cami Mahallelilerin yerleri vardır. Kolay bir girişi olmayan Bağ’a, üst yanında, batıdan doğuya doğru uzanan ve Cami Kapısı’ndan tarlalar arasındaki patika yoldan ilerlenerek varılan yerde alçalan o tek parça kayanın üst yanının toprağa yaklaşan bir yerinden Kibe adlı beş altı basamaklı taş merdivenle iniliyor. Bir de bu girişin biraz aşağısındaki su arkının geçtiği yerden bin bir zorlukla geçilebiliyor.
Kuzey-güney uzunluğu iki kilometre; doğu-batı uzunluğu da üç-dört kilometre kadar olan bu özel yerde yetişmeyen bitki, sebze ve meyve yoktur. Burada üzümünden incirine, hurmasına, elmasından armudundan cevizine, dutundan, eriğinden, narından, kızılcığından kayısısına ve şeftalisine dek her türlü meyve ve sebzenin en iyisi yetişiyor. Suyu, doğuda bir yerde, dereden toprak arkla getiriliyor. O arkı, her bahar, derenin coşkun suları alıp götürdüğü için ark, her yıl, bin bir zorlukla yeniden açılıyor.
Özellikle kolayca girilip çıkılacak bir yolunun olmaması nedeniyle bu verimli topraktan, ne yazık ki gerektiği gibi yararlanılamıyor. Aramakla bulunamayacak denli verimli olan bu yerdeki birçok ağaç, susuzluk yüzünden kuruyup gitmiş ya da kurumaya yüz tutmuştur. Bağ, her yıl mayıs başlarında görülmeye değer yeşil örtüsü, göz alıcı türlü çiçekleri ve canlılığını korumayı başaran ağaçlarıyla yaşamını sürdürmek için var gücüyle direniyor. Burada, can çekiştiren ağaçlar bile, bir yıl önceki kavurucu yaz sıcaklarını unutarak her bahar, büyük bir istekle yeniden sürgün verme ve çiçeklenme çabası gösteriyor.
Tuval
En kalabalık ev topluluğunun üst başında topraktan fışkıran Tuval adlı su, caminin arkasındaki son çeşmeye dek biri başta, biri de orta yerde, Otigil’in evlerinin yakınında olmak üzere üç yerde evlere içme suyu veriyor. Bu sudan, yettiği ölçüde bahçelerin ve bostanların sulanmasında da yararlanılabiliyor. Öbür ev topluluklarının bulunduğu yerlerde de onlara yetecek kadar içme suları vardır.
Cami Mahallesi’ndeki Beş Küçük Ev Topluluğu
Bu mahallede bulunan beş küçük ev topluluğundan biri, büyük topluluğun doğusundaki tarlaların bitiminde, derenin doğu yakasında, tarlaların ortasında yer alıyor. Bu toplulukta Vedigil ve Hafızgil’in; onun kuzey doğusunda uzanan tarlaların bitiminde Muhtargil, Yeniçerigil, Mevlitgil ve Vedigil’in; bu topluluğun kuzey doğusunda da Çalmangil’in evleri vardır. Babamın ilk görkemli evi de Vedigil ve Hafızgil ile onların doğusundaki ev topluluğunun arasında bulunan tarlasının doğu ucunda yer alıyormuş.
Caminin arkasında, Muhtargil’in evinin önündeki, annemin de yattığı Efendigil’inki de içinde olmak üzere bir mezarlık bulunuyor. Bu mezarlığın doğusunda, Pataragil’den inen yol, caminin önündeki alanın alt yanından, güneydeki Yusuf Pehlivangil’in evinin kuzeyinden doğuya doğru ilerleyen yolla birleştikten sonra doğuya doğru Berambarlar Deresi’ne uzanıyor. Bu yolun altı, boydan boya; üst yanı da yarıya dek mezarlık, devamı da tarladır.
Bu yol, Berambarlar Deresi’ni geçip güneye döndüğünde, biraz ileriden başlayan tarlalara dek bir mezarlığı daha üst yanında bırakarak ilerliyor ve Kâhyagil’i alt yanında bırakarak yeniden doğuya yöneliyor. Bir süre ilerleyip vardığı dereyi geçince güneye dönüp Çançahet’e ulaşıyor. Çançahet yokuşunun dibinde ikiye ayrılan yolun sağa sapan kolu, Kuyat’a gidiyor. Sola sapan kolu ise, Çançahet yokuşunu tırmandıktan sonra Pozit’in Sırtı’nın önünde, Kösegil’le Yamakgil’i yolun alt yanında bırakarak bir süre tarlalar arasından doğuya doğru ilerliyor. Sonra Kirkit’in kıraç yamacında güney doğuya yönelip ilerlemeyi sürdürüyor.
Kirkit’te İlerleyen Ana Yolun Geçtiği Yerler
Güney doğuya yönelip ilerleyen Kirkit yolu, aşağıda, dere kenarındaki değirmenlere inen yolun başında, doğuya dönüyor. Bir süre sonra önüne çıkan dereyi geçince yeniden güneye yönelip Köprü Başı’na varıyor.
Dere kenarındaki değirmenlere inen yol, üçüncü değirmende son buluyor. Bu değirmenin yakınında birkaç kişinin bostanı vardır. Bağın iklimini andıran bu yerdeki bostanlarda çok güzel soğan, sarımsak, domates, salatalık yetişmektedir. Burada birkaç da ulu ceviz ağacı bulunmaktadır. Derenin karşı kıyısı boyunca ise çok sayıda meyve ağacı, salkım söğüt ve ceviz ağacı yer alıyor.
Köprü Başı’na varan ana yoldan, köprüye varmadan sola sapan keçi yolu, az ileride kuzeyden gelen dereyi geçince dik, uzun, killi yamacı tırmandıktan sonra tarlaların arasından, güney doğudaki Ayvazgil’e ulaşıyor.
Ayvazgil’e giden bu yolun üst, kuzeydoğu yanındaki tarlaların bitiminden başlayan geniş kıraç alanda, bir süre inişli yokuşlu, alçaklı yüksekli yerler, sırtlar, vadiler, hayli aşınmış kayalar, kıraç topraklar, tepesi aşınmış kocaman bir silindire benzeyen ve öğle sıcağında serin ve derin bir gölge oluşturan Obolo Kaya bulunuyor.
Buradaki bitki örtüsünü ise karaağaçlar, meşe (pelit), fındık ağaçları ve çalı türü başka bitkiler oluşturuyor. Bu alan, Kilisenin Tepesi’nin doğuya uzanan sırtlarının güney ve kuzey yamaçlarına varıyor. Buralarda, yazın oldukça cılız akan pınarlar, geçtikleri yerlerdeki bitkilere can vermenin yanı sıra, hayvan otlatan çocuklar ve sonbaharda hayvanları için kış yiyeceği olarak meşenin yeşil dallarını neker olarak kesenlerin de su gereksinimini gideriyor.
Kirkit Yolu Benzersiz Güzellikte Bir Yere Varıyor
Cami Mahallesi’nden gelip Kirkit’i geride bırakarak köprüye varan, köyün bu en işlek ana yolu Köprü Başı’nda, batıya yönelerek köyü iki mahalleye ayıran derenin üzerindeki köprüyü geçip Kuyat sınırına giriş yaptıktan sonra birkaç kıvrımlı yokuşu tırmanıyor. Yokuşun üst başından tarlalar arasında yukarıya, güneye doğru bir süre ilerleyince sağa, Kuyat’ın kalabalık ev topluluğuna yol vererek kuzeye doğru ilerleyip Sasopa’ya çıkıyor. Orada yolun sağında ve solundaki Gökgilgil’den sağındaki Efendigil’den ve Kâhyagil’den oluşan dört evi geride bırakıp eski adı Ahırlar olan Yeni Mahalle’ye varıyor.
Cami Mahallesi’nden buraya ulaşan ana yol, burada aynı yönde ilerlerken bir de sol ve sağ kola ayrılıyor.
Aynı yönde ilerleyen yol, sağında sırasıyla Vedigil, Hafızgil ve Mollagil’den; solunda da gür akan suyun yakınında Hamitgil ve Mollagil’den birer haneyi aşıp tarlalar arasından geçerek ileride, güney doğuda uzun, kiili Merenetula Yokuşunu tırmanıyor. Sonra, eşsiz güzellikteki Demkrel çayırlarına varıyor. Buradaki çayırlarda özellikle mayıs ayında, birçoğu literatüre geçmemiş çeşitli çiçeklerin göz kamaştırıcı renk cümbüşü gözlemleniyor. Güney batısı Yolağzı köyünün Demircigil Mahallesi’nin altındaki yamacı saran köknar ormanının altından başlayan bu çayırlar, güney doğuya doğru ilerleyen yolun kuzey doğusunda, aşağıdaki Ustalar köyüne dek yayılıyor. Çayırların ortasından geçip Yaylacık köyünün altından Aşağı Dağ’a; oradan da Yukarı Dağ’a (Bilbilan’a) ulaşan yolun iki yanını, Yaylacık geçilene dek gür beyaz yaban gülleri ve fındık ağaçları donatıyor.
Bu yolun Yeni Mahalle’de (Ahırlar’da) sola, kuzeye sapan kolu, İmamgil’i solunda bırakıp tarlalar arasından aşağıda, dereye varıyor. Dereyi geçince sağdan Yukarı Irmak’a; Ustalar’a; soldan da kuzey doğuya düşen Ayvazgil’in yamaca tırmanıyor. Yamacın sağında, solunda konuşlanmış olan beş evin arasından yukarıya doğru çıkıyorç.
Yeni Mahalle’de yolun sağa sapan kolu ise güney yönünde ilerlerken sağda Otigil, Ayvazgil; Vedigil ve Yamakgil’i; biraz ileride ve solda da Efendigil’den Molla Rızagil’i geçip Kilisenin Yanı’na çıkıyor. Bir zamanlar, burada da Kilisenin Tepesi’ndekinin benzeri bir kilise bulunduğu için buraya Kilisenin Yanı deniyor.
Kilisenin Yanı’nda, yolun bir kolu güney batıya yönelip Hanın Yanı’na inerek Kuyat’tan gelen ve Pınarlar’a doğru ilerleyen yolu geçip ileride Kirazlar’ın Tepesi’nde sola, sağa sapıyor. Sola sapan, Gobihosa ormanını (Cevizli köyünün Mağara Bayırı Ormanı’nı); sağa sapan da Cevizli (Anagert) ve İncirli (Anç) köylerini geçip Tütünlü (Bice) mezrasında soldan ilerleyen yolla birleşiyor. Oradan Tütünlü köyüne iniyor, batıdan gelip doğuya doğru ilerlerken Artvin’i Ardahan’a bağlayan yolu aştıktan sonra da Ardanuç’a ulaşıyor.
Kilisenin Yanı’nda yolun güneye yönelen ikinci kolu, biraz ileride yine ikiye ayrılıyor. Biri güney batıdan tarlalar arasından geçerek Pınarlar Mezrası’na çıkıyor. İkincisi, soldan doğu yönünde yine tarlalar arasında biraz ilerledikten sonra yine sağa ve sola ayrılıyor. Sağa, güney doğuya sapan yol, ormana girmeden, Şirinagil ve Kösegil’in mezrasını solda bırakıp ormanın içinden Yolağzı köyüne ulaşıyor. Sola, doğuya sapan yol ise soldan Yukarı Irmak’a (Kariboğullar’a (aslı Garipoğulları mı?), Ustalar’a, Kapı köyüne (Karsniya’ya) ve Aşağı Dağ’a gidiyor, sağdan da Merenetula’nın altında, Demkrel’e çıkan yolla birleşiyor.
KUYAT’IN KONUMU, YERYÜZÜ BİÇİMLERİ, İKLİMİ VE BİTKİ ÖRTÜSÜ
Cami mahallesinden gelip Çançahet yokuşunun altında ikiye ayrılan ana yolun sağa, güneye sapan kolu, babamın da yatmakta olduğu mezarlığın doğusundan geçtikten sonra güney doğuya yöneliyor ve biraz sonra, köyü iki mahalleye ayıran dereye iniyor. Dereyi geçince Kuyat’ın en büyük topluluğunu oluşturan kesiminde güney batı yönünde ilerliyor. İlerlerken Vedigil’i solda, Kındırogil’i, Bedelgil’i de sağda bıraktıktan sonra ikiye ayrılıyor. Sağa, güneye sapan hayli dik yol, Abdulagil, Kadıgil ve Bedelgil’i sağında bırakıp Hüdagiller’e çıkıyor. Bu dik yolun batısında ve doğusunda da tarlalar yer alıyor.
Sola, güneydoğuya sapan yol ise Kuyat’ın en kalabalık topluluğunu oluşturan evlerin arasından geçerken içi batıya bakan geniş bir yarım daire çizerek ilerleyip Omargil, Bertalıgil, Hacogil, Şirinagil, Saponagil, Kavazgil (aslı Kavasgil mi?) ve Bozogil’i solunda; Torungil’i ve mezarlığı da sağında, daha yukarıda Kındırogil ve Bilalgil’i solunda, Hüdagiller’in iki hanesini de sağında bıraktıktan sonra aşağıdan, sağdan dik olarak çıkan yolla birleşiyor. Bu birleşme noktasında, dik yokuştan buraya çıkıp üçüncü Hüdagil hanesini sağına alan bu yol, güneye doğru ilerliyor. 1955‘lerde eğitim öğretime başlayan yeni okulu az ileride sağında, batısında; eski mezarlığı da solunda, doğusunda bırakıp biraz sonra sağda, batıdaki tarlaların bitiminde kuzey-güney yönünde sıralanan Cedligil, Bayraktargil ve Kamburgil’den gelen yolla birleşiyor. Bu birleşim yerinde, bir kol güneye doğru ilerlemeyi sürdürürken, bir kol da güney batıya yöneliyor.
Kuyat’ın aşağılarından gelen dik yollun bitiminden başlayıp soldan gelen yolla birleştiği kavşaktaki ev topluluğunun batısına doğru uzanan tarlaların bitimindeki Çedligil, Bayraktargil ve Kamburgil’den oluşan ev topluluğu içinde, Bayraktargil’in Servet Bayrak’ın evinin altında bir dükkânı var. Bu dükkân, köy halkının pılı pırtı ve başka gereksinimlerini karşılayan, köyün ilk dükkânıdır. Bu topluluğun batısında da tarlalar bulunuyor.
Yeni okul, bu ev topluluğunun ortasından geçtikten sonra solda kalan Hüdahil’in Yusuf Irmak’ın, evinin doğusundaki tarlasının, bağışladığı yarısı üzerine yapılmıştır.
Büyük ev topluluğunun dik ve daha az eğimli yamaçtan çıkıp yukarıda birleşen ve okulun biraz ilerisinde ikiye ayrılan yolun güneye doğru ilerleyen kolu, Zekeriya Amcagil’i ve dükkânlarını sağda bırakıp tarlaların arasından Hanın Yanı’na varıyor.
Bu yol, doğudan, Kilisenin Yanı’ndan gelip Han’ın Yanı’nda batıya doğru ilerlemeyi sürdüren yolu ve Hanın arkasındaki çayırı aştıktan sonra Kındırogil, Hafızgil, Kâhyagil ve Mollagil’in, biraz uzakta da Kokrigil’in doğu yanından Ciknala’ya ve onun güney batısına düşen Pınarlar Mezrası’na çıkarken yer yüzü hafir hafif yükselişe geçiyor. Ciknala ve Pınarlar ile yukarıda, doğuya ve batıya doğru uzanan kayalık tepelerin arasında kalan geniş yamacı, baştan başa orman kaplıyor. İçinde yer yer kaynak suları ve açık alanlar bulunan bu ormanın orta kısmında, Ciknala ile Pınarlar’ın arasına düşen yerinde bir zamanlar manganez çıkarılmıştır.
Hanın Yanı’ndan batıya yönelen yol da biraz ileride, Kiraz’ın Sırtı’nda yeni okulun arkasından güney batıya doğru ilerleyen yolla birleştikten sonra az ileride ikiye ayrılıp soldaki Cevizli köyü Mağara Bayırı Ormanı’nın, Gobihosa Ormanının içinden; öbürünün, sağdakinin de Cevizli ve İncirli’den geçerek Tütünlü Mezrası’nda buluşuyor.
Kuyat’tın yamaçtaki en kalabalık ev topluluğunun doğusunda ve güney doğusunda düzlük sayılabilecek bir yapıda ilerleyen tarlalar, doğuda dereye yaklaşırken hafif bir eğim gösteriyor.
Kuyat’taki tarlaların tümseklerinin (tumplarının) pek çoğunda yaban gülleri, ceviz, kiraz, elma, armut ve kızılcık ağaçları bulunuyor. Armut ağaçlarına, kimi tarlaların ortalarında da rastlanıyor
Abanatuval Kaynak Suyu
Bu kaynak suyu, Aşağı Irmaklar’ın ve Yukarı Irmak’ın güney doğusunda, iki köyün de dışında, bizim köye ait tarla ve çayırların başladığı yerde, ormanlık dik yamacın dibinden, insanı büyüleyen sesler çıkararak yeryüzüne ulaşıyor. Bu su, bir başına bir köy değirmenini çevirebilecek güçte, dupduru, tertemiz bir yaşam kaynağıdır. İki köyden de uzak olması nedeniyle içme suyu olarak kullanılamıyor. 1956 yılına dek bu suyun yalnızca bir kısmı ile çevresindeki çok sınırlı araziler sulanabiliyor, büyük kısmı, biraz aşağıdaki Üç Irmaklar deresine karışıyordu.
Bizim köyde doğup büyümüş ve Ardanuç’ta Milli Eğitim Müdürü; o zamanki adıyla Maarif Memuru olarak çalışmakta olan Osman Ünsal’ın girişimiyle bu su, özellikle yaz aylarında sulama suyu kıtlığı çeken Kuyat ve Yukarı Irmak için 1956 yılında sulama suyu durumuna getiriliyor. Osman Ünsal, hem iki köyün muhtar ve ihtiyar kurullarıyla hem köy halklarıyla görüşerek bu konuda Ardanuç Kaymakamlığına başvurulmasını sağlıyor.
Zamanın Ardanuç Kaymakamı Mustafa Öner hem Aşağı Irmakların bir çocuğu hem de İlçe Yönetim Kurulu üyelerinden birisi olan Osman Ünsal’ın bu konudaki görüşünü soruyor ve bu işin planlanış biçimini öğreniyor. Bunun üzerine Kaymakam, kalabalık bir ilçe Yönetim Kurulu üyesi ile birlikte Abanatuval suyunu ve açılması istenen su kanalının geçiş yerlerini görmek üzere Aşağı Irmaklar’a gidiyor. Sonuçta İlçe Yönetim Kurulu’nun oluru ile kısa bir süre içinde, kanalın altındaki on binlerce hektarlık çayır, mısır tarlası, bostan, bağ-bahçe, halkın düzenlediği büyük bir şenlikle Abanatuval suyuna kavuşturuluyor.
PINARLAR (CONAT) MEZRASI VE ÇEVRESİNİN KONUMU,
YERYÜZÜ BİÇİMLERİ, İKLİMİ VE BİTKİ ÖRTÜSÜ
Pınarlar (Conat) mezrası, Kuyat’ın güneyinde, üç yanı, yankı yapan yüksek kayalarla çevrili, essiz güzellikleri barındıran derin bir tepsi görünümünde bir vadide yer alıyor. Aşağıda, kuzeyindeki dar boğaz, Pınarlar’ın köye iniş kapısı gibidir. Yuva sıcaklığında, on beş yirmi bin dekarlık bu eşsiz köşenin kimi yerinde küçük düzlükler; kimi yerinde de eğimli orman, çayır, tarla, otlak, kır ve kıraç alanlar bulunuyor.
Pınarlar’ın üst güney yanı Uzun Çayır’ın taşları; batısı Sakılde, Şaşaverdane taşları ve Cevizli köyünün Mağara Bayırı Ormanı; doğusu Yolağzı köyünün yüksek taşları, Dağniyetur ve Su Kürünleri Ormanı; kuzeyi ise gittikçe daralıp bir boğaz biçiminde köyün üst yanına inen tarla ve çayırlarla çevrilidir.
Pınarlar, Kuyat’ın hemen üst yanındaki Kohoze Panta ile başlayıp hafif yokuşlarla sürerek Uzun Çayır’ın Taşları ile Kaslakav sırtlarında son buluyor. Kohoze Panta, Pınarlar’a gidenleri serin gölgesinde dinlendiren, herkesin bildiği bir simge gibidir. Anadolu’da ahlat diye anılan panta, Pınarlar’ın belirleyici yabanıl meyvedir. Pantaya orman içlerinde, çayır kenarlarında, meralarda da rastlanıyor. Çok sert ve gevrek olan panta ağacı, tahta kaşık ve tahta kepçe gibi kullanım eşyasının yapımına çok elverişlidir.
Kuyat’ın üst yanından başlayan, küçük bir yeryüzü cenneti özelliğindeki Pınarlar, doğuda, ormanın alt yanını oluşturan Ciknala Sırtları’na dek uzanıyor. Dupduru, tertemiz, gür kaynak suları, yeşilin ve çiçeğin her tonunu yansıtan çayırları var, Pınarlar’ın. Kaynak suları, Pınarlar deresinde toplanarak köyün Abanatuval suyuna kavuşması öncesinde Kuyat’ın başlıca sulama suyunu oluşturuyordu. Özellikle bahar aylarında, türlü cins ve renkteki kuş cıvıltılarına karışan ak gövdeli meşe kavaklarının yaprak sesleri, doğal bir orkestrayı andırıyor.
Pınarlar Mezrası’nın çevresini genç çam ve sakız veren köknarlardan oluşan orman kuşatıyor. Bu ormanın içinde az sayıda, titrek yapraklı meşe kavaklarına, akrilere ve Şuvathe eteklerinde ladine de rastlanıyor. Çam ve köknarların genç oluş nedeni, yıllarca süren kırıntı kesme ve açma açmanın sürmesidir. Yirminci Yüzyıl’ın başlarında çok daha sık olan bu ormanlar, 1920-1950 arasında kırıntı kesme yüzünden yıkıma uğramışsa da her yıl, kendi yetiştirdiği fidanlarla varlığını korumayı başarıyor.
Pınarlar’da toprağı olan hemen herkesin bir yayla evi bulunuyor. Buraya bir, ilkbaharda geliniyor, bir de Yukarı Yayla dönüşünde iniliyor. Bir doğa harikası olan bu yerde süt, yoğurt, kaymak, tereyağı gibi ağartıların en güzeli yapılıyor.
Baharda tekne, tepir, külek, kolopa, sitil, saplı, süzgeç, yayık, süt makinası gibi ağartı yapımında kullanılan eşyalar ile yeterince mutfak ve ev eşyası, kızaklarla Pınarlar’daki yayla evine götürülüyor. Yaklaşık bir saat sonra yayla evine varılıyor. Buraya gelen insanlar, bu yeryüzü cennetinin güzelliklerine kavuşmanın sevinç ve mutluluğunu yaşamaya başlıyor. Burada hayvanlar da çok özledikleri otlaklarda, orman içlerinde özgürce otlamanın keyfini çıkarıyor.
Sesli Kaya ve Buzluk
Pınarların ve Ciknala’nın güney yamacını kuşatıp doğuya doğru uzanan orman, bizim köyü Yolağzı’na bağlayan yolu da geçerek Yolağzı’ndan gelip bir çağlayanla bizim köyün sınırına giren derede son buluyor.
Köyümüzü Yolağzına bağlayan yolun iki köyün sınır noktasından doğuya, dereye doğru gittikçe devleşen bir kaya var. Sesli Kaya adı ile anılan bu dev kaya, Yolağzı’ndan gelip bizim köyün sınırına giren dereye varıyor. Derenin karşı kıyısında daha alçak bir dik kaya yer alıyor. Yerden bir buçuk metre kadar yukarısından buz gibi bir su fışkıran bu kayanın güney ve doğusundan başlayıp Yolağzı köyüne bağlı Demircigil Mahallesi’nin altındaki daha dar yamacı kaplayan ormanlık alan, Demkrel çayırlarına dek uzanıyor.
Sesli Kaya, aşağıda toprakla birleştiği yerden başlayarak toprakla arasındaki açıyı gittikçe genişletip kuzeye doğru uzadıkça heybetli bir görünüm kazanıyor. Bu kaya, kendisine söylenen iyi-kötü her sözü geri çevirdiği için bu adı almış bulunuyor. Altında, yarıya yakın kısmında sürekli serin bir gölge bulunan Sesli Kaya’nın önünde, dereye doğru hafif eğimli geniş bir alan vardır.
Kuyat’lı çocuklar, baharda yaylaya çıkılmadan önce, hayvanlarını otlata otlata öğle üzeri buraya varıyorlar. Hayvanlar, bu düzlükte yatarak dinlenirken kendileri de düzlüğün kuzey eteğinden başlayıp ta aşağıdaki tarlalara dek uzanan Bargaburga denen kaynaklığın üst sınırında, köknarların dibinden çıkan soğuk suyun başında oturuyorlar. Öğle yemeklerini taşıyan mendillerinde peynir, ekmek, yumurta, soğan, ne varsa, o yiyeceklerle kurdukları ortak yer sofrasında öğle yemeklerini yiyorlar.
Arkasından, koco, honi, mendil kapmaca gibi oyunları oynamaya geliyor sıra. İki saat kadar oyuna doyduktan sonra, geldikleri yerden, geri dönüş başlıyor. Dönüş yolu boyunca sakız açmayı da unutmuyorlar. Gün batımına yakın, hayvanları iyice doyurmuş olarak Ciknala’ya varıyor, oradan da köye, evlerine dönüyorlar.
AŞAĞI DAĞ YAYLACILIĞI
Yukarı Dağ olarak adlandırılan Bilbilan’da yayla yeri edininceye dek haziranın son yarısında Pınarlar’da, benzeri yerlerde ve köyde sıcakların iyice arttığı, otlaklarda hayvanların karınlarını doyurmakta zorlanmaya başladığı günlerde, cuma günü Cami Kapısı’nda dağa çıkılacak gün belirleniyor. Aynı karar, Yukarı Irmak’ta da alınıyor. Çünkü iki köyün yaylaları ortaktır. Bu karardan sonra dağa götürülecek kazan, külek, tekne, tepir, yağ kutusu, peynir küpü ve güveci, saplı, süzgeç, kepçe, kevgir, sitil, kolopa, süt makinesi gibi ağartı kapları ve sınırlı ev eşyası hazırlanıp kızaklara yükleniyor. İmsak atışından sonra öküzler kızaklara koşulup yola çıkılıyor. Bozuk yollar aşılarak Yaylacık köyünün altına varılıyor. Sonra Maranet çayırlarından geçilip Zedvake Tepesi’ndeki Gedik’ten, Cingitma Gölü’nün yanından Aşağı Dağ’ın yayla evlerine ulaşılıyor. Bu yolculuk üç dört saat sürüyor.
Yukarı Irmaklılar da Çürük Çayır, Buzluğun Başı, Kork, Soriyent Deresi yolunu izleyerek Yaylanın Önü’nden buraya ulaşıyorlar. İnekler, koyunlar, mandalar ve yoz takımı da aynı gün yaylanın yolunu tutuyor. İlk iki üç gün içinde, orman idaresinden alınan izinle ormandan odun getiriliyor.
Büyük baş hayvanlar için iki nahırcı, koyun-keçi için iki çoban, danalar için iki danacı, kuzular için de iki kuzu çobanı tutulmuştur. Bu çobanlar, sabahın erken saatlerinde hayvanları otlatmaya götürüp doyurduktan sonra kuşluk vakti sağım için yaylaya getiriyorlar. Sağımdan sonra hayvanları yeniden otlatmaya götürerek akşama dek otlatıyor ve akşam sağımına getiriyorlar.
Hayvanlar, Yaylanın Ardı, Velin Düzü, Sineklik, Dokuz Gözeler, Kürtüğün Başı ve Karavat adlı otlaklarda otlatılıyor. Danacılar, danaları, Yaylanın Önü’nde otlatıyorlar. Aşağı Yayla’da eylül sonuna dek kalınabiliyor. Burada şaşortların başlıca işini süt sağma, yayık yayma, sütten tereyağı, peynir gibi çeşitli ağartı yapma oluşturuyor.
Bir cuma günü yine Cami Kapısı’nda alınan ortak karar sonucu, köydeki yoğun işlerden bunalan köy halkının katılımıyla ağustos ayında yayık yayma ya da pancarcı şenlikleri düzenleniyor. Bu şenliklerin amacı, biraz dinlenmek ve eğlenmek, şaşortların en ağır işi olan yayık yaymaya bir kez de olsa el atmaktır. Her yaştan insanlar, bayramlıklarını kuşanarak davul zurna eşliğinde üç günlüğüne topluca yaylaya gidiyorlar. Orada kaymaklar, kuymaklar, yoğurtlar yeniyor, sütler içiliyor; kadınlar, şaşortların yayıklarını yaymaya yardım ederken erkekler ve çocuklar da davul zurna eşliğinde doyasıya eğlenip dinleniyorlar. Kadınlar da eğleniyorlar, uygun zamanlarında.
Yayık yayma şenlikleri sırasında yapılan işlerden biri de pancar toplamaktır. O nedenle bir adı da pancar şenlikleridir bu şenliklerin. Kadınlar bu üç gün içinde Çadır Dağı’nın yamaç ve eteklerinde pancar toplamaya gidiyorlar. Toplanan pancarlar, yaylada ya da köyde kurutularak kışın çorbalık olarak kullanılıyor.
YUKARI DAĞ YAYLACILIĞI
1933-1934 yıllarında Bilbilan’da yayla yeri edinilince Aşağı Dağ yerine Yukarı Dağ’a Bilbilan’a çıkılmaya başlanıyor. İlk önce imece ile yollar onarılıyor. Bilbilan, Çadır Dağı’nın güneyinin tamamı ile Düz Dağ, Tozlu, Karagöl Sırtları, Karagözoğlu Sırtları, Yalnızçam Geçidi ve Kinzodamal Yaylası arasındaki geniş ve az eğimli, 2700-3000 metre arasında yüksekliği olan eşsiz bir yayla yeridir. Bu yaylanın bol ve buz gibi su kaynakları, varsıl ve çok besleyici bitki türünü içeren otlakları vardır.
Haziran sonlarında, Allahuekber Dağları’na dek uzanan ufukları, topuk düzeyini aşan, kimi yerde diz boyuna ulaşan yeşilliği, renk renk dağ çiçekleri ile cennetten bir köşe görünümündedir Bilbilan. Buraya çıkış günü de köyün her ortak işinin görüşülüp karara bağlandığı gün olan cuma günü namazdan sonra Cami Kapısı’nda belirleniyor. O gün geldiğinde, Sabaha yakın hava ışımaya başlayınca öküzler, yaylaya götürülecek eşyaların yüklendiği kızaklara koşuluyor. Büyük-küçük bütün hayvanlar da iki çobanın gözetiminde yola çıkarılıyor.
Köy ve mezralardan başlayan bu yolculuk, 3000 metrelere dek yükselen Yukarı Yayla’ya varmak için yamaçların, yokuşların, taşlık ve kayalıkların, derelerin, çamur ve bataklıkların en uygun yerlerinden geçilerek sürdürülüyor. Yaklaşık altı saatlik bu yoldan yılda ancak bir iki kez gidilip gelindiği için birçok yerini seçmede bile güçlük çekiliyor. Dik yokuşlarda seller bu yolları bozmuş, geçilmez kılmıştır. O nedenle bu yolculuk sırasında ya geçilmeye uygun bir yer bulmak ya da bozuk yerleri, geçilecek duruma getirmek gerekmektedir.
İlk aşamada Pınarlar’ın, öbür mezraların ve köyün yolları aşılıp Kolozir Yokuşu çıkılıyor. Demkrel’den geçilip Yaylacık köyünün önüne gelindiğinde, daha düzgün sayılabilecek bir yola kavuşuluyor. Maranet çayırları arasında yol yeniden belirsizleşiyor. Maranet’ten sonra Kayınlığın Başı’na çıkılıyor. Çadır Dağı’nın (Kürdevan’ın) yamaçlarından aşağıya doğru uzanan Kayalık’ın Deresi geçilince Vel’in Düzü’ne varılıyor.
Buraya gelene dek hem insanlar hem de kızak çeken öküzler yorulduklarından, yolun yarısına varıldığı bu yerde bir akşam konaklayıp dinleniliyor, yenilip içiliyor Sabah erkenden yola çıkılarak Yaylanın Ardı’ndaki Yolcu Yolu ile Zağlıkev Deresi geçilip Cancah yokuşu tırmanılıyor. Ardından Soğuk Pınar’a ulaşılınca Dağ yolunun beli kırılmış oluyor.
Soğuk Pınar’ın başında yine bir süre soluklanılıyor. Öküzler otlatılıp bir şeyler yendikten sonra yeniden yolculuk başlıyor. Akgöl’ün üstündeki düzlükler, arızalı tepeler aşılıp Karagöl Boğazı’nın taşlıklı, bozuk dik yoluna varılıyor. Sonra da 300 metredeki Karagöl sırtlarına çıkılıyor. 2600 metre yükseklikteki Velin Düzü’nden bu yana her yer çıplaktır; tek bir çalıya rastlamak bile olası değildir.
Sırta çıkıldığında, artık Bilbilan, ayakların altındadır. 30-40 dakikalık hafif eğimli yol kat edildikten sonra yayla evlerine ulaşılacaktır. Topuğa dek yükselen, sarı çiçeklerle bezeli yeşillikler arasındaki belli belirsiz yol izlenerek Ziyaret’e, oradan da yayla evlerine varılıyor. Sağım hayvanları ve yoz takımı, daha önce varmıştır yaylalara. Bir kısmı iştahla o çok ayrıcalıklı otlakta otlamaya girişmiş, bir kısmı da yeşillikler üzerinde yayılıp yatmıştır.
Güneşli bir günün ikindi vakti, varılan yaylalarda bir yandan yayla içlerinin temizlenmesine, çatılardaki bozulan bedevrelerin düzeltilmesine; bir yandan da ateş yakılmaya girişiliyor. Danadamlar (danalıklar), ağıllar onarılıyor. Yaylalar, iki köyün iki yüz dolayındaki hanesinin öküz, inek, düve, tosun, boğa, manda, koyun, kuzu ve keçi varlıklarıyla şenleniyor. Nahırcılar ve çobanlar, işlerine sarılıyorlar.
Ertesi gün, önceden alınmış olan ruhsatla en yakındaki Karagözoğlu ormanından odun getirilmeye gidiliyor. Odun taşıma ve yarma işi iki üç gün içinde tamamlanınca, âdet olduğu üzere, çalışanlara öğle yemeği olarak pişi ya da katmer pişiriliyor. Yer sofrasında pişi desteleri ve sofranın ortasında bal dolu tabak yer alıyor ve bunlar, afiyetle yeniyor.
Yerleşme tamamlanınca şaşortlar ve yardımcıları, çocuklar orada kalıyor; öbürleri köyde işlerinin başına dönmek üzere yola çıkıyorlar. Şimdi yaylada şaşortların kutular dolusu yağ, küpler dolusu peynir yapma zamanıdır. Buranın otlaklarında otlayan hayvanların sütünden yapılan ağartı ile bu hayvanların etinin tadına hiçbir yerde kolay kolay rastlanamadığı bilinmelidir.
Köyden arada bir yaylaya gelenler, sepetlerle kiraz, dut getiriyorlar. Şaşort anneler ya da nineler de orada kaldıkları birkaç gün içinde onlara kaymak, kuymak, gevrek, tutmaç çorbası, taze ve lezzetli süt ikram ediyorlar. Pişi, katmer yaptıkları da oluyor. Burada topraktan fışkıran kaynak sularının içinde parmağını ağustosta bile bir dakika tutabilmek olası değildir.
Yaz ayları boyunca Bilbilan yaylasını da kucaklayan Çadır Dağı etekleri, Düz Dağ, Kuru Göller ve Karagöl sırtlarındaki çok besleyici otla beslenen hayvanların et ve sütleri, doyumu olmayan bir lezzettedir. Burada otlayan hayvanların etiyle yapılan cağ kebabının ayrıcalığını, ancak onu tadanlar bilmektedir.
Bilbilan yaylalarının altında, Artvin’i Ardahan’a bağlayan yolun iki yanında, yaylacıların, aradıkları hemen her şeyi bulabildiği dükkânlar ve iş yerleri vardır. Buradaki yaşantı, çoğu kez bir karnavalı anımsatmaktadır.
Tarım ve hayvancılığın, yöre insanı için tek geçim kaynağı olması nedeniyle süt, yoğurt, kaymak, yağ ve peynir gibi ağartıların en iyisinin yapıldığı bu dönem, yaşamsal bir önem taşıyor. Bu alanda büyük bir özveriyle çalışıp çabalayan şaşort nineler, anneler, her gün sabahtan akşama dek durmak dinlenmek bilmeden çalışıyorlar.
Bilbilan’dan ağustos ayı sununda dönüş başlıyor. Çünkü o tarihten sonra Bilbilan’da havalar, hayvanların kalamayacağı kadar soğuyacaktır.
Bilbilan’da Pancarcı Şenlikleri
Bilbilan’da kalınan ayların ortalarında, gelenekselleşen Pancarcı ya da yayık yayma şenlikleri gerçekleştiriliyor. Şenlik günü yaklaştığında, yaylaya götürülecek taze fasulye, taze soğan gibi sebzeler hazırlanıyor. Kiraz, dut, erik gibi meyveler, sakri denen sepetlere konulup ağızlarına yaprak döşenerek yaprakların üstü iple örülüyor. Kararlaştırılan günde davul zurna eşliğinde topluca yaya olarak altı yedi saatlik yokuş yol tepilerek Bilbilan’a varılıyor.
Ağır iş koşulları içinde çalışıp yorulan insanlar, bu şenlikler aracılığı ile birkaç gün, soluk almış oluyorlar. Şaşortlar da hem biraz dinlenmiş hem de özlem gidermiş oluyorlar. Şaşortlar, gelenlere ikram etmek üzere yoğurt, kaymak, gevrek hazırlıyorlar. Üç gün boyunca gezilip tozuluyor, oyunlar oynanıyor. Kadınlar da şaşortların işlerin el atarak onları dinlendiriyorlar.
Öküz Dağları ve Öküz Yatakları
Uzun kış boyunca hayvanlar, ahırda kuru ot ve samanla; ek olarak da mısır çalası ve kuru pelit yaprağı (neker) ile besleniyor. Bahara doğru mereklerde alaf (ot, saman, neker) bitmeye yüz tuttuğu için hayvanların bir an önce dışarıda otlamaya çıkarılması iple çekiliyor. Ancak, karlar kalktıktan sonra toprak silkinip kabarmaya başlar başlamaz öküzle tarlalara gübre taşıma ve tarlaları sürme sırasında öküzlerin kuru ot ve samanla beslenmesi zorunlu. Öbür hayvanları otlaklarda beslemek olası ise de gücünden yararlanılacak öküzlerin iyi beslenmeye gereksinimi var.
Öküzle yapılacak işlerin tamamlandığı haziran ayının girişi ile birlikte öküz hem dinlendirilmek, beslenmek hem de yaz sıcağından kurtarılmak için dağa çıkarılıyor. Köyün öküzü geceleri, dağlardaki otlaklarda, rüzgâra karşı en korunaklı olup öküz yatağı denilen yerlerde yatıyor, gündüzleri de belirlenen bu yataklardan öküzcülerin gözetiminde alınarak otlak alanlarına götürülüyor. Çevresinde herhangi bir duvar ya da çeper bulunmayan öküz yatağına egemen bir yerde, öküzcülerin yatıp kalktıkları, öküz yatağına bakan ön yanı 50-60 cm. yüksekliğinde yarım ay biçiminde bir duvarla örülmüş, üstü ve üç yanı kapalı küçük bir kulübe bulunuyor. Öndeki duvarın içinde ateş yakılıyor. Burada, çobanların çok zorunlu gereksinimlerini karşılayacak mutfak eşyası, bir pösteki, birkaç parça örtü bulunuyor. Burası, yağmurlu, fırtınalı günlerde öküzcülerin tek sığındıkları yerdir. Yatağın yakınında buz gibi dağ suları vardır.
Bir yatakta yeterince otlatılan öküz, bir başka yatağa götürülüyor. Öküz, ağustos ortalarına, harman mevsimine dek iki ay kadar buralarda besleniyor. Öküz, önce yükseklikleri 2500-3000 metre arasında değişen öküz yataklarının en düşük düzeyde olanına, sonra da sırasıyla öbürlerine götürülüyor. Bu yerler, sırasıyla Han Meşesi, Yığılı Dağı, Yaylanın Önü, Karavat, Eğripınar (Tarkola)’dır.
MEVSİMLERİN HER BİRİNDE ÖNE ÇIKAN İŞLER VE ELDE EDİLEN GELİR
Olanlar olmadan; yani köy boşalmadan önce, birçok yaşam zorluklarına karşın bizim köyde insanlar, şaşılası bir yaşama sevinci ve umut dolu bir çaba ile işini gücünü sürdürüyordu. Burada yediden yetmişe herkes, eksikliğini yaşadıkları pek çok şeyi fazla önemsemeden, güçlü bir yaşam savaşımı veriyordu. Özellikle ilkbahar, yaz ve sonbaharda, deyim yerindeyse gece demeden, gündüz demeden mevsimlik yoğun işlerle uğraşıyordu. Hemen her yaştan insan, bu üç mevsimde işin bir ucundan tatmak zorundaydı.
İlkbaharda Yapılan İşler
Karlar eriyip, havalar ısınır ısınmaz buğday, arkasından mısır ekimi başlıyor. İlkbahar da yaz ve sonbahar mevsimleri gibi ağaçtan adam yapma gereksiniminin duyulduğu mevsimdir, bizim köyde. Hemen herkes, geç kalmadan, sonbaharda güzlük ektikleri tarlalarının dışındaki tarlalarının çoğuna baharda buğday, birine de mısır ekme telaşındadırlar.
Nisan sonu gelip de topraktan kar suları çekilmeye, otlaklar yeşermeye, toprak kabarmaya başlar başlamaz, bir devinimdir, başlıyor her evde. Koyunlar ve sığırlar otlaklara götürülüyor. Uzun kış boyunca yalnız su içmek için dışarıya çıkan koyun ve sığırlar, büyük bir açgözlülükle bulabildikleri kadarını otlamaya girişiyorlar. Koyunlar yavruluyor, sığırlar buzağılıyor. Annelerinden ayrı kalan kuzular ve buzağılar, anneleriyle buluşmaya can atıyorlar.
Tarlalar sürülmeye başlar başlamaz, okul çağındaki çalışkan çocuklar, okuldan geri kalma üzüntüsünü; okula isteksiz gidenler ise, okula gitmemenin sevincini yaşıyor. Sürülen tarlalarda pulluğu çeken öküzlerin boyunduruğuna hotak olarak oturup öküzleri sürmeyi en iyi çocuklar beceriyor.
Tarlalar sürülerek bahar ekini ekilip tarlaların tapan edilmesinin ardından, mısır ekimine geçiliyor. Bunun için sürülen tarlada ark açılıyor. Sürüm için pulluğu çekmek için üç çift öküz gerekirken, sürülmüş tarlada ark açmak için bir çift öküz, bir saban, bir de sabanı tutan el yetiyor.
Mısır, kadınların oluşturduğu ırgatla ekiliyor. Her kadın, bir arkın başına geçip elindeki mısır, fasulye, nohut, bakla, salatalık, kabak ekimine özgü ağaç ya da tenekeden yapılmış huni biçimindeki saplı çiviyi kullanarak ekim yapıyor. Çivi ile toprakta belli aralıklarla ve belli derinlikte bir çukur oluşturup oraya beline bağlı torbadan avucuna doldurduğu tohumluk mısır tanelerinin ya da öbür tanelerin bir ikisini bırakarak çivinin ucuyla üstünü kapata kapata arkın öbür başına varıyor. Ardından, sonraki arklara geçerek sürdürüyorlar, ekimi. Irgatla ekim, işin aynı günde tamamlanması, mısırların aynı zamanda gelişip çapa yapma ve boğaz doldurma ve sonuçta kesim olgunluğuna erişmesi için gerekli görülüyor.
Ekime kahvaltıdan önce başlandığı için kuşluk vakti evden getirilen sıcak yiyeceklerle tarlanın başında kahvaltı yapılıyor. Aynı biçimde öğle yemeği için de ara verilip ekim yeniden sürdürülüyor. Irgata en çok, ayran, yoğurt eşliğinde pişi, tereyağlı lavaş, unlu ya da ceviz içli kete ikram ediliyor.
Hayvanları otlatmak, yaylaya çıkana dek, pazar günü, okula giden çocuklara; öbür günlerde de evdeki öbür kişilere düşüyor. Bu işler dışında, bahçeler ve çoğu uzaklarda, Aşağı Yayla’nın önünde olan çayırların taşı, çalısı çırpısı temizleniyor.
Çok geçmeden mısırların çapa vakti geliyor. Çapa da bir, en geç iki günde bitirilmesi gerektiği için ırgatla yapılıyor.
Mezrada yeri olanlar, dağdaki yaylaya çıkmadan önce koyunlarını, sığırlarını mezraya götürüyor. Yaylada şaşortluğu daha çok, eli ayağı tutan yaşlı kadınlar yapıyor. Yaz boyunca yaylada hayvanları çobana katma, akşam çobanların otlaktan getirdikleri hayvanları, kuzuları, buzağıları ağıllarına kapatıp kapılarını kapama işlerini ve ağartı yapımını yürüten şaşortlar, kış için külekler, kutular dolusu tereyağı ve kurut, küpler, güveçler dolusu peynir hazırlıyorlar.
Yazın Yapılan İşler
Mısırlar, yaz başlarında canlanıp biraz boy atınca, boğazını doldurmaya geliyor sıra. Bununla hem toprak havalandırılıyor hem mısırların çevresini saran otlar ayıklanıyor hem de iyice boy attığında mısır köklerinin sıcaktan etkilenmemeleri ve devrilmemeleri sağlanıyor. Sıcakların artması ile geriye mısırların belli zaman aralığında sulanma işi kalıyor.
Mısırların arasında uygun görülen yerlere patates, salatalık, fasulye, nohut da ekiliyor. Mısır sulama sırasında, yeterince büyüyen salatalıkları; olgunlaşmış nohutları koparıp yemenin tadı bir başka oluyor. Bu aylarda erkek çocuklar, öğle sıcağında zaman buldukça buğday ve mısır tarlaları arasından geçerek deredeki göllerde çimmeye giderken bunların da tadını çıkarıyorlar.
Bu işlerin arkasından tarla ve çayırların biçim zamanı geliyor. Uzaktaki çayırları biçmeye, gecenin sabaha yakın bir saatinde gidiliyor. Eğer çayır için ırgat bulunmuşsa, ki büyük ya da çok çayır sahipleri, biçilen çayırın aynı günde kaldırılabilmesi için çayırı ırgatla biçiyorlar. Evde, yanına bolca pekmez, bal, yoğurt konulan pişi, kete, katmer gibi yiyecekler pişirilerek ırgata atla götürülüyor.
Üç gün sonra da çayırı çevirmeye ve kaldırmaya gidiliyor. Çayır kaldırılırken zoğlar dirgenle bir araya toplanıp kalanlar tırmıklanarak pulullar (küçük ot yığınları) oluşturuluyor. Bu işlemden sonra bunların altına iki ket/küskü sokulup önden ve arkadan birer kişi tarafından tutuluyor ve loda yapılacak yerin çevresine diziliyor. Orada birkaç kişi birden, silindir biçiminde bir ot yığını oluşturmaya başlıyor. Loda oluşturulurken bir kişi lodanın ortasına geçiyor ve öbürlerinin attığı otları lodanın her yanına eşit biçimde yerleştirerek çiğniyor. Tepeyi ise yağan yağmur otun içine geçmesin diye koni biçiminde yapıyor ve yere iniyor.
Tarlalar ise saplar kurumuş olduğundan, biçildiği gün kaldırılıp tarlanın ortasına belirli aralıklarla yığılıyor. Harman dövme zamanı geldiğinde bunlar, kızaklara yüklenerek harman yerine taşınıyor.
Şimdi sırada, otları taşıyıp mereğe doldurma ve harman dövme vardır. Bu dönemde işler daha da yoğunlaşmaktadır. O baştan (şafak sökmeden bir hayli önceki zaman) öküzler kızaklara koşularak yola düşülüyor. Öküzleri sürmek için çocuklar da katılıyor, bu kervana. Çayırın başına varmak için saatlerce yol tepiliyor. Yolda uykudan gözleri kapanan çocuklar, dizlerini kızağın sakarlarına vurdukça uyanıveriyorlar uykularından. Sabahın köründe çayırdaki yığının yanına varanlar, otların içine girerek sabah güneşi çiseyi kurutuncaya dek orada biraz kestiriyorlar. Sonra kızaklar yüklenmeye başlıyor. O arada öküzler de dinlenmiş ve karınlarını doyurmuş oluyor.
Kızaklar yüklenip ot, iple sıkıca bağlandıktan sonra öküzler kızaklara koşuluyor ve köye dönmek üzere yola düşülüyor. Ustalar’dan geçen dönüş yolunun önemli bir bölümü iniş olduğu için öküzler, kızakları çekmekte fazla zorlanmıyor.
Öğleye yakın köye varılıyor. Öküzler doyurulup dinlenmeye bırakılırken ot getirmeye gidenler de yemeklerini yer yemez harman yerine geçiyorlar. Öküzler bu kez de dövene (gemiye) koşuluyor. Dövene binen kişinin sürdüğü öküzler, harmanda daire biçiminde dönüp durdukça dövenlerin altındaki sert taşların kestiği saplar saman durumuna gelirken buğdaylar da başaklardan ayıklanıyor. Harmanın yüzü samana dönüştüğünde, dövenden açılan öküzleri çocuklar, yakındaki tarlalarda otlatmaya götürüyorlar. Ev halkı, harmanı çevirmeyi (alt üst etmeyi) tamamlayınca öküzler yeniden dövene koşulup harman dövme sürdürülüyor. Dövme işi, harmandaki saplar, tümüyle samana dönüştürülünceye dek sürdürülüyor.
Akşamüstü, dövenin boyunduruğu boyunlarından indirilen öküzleri çocuklar, yine otlatmaya götürüyorlar. Ev halkı ise, dövme sürecekse ve hava açıksa, harmanı çevirerek ertesi güne hazır duruma getiriyorlar. Yağmur yağma olasılığı varsa, sapları mereğin örtmesi içine yığıyorlar. Dövme işi bitmişse, saman yığını (tığ), harman savurma makinesine kolayca atılacak bir yere yığılıyor. Böylece sıra, tığın savrulmasına gelmiş oluyor.
Eğer harman makinesi (tınaz makinesi) yoksa tığ, rüzgârla savrulmaya elverişli bir yere konuşlandırıldıktan sonra yaba, tığa daldırılarak saman, göğe doğru atılıyor, Samanın içindeki buğdaylar, savurmayı yapan kişinin ayaklarının yakınında birikirken samanı da rüzgâr, biraz ileriye yığıyor. Rüzgâr, ters yöne yöneldiğinde ya da dindiğinde, savurma durduruluyor. Harman makinesi varsa, o zaman tığ, makine ile savruluyor. Savurma bitince buğday, çuvallara dolduruluyor. Saman da samanlığa (mereğe) atılıyor.
Harman makinesinin kolu, insan gücüyle çevrilerek büyük ve küçük dişliler devindiriliyor, onlar da makinedeki kanatları döndürerek tığ savruluyor. Kolu çeviren kişi bir süre sonra kan ter içinde kalıyor. Eğer bu işi yapacak ikinci bir kişi varsa, iş daha kolay oluyor.
Saptan ayrılan ve çuvallara doldurulan buğdaylar, daha sonra yıkanacak, cecimlere serilip kurutulacak ve ancak o zaman ambarda korumaya alınacaktır. Her evin erkeği, değirmen sırası geldiğinde değirmende sabahlayarak kış boyu ve baharda yetecek kadar buğdayı değirmende öğütüp eve getiriyor ve ambardaki harolara dolduruyor. Buğdaydan daha az tüketilen mısırlar da aynı işlemle un durumuna getiriliyor.
Artık, evin hanımı günde çoğunlukla üç kez tekneyi alıp ambara gidecek, un eleyerek ve pilekide poğaçaları pişirerek sofraya koyacaktır. Arada bir de pişi, kete, katmer, lavaş, çasmul ya da mısır ekmeği (çadı) yapacaktır. Yanına, varsa, ayran ya da yoğurt da koyacaktır.
Köyde bunların dışında en çok fasulye, patates yemeği, fasulye çorbası, kesme çorbası gibi çeşitli çorbalar ve fasulye, patates yemeği, peynirli, sade makarna pişiriliyor, erişte haşlanıyor. Peynir ise hemen her sofranın vazgeçilmezidir. Zaman zaman kaygana (yağda yumurta), kalaç aşı da yapılıyor. Tavuğu olanlar yumurta da tükettiği gibi, arada bir de tavuk kesiyorlar. Et, çoğu hane için bayramdan bayrama yenilen bir besindir köy yerinde. Sığırı, koyunu çok olanlar sıklıkla, az olanlar da olabildiği kadar süt, yoğurt da tüketiyorlar. Acele durumların yemeği ise papadır.
Dutlar, harman zamanı yetiştiği için çok dutu olanlar dut pekmezi kaynatıyor ve ceviz sucuğu (küme.) de yapıyorlar.
Sonbahar İşleri
Sonbaharda yapılması zorunlu işler de bir hayli kabarıktır. Bir yanıyla hüzün yaşatsa da bu mevsim, bolluğun bereketin simgesi gibidir. Bu mevsimde kış için harıl harıl yiyecek, yakacak sağlama çabası ağırlıktadır. Sonbahar, mısır kesimi ve kurutulması, patates çıkarma, elma, armut toplama, ceviz dökme, ayıklama ve kurutma zamanıdır. Fasulye toplayıp kurutma işi de bu mevsimde yapılıyor. Sonbaharda yazın boğucu sıcakları yerini serin bir havaya bıraktığı için iş yapmak daha kolaylaşıyor. Mısır kesilirken tarlada kurulan ocakta mısırların tazeleri seçilip patatesle birlikte pişiriliyor ve bunlar,lezzetle yeniyor
Bu işlerin her biri birbirinden hoş duygular yaşatıyor insanlara. Bu mevsimde de okula devamsızlık artıyor, ister istemez.
Ağustostan sonra Bilbilan’dan mezralara ya da köye iniliyor. Hayvan otlatma işi bir kez daha katılıyor, evin öbür işlerine.
Bu işler bittiğinde, kış için odun hazırlamak amacıyla ormanın yolu tutuluyor. Ormandaki yaşlı, kırık dökük ağaçların getirilmesi için alınan ruhsata karşın, kırık döküklerin, uzun kış aylarını geçirmeye yetmeyeceğini köylüler kadar ruhsatı verenler de orman memurları da biliyor. O nedenle yaş ve genç birçok ağaç katlediliyor bu kışlık odun hazırlama döneminde. Yalnızca yakacak hazırlanmıyor bu süre içinde. Bu izne ayak uydurularak bağ bahçe çeperi için de genç ve düzgün birçok köknar kesilerek daha çok gece saatlerinde evlere taşınıyor.
Orman memurlarının bu günlerde ormana, köye uğramaması ya da az uğraması için orman memuru özel olarak görülüyor. Memur da kendini kurtarmak üzere ormana fazla zarar verenlerden birkaçı için işlem yapıyor. Her yıl, bu bile bile lades, bu “Tavşana kaç, tazıya tut!” uygulaması sürüp gidiyor.
Kuyat’ın arkalarındaki yamacın çayırlara yakın yerlerinde kalın köknarların kalmaması yüzünden, kol kalınlığındaki ağaçların bile kesildiğine çocuk yaşımda çok tanık olmuşumdur. Sanırım, yöremizdeki köy boşalması sorunu en çok, ormanların kesiminin azalmasına yaramıştır. İkliminin elverişli olmasının da etkisiyle ormanlık alanlar, kısa sürede genç fidanlarla eski varsıllığına kavuşmuştur.
Kış Mevsiminde Yapılıp Edilenler
Kış mevsimi, insanların da hayvanların da hazırı tüketme mevsimidir, diyebiliriz. Tüketimin bolluğu ve rahatlığı, üretimin ölçüsüyle sınırlılık gösteriyor. Az sayıdaki hane sahibinin tarla, çayır ve hayvanı, artı gelir getirecek düzeydedir. O nedenle bu azınlığın ahırları da samanlıkları da ambarları da ağzına dek doludur. Bunun sonucu olarak onların ocaklarında yemek pişiren kadının eli titremiyor. Dolayısıyla onların sofralarına oturanların, midelerinden önce, gözü doyuruyor. Köy yaşamı çerçevesinde istediklerini yiyebilen, istediklerini giyebilen ve artırdıklarını paraya çevirebilenler, yalnızca bu azınlıktır.
Dahası bu varsıllar, bahara doğru mereğinde otu, ambarında unu bitenlere harman vakti ödenmek üzere yardım da yapıyorlar. Yaşar Kemal’in İnce Memed’indeki Abdi Ağa tipi varsıl yoktur bizim yörede. Bu yardım, bir yönüyle de varsıl için bir yatırımdır, ayrıca. Yoksullara el atan haneler, yoğun iş mevsimlerinde gereksinim duyduklarında, yardım alan bu kişiler, her işlerine koşmak için hane sahiplerinin gözünün içine bakıyorlar.
Köy halkının büyük kısmı orta hallidir. Yıl on iki ay canlarını dişlerine takarak çalışmalarının karşılığında ancak on iki ay geçinebilecek kadar bir gelir sağlayabiliyorlar. Bunların satarak harçlık edecek kadar tahılları, yağları peynirleri yoktur. Belki büyüttükleri hayvanlardan bir ikisini satabiliyorlar. Hasat mevsimine eli elde başı başta, ancak ulaşabiliyorlar.
O zamanlar kış günlerinde bizim köye bir buçuk-iki metre kar düştüğü de oluyor. O zamanlar, erkekler, evlerin önündeki, hayvanların su yolundaki ve okul yolundaki karları küreklerle açmak zorunda kalıyorlar.
Kış mevsiminin günlük uğraşlarını merekten doldurulan sepetlerle havanların önüne otu, samanı, varsa nekeri dökmek, onların yattığı ahırı, ağılı temizlemek, onları suya götürüp getirmek oluşturuyor. Konu komşuya, hısım akrabaya oturmaya gitme de ancak bu mevsimde olabiliyor. Köyün gençleri, zaman zaman harfana yapmak üzere bir evde toplanıp eğleniyorlar. Yılbaşında da yılbaşı gezerek topladıkları yiyeceklerle pişirilen özel yemekleri birlikte yiyor ve eğleniyorlar.
Kış gecelerinde bazen, yörenin âşıkları, köy köy dolaşarak köyün hali vakti yerinde olan birinin ya da muhtarın evinde toplanan köy halkına sazlı sözlü halk öykülerini anlatıyorlar.
AŞAĞI IRMAKLAR’IN YEREL KÜLTÜR DOKUSU
On üç köyün merkezi konumundaki Aşağı Irmaklar, eski Atabek Yurdu içinde yer alıyor. Köyümüzde, bu yöreye özgü yerel kültür değerleri, 1960’lı yıllara dek tam anlamı ve bütün canlılığı ile yaşana gelmiştir.
Atabek Yurdu’nun yerel kültür dokusunu yaşatan Ardanuç, Şavşat, Yusufeli, Posof ile Ahıska’nın âşıklık geleneği, yaylacılık gelenekleri, ağartı yapma biçimleri, yemekleri, manileri, türküleri, efsaneleri, halk masalları ve öyküleri, söylenceleri, cenaze törenleri, yılbaşı gezmeleri ve kutlamaları, oyunları, inanışları, el sanatları, konut yapım özellikleri, yer adları, soy (sülale) adları, kadın ve erkek adları, ata sözleri, deyimleri, bilmeceleri, giyim kuşam ve çocuk eğitimi biçimleri kuşaktan kuşağa en iyi, dil denen kültür öğesi ile aktarılıyor. İnsanlar arasında anlama, anlatma ve anlaşma da en iyi, dil ile sağlanıyor.
Atabek Yurdu kültüründe öncelenen hakka, adalete uygunluk, doğruluk, dürüstlük, barışçılık; saygılı, onurlu, erdemli, vicdanlı, ahlaklı olma gibi evrensel değerler, aynı bölgenin sınırları içindeki bizim köyün çocuk yetiştirme geleneğinde de önemsenip uygulanan temel değerlerdir. Benim kişiliğim de içinde doğup büyüdüğüm Aşağı Irmaklar yerel kültür dokusunun biçimlendirdiği geleneksel çocuk eğitiminin derin izlerini barındırmaktadır.
Ben de köyümün büyüklerinin insan ilişkilerine, insanı insanlaştıran sevgiye, saygıya, erdemli tutum ve davranışlara yönelik sözlerini dinleyerek, onların bu sözlerin anlamına uygun tutum ve davranışlarını gözlemleyerek büyüdüm. Bu yolla biçimlendi benliğim, üst benliğim, vicdanım, ahlak değerlerim, doğruya yanlışa, iyiye kötüye yönelik duygu, düşünce ve davranışlarım. Bu yapılanmayla başladım okula. Daha sonra, bende var edilen bu değerle birlikte tuttum, Cılavuz’un yolunu. Cılavuz, o değerlerin üzerine yapılandırdı, çağının çağdaşı değerleri; beni bu yolla var ettiği özgüven ve özsaygısı ile saldı köylere.
Kişiliğimizin belirleyici özellikleri olan duygusal, bilişsel ve davranışsal yapılanışımızın ham maddesini gizil güçlerimiz; onları işleyip insanlaşmamızı sağlamayı ise çevremiz gerçekleştiriyor. Kişiliğimiz, önce annemizle, daha sonra babamız ve gittikçe genişleyen toplumsal-ruhsal çevremizle kurduğumuz ilişkilerimiz sonucunda gelişiyor. Aşağı Irmaklar’da da aileler, çocuklarını kendi yerel kültür değerleriyle donatarak gönderiyorlar okula.
Köyümüzde uygulana gelen geleneksel çocuk yetiştirmenin başat özelliklerinin birçoğu ulusal eğitim amaç ve ilkelerimizle özdeştir. Ancak bunlardan, ulusal eğitim programlarımıza girmeyi bekleyen, başka çocuk yetiştirme biçimleri daha vardır. Bunların da saptanarak eğitim programlarımızda yer almalarının sağlanması gerekiyor.
Konuşma yaşına gelen çocuk, kurulan olumlu duygusal ve bilişsel iletişim ve etkileşimin ışığını yansıtan sözcükleri öğrenerek duygu ve düşüncelerini oluşturmaya ve anlatmaya başlıyor; o duygu ve düşüncelerinin güdümünde davranışlar geliştiriyor.
Aşağı Irmaklar’ın Söz Varlığından Birkaç Örnek
Bugün, olumlu ya da olumsuz bir durum, olay ve olgu ile her karşılaşmamda, yerel dilde onları anlatan özlü söz beliriyor belleğimde. Bunlar, belleğime okul öncesinde yerleşmiş olan sözlerdir. Aşağıda yer alan deyim ve ata sözleri gibi on binlerce söz varlığı, yöremin günlük dilinde sürekli kullanılıyor. Onlardan birkaçını oluşturan şu sözlerin ince, derin anlamlılığına ve özlü anlatım yetkinliğine bakar mısınız?
Deyimler
Ağzının tadını bilmek (Nasıl da biliyor ağzının tadını!)
Ağzına geleni söylemek (Her aklına geleni önce ölç, tart, ondan sonra söyle!)
Bir dediği bir dediğini tutmamak (Senin bir dediğin bir dediğini tutmuyor!)
Bal alacağı çiçeği bilmek ( O, bal alacağı çiçeği bilir.)
Başkalarına koklatmamak (Elmaların hepsini kendisi yedi; başkalarına bir tanesini bile koklatmadı.)
(Birisini) yiyip bitirmek (Yeter artık! Yiyip bitirdin ben çocuk!.)
Kanı kaynamak (Nedense birden kanım kaynadı sana.)
Zevzek zevzek konuşmak (Zevzek zevzek konuşup durma karşımda!)
Kavak yaprağı gibi dönüp durmak (Kavak yaprağı gibi dönüp durmaktan utanmıyor musun?)
Gelir gider aklı olmak (Ne yapacağı belli olmaz; gelir gider bir aklı var onun.)
Bu eski, öbürü (başkası) yeni. (Kendisine alınan giyeceği beğenmeyene söyleniyor.)
Kuşak açmak (Kuşak açmaya (tuvalete) gitti.).
Ayağı gitmemek (O işi yapmam gerekiyordu; ama bir türlü ayağım gitmiyordu.)
Kulağını çekmek (Yanlış bir şey yapmasın diye, daha önceden kulağını çektim.)
Başına sarmak (İstemediği halde zorla başına sardılar.)
Başı tutmak (İkide bir tutan baş ağrısına bir türlü çare bulunamadı.)
Ağız eğmek (İş için ben kimseye ağız eğemem.)
Dur otur bilmemek (Sen hiç dur otur bilmez misin?)
Ata Sözleri
El eli yuyar; el de döner, yüzü yuyar.
Bir hatır, iki hatır, üçüncüde vur yatır.
Büyük lokma ye, büyük söyleme!
Ürümesini (havlamasını) bilmeyen it, sürüye getirir kurt.
Bu oğluma, bu kızıma, kalmadı kör boğazıma.
Var el titremez.
Ben diyorum hadımım, sen diyorsun ki oğluşaktan (oğul uşaktan) ne haber?
Vermezse Mabut, neylesin Mahmut!
Çocuk aziz; ama terbiye daha aziz.
Evde kendi başını bağlayamayan, düğünde gelinin başını bağlamaya kalkışırsa gülünç olur.
AİLE YAPIMIZ
Babamın ailesi, kaça kaçlıkta Kayseri’ye göç etmiş. İyi bir bakırcı ustasının yanında çıraklık yaparak bakırcılığı ve kalaycılığı öğrenmiş babam. Bakırdan kap kacağın en güzelini yaparmış. Çocukluğumda hangi komşuda babamdan söz açıldıysa, komşu köylerden kim, benim Mehmet Usta’nın oğlu olduğumu öğrendiyse, bana kendi çocukları gibi sevgi ve yakınlığı gösteriyor ve ardından da babama yaptırdıkları tası, sahanı, maşrapayı, güğümü, sitili, bakracı, tepsiyi, siniyi ya da leğeni göstererek şunu söylüyorlardı: “Bak! Bunu babana yaptırmıştık. Şu kadar zaman geçti üzerinden, hâlâ kalayı bile gitmedi. Çok iyi bir ustaydı baban rahmetli. Çok da iyi bir insandı.”
Babam hakkında bu gibi sözleri işite işite büyüdüm. Diyebilirim ki altı aylıkken babasını yitiren bendeki baba kavramı özellikle annemin, Dayımın ve Dedemin (Babamın Dayısının) tutum ve davranışlarının yanı sıra, komşuların, hısım akraba ve komşu köyden görüştüğüm kimselerin babama ilişkin söyledikleriyle var oldu.
Babamın Köye Dönüşü
Kaşa kaçlıkta memleketini bırakıp gidenlerin çoğu, Artvin Ruslardan alınıp yeniden Türkiye’ye katıldıktan sonra geri dönerken, kimi aileler, gittikleri yerleri yurt yuva ediniyorlar. Babamın ailesi de Kayseri’ye yerleşiyor o zaman. Yolağzı köyünde oturan dayısı Ömer Dede, oraya gidip gelenlerden, babamın Kayseri’de olduğunu ve orada bakırcılık yaptığını öğreniyor.
Dedemin, yakın akrabası olan Cevizli köyünden İbrahim Amca’nın adı o günlerde bir olaya karışmış ve İbrahim Amca, ölümle tehdit edilmeye başlamıştır. Dedem hem bir süre köyden uzaklaştırmak hem de kendisine arkadaş olması için İbrahim Amca’yı yanına alarak yeğenini memlekete getirmek üzere Kayseri’ye doğru yola çıkıyor. Uzun bir yolculuktan sonra, Kayseri’de babamı buluyorlar. Bir süre orada kalıyorlar.
Bu sırada Dedem, her fırsatta, babama köydeki su altı verimli tarlalarının, çayırlarının ve görkemli evinin onu beklediğini; gelip onlara sahip çıkması gerektiğini söylüyor. Sonunda babamı ikna ederek bakırcılıkla ilgili örs, çekiç, körük, bakır, kalay, nişadır ne varsa, yanlarına alarak yola koyuluyorlar. Yol boyu, gözlerine kestirdikleri yerde bir süre konaklayıp kap kacak, kalay işleri yaparak üç beş kuruş kazandıktan sonra yeniden yola çıkıyorlar. Kona göçe, aylar sonra köylerine ulaşıyorlar.
Köye geldiğinde, dayısının kendisine anlattığı o tarla ve çayırların, mirasçılarca beşe bölündüğünü, kendisine o yerlerin yalnızca beşte birinin kaldığını gören babam, büyük bir düş kırıklığı yaşıyor. Dayısının, köye dönmesini sağlamak nedeniyle kendisine gerçeği söylemediğini anlayınca çok kırılıyor ona. Dayısının anlattıklarından yalnızca biri doğru çıkıyor: Gerçekten Cami Mahallesinde Hafızgil’in altındaki Vehbatta Ahlatların (kirkatların) önünda uzanan tarlasının doğu ucunda görkemli bir evi vardır. Kuyat, daha arkalardaki çayırlıklar, ormanlar ve bütün görkemiyle Çadır Dağının etekleri görüş alanı içindedir. Evin altında iri ve düzgün tomrukların ikiye biçilmesiyle elde edilen, dışı tahta görünümlü kocaman bir ahır, ahırın üzerinde de ak badanalı, balkonlu odalar bulunmaktadır.
Ahırın bir köşesindeki örtmenin altına körüğünü, örsünü, çekicini ve öbür araç gerecini yerleştiren babam, bakırcı dükkânını işler duruma getiriyor. Kısa sürede, onun çok iyi bir bakırcı olduğu, yalnızca bizim köyde değil; köyümüzü çevreleyen on üç köyde de duyuluyor. Babama kap kacak, kalay yaptıran herkes, çok memnun kalıyor ve övgüyle söz ediyor ondan. Genç yaşına karşın, kendi köy halkı gibi çevre köylerden gelen müşterileri de onun iyi bir usta ve iyiliksever bir kişi olduğu yargısına varıyor.
Bizim köyde ve komşu köylerde babamdan başka bakırcı yok, o yıllarda. Bu nedenle kalaylanacak kap kacağı olan, yeni kap kacak yaptırmak isteyenler, soluğu babamın dükkânında alıyorlar. Yaptırdıkları işin karşılığı olarak parası olan para, tahılı olan da tahıl veriyor. Elinde avucunda bir şeyleri olmayanları da geri çevirmiyor babam; onların isteklerini de karşılayarak onlara, “Ne zaman eline geçerse o zaman getirirsin, borcunu.,” diyor. Yokluktan, yoksulluktan geçilmeyen o yıllarda babamın bu davranışından, herkes çok memnun kalıyor.
Babam Efendigil’den Sebile Ersoy ile Baş Göz Ediliyor
Köy yerinde bir başına yaşamak zor. O nedenle hısım akraba, eş dost, babamı bir an önce baş göz etmek istiyorlar. Babama Efendigil’in Emine Nine’nin kızı Sebile’yi (annemi) münasip görüyorlar. Emine Nine bu işe razı olunca babamı, annemle baş göz oluyor. Böylece evli barklı bir kişi olarak baba ocağını tüttürmeye başlıyor.
Karşıdaki Kuyat Mahallesinden Kavazgil’in kızı olan Ninem (Anneannem), daha önce Süleyman Dede’min (babamın babasının) kardeşi Molla Aslan ile evlenmiştir. Bunlar, Artvin ve çevresi Rusların eline geçmesiyle başlayan kaça kaçlıkta Merzifon’a gidiyorlar. Aslan Dede, ölüyor orada. Sonra Artvin, yeniden Türkiye’ye katılınca, Ninemler, köye dönüyorlar. Ninem bu kez, ilk eşi ölen ve Mehmet adlı bir de oğlu bulunan, Efendigil’in Osman Ağa ile evlendiriliyor. Ninemin Osman Ağa’dan Sebile, İsmail ve Servet adını verdikleri üç çocuğu oluyor. İkinci eşini, sonra on beş yaşındaki oğlu Servet’i yitiren Ninem, bu acıların ve evin yükünü çocuklarıyla birlikte kendisi yüklenmek zorunda kalıyor.
Daha önce Molla Aslan’la evli olması dolayısıyla dört mirasçıdan biri de Emine Ninemdir. Emine Nine, bu durumda kızını kaynının oğlu ile evlendirmiş oluyor.
Bir Bebek Dünyaya Geliyor ve Adını “Rasim” koyuyorlar
1937 yılı Mart ayının karlı buzlu üçüncü haftasında, ailenin ilk çocuğu olarak, bu dünyaya merhaba demişim. Aile ve çevresi, çok mutludur. Oğullarına Rasim adını veriyorlar. Köy yerinde özellikle o zamanlar, erkek çocuk sahibi olmak bir ayrıcalık sayılıyor. Çünkü kız çocuğu, günü gelince yuvadan uçacak, erkek çocuğu ise evin direği olarak baba ocağını tüttürecektir.
Yeni bir Ev Yapma Girişimi
Babadan dededen kalma o görkemli yapıda annemle babam, mutlu birlikteliklerini sürdürürken bir iki önemli sorunu yaşamaya başlıyorlar. Cami Mahallesinde, sulama suyu olmadığı gibi küçük mahallelerin çoğunda içme suyuna ulaşmada da sıkıntı yaşanmaktadır. Babamlar da aynı sıkıntıyı yaşıyorlar. İçme suyunu ya evlerinin kuzeybatısına düşen, bir hayli uzaktaki Hafızgil’de parmak kalınlığında akan pınardan ya da güneydoğu yönündeki Yeniçerigil, Mevlitgil ve Vedigil’in oluşturduğu toplulukta ipince akan pınardan sağlamak zorundadırlar. İkinci bir sorun ise, evlerinin komşulara çok uzak olmasıdır
Bu sorunlar nedeniyle babam, eski kocaman evin sapasağlam olan kerestesinden yararlanarak Kuyat’ın doğusuna düşen Sasopa’daki iki tarlasından birinin güneye eğimli başında, yeni bir ev yapmaya karar veriyor. Evin önündeki yamaçta da içinde çeşitli meyve ağaçları bulunan bir bahçe yapacaktır.
Cami Mahallesi’nden gelip Yeni Mahalle’ye giden yolun batı kenarı boyunca uzanan ve içinde elma, armut, kiraz, dut, erik ağaçları bulunan bahçesinin güney sınırına da önünde harman yeri olan bir merek yaptıracaktır. Yolun doğusunda da ikisi akraba olmak üzere üç hane bulunmaktadır. Yapılacak evin tam önündeki tarlanın orta yerinde, kocaman bir de armut ağacı vardır.
Cami Mahallesi, onun arkasında doğudan batıya doğru uzanırken göğün mavisiyle buluşan tepeler ve onların eteğinde kimi yeri gevenle, kimi yeri de meşe, fındık ve köknar ağaçlarıyla kaplı amaçlar, bu evin ön balkonundan görünen yerleri oluşturacaktır.
Doğuya bakan balkonundan, Kuzeydeki tepeler, Yukarı Irmaklar’da yerini tarlalara bırakacaktır. Yolun kenarından o tepelerin eteğindeki dereye dek, yine tarlalar, tarlalar… Güneye bakıldığında, gittikçe yükselen yer yüzeyini kaplayan gür yeşillikler ve ağaçlıklar çıkacaktır önüne. Sonra tüm görkemi ile Çadır Dağı ile doğuya ve batıya doğru yükseltisini gittikçe yitiren tepeler ve daha aşağılardaki ormanlık yerlere dek inen çıplak, yeşil yamaçları görülecektir, bu tepelerin.
Batıya bakan balkondan ise orta yerinde armut ağacı bulunan kendi tarlası, onun gerisinde, tümsekleri elma, , yaban gülleri ve çalılarla kaplı tarlalar uzanacaktır ufka dek. Buradan akşamları batan güneşin kızıllığı izlenebilecektir. Ağaçlık tarla ve çayırlar gökyüzüyle birleşecektir. O çizgide akşamları, gün batımı izlenebilecektir.
Babam, işte bu konuma sahip olacak olan evi yapmak üzere, konu komşunun ve hısım akrabanın el atmasıyla, eski evi söktürerek kerestesini buraya taşıtmaya başlıyor. Buradaki yamacın üst tarla sınırından başlatarak yapılacak evin sığacağı kadar kısmının toprağı alınıp yamaca seriliyor Arka köşeye eski evin ahırı gibi bir ahır; ahırın üstüne bir ambar ve bitişiğinde de bir oda (mutfak) yaptırılıyor. Ambar ve odanın önünde, bir buçuk metre eninde bir aralık bırakılıyor. Ambarın ve bitişiğindeki odanın kapısı buraya açılıyor. Bu aralığın ön tarafına yapılacak olan ak badanalı çakadura odaların direkleri dikilerek evin çatısı çatılıp üstü bedevra ile örtülüyor.
Odaların, ön ve yan balkonlara (ayvanlara) bakan ikişer büyük penceresi olacak. Bu odaların kapısı, ise ön balkona açılacak. Ön balkonun orta yerinde, balkonun tabanından bir metre yüksekte eni ve boyu ikişer metre olan bir oturma yeri bulunan, öne doğru güzel bir çıkıntı oluşturacak biçimde, yöresel adıyla bir köşk yerleştirilecek. Yanları kilim yastıklarıyla, tabanı da minderlerle donatılacak bu yerde üç mevsim oturularak dinlenilebilecek.
Ambar ile bitişiğindeki odanın yapımı tamamlanıp yan balkonlar döşeniyor. İki ön odanın ve ön balkonun tahtaları da yan yana dizilerek ev, oturulacak duruma getirilir getirilmez, babamlar, yeni eve başlarını sokuyorlar. Eski evin kerestesi henüz tümüyle buraya ulaştırılamamıştır. Kimisi hâlâ Çançahet’te, kimisi de Köprübaşı’nda evin olduğu yere getirilmeyi beklemektedir. Onlar da buraya ulaştırılınca Ön odalar ve köşk de bitirilmiş olacak, dahası kerestenin bir kısmı artacaktır. Babam, evin doğusundaki balkonunun altından dışa doğru taşan örtmenin altını dükkân yaparak körüğünü, örsünü ve öbür malzemelerini buraya yerleştiriyor. Bir yandan evin eksiklerini tamamlamaya çalışırken bir yandan da gelen istekleri karşılamaya başlıyor.
Hastalık, Askere Çağrılış ve Yuvanın Yıkılışı
Babam, yeni evin yapımı sırasında çok zorlanıyor. Birçok sıkıntı ve üzüntü yaşıyor. Bunların etkisiyle olmalı, sarılık denen bir hastalığa yakalanıyor. Onca sıkıntı ve hastalık yetmezmiş gibi, o arada bir de askere çağrılıyor. Hasta haliyle askerlik için çağrıldığı Kars’sa gitmek zorunda kalıyor. Ancak, hastalığı nedeniyle askere alınmayıp geri gönderiliyor. O zamanın olanaksızlıkları içindeki bu yolculuk, babamın hastalığının daha da şiddetlenmesine neden oluyor. Derler ki babam, arazisinin beşe bölünmüş olduğunu görünce bundan büyük bir üzüntü duymuş ve o yüzden sarılığa yakalanmıştır.
Ben, altı aylıkken babam yaşamını yitiriyor. Annem, bu en büyük acıdan sonra çok sevdiği oğlunu yanına alarak baba evine dönüyor. Böylece mutlu bir gelecek düşleyen ailenin ocağı uzunca bir süre tütmüyor. Yeni evin yapımı da yarım kalıyor. Yol kenarlarında yeni eve taşınmayı bekleyen birçok kereste ise çarçur olup gidiyor.
(Bir sonraki sayıda: İlkokul Öncesi Yaşantılarımdan Anımsadıklarım, İlkokul Serüvenim)