Cılavuz Köy Enstitüsü Yaşantılarım – 6

Sayı 86- Nisan 2025

Önceki bölüm

ÖNCESİ VE SONRASI İLE

CILAVUZ KÖY ENSTİTÜSÜ YAŞANTILARIM-6

-Gerçekler ayrıntılarda gizlidir-

 EĞİTİM VE EDEBİYAT ÖĞRENİMİM, İSTANBUL KÜLTÜRÜNDEN YARARLANMA ÇABALARIM

Yeni Bir Kapı Aralanıyor

Kimi özel nedenlerle, iki yıl da askerliğin araya girmesi yüzünden yedi yıl ötelemek zorunda kaldığım yükseköğrenimime başladığım günden sonra değişik hazlar yaşıyorum. Yaşamam mı? Yıllarca düşünü kurduğum amacıma erişmiş bulunuyorum. Karabasanlarım, umutsuzluklarım, umarsızlıklarım geride kalıyor. İçinde olmayı çok özlediğim okuldayım işte! İstanbul Eğitim Enstitüsü’nün Eğitim (Pedagoji) ve Türkçe diplomasını almak üzere öğrenime başlıyorum. Bu adımla kendime yepyeni bir dünyanın kapılarını aralıyorum. Yıllardır düşlediğim güzellikleri yaşayacağım.

İçimde yoğun bir öğrenme, bilme, bilinçlenme açlığı var. Yeni şeyler görmek, duymak, dinlemek, okumak, anlamak, düşünmek, anlatmak, yaşamak, yaşatmak, bilinçlenmek, bilinçlendirmek istiyorum. Enstitüyü ve İstanbul’u, bunları karşılayacak yer olarak görüyorum. Okuma, öğrenme, bilinmezlikleri bilinir kılma, bilinçlenme isteğini isteklerin şahı olarak görüyorum. Ülkemin ve dünyanın seçkin beyinlerinin yaratılarını gördükçe, onları okudukça, izledikçe kendimi yenileyecek, duygu ve düşünce dünyamı, davranışlarımı daha da yetkinleştireceğim. Görme, izleme, okuma isteği duymayan kişilerin, kendilerini dünyanın eşsiz, benzersiz zenginliklerinden yoksun bırakmış olduklarını düşünüyorum.

Öğretim Başlıyor
Dersliğimizi, yatakhanemizi, yemekhanemizi öğreniyoruz. Sınıfta ikişer kişilik masalarda, sandalyelerimizde oturuyoruz. Uygun bir zamanda, altısı kadın, otuz beş arkadaş bir araya gelerek nerede, ne kadar çalıştığımız, evli mi bekâr mı olduğumuz, kaç çocuğumuzun bulunduğu konusunda birbirimizi bilgilendiriyoruz.

İkinci dalımızı, seçmeli derslerimizi belirliyoruz. O zamanlar, Eğitim (Pedagoji) Bölümü öğrencilerinin, ikinci bir dalı daha seçmeleri zorunlu. Benim için bu, arayıp bulamadığım bir olanak. Bir zamanlar ikinci sınavını kazanamadığım Türkçeyi (edebiyatı) seçiyorum, 10 arkadaşımla birlikte. Midayet de Türkçeyi seçiyor. Midayet’le iki yıl boyunca aynı masayı paylaşacağız. Öbür arkadaşlar da Resim ve Sağlık Bilgisinden birini seçiyorlar.

Bir Düş Kırıklığı
Eğitim Bölümünde okuma isteğimin bir başka nedeni de daha vardı. Eğitim konularında araştırma ve öğretim yaptığını sandığım bu okulu bitirdikten sonra Fulbright Bursu ile ABD’de öğrenim yapmayı düşlüyordum. Bu amaçla iki seçmeli ders yerine haftada altı saat İngilizce seçiyorum. Ancak dersler başladığında, burada araştırma filan yapılmadığını, her öğretmenin ders konularını anlatmakta olduğunu, çok az da tartışmalara yer verildiğini, kimi öğretmenlerimizin çoğaltılmış ders notları dağıttığını; çoğundan, anlatılanlardan not tutarak öğrenimi sürdürdüğümüzü görüyorum. Salih Otaran ise iki yıl boyunca sürecek olan Ölçme ve Değerlendirme derslerimizi, hazırlatıp uygulattığı bir teste dayalı olarak sürdürmeye başlıyor. Bir süre sonra, sözünü ettiğim bursun yedi yıllık olduğunu ve bir yıl önce bittiğini öğrenmenin düş kırıklığını yaşıyorum.

Edebiyat Öğretmenlerim
Edebiyat derslerimizden Edebi Bilgilere Behçet Necatigil giriyor. Necatigil, yazdığı ciltler dolusu şiirleriyle, Radyo oyunlarıyla, çevirileriyle ün kazanmış; Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü gibi eşsiz yapıtlara imza atmış bir şair, yazar, çevirmen ve insana değer veren, her dersine özenle hazırlanarak gelen içten, alçak gönüllü, saygın bir öğretmen. İşlediği her konu ile ilgili bir metinle geliyor her derse. Önce örnek metni kendisi okuyor, ondan sonra o metne bağlı olarak konusunu işliyor. Örneğin öykü konusunu, haberin, ardından röportajın ne olduğunu açıkladıktan sonra öykünün onlardan ayrı yanlarını belirterek işliyor.

Öğretmenimiz, Türkiye’de çıkan bütün edebiyat dergilerini düzenli izliyor ve edebiyat dünyasına girmeye hak kazanan kalemlere, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğünde yer veriyor. Her ay çıkan dergilerdeki en güzel şiiri belirleyerek onu bir dersinde bize okuyor. Her dersini iple çekiyorum, Necatigil’in. Yeni çıkan yapıtlarını izliyorum. Ataç Kitabevi’nce Yaz Dönemi yayımlandığında hemen alıyorum. Bir derste şiir konuşulurken imzalamasını istiyorum. Kitabını “Rasim Bakırcıoğlu’na yadigâr. 15.5.1964.” diye yazarak imzalıyor.

Bir derste şiir yazmaktan söz açıldığında öğretmenimiz, Kabataş Lisesi’nde daha mutlu olduğunu, orada her zaman şiir heveslisi üç beş öğrencisi bulunduğunu, onların şiir yazma konusunda büyük çaba gösterdiklerini söylüyor. Burada ise öyle bir ilginin bulunmadığından yakınıyor. Kendisi de çocuk öyküleri yazan Abbas Cılga,Rasim de şiir yazıyor.” der demez, yazdığım bir şiirimi istiyor, öğretmenim. “Ben, anlık duygularımı yazıyorum.” gibi birkaç tümce geveleyince öğretmenim, şiirin öyle bir anda yazılamayacağını, emek istediğini belirttikten sonra elini iç cebine atıyor ve oradan bir kâğıt çıkarıyor. Gözlüğünü takarak kâğıda bakıyor ve “Bu şiire …tarihinde boş bir saatimde öğretmenler odasında başlamışım. Üzerinde daha birçok kez çalışarak tamamlayacağım.” diyor ve ısrarla bir şiirimi görmek istiyor. Ikına sıkıla bir şiirimi çıkarmak zorunda kalıyorum. Yanıma oturarak önemli bir çalışma imiş gibi eleştirmeye başlıyor. Bir Kız Vardı adını vererek art arda sıraladığım sözde dizelerimi böyle sıralamak yerine dörtlükler biçiminde yazmamı öneriyor. Sonra da her dizeyi özgün birer anlatıma kavuşturana dek üzerinde çalışmam gerektiği konusunda beni uyarıyor. O şiirimi daha sonra şu biçime dönüştürüyor:

 Bir Kız Vardı

Bir kız vardı
Derinliklerinde anılarımın
Kuşlar kadar mutlu
Baharlar kadar umutluydu
Bir kız vardı
Derinliklerinde anılarımın

Dilbilgisi dersini Haydar Ediskun’dan alıyoruz. Ediskun, dilbilgisi dışında edebi bilgiler kitabı, birçok piyes yazmış olan bir öğretmen yazar ve tiyatro oyuncusu. Bir cumartesi akşamı, öğrencileriyle birlikte oynadıkları piyesi izliyoruz.

Yılın başında hocamızın Remzi Kitabevi’nde Yeni Türk Dilbilgisi yayımlanıyor. Kitabı görür görmez büyük bir sevinçle alıyorum. Hocamızın, dersini bu kitabını satır satır izleyerek bir tiyatro oyuncusu etkililiği ile işlediğini görüyorum. Bir süre sonra her derse geldiğinde Haydar Bey, “Rasim, nerede kaldık?” diye sorarak anlatmaya başlıyor, dersini. Sözcüğüne varana dek aklında, kitabına yazdıkları. Arkadaşlar, yanlış yorumlar, kaygısıyla o kitabı öğretmenime imzalatmadığıma çok pişman oluyorum.

Haydar Bey, bir derste aruz ölçüsüyle yazılı şiirlerin özelliklerini anlattıktan sonra bize yazdırdığı şu beyti doğru yazana ödül vereceğini söylüyor:
Sen de mi hâlâ esîr-î zülf-î yâr olmaktasın?
Uslan ey kâlb ûslân ârtîk ihtîyâr olmaktasın!

Kısa ve uzun heceleri, ulamaları anlamamız için beyti birkaç kez okuyor. Yazdıklarımıza tek tek bakıyor. En az yanlışın benim yazdığım beyitte olduğunu ve ödülü benim hak ettiğimi söylüyor. Ancak öğretmenim ödülümü vermeyi unutuyor. Ben de yanlışsız yazamadığım için öğretmenime ödülümü vermesini anımsatmıyorum.

 Türk Edebiyatı Tarihini de Şemsettin Kutlu okutuyor. Kutlu da bir başka açıdan şaşkınlığa düşürüyor beni. Türk Edebiyatı Tarihini, dönemin edebiyatçılarının yaşamlarını, edebi kişiliklerini, yapıtlarının konusunu, kahramanlarının adlarını ve karakter özelliklerini ezbere biliyor. Bunları anlatmakla da yetinmeyip her yazara ilişkin ilginç, anekdotlar anlatıyor. Cahit Sıtkı, Orhan Veli, arkadaşları, Kutlu’nun. Onların çok özel yaşantılarına varıncaya dek anlatıyor bize. Her edebiyat dönemini anlatmadan önce o dönemin tarihini özetliyor. Öğretmenimizin o kadar kaynağı nasıl okuduğuna, o kadar bilgiyi nasıl aklında tuttuğuna şaşıp kalıyorum. Kutlu Öğretmenimizin Tercüman gazetesinde Kudret Sinan takma adıyla köşe yazısı yazdığını öğrendikten sonra arada bir o yazılarını da okuyorum.

Türkçeyi seçenlerin sayısı önce 11 kişi iken ilk haftadan sonra sayımız 10’a düşüyor. Aysel Hanım da edebiyatı severek seçen arkadaşımız. Şemsettin Kutlu, ilk derste, öğretmen masasından, Aysel Hanım’ın bacak bacak üstüne atarak oturduğunu görünce Aysel Hanım’ı fena halde azarlıyor, öyle oturuşu nedeniyle. Aysel Hanım’ın eteği kısa da değil üstelik; diz kapağında. Bunun üzerine Aysel Hanım, çok severek seçtiği bu dersi bırakıp Resim dersine geçiyor.

Yıllar sonra yazar Ayla Kutlu’nun Zaman da Eskir adlı roman tadındaki anı kitabını okuduğumda, üniversite öğrencisi olarak Ankara’da, amcası Şemsettin Kutlu’nun evinde kalırken akşamları eve geç geldiği gibi nedenlerle kendisine aşırı baskı yaptığı için yurda çıkmak zorunda kaldığını okuyunca Aysel Hanım’ı niçin azarladığını daha iyi anlıyorum.

Eğitim Bölümü Öğretmenlerim
Eğitim Bölümünde, iki yıl içinde, öğrencisi olmaktan mutluluk duyduğum on iki öğretmenim oluyor. Bunlardan Ruh Sağlığı öğretmenimiz Dr. Mebuse Sürmeli, dersini İngilizce yazılı bir kitaptan okuyup bize Türkçesini söyleyip not ettirerek işliyor. Bazen, o cümleyi silin!” diyerek doğru çevirisini söylüyor. Arada bir de örnekli kısa açıklamalar yapıyor. O nedenle çok ilgimi çeken bu ders, biraz tekdüze geçiyor.

Eğitim Bölümünün ilk ve bizden önceki sınıfı, Türkiye çapında ünü duyulan Şükrü Selçikoğlu’ndan alıyorlar bu dersi. Bu öğretmenin ders işleyişini anlata anlata bitiremiyorlar. Selçikoğlu’nun Eğitim Psikolojisi (1958), Aile ve Çocukta Ruh Sağlığı -Radyo Konuşmaları- (1962), Rehberlik ve Psikolojik Kılavuzluk (1963) adlı yapıtları bulunuyor.

Özgü Yayınevi’ni yöneten, kendi yazdığı ve çevirdiği kitapları orada yayımlayan, Cumhuriyet gazetesinde bu uzmanlık alanıyla ilgili deneme niteliğinde yazılar yazan Dr. Halis Özgü, doktorasını Fransa’da yapmış. Rehberlik dersimizde bize en çok Freud ve Adler’in kuramlarını, kısaca da Jung’un kuramını anlatıyor. Sınıfta ağır ağır yürürken ağır ağır anlattığı her tümceyi rahatlıkla yazabiliyorum. Bir iki saat de rehberlikle ilgili bir şeyler söyleyerek dönemi bitiriyor.

Rehberlik dersinde bu kişilerin kuramlarının anlatılması, benim açımdan iyi oluyor. Çünkü o sayede Psikanalize ilgim artıyor ve zaman içinde bütün psikanalistlerin kuramlarını öğreniyorum. Özgü’nün kitaplarının tamamını alıyor ve okuyorum.

Daha sonra Çorum İlköğretmen Okulunda öğrencilerimden ilgi duyanların öğretmenimin birçok kitabını indirimli olarak edinmesini sağlayacağım. Yıllar sonra da yüksek lisansta Prof. Dr. Engin Geçtan’ın yapıtlarını ve başka yapıtları okuyarak kişilik kuramlarını ayrıntılı olarak öğrenecek, yayımladığım kitaplarımda bunları anlatacağım.

Öğretmenimizin çok sayıdaki yapıtlarından birkaçı: Çocuğunu Nasıl Yetiştirmelisin? (1944), Aşkın Psikolojisi (1945), Aşağılık Duygusu ve Karakter (1946), Tembelliğin Gerçek Sebepleri ve Giderilmesi Çareleri (1948), Aktif Metotlar (1953), Cinsiyet Eğitim, (1955), Okul-Aile Kütüphanesi yahut Çocuğunuz Tanıyor musunuz? 2 cilt (1955-1959), İnsanın İçyüzü (1960), Başarılı Öğretmen (1961), Genç Kız Psikolojisi (1963), İnsan Dramı (1963)

Dr. Fatma Varış da Eğitim Felsefesini, konuşması biraz ağır olsa da oldukça etkili ve doyurucu biçimde anlatıyor. Derslerinde arada bir bize soru soruyor ve bizi de konuşturuyor.

İlk hafta eni 10 cm. boyu 15 cm olan karton kartlara kimlik bilgilerimizi yazıyor. Yüksek özgüveni ve sağlam bilgisiyle sınıfta demokratik bir otorite kuruyor, Varış Öğretmen. Hepimizin felsefe ile ilgili bir kitap okumamızı sağlıyor. Russell’ın Felsefe Meseleleri adlı yapıtını o zaman okuyorum. Öğretmenimizin o gün Ergenin Gelişimi (1963) adlı bir yapıtı bulunuyor.

Bir ara bize Çan Yayınları’nı tanıtıyor. Sınıf arkadaşım Zeki Bey’le Çan Yayınevi’ne gidiyor ve isteyenlere oradan istedikleri kitapları alıyoruz. Kocaman bir yayınevi ile karşılaşacağımı düşünürken apartman katının bir odasındaki raflarda, sınırlı sayıda; ama çok değerli çeviri kitaplarla karşılaşıyorum. Çevirileri Vedat Günyol, Asım Bezirci, Ferit Edgü, Sabahattin Eyuboğlu, Mina Urgan, Melih Cevdet Anday, Hilmi Yavuz, Halit Çakır, ya tek başına ya da ortaklaşa yapmışlar. Dar bütçeme karşın Bilim Ahlakı (A. Bayet), Bugünün Dünyasında Felsefe (J. Wahl), Uygarlık (C. Bell), Denemeler (A. Camus) ve Özgürlük Sorunları (B. Russell), Dünyamızın Sorunları (B. Russell) , adlı yapıtları alıyorum. Günyol’u tanımanın sevinciyle ayrılıyorum oradan.

Öğretmenimin bu yönlendirmeleri ile tanımış olduğum Russell’ın daha sonra Terbiyeye Dair, Felsefe Tarihi, Yaşantım, Bilimden Beklediğimiz, Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, Din ve Bilim, Sorgulayan Denemeler adlı yapıtlarını da ediniyor ve okuyorum.

Dönemin bitmesine iki hafta kala iki üç arkadaşımızın adını okuyor kartlarından Varış Öğretmen. O arkadaşların dönem boyunca hiç konuşmadıklarını; o nedenle son hafta onlardan bir konuda konuşmalarını istiyor. O zaman hocamızın, herkesin derslerdeki konuşmalarını kartlarında değerlendirdiğini anlıyoruz.

Varış Öğretmen, daha sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürecek, başka birçok yapıt daha üretecektir.

Ahmet Zeki Ökmen, ilk yıl Teşkilat ve İdare, ertesi yıl da Özel Öğretim Yöntemleri dersini okutuyor. Teşkilat ve İdare sınavında ben 10 alıyorum, Midayet de 9 alıyor. Ertesi yıl Özel Öğretim sınavında sorulan Hayat Bilgisinin amaçlarından ikisi bir türlü aklıma gelmiyor. Sınavdan sonra Midayet’e bundan yakındığımda Midayet, “Ben, her soruyu tam yanıtladım. Ancak sana yine 10, bana da 9 gelecek.“ diyor, ardından da 2. sınıflardan, Ahmet Bey’in okul bitene dek herkese ilk sınavında aldığı notu verdiğini duyduğunu söylüyor. Gerçekten de Midayet 9, ben ise 10 alıyorum o sınavdan.

İkinci sınıfta bir cumartesi günü öğle üzeri sınıfta otururken sınıfın kapısında Ahmet Zeki Bey görünüyor. Bana, öğleden sonra bir işimin olup olmadığını soruyor. Olmadığını söyleyince “O zaman, saat 14 00’da Eminönü’nde 101 numaralı otobüs durağında buluşalım.” diyor. “Olur Hocam!” deyince nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı bilmeden yola çıkıyorum.

Söylenen saatte oraya vardığımda öğretmenimin de geldiğini görüyorum. Otobüse binince öğretmenim nereye gitmekte olduğumuzu açıklıyor. “Ben, diyor, aynı zamanda İngiliz Lisesi’nin (High School’un) Başyardımcısıyım. Benden Milliyet gazetesinin açmış olduğu liselerarası yarışmalarda seçici kurulda görev yapmak üzere iki öğretmen istediler. Seninle Boğaziçi Koleji’nde (bugünkü Boğaziçi Üniversitesi) yapılacak olan yarışmada seçici kurul üyesi olarak görev yapacağız.”

Bir yandan öğretmenimin bu iş için beni seçmesinden mutlu olurken, bir yandan da İngiliz Lisesi’nin öğretmeni olmamam nedeniyle kaygı duymaya başlıyorum. Ancak içimden, “Öğretmenim yanımda nasıl olsa.” diye kendimi rahatlatıyorum.

Oraya vardığımızda görevli, Ahmet Zeki Bey’i başka bir sınıfa, beni başka bir sınıfa yönlendiriyor. İşte o dakikadan sonra kaygılanmaya başlıyorsam da öğretmenimin burada olduğunu, bir sorun çıkarsa, onunla görüşülmesini isteyebileceğimi düşünerek kaygımı yatıştırmaya çalışıyorum. Aynı sınıfta görevli kumral bir bayan öğretmenle ak saçlı bir bay öğretmenin arasında yerimi alarak görevlinin getireceği değerlendirme fişini beklerken sağımda oturan bayanın, “Siz High School’dan mısınız? diye sorduğu soruyu önce anlayamadığım için “Efendim?” diye yinelettikten sonra anımsayabiliyorum, nerenin öğretmeni olduğumu. “Evet!” diyorum, gayet ciddi bir biçimde ve çabucak önüme dönüyorum. Ancak bayan, sorularını sürdürüyor: “Orada çalışmış olan ….’yı tanıyor musunuz?” deyince o kişinin geçmişte orada çalışan birisi olduğunu anlıyor ve o kişinin ne zaman orada çalıştığını soruyorum. Bayan, iki yıl önce oradan ayrıldığını söyleyince rahatlıyor, benim oraya geçen yıl geldiğimi söyleyerek durumu kurtarıyorum.

Tam o sırada görevli geliyor. Bize, getirdiği değerlendirme fişlerini veriyor.  Ben, hemen fişin üstüne abanıyorum, yeni soruların sorulmasının önünü kesmek amacıyla. Bay öğretmen, fişe yazmamız gereken ön bilgilerle ilgili bir şeyler soruyor. O sorular da çok işime yarıyor. Çok bilmiş gibi, öğretmene nereye, nelerin, nasıl yazılması gerektiğini açıklıyorum.

Yarışma başlıyor. Kılı kırk yaran bir ayırtman rolünde, tüm dikkatimi yalnızca yarışmacılara yöneltmiş bir ayırtmanım. Yarışmacılar sahneden ayrıldığında, onlara vereceğim notlara odaklanarak ikinci yarışmacıların gelmesine dek geçen süreyi, işimle kapatıyorum.

Son yarışmacıları izlerken, Ahmet Zeki Bey kapıyı açarak “Rasim, bizim işimiz bitti; ben gidiyorum.” demez mi? İşte o zaman, kaygı tavan yapıyor bende. Ya bir sorun çıkarsa, diye dokuz doğuruyorum. Buradan sorunsuz çıktığım zaman, duyacağım sevinci kim kestirebilir?

Yarışma bitince değerlendirme fişini imzalayıp zarfa koyduktan sonra zarfı teslim almaya gelecek kişiyi beklerken dakikalar ilerlemek bilmiyor. Ne sağıma ne de soluma bakıyorum. Sonunda sakallı bir bey gelip zarflarımızı alır almaz, iki yanımdaki öğretmenlere hızlıca “Hoşça kalın!” der demez dışarı atıyorum kendimi. O anki kadar sevindiğin bir başka zamanı anımsamıyorum.

Genel Öğretim Bilgisi öğretmenimiz Fevzi Selen, yaşlı ve kilolu. Bütün derslerini oturarak anlatıyor. Ancak anlatımı açık ve akıcı. Her konuyu somut örneklerle anlaşılır kılıyor. Bir de Öğretimde Gazetelerden Yararlanma Tekniği diye bir seçmeli derimize geliyor, Selen Öğretmen. Bu derste öğrendiklerimizin ışığında, 10 Kasım’da çıkan gazetelerde Atatürk’le ilgili olarak yayımlanan yazı, fotoğraf ve karikatürlerden, tekniğine uygun biçimde birer gazete kesiği dosyası hazırlıyoruz. Selen’in yazdığı Öğretimde Gazetelerden Yararlanma Tekniği (1954) adlı kitapçığı da bulup ediniyorum. Selen Öğretmen, Atatürk döneminde eğitim için Almanya’ya gönderilen öğretmenlerden biri.

Öğretmenimizin Okullarda Yazı Dersleri (1939), Yazı Kılavuzu, 3 cilt (1947), İnduvidual Psikoloji ve Terbiyesi Zor Çocuklar (1949) adlı yapıtları da bulunuyor.

Salih Otaran, Ölçme ve Değerlendirme dersinde bize ilkokul 5. sınıflarıyla ilgili bir test hazırlatıp onu bir ilkokulda uygulatıyor. Ondan sonra ölçme ve değerlendirme ile ilgili tüm bilgileri iki yıl boyunca, o testten alınan puanlardan yararlanarak öğreniyoruz. Çok anlamlı bir öğretim biçimi oluyor bu, bizim için.

Otaran Öğretmen, dersinin uygun zamanlarında kimi yaşantılarından söz ediyor. Yedi yıl ilkokul öğretmenliği yaptığı köyde bir yandan da Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Eğitim (Pedagoji) Bölümü’ne girmek üzere sınava hazırlanıyor. Uzun süre, ayna karşısında güzel ve etkili konuşma alıştırmaları yapıyor. Ders dışı zamanlarında bu çalışmalarını sınıfın duvarına astığı ayna karşısında sürdürürken sınıfın penceresinden onu gören bir kişi, köyde rastladığı herkese, öğretmenin sınıfta kendi kendine konuşmakta olduğunu duyuruyor. Bunun üzerime toplanan kalabalık, okulun penceresinin önüne gelip Salih Bey’i izlemeye başlayınca, sınıfta ışığın azalması üzerine Salih Bey, pencereye doğru baktığında, pencerenin önündeki kalabalığı görüyor. Durumu anlıyor ve pencereye yaklaşıp ne yaptığını onlara anlatarak yanlış anlamayı gideriyor.

Her gün belli bir süre çalışma kararını uygularken uykusu gelirse, uykusunu dağıtmak amacıyla koluna iğne batırıyor.

Bir başka zaman da kendisine bir başka istenç eğitimi uyguluyor. Yıl başına dek sigara içmemeye karar veriyor. O güne dek bir sigara bile içmiyor. Yeni yıla girerken ilk sigarasını yakmak üzere hazırlanıyor. Saat tam 24 00’ı gösterdiğinde büyük bir keyifle sigarasını yakıyor.

Parasız yatılı olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün sınavını kazanamazsa Ankara Hukuk Fakültesi’nde okumaya karar veriyor Salih Bey. Sınav için Ankara’ya gittiğinde sınava girmeden önce, sınavı kazanamaması durumunda hukuk okuyabilmek için çöpçülük yapmaya karar veriyor. Ulus’ta belediyeye çöpçü alınan yeri öğreniyor. Bir sabah oraya giderek yetkiliye çöpçülük yapmak istediğini söylüyor. Yetkili, okur yazarlığının olup olmadığını soruyor. Okur yazar olduğunu söylüyor ve kimliğini gösterip kaydını yaptırıyor. Gazi’yi kazamaması durumunda sabahın 6 00’ında görev alanı olan sokağı süpürdükten sonra okuluna gidecektir.

Sınava girdiğinde her sözlü soruyu, ayırtmanları hayran bırakan eğitimli sesiyle yanıtlayınca Salih Bey’in o konuşma biçimini öğrenmek için yıllarca emek harcadığını bilmeyen Dr. Halil Fikret Kanat, “Bu güzel konuşma sana bir Tanrı vergisi!” diye şaşkınlığını belirtiyor.

Sınavı üstün bir başarıyla kazanınca, Salih Bey’in çöpçülük yapmasına gerek kalmıyor. Çünkü Gazi Eğitim, parasız yatılı bir okuldur. Ancak Salih Bey, hukuku da bitirmekten vazgeçmiyor. Orayı da bitirerek öğretmen avukat oluyor. İki yıl da Amerika’da eğitim görerek lisans eğitimini tamamlıyor. İstanbul’da hem Eğitim Enstitüsü öğretmeni hem de İstanbul Barosu avukatı olarak çalışıyor.

Fikret Özgönenç, arkadaşlardan tama yakınının can attığı müfettişlikle ilgili Teftiş Tekniği dersini çok güzel anekdotlarla süsleyerek dinletmesini bilen babacan, sevecen bir öğretmen. Herkes memnun kendisinden. Bizi zaman zaman, başarılı işlerin yapıldığı okullara götürüyor. Bir gün de bir ilkokulun müdürü olan kardeşinin okuluna gidiyoruz. Hoş beşten sonra kardeşi, “Ben, bir şey anlatırken dinleyenlerimin o konuda bir şey bilmediğini varsayarak konuşurum. Size de yapmakta olduğum çalışmaları bu biçimde sunacağım, kusura bakmayın.” diyerek başlıyor konuşmasına. Anlatılanları ilgiyle dinliyor ve onlarla ilgili yapılanları da görüyor ve çok yararlanıyoruz.

Öğretmenimiz, dönüşte kendisinin de sürekli yazı yazdığı Öğretmen dergisinin çıkarıldığı yayınevine götürüyor bizi. Orada da bir derginin nasıl hazırlanıp basıldığını gözlemliyoruz. İstersek bu dergiye yazı yazabileceğimizi söylüyor öğretmenimiz. Dergiyi sürekli almaya başlıyorum. Ancak çok istememe karşın, oraya yazı yazmaya bir türlü zaman ayıramıyorum. Oraya yazamasam da Eğitim Enstitüsü ile Yüksek Öğretmen Okulu Kültür Edebiyat ve Yayın Kolunun çıkarmakta olduğu Çim dergisine şiirler ve yazılar yazıyorum. Özgürlük adlı aşağıdaki şiirimi sisli bir İstanbul akşamında sınıfta bir anda yazıp bitiriyorum. Şiirim ilk kez orada yayımlanıyor.

Özgürlük

Sis çökmüş İstanbul’a
Gecede kasvet var
İri ayaklı bir dev içimde
O kasvet kadar
Ne yazık ki
Anlatamıyorum kimseye
O dev içimde
Benden büyük
Ah bir küçültebilsem onu
İşte özgürlük

Öğretmenimizin Okullarda Sergi ve Müzeler (1950), Okullarda Tahrir Denemeleri (1950), Okullarda Ders Araçları (1952), Çocuk ve İstidat (1952), Okullarda Test Çalışmaları (1954), Radyoda Eğitim Konuşmaları, 2 cilt (1958), Bizim Sınıf (1960) adlı yapıtları bulunuyor.

Muvaffak Uyanık, Özel Eğitim dersini, çoğunu maddeler halinde hazırladığı notlarını yazdırıp gerekli açıklamaları yaparak sürdürüyor. Uyanık Öğretmenimiz de Almanya’da eğitim görenlerden. Öğretmenimizin Yeni Mektebin Ders Vasıtalarından Kum (1934), Yeni Mektebin Ders Vasıtalarından Gazete (1938), Teşkilat ve İdare (Fuat Gündüzalp’la) (1953) adlı yapıtları bulunuyor.

Adını unuttuğum pırıl pırıl giyinen, dersini tane tane ve örneklerle anlatan, saygı uyandıran, ak saçlı öğretmenimiz, Eğitim Sosyolojisi dersimize geliyor.

 Nusret Köymen’den Toplum Kalkınması seçmeli dersini alıyoruz. Öğretmenimiz, Amerika’da Köy Sosyolojisi konusunda eğitim görmüş. Türkiye’de ilk Eğitim Sosyolojisi ders kitabını Köymen yazıyor. Sıklıkla yeni bir toplum kalkınması planı oluşturarak geliyor dersimize. “Bunu, sizin için dün akşam geliştirdim.” diyerek başlıyor birçok konuşmasına.

İkinci sınıfta, öğretmenimizi sonsuzluğu uğurluyoruz. Sınıfımızın en yaşlısı, en uzun boylusu ve en girişkeni olan Zeki Bey, öğretmenimizin eşiyle de bağlantı kurarak öğretmenimizin defin törenine katılmamızı sağlıyor. Ardından öğretmenimiz adına bir de dergi hazırlayarak yayınlıyoruz.

Öğretmenimizin Demokrasiyi Kurtaralım, Demokrasiyi Kurtaracak Halk Eğitimidir (1952), Eğitim Sosyolojisi (1953), Halk Eğitimi Rehberi (1856), Teknik Halk Eğitim (1957), Büyük Aydınlığa Doğru, Halk Eğitiminin Kaynağı (1960) adlı kitapları bulunuyor.

Devrim Tarihi öğretmenimiz Faik Binal, iyi bir Devrim Tarihi öğretmeni olmanın yanı sıra eşsiz bir insan örneği. Bize arkadaşı gibi içten davranıyor. Sınavında hemen hepimiz çok yüksek notlar almamız üzerine, notlarımızı duyurduktan sonra, “Size bir şeyi itiraf etmek istiyorum, arkadaşlar!” diye söze başlıyor. “Binanın girişindeki salonda bulunan panoda asılan notlar arasında Eğitim Bölümü öğrencilerinin notlarının çok yüksek olduğunu görünce, ‘Her halde öbür öğrencilere göre daha yaşlı olmanız nedeniyle öğretmenler bu bölüm öğrencilerine yüksel not veriyorlar.” diye düşünüyordum. Şimdi, Fransızca sınıfı ile birlikte gördüğünüz bu dersin sınavında onların birçoğu zayıf alırken sizin yüksek notlar aldığınızı görünce o düşüncemin yanlış olduğunu anladım.” diyor.

Ertuğrul Günışık’tan, iki seçmeli ders yerine haftada 6 saat İngilizce dersi alıyoruz. İngilizceye, anlattığım düşüm nedeniyle çok istekle başlamış olsam da o konuda düş kırıklığı yaşamam yüzünden, beklenti düzeyim biraz düşüyor. Ancak Günışık’ın dersine ilgi göstermemek olası değil. Günışık Öğretmen de örneği az bulunan öğretmenlerden. Her öğrencisine, koşulsuz sevdiğini, içtenliğini duyumsatıyor. Her dersinde hem kendisi çok etkin hem de bizi aynı düzeyde etkin kılıyor. Hepimiz her derste birkaç kez konuşturuluyoruz.

Bir de seçmeli ders olarak Rekreasyon Dersini alıyoruz Günışık’tan. Bu derste yapmadığı yansılama (taklit) kalmıyor, asıl Beden Eğitimi öğretmeni olan Günışık Öğretmenimizin. Elindeki tefle ritim tutarak Afrikalı bir kavmin ritüellerini yansılamasını hiç unutmuyorum. Ertuğrul Bey, piyano da çalıyor. Rekreasyon dersinin birini Müzik Salonunda yapıyor ve ömründe hiç dans etmemiş olan biz köy çocuklarına orada kız arkadaşlarımızla dans ettiriyor, çaldığı piyano eşliğinde.

Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, perşembe akşamları okulda konferanslar veriyor. O konferansları da büyük bir ilgi ve hayranlıkla izliyorum. Cılavuz’un kitaplığından alıp okumuş olduğum kitapçıklarında tanıdığım eğitim bilimcimiz Baltacıoğlu’nu dinlemek, çok ayrı duygular yaşatıyor bana. Hat sanatı üzerinde konuşuyor bir akşam. Elifin değişik hat sanatçılarınca nasıl birbirinden ayrı biçimlerde resmedildiklerini tiyatral bir anlatı ile canlandırıyor, kendinden geçercesine. Baltacıoğlu’nun anlattıklarından çok şey öğreniyorum. Yazdığı Allah Nedir ve Pedagojide İhtilal adlı yapıtlarını da o günlerde ediniyorum.

Geziler, Tiyatrolar, Sinemalar
Her perşembe günü öğleden sonra İstanbul’un görülmeye değer yerlerinden birine bir uzman rehberliğinde gezi düzenleniyor. Dolmabahçe, Topkapı Sarayı ve Müzesi, Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Beylerbeyi sarayı, Emirgân korusu, Yerebatan Sarayı, Tevfik Fikret Müzesi (Aşiyan), Sait Faik Abasıyanık Müzesi gibi görülmeye değer neresi varsa İstanbul’un, oraya gidiliyor. Bu gezilerin tümüne katılıyorum. Örneğin Topkapı Sarayı ve Müzesini oranın tarihini yazan Tarih öğretmeni Reşat Ekrem Koçu’nun rehberliğinde geziyoruz. Onarım nedeniyle kapalı olan Harem Dairesi bile öğretmenimize açılıyor ve öğretmenimiz orası da içinde, sarayın her köşesinde yaşanmış olan acı-tatlı olayları bir bir anlatıyor bize.

Tekirdağ’da her yıl Kiraz Festivali düzenleniyor. Festival haftası içindeki bir pazar günü, Behçet Necatigil ve Ahmet Kabaklı öğretmenlerin de eşleriyle birlikte katıldığı bir grup öğrenci, Tekirdağ’a gidiyoruz. Bir kiraz bahçesinden bir ağacın kirazını satın alıyoruz. Öğle üzeri yer sofralarımızda yemeğimizi yedikten sonra sıra kiraz yemeye geliyor Uzanabildiğimiz dallardaki kirazları yerden; uzanamadığımız dallardakileri de ağaca çıkarak yemeye girişiyoruz. İsteyen, getirdikleri kâselerine istediği kadar da topluyor; ancak o güzel kirazların yarısını bile bitiremeden İstanbul’a dönüyoruz.

Konuya öze ilgisi olan arkadaşlar, gitmek isteyenleri belirleyerek oynanan bütün tiyatro oyunları, Benhur, On Emir, Gizli Hakikatler gibi bütün ünlü filmler için önceden bilet alıyor ve bunları birlikte izliyoruz. Yine birlikte birer kez Zeki Müren’i dinlemeyi, dönemin ünlü dansözü Özcan Tekgül’ü izlemeyi de unutmuyoruz.

Cumartesi Günleri Cağaloğlu’ndayım
Cumartesi öğleden sonraki zamanlarımın çoğunu Cağaloğlu’na ayırıyorum. Ancak oraya giderken önce Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Aksaray’daki Kitap kitabevine uğruyor ve birbirine yapıştırılmış iki kartona el yazısıyla yazılıp girişin sağında, kasada oturan Dağlarca’nın tam karşısındaki duvarda asılı Karşı Duvar Dergisi’nde okurlara sunulan, oldukça soyut anlamlar yüklü yeni şiirlerini mutlaka okuyorum.

Oradan Laleli’ye ve Beyazıt Meydanı’na geçiyor, İstanbul Üniversitesi’nin önünden, caminin arkasından Sahaflar’a giriyorum. Sahaflar’da satılan eski kitaplar çok ilgimi çekiyor. Çok değerli kitapları tanıyorum, onların arasında. Gözüme kestirdiklerimi satın alıyorum. Kimisinin ününü bilen sahaflar, yüklü paralar istiyorlar onlar için. Kimisinin ise değerini daha ayrımsamamış oldukları ya da onların arayanı olmadığı için fiyatlarının düşük olduğunu görür görmez alıyorum. Örneğin Fahrettin Kerim’in Ruh Hastalıkları (1925, 3. Baskı: 1935); A. Refik Sıtkı’nın İnkılâp Psychologie’si (1934); Ali Haydar Taner’in Ruhbilim (1943); L. M. Terman ve M. A. Merrill’in yazdığı, M. Ş. Başoğlu’nun dilimize çevirdiği Zekânın Ölçülmesi (1944); Erasmus’un yazdığı ve Şerif Hulusi’nin dilimize çevirdiği Deliliğe Methiye (1956) dlı yapıtlarını Cağaloğlu’ndan alıyorum.

 Varlık Yayınevi, Remzi Kitabevi, İnkılâp Kitabevi, Millî Eğitim Yayınevi, Cağaloğlu’nda en çok uğradığım yerler oluyor. Ta 1954’te tanıdığım Varlık dergisinin, Varlık Cep Kitaplarının yayımlandığı Varlık Yayınevi’ni Varlık Yayınevi; Varlık dergisini Varlık dergisi yapan Yaşar Nabi Nayır’ı görmekle son derecede mutlu oluyorum. Yayınlarının tümünü inceliyor, her uğradığımda onlardan bir ikisini alarak kendimi ödüllendiriyorum. O yıllarda Cumhuriyet gazetesinde röportajları yayımlanan, iri yapılı, tok sesli genç Yaşar Kemal’i de ilk kez Cağaloğlu’nda Cumhuriyet gazetesinin önünde bir arkadaşıyla konuşurken görüyor ve büyük bir ilgiyle gözlemliyorum.

Milli Eğitim Yayınevi’nden, fiyatları çok uygun olan çok değerli çeviri eğitim, psikoloji ve eğitim psikolojisi kitaplarını satın alıyorum.

Sahaflarda dolaşmaktan bıkmıyorum. Oraya her gidişimde yeni kitap ve dergilerle karşılaşmanın mutluluğunu yaşıyorum. Kimi de Eminönü’nden giriyor, Sahaflardan çıkıp caminin arkasındaki ulu çınarların altında çay içtikten sonra okula dönüyorum

Birkaç kez de İstanbul Üniversitesi’nin tarihsel kapısından girerek Üniversite Yayınlarının satış yerine uğruyor, oradan da kitaplar alıyorum. Örneğin kitaplığımdaki R. Frete’in yazdığı, H. V. Eralp’ın çevirdiği Delilik adlı yapıtını oradan alıyorum.

O yıllarda 1956’dan bu yana sürekli okuru olduğum Cumhuriyet gazetesi ve Varlık dergisinin yanı sıra bir de Türk Dili dergisini ve Akşam gazetesini de okumaya başlıyorum. Arada bir de Yeni Dergi’yi alıyorum. Varlık ve Yeni Dergi’de öbür değerli yazılardan başka Necatigil’in yeni yazdığı şiirleri de yayımlanıyor. Türk Dili’nde, öğretmenim Haydar Ediskun’un yazıları çıkıyor. Akşam gazetesinde de özellikle Çetin Altan’la dış politika yazan Ali Sirmen’i ilgiyle okuyorum.

Tuttuğumuz Ders Notlarıyla Harçlığımızı Çıkarıyoruz
Midayet ve Zeki Bey’le birlikte bir ortaklık kurarak Eğitim Bölümü’nü dışardan bitirenlere ders notu hazırlıyoruz. Sınıfımızdaki bir iki arkadaşın derste tuttukları notları karbon kâğıdıyla birkaç nüsha çoğaltıp dışardan bitirenlere satarak para kazandıklarını gören Zeki Bey, bize bu konuda üçlü bir ortaklık öneriyor ve müşteri bulmayı kendisi üstleniyor. Midayet’le benim iyi not tuttuğumuzu biliyor. Biz, tuttuğumuz ders notlarını daktiloyla yazarak teksir makinesinde çoğaltıyoruz. Bu yolla harçlığımızı çıkarıyoruz.

İlkokulda başlayan “hiçbir dersi kaçırmamaya çalışma” isteğim, her aşamadaki öğrenciliğimde varlığını koruduğu gibi burada da en az sevdiğim dersleri bile kaçırmıyorum. Cılavuz’da hastalık, nöbet gibi zorunlu nedenlerle giremediğim derslerde de nelerin yapıldığını, dersleri iyi izlediklerini bildiğim arkadaşlardan öğrenip zincirin halkalarını koparmamaya çalışıyordum. Burada da hiç devamsızlık yapmıyorum. Midayet de öyle. Bu nedenle ders notlarımızı eksiksiz tutuyoruz.

Yakın Arkadaşlarım
Sınıfta başta Midayet olmak üzere Rıdvan, Mustafa Ali Samsa, Şadan ve Aysel Hanım kişilik özelliklerini kendime yakın bulmam ya da onların da bana yakınlık göstermeleri sonucu sıklıkla görüştüğüm kişiler oluyorlar. Zeki Bey de sınavların öncesinde beni buluyor ve bana kimi konuları anlattırıp dinliyor.

Şadan ve Rıdvan, “ağabey” diyorlar bana. İkisi de benimle dertleşmeyi çok seviyor. Şadan, gezmekten ve sinemaya gitmekten çok hoşlanıyor. Çarşıya çıkmak, sinemaya gitmek istediğinde beni buluyor ve birlikte gitmemizi rica ediyor.  Okulun zemin katında Osmanlı döneminde mescit; şimdi ise Yüksek Öğretmen Okulu ve az sayıdaki Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin ders çalışma ve okuma salonu olarak kullandığı geniş bir alan var. Burada altışar kişinin oturacağı büyük masalar ve yanlarında da altı sandalye bulunuyor. Masaların arasındaki yürüme yollarına yolluklar serili olduğu için girenin çıkanın, çalışanları ya da okuyanları rahatsız eden en küçük bir gürültüsü bile duyulmuyor. Kısa sürede burayı keşfediyor ve orada kendime boş bir yer bularak ben de herkes gibi o yere birkaç kitabımı defterimi koyuyorum ve orası benim oluyor.

Bu salonda yeri olmayanlar, burada çalışmak istediklerinde, boş olan yerlerden birine oturabiliyor. O yerin sahibi yanlarına gelirse oradan kalkıp bir başka boş yere geçiyorlar.  Burada masalara konulan kitap, kalem defter asla kaybolmuyor. Şadan, yalnız başına dışarı çıkmak istemediğinde, yerimi bildiği için sessizce gelip kulağıma isteğini söylüyor ve kalkıp birlikte istediği yere gidiyoruz.

Şadan’la bu dostluğumuz iki yıl boyunca sürdüğü gibi Çorum’a atandığımda orada da ziyaretime gelecek ve birkaç gün konuğumuz olacaktır.

Aysel Hanım’la duygusal ortaklığımız dolayısıyla ara sıra bir çay bahçesinde oturuyor, şiirden, şairlerden söz ediyor, gezilerde de sohbet etme zamanı buluyoruz. O da benim gibi şiir yazmaya çalışıyor. İki okulun ortaklaşa yapılan seçiminde Aysel Hanım Yayın Koluna seçiliyor.

Rıdvan da beni sıklıkla arayan ve kimi zaman çok sert düşünsel tartışmalar yaptığım yakın arkadaşım. TİP’li, Rıdvan. Hem toplumcu hem de dağınık. Benimkiyle karşıt, onun birçok tutumu. Sıklıkla dersleri asıyor. Düzensiz yaşamasını eleştirdiğimde, kendi istediği düzen kurulduğunda tutarlı davranacağını savunuyor.

Bir gün sınıfta yine sert bir tartışmamızın sonunda kalkıp lokale giderek bir yandan çay içip bir yandan da tatlı bir sohbete daldığımız bir sırada, yanımızdan geçen başka sınıftan bir kız arkadaş, “Aaa! Siz az önce sınıfta kavga etmiyor muydunuz?” diye soruyor. Tartışma sırasında ses tonumuzu o denli yükseltmiş olmalıyız ki arkadaş, bizim kavga etmekte olduğumuzu düşünmüş. Ona, ikimizin çok yakın arkadaş olduğumuzu; ancak kimi konularda ayrı düşünce, sert tartışmalar yaptığımızı açıklıyoruz.

Rıdvan, bazen gecenin bir saatinde yatakhaneye gelip beni sessizce uyandırarak yataktan inmemi rica ettiği bile oluyor. Bekâr bir genç olarak o saate dek yaşayıp da benimle paylaşmaktan kendini alamadığı konuları oluyor.

Son Sınıfta İkindi Çayına Çağıran Öğretmenlerimiz
Son sınıfın son aylarında birkaç öğretmenimiz, bizden önceki Eğitim Bölümü öğrencilerini son sınıfın son aylarında evlerine ikindi çayına çağırma geleneğini başlatıyor. Aynısını bize de uyguluyorlar. Ahmet Zeki Ökmen, Fevzi Selen ve Fikret Özgönenç, son sınıfta bizi de evlerine çağırıyor ve evlerinde ağırlayarak onurlandırıyorlar.

Önce Ahmet Zeki Bey başlatıyor çağrıyı. Bir gün Zeki Bey’le bana evinin adresini veriyor ve evine gelerek gidiş geliş yolunu öğrenmemizi, sonra da aynı yolla sınıfça evlerine gitmemizi istiyor. Zeki Bey’le evine gidiyoruz. Çok güzel çiçeklerin bulunduğu geniş bir bahçenin kenarındaki tek katlı bir evle karşılaşıyoruz. Evin önünde otururken Zeki Bey, “Bahçeniz çok güzelmiş Hocam!” deyince Ahmet Zeki Bey, “Burada her mevsimde açan çiçekler var.” diyor. Ertesi gün de sınıfça öğretmenimizin evine elimizdeki çiçekle birlikte varıyor ve öğretmen olan eşinin yaptığı pastaları yiyip çaylarımızı içerek okula dönüyoruz.

Fevzi Selen’in tek katlı evine gittiğimizde de öğretmen eşi ve kendisi karşılıyor bizi. Orada da çok güzel sohbetlerimiz oluyor, öğretmenimizle ve güler yüzlü öğretmen eşiyle. Çok daha büyük bir kitaplığının olacağını düşündüğüm öğretmenimin, salonun köşesindeki boyum yüksekliğinde küçücük kitaplığını görünce çok şaşırıyorum.

Fikret Bey’e gittiğimizde, bizi yalnızca kendisi karşılıyor. Eşinin niçin bulunmadığını ne o açıklıyor, elbette ne de biz soruyoruz.

Bu çağrı işini duyan Devrim Tarihi öğretmenimiz Faik Binal, bir dersinde, “Arkadaşlar, diyor, sizi ben de evime çağırmak isterdim. Ancak salonumuz çok küçük. Eşim çok güzel pasta yapar. Eğer uygun görürseniz eşime sizin için pasta yaptırıp bir cumartesi öğleden sonra buraya getirmek istiyorum. Kantinden de çaylarımızı getirterek burada birlikte yer ve sohbet ederiz. Olur mu?“ diye soruyor. Kendilerine teşekkür ediyoruz ve o haftanın cumartesi günü, öğretmenimizin ikindi çayını içiyor, zahmet edip getirdiği pastaları yiyoruz.

Ertuğrul Günışık, bizim sınıfı bir perşembe gezisinde Paşabahçe Cam Şişe Fabrikası’na götürüyor. Dönüşte, Boğaz’a bakan bir yamacın başında bizi otobüsten indirerek dar bir yolla Boğazın kıyısna doğru indiriyor. Bir süre sonra önümüze, yamaca yaslanmış tek katlı çok güzel bir yapı çıkıyor. Ertuğrul Bey, “Burası banım evim.” diyerek bizi içeriye, salona alıyor.

Salonda bize kırmızı şarap ikram ediyor. Sehpalarda portakal ve kuru yemiş bulunuyor. Amerika’da yaşadığı altı yılın öyküsünü orada, evinde şaraplarımızı içerken anlatıyor, bütün ayrıntılarıyla. Duvarda asılı resimlerden birinin ayrıldığı eşine ait olduğunu; öbürünün de kızının resmi olduğunu belirtiyor. Toplumsal yanının çok güçlü olduğunu bildiğimiz öğretmenimiz, evinde hiç unutamadığımız birkaç saat yaşatıyor bize. Sonra bizi yola çıkartarak gelen ilk otobüse bindirip okulumuza uğurluyor.

İlkokul Programı Taslağı’nın Uygulanmasına İlişkin Gözlemlerim
O yıllarda İlkokul Programı geliştirilmektedir. Taslak programın uygulandığı Deneme okullarından biri olan Beyazıt İlkokulu’nda, meslekte epey bir yılı geride bıraktığı, saçlarındaki aklardan anlaşılan bir bayan öğretmenin sınıfında gözlemciyiz. 1968 İlkokul Programının taslak halinin öngördüğü yedi basamaklı küme çalışmaları yapılıyor. Beş küme var sınıfta. Ancak bunlardan biri öbür kümelerden biraz uzak bir köşede oturuyor. Öğretmen, öbür dört kümeden her birine uğruyor, onların soru ve sorunlarıyla ilgileniyor, onlara yol, yöntem önermesine karşın söz konusu kümeye bir kez bile uğramayınca uygun bir anda öğretmenin yanına giderek köşedeki kümeyle niçin ilgilenmediklerini soruyorum sessizce. Öğretmen, beni şaşkına çeviren bir yanıt veriyor. “Onlar, diyor, sınıfın başarısız öğrencileridir. Onları, öbür öğrencilerin çalışmalarını aksatmamaları için ayrı bir kümede topladım. Onlar, orada kendilerine verdiğim ödevi yapıyorlar.”

Bir an, bu öğretmenin bu yaşa gelinceye dek bu anlayışla öğretmenlik yaptığını düşününce kanım donuyor. Demek ki bu öğretmen, bugüne dek, her öğrencinin hazır oluş düzeyini belirlemeye çalışarak onların kendi ilgi ve yetenekleri yönünde olabildiğince gelişimlerini sağlamak olduğunu bilmeden sürdürmüş görevini. Öğrencileri, başkalarıyla değil, kendileriyle yarıştırması gerektiği bilincinden yoksun, bu öğretmen! Her öğrenciyi kendi ilgi ve yeteneği doğrultusunda ne olabilecekse o olabilmesi için onlara yardım etmesi gerekirken, yalnızca belli bir düzeyin üstündekilere bu gelişim fırsatını tanımış. Özel eğitim gereksinimlilerin bile normal sınıflarda eğitilmelerinin daha sağlıklı olduğu bilinirken, bu öğretmen, başarısını düşük bulduğu öğrencileri adeta gözden çıkarıyor.

Bu acı gerçek, baştan beri benim de ısrarla savunduğum bir doğruyu ortaya koyuyor: Eğer eğitimde bir gelişim sağlamak istiyorsak, önceliği program geliştirmeye, araç gerece değil; öğretmeni yetiştirmeye tanımalı, önce ona eğitim öğretimin ne olduğunu ne olmadığını kavratmalıyız. Çünkü yeterli öğretmen, yetersiz programın bile eksik yanlarını gidererek, gereken araç gereci sağlayarak iyi bir eğitim uygulayabiliyor. Buna karşılık çocuk gelişim ve eğitim bilgilerini yeterince içselleştirememiş, eğitim öğretim yöntem ve tekniklerini, öğrenilenlerin nasıl ölçülüp değerlendirileceğini yeterince öğrenememiş olan bir eğitimci ise en iyi programı bile başarıyla uygulayamıyor. Bu, Günümüzün tartışma götürmeyen bir gerçekliği, bu!

Aksaray ve Beyazıt çevresindeki program geliştirme çalışmalarına rehberlik eden; İlkokul Programı Taslağı’nın genel ve özel amaçlarını, bu programın uygulanmasında kullanılması istenen yöntem ve teknikleri, araç gereçleri en ince ayrıntısına dek çok iyi kavramış olan müfettiş Abdullah Ön, bir gün sınıfımıza çağrılıyor. Ön, bu konuda uygulama örneklerini de içeren, çok anlaşılır, çok yararlı bir de kitap yazmış. Sınıfımızda bize program çalışmalarına ilişkin çok doyurucu açıklamalar yapıyor. Ancak gerek deneme okullarındaki öğretmenlere gerekse öbür öğretmenlere bu taslağın gerektirdiği bilgi, beceri ve anlayış kazandırılmadıkça, bu deneme sonunda en iyi bir program geliştirilse bile beklenen verim elde edilemeyecektir.

Daha sonra Çorum İlköğretmen Okulunda uygulama sınıflarımı götürdüğüm kent içindeki okullarda da yalnızca bir öğretmenin, Ali Öztürk’ün, bu programı istenen düzeyde uyguladığını görebileceğim. Nitekim, bu programın ülke düzeyinde uygulamaya konuluşundan kısa bir süre sonra öngörülen küme çalışmalarının başarıyla uygulanamadığı görülerek geri adım atılacaktır. Daha sonra ise okullarımızda ağırlıklı olarak yine “anlat-dinlet” ve “okut-bellet” anlayışı egemen kılınacaktır.

Hakkı Rodop Rehberliğinde Müfettişlik Stajımız
Hakkı Rodop, öğretmenliği, milli eğitim müdürlüğü ve yazarlığı ile adını ülke düzeyinde duyuran ve son yıllarında da İstanbul’da müfettiş olarak çalışmakta olan; insan ilişkileri ve eğitim, denetim uygulamaları, çağdaş eğitimin istediği düzeyde değerli bir eğitimci. Müfettişliğini yaptığı öğretmenlerin, yolunu gözlediği az sayıdaki müfettişten birisi.  Hakkı Bey’in öğretmenlerle mesleksel ilişkilerinden çok etkileniyor ve kendisinden çok yararlanıyorum. Sanırım, arkadaşlar da çok yararlanmışlardır. Tam bir demokratik disiplin uygulayıcısı, yetkin bir rehber, Hakkı Bey. Yetkinliğini o saygın alçakgönüllülüğü ile duyumsatıyor herkese.

Hakkı Bey, bir gün bizi Marmara kıyısında tek sınıflı, tek öğretmenli Güzelyalı Köyü İlkokulu’na götürüyor. Geleceğimizden haberi yok Öğretmen Hanım’ın. Çat kapı varıyoruz okulun kapısına. Öğretmenin elinde bir fırça, bir çerçeveyi boyuyor. Hakkı Bey, öğretmene bizim Eğitim Bölümü son sınıf öğrencileri olarak müfettişlik stajı için okuluna geldiğimizi söylüyor. Öğretmen, en küçük bir tedirginlik duymaksızın Hakkı Bey’i ve bizi kırk yıllık ahbaplarıymışız gibi karşılıyor.

Elindekileri bir kenara koyarak “Buyurun sınıfa geçelim”, diyor. Sınıfta, görmeye doyamadığımız bir küme çalışması ile karşılaşıyoruz. Kümelerdeki her öğrenci, ne yapacağının bilinciyle karınca gibi çalışıyor. Her öğrenci, iş bölümünde kendilerine düşen görev ve sorumluluğu, küme arkadaşlarıyla iş birliği anlayışı içinde yerine getiriyor. Onlarda da bir tedirginlik izine rastlanmıyor, sınıfa girdiğimizde. Bir kümenin görülmeye değer renkli bir Türkiye kabartma haritası yapmakta olduğunu görüyoruz.

Öğretmen, her sınıfın ne yaptığını ayrıntılı biçimde anlatıyor, biz de ağzımız açık dinliyoruz, bu eli öpülesi öğretmenin açıklamalarını.

Yetkin bir müfettişliği kadar da eşsiz bir insan olduğunu bizimle ilişkileriyle de gösteren Hakkı Bey, daha okula yaklaşmadan, işini çok iyi bilen ve yapan bir bayan öğretmenle karşılaşacağımızı anımsatıyorsa da anlattıklarının anlamını ancak gözümüzle gördüğümüzde tam olarak kavrayabiliyoruz. Demek ki bir köyün tek öğretmenli bir sınıfında da böyle göz kamaştırıcı çalışmalar yapılabilirmiş.

Aynı gün, iki öğretmenli bir başka okula uğruyoruz. Orada ise aklın almayacağı bir durumla karşılaşıyoruz. Tek sınıflı okula iki öğretmen atanınca sınıf ikiye bölünmüş. Arkadaki sınıfın öğrencileri, iki sınıfı birbirinden ayıran, birbirine bitişik masaların üstünden geçerek yerlerini alıyor, teneffüste de aynı yoldan dışarı çıkıyorlar. Başöğretmene, “İki öğretmen de aynı saatte ders yaparken öğretmen ve öğrencilerin konuşmaları birbirine karışmıyor mu? Bu durum, iki sınıfı da rahatsız etmiyor mu?” diye sorulduğunda, başka çarelerinin olmadığını söylüyor, başöğretmen.

Hakkı Rodop’un gözetiminde müfettişlik stajı yaptığım için kendimi çok şanslı duyumsuyorum.

 İstanbul Yaşantılarımdan Günlüklerime Yansıyanlar
29 Ekim 1963

Tüm İstanbul, sokaklarda, neredeyse. Sokaklar hınca hınç insan dolu. Bir grup arkadaşla Vatan Caddesi’nde izliyoruz bayram törenini ve şenliklerini. Caddenin iki yanında birikmiş olan insanlar, protokolün önünden geçen öğrencileri, teşekkülleri ve askerleri alkışlıyorlar.

Ülkemizin en büyük kentindeki bu bayram gününde, geride kalan Cılavuz’da, çalıştığım okullarda kutladığımız Cumhuriyet bayramlarını anımsıyorum. Değişik duygular oluşuyor zihnimde. Bugün, yıllarca içinde olduğum bayramın yalnızca izleyicisi oluyorum.

Gece, Othello’yu izliyoruz tiyatro sahnesinde. Üstlendikleri rolleri tam anlamıyla yaşayan ve yaşatan oyuncular, oyunun içine alıyor bizi. Sahnede canlandırılan olayları, biz de yaşıyor gibi oluyoruz. Othello, onu şaşırtmak ve eşinden soğutmak için türlü dolaplar çeviren oyuncu, Othello’nun eşi, çok başarılı sanatçılar. Türlü acıları, sevinçleri yoğun bir biçimde duyumsatıyorlar bize. Othello’nun oyuncuları, geçen gün izlediğimiz Çapkın Komser’in oyuncularını çok geride bırakıyorlar.

Oyun sonrasında, Beyoğlu’ndan belediye otobüsüyle ayakta, omuz omuza okula dönerken bambaşka duygular içindeyiz.

Caddeler, sokaklar, gece boyunca da dolup taşıyor. Bayram sevincini en çok çocuklar yaşıyor. Gülüyor, oynuyor, bağırıp çağırıyor, balonlarını gökyüzüne salıveriyorlar. Büyüklerden çoğunun alnındaki kalın çizgiler, geride bıraktıkları yılların acılarına tanıklık ediyor. Bir ışık cenneti, bu akşam İstanbul.

3 Kasım 1963

Yine tiyatrodayız. Bu kez Aşk Anahtarı’nı izliyoruz. Hayli gülüyoruz temsilde. İlhan Engin’in yazdığı ve sahneye koyduğu bir temsil, bu. Argo dille hovardalık denen konu işleniyor.

Arada bir, yedi yıl boyunca gerçekleştiremediğim isteğimin bende yarattığı acılar geçiyor zihnimden. Onun ardından da bana Eğitim Bölümü gibi kazanılması çok uzak görünen bir bölümle birlikte, çok istediğim Edebiyat Bölümünün öğrencisi oluşum geçiyor. Burada okuma olanağına kavuşmuş olmak, yoğun bir mutluluk yaşatıyor bana. Kimi zaman, çok sevdiği, kavuşamayacağını sandığı sevgilisine kavuşan bir âşık gibi duyumsuyorum kendimi.

Akşam, Dayımın gönderdiği iki yüz liranın ihbarnamesini alıyorum. Bu nedenle de anlatılması zor duygular kuşatıyor dünyamı. Dayım varmış benim! Sıkıntılı günlerimde elimden tutarmış…

Yine bu akşam, Arif’ten mektup alıyorum. Başarı merdivenini hızla tırmanmakta olduğunu öğreniyor ve çok seviniyorum.

7 Kasım 1963

Bu akşam da Kötü Tohum’u izleyip döndükten sonra açıyorum günlüklerimi yazmakta olduğum defterimi. Lale Oraloğlu ve kızı Alev Oraloğlu’nun oynadıkları oyunun sahnelerinde yer yer gözyaşı döküyorum. Kızlarımı, yuvamı düşünüyor ve hüzünleniyorum.

Dünden beri rahatım. Bir süredir yaşadığım soluk daralmalarım, yutkunma zorluklarım geride kalıyor, iki gün önce bıraktığım sigarayla birlikte. Şimdilik kendimi doğrusu yanlışıyla kurtarmış bulunuyorum sigaradan.

Başöğretmenliğim sırasında aynı odada iki arkadaşımın da sigara içmesi, arada bir bana da vermeleri sonrasında bir paket sigara da ben almak ve masamın gözüne koyarak ara sıra ben de onlara ikram etme gereği duymuştum. İki yıl boyunca, “Buna asla alışmam” savıyla bir iki sigarayı dudak tiryakisi olarak içmiş; üçüncü yıl ise, içmeden duramaz duruma gelmiştim.

 Dudak tiryakiliğinin bana zarar vermediğini savunuyordum. Oysa duman ağız boşluğumda dolaşıyor, az da olsa ciğerlerime de iniyordu. Dahası içime çekmediğim dumanı, kapalı yerde, kirlettiğim havayla birlikte yeniden soluyarak ciğerlerime indirdiğimi ise düşünmüyordum.

23 Kasım 1963

Günler, o değişmeyen, durdurulamayan hızıyla akıp gidiyor. Yazmak istediğim, Atatürk Haftasında gördüklerime ilişkin duygularım vardı. Gününde yazamadığım için çoğu sönüverdi o duygularımın. Milli Türk Talebe Birliği’nin düzenlediği toplantıya güçlükle girebilmiş ve Hüseyin Nail Kubalı, İlhan Sekçuk, Niyazi Akı, Nadir Nadi gibi değerli konuşmacıları çılgınca alkışlayanlara katılmıştım. Her konuşmacı, Atatürkçü düşüncemi kamçılamıştı, oldum olası.

Okulda düzenlenen toplantıda da Fahrettin Altay’ı, Orhan Şaik Gökyay’ı ve müzisyen Halil Bedii Yönetken’i dinlemiştik, büyük bir coşkuyla. Salondakiler, hep birlikte türküler, marşlar okumuştuk. Orhan Şaik Gökyay, ancak böyle gecelerde kirimizden pasımızdan temizlenebildiğimizi, müziğin bizi tek vücut halinde birleştirdiğini söylemiş ve çılgınca alkışlanmıştı. Bunun üzerine Yönetken, birkaç türkü daha söyletmişti. Ardından Gökyay da iki şiir okumuştu, coşku dolu sesiyle.

Geçen hafta bugün, ateş ve ter içinde yatıyordum yatakhanede tak başıma. Aşı ile soğuk algınlığının rahatsızlığı birleşmişti. Cumartesi akşamı, arkadaşlarla birlikte hasta halimle ben de gitmiştim operaya. La Bohem’i izlemiştik. Hasta olmasaydım, daha güzel algılayacaktım sanırım La Bohem’i. İlk kez izliyorduk bir opera oyununu Müziğin, sanatın üst düzey bir örneğini daha izliyor ve görüyoruz.

Çarşamba akşamı da Dr Freud ve Hastası’nı izliyoruz, Oraloğlu Tiyatrosu’nda. Psikanaliz, bilinçdışının karmaşık yapısı, olay örgüleriyle yansıtılıyor, oyunda. Akşam da dört saate yakın süren renkli ve çok güzel olan Ben Hur adlı filmi izliyoruz. Her film ve temsilde, bana istencim dışında yaşatılanları çağrıştıran sahneleri izledikçe gözlerimin yaşarmasını durduramıyorum.

Çoğu temsil ve film, çocuklarıma her şeye karşın olabildiğince güvenli bir gelecek hazırlamam gerektiği konusundaki kararlılığımı güçlendiriyor.

Enstitüye, özellikle de eğitim bölümüne girmek, özlediklerimin çoğunu yaşamaya başlamak!.. Onun yanı sıra bir de yıllarca düşlediğim Edebiyat eğitimini gerçekleştirmeye başlamak!.. 

28 Aralık 1963

Kendimi iyi duyumsamadığım günlerden birini daha yaşıyorum. Neden, nereden kaynaklanıyor bu, bilemiyorum. Ne yapsam da kurtulsan bu duygudurumumdan? Okumak! Gezmeye çıkmak! Sinemaya gitmek! Arkadaşlarla konuşmak! Hiçbirini yapmak istemiyor canım.  Kimsenin bilmediği gibi benim de bilemediğim bir nedenle ortaya çıkan dayanılmaz bir sancı benzeri derin bir üzüntü, bu.

Mutluluk çok uzağımda. Elimin ayağımın ona ulaşması olanaksız. Bir düşünürün, “Dünyada iyiyi de kötüyü de insanın kendisi yaratır.” sözü geliyor aklıma. Ancak onun da bir yararı olmuyor. İçimi yakan bu duyguyu hangi yaşantımın, ne zaman yarattığını da bu sorunumu çözebilmem de olanaksız.

Benim de umutlarım vardı, bahar tazeliğinde. Canım sıkıldıkça onları düşler, avuturdum kendimi. Mutlu gelecek düşleri kurardım. Türlü renkte güller açar, ılgıt ılgıt eserdi rüzgâr, o düş ülkemin ikindilerinde. Kötülükler uğramazdı geceme gündüzüme. Güzellikleri barındırırdı yalnızca, düş ülkemin bahçeleri. Yükseklerdeki dallardan kuş cıvıltıları duyulurdu. Başka nice güzelliklerle kuşatırdım o düşlerimi ve bir süreliğine de olsa güzel duygular yaşardım. Şimdi, o türden bir düş de kuramıyorum.

Bir an, ”Bu da geçecek elbette.” tümcesi canlanıyor belleğimde.                                                                  

31 Aralık 1963

İyilikle kötülüğün çarpıştığı bir yıl daha geride kaldı. İyiliğin üstün geldiği, kötülüğün yenildiği günler çok mu uzak? Şu dünyada erdemli insanların egemenliği ne zaman kurulacak? İlerlemiş ülkelerde bile olmadık kötülükler işleniyor hâlâ. ABD başkanı Kenedi bile bir elin tetiğini düşürdüğü silahla yaşamdan koparıldı.

Dünyada eşit koşullarda yaşama hakkından yana olan ulusların üstün beyinleri bir araya gelerek İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni hazırlamış ve imzalamışlar. İnsanoğlu, orada yazılanları bugün olmasa bile günün birinde elbette yaşama geçirecektir.

Türkiye, yas içinde karşılıyor yeni yılı. Yavru vatan Kıbrıs, kan içinde. Rumlar Türkleri katlediyorlar. İki jet uçağımız, Kıbrıs göklerinde uyarı uçuşu yapıyor. Anadolu, teyakkuzda, gergin. Gençlik öfkeli. Eğlence yerleri, yılbaşı özel eğlence programı hazırlamayacaklarına ilişkin telgraf yağdırıyorlar başkente.

Bizim yılbaşı da sıradan. Akşam yemeğinden sonra Saadet Yolu, Epope ile günlük defterimi koltuğuma sıkıştırarak okuma salonuna gitmek üzere sınıftan çıkmaya hazırlanırken kapı dibindeki masada Aysel Hanım’la Rıdvan’ı görüyorum. Yanlarına oturuyorum. Sözü, günlüklerimi yazdığım deftere getiriyor ve yazdıklarımdan bir şeyler okumamı istiyorlar. Okuyorum. Ardından anılara dalınıyor. Aysel Hanım, şair dedesinden, babasının gençliğinde yazdığı şiirlerinden söz açıyor. Rıdvan, her zamanki güleç yüzüyle söze katılıyor. Yakınımızdaki masada Ali Demirtaş oturuyor.

Rıdvan’a, masamın gözündeki elma, ceviz ve üzümleri çıkarmasını rica ediyorum. Çıkarıyor ve kendi masasındaki meyveleri de katıyor bunlara. Konuşma sürerken ben elmaları soyuyor ve dörde bölerek arkadaşlara veriyorum. Bir yandan meyveleri yiyor, bir yandan da konuşuyoruz. Duygular konu oluyor konuşmalarımıza daha çok.  Sonra günlük defterime bir şeyler yazmak için onlardan ayrılıp okuma salonuna iniyorum. Orada bir grup öğrencinin yılbaşı nedeniyle oyun oynadıklarını görünce sınıfa dönüyor, burada yazıyorum bunları.

23 Şubat 1964

Birinci dönem derslerinin bir haftadır süren sınavları tamamlandı bugün. Biraz hafifliyor işimiz. Sonuçlar daha açıklanmamış olsa da kırık notumun gelmeyeceği kanısındayım. Geç öğreniyorum, yaşamı mutlu kılma konusunda nice yapıtlar yazıldığını. Herkesin kendine özgü sorunları var. Bunların çoğu, çözülebilecek türden sorunlar,

Bugüne dek düşündüklerimi, okuduklarımı yaşama geçirme konusunda ciddi bir adım atmadığımı; yalnızca yakınmakla, onları defterime yazmakla yetindiğimi geçiriyorum aklımdan. Yalnızca mutluluk düşleri kurmakla geçirmişim onca yılımı. Oysa sorunlar, savunmaya yönelik nedenler bulmayı değil; çözüm yollarını düşünmeyi ve bulunan en uygun çözüm yolunda çabaya yönelik adımlar atmayı gerektiriyor. Hâlâ bu gerçekçi yaklaşıma uzak bir yerdeyim. Düşünmüş olmak için düşünmüş, okumuş olmak için okumuş olmak değil; yararlanmak için düşünmek, okumak gerekiyor, oysa.

22 Mart 1964

Öğretmen okullarının 116. kuruluş yıldönümü olan 16 Mart’ta, Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem’le Müsteşar Nuri Kodamanoğlu’nun katılımı ile düzenlenen bir toplantıyı izliyoruz. Böyle toplantılar sonunda içimde yarın için biraz güç oluşurken kişisel koşullarım nedeniyle biraz da umutsuzluk beliriyor. Koşulları benimkilerden daha kötü olanları da düşünmüyor değilim. Ancak daha iyi duruma gelebilmek için gerekli adımları atma istencini gösteremediğim için de kendimi kınıyorum.

Ekmeksiz Köy, Keklik Pınarı olmuş, düşüncesi geçiyor zihnimden, Toprak Uyanırsa adlı yapıtı bitirdiğimde. Samsa’ya “İnsan niçin yaşar Samsa?” diye soruyorum. O da alaysı bir dille “Yemek için.” diyor ve ekliyor: “Bitirdin mi?” “Evet!” diyorum. Sorum, yapıtta soruma verilen yanıtı anımsatıyor ona. Evet! İnsan niçin yaşar? Bunca zaman, insanoğlu niçin çaba gösterip durmuş? Acı, tatlı yaşantılar içinde geçen her gün, biraz daha iyi bir yaşam için çabalamış. İnsanlar, mutlu bir kadın-erkek birlikteliğini sürdürmek istiyor. Bu konu çevresinde nice duygusal fırtınalar yaşıyor ve kim bilir daha nicelerini yaşayacak.

24 Mayıs 1964

İçime sığmayan, adlandıramadığım o duygular, ayakta yine. Enstitünün yakınındaki Porto Fino adlı açık çay bahçesindeyim, bir başıma. Bahçenin orta yerindeki küçücük havuzun fıskiyesinden fışkıran suların geri döndüğü yerde sular, oraya konulmuş olan topu çevirip duruyor. Bahçenin çevresinde ve orta yerindeki sarmaşık güller, en coşkun dönemlerini yaşıyor. Hava açık. Gökyüzünde pırıl pırıl bir mavilik!.. Geçmesini istemeyiz ya kimi zamanların, işte şu anda onlardan birini yaşıyorum. Ne para ne pul ne ders ne okul umurumda şu anda. Yalnızca ben ve benim duyumsadığım erinç var, bu güzelliklerin ortasında!

10 Kasım 1964

Dersler, gezmeler, sinemalar, tiyatrolar, arkadaş sohbetleri derken, günlük defterime kimi zaman aylarca bir şeyler yazamadığım oluyor. İstencimi kullanabilsem, kesinlikle bulurum o zamanı. Ama o istenç disiplini henüz yok, bende. İşin gerçeği, bu.

Bugün okuldaki törenden sonra Abbas Cılga, Cevat Gülmez ve Necati Göktaş’la birlikte Marmara Sineması’nda düzenlenen töreni izliyoruz. En ilginç geleni, izlediğimiz Atatürk filmi oluyor. Ahmet Yıldız’ı, Safiye Ayla’yı görüyoruz, konuşmacılar arasında. Çıkışta Cağaloğlu’na geçiyoruz.

Cebimde yirmi küsur liram var. Ona karşın dayanamıyor, Genç Bir Şaire Öğütler ile Sığınak Hikâyeleri’ni alıyorum. Sığınak Hikâyeleri’ni ilgiyle okuyorum. O arada Konfüçyüs’e de imrendiğimi söyleyince Göktaş, “Konfüçyüs ne demektir?” diye soruyor; şaşıp kalıyorum.

15 Ocak 1965

Yazmayı çok azalttım son zamanlarda. Duygularımı yeterince anlatmayı başaramadığım ilk zamanlarda, biraz daha iyi anlatma yeteneği edinmeyi ne kadar çok istiyordum!.. Şimdi, o günlere göre daha iyi anlatabildiğim halde, daha az yazınca yaşadıklarımı geleceğe taşımamanın rahatsızlığını duyuyorum. Bunun bir nedeni, yazmaktan çok okuma gereği duymam olsa gerek. Bulduğum fırsatları okumakla değerlendirmeye çalışıyorum.

Bu akşam, okulun salonunda, öğretmenimiz Salih Otaran’ın “Büyük Adamlar ve Okuma Sanatı” üstüne yaptığı ilginç ve etkili konuşmayı dinliyoruz. Otaran Öğretmen, birkaç gün öncesinden, konuşma konusunun, konuşma yer, saat ve süresinin, kendi ad ve soyadının yazılı olduğu karton şeritleri astırıyor, okulun girişine ve koridorlarına. Akşam, salonda oturulacak yer bulamayanlar, duvar diplerinde ayakta izliyorlar, konuşmayı. Öğretmenimiz, tam duyurduğu saatte sahneye giriyor, o kendine özgü dingin tutumuyla sahnenin önüne dek yürüyor ve orada 20-30 saniye durup bütün dikkatleri üzerine odaklandırdıktan sonra o alt tonda; ama etkili ses tonuyla konuşmaya başlıyor. Elinde herhangi bir not yok.

Hazırladığı konuşmasını ezberlemiş ve en etkili sunuş için yeterince provaları da yapmıştır Salih Bey. Bunu bize, ders aralarında kendi yaşantılarına ilişkin anlattıklarından biliyorum. Duyurduğu 45 dakikanın bitiminde, konuşması da sona eriyor.

Tam bir dikkatle dinlettiği konuşmasının sonunda, coşkulu bir alkışla uğurluyoruz öğretmenimizi. Beynimiz, onun ilettiği birbirinden etkili açıklama ve örneklerle dolu olarak ayrılıyoruz salondan. Konuşması bitince öğretmenimin yaşamda var olduğunu söylediği şu iki yol, özellikle dolaşıp duruyor beynimde:

1. Güzel söz söylemeyi öğrenmek. Güzel söz söylemek, bilgili ve disiplinli kafanın ürünüdür.
2. Yazma gücüne erişmek. Yazma gücü, yeterince çok yazma denemelerini gerektiriyor.

Sınıfa döndüğümde, yukarıdakileri defterime geçerken Gülten Çatıkkaş, “Bari benim adımı da yaz. Nasılsa bir gün yok olacağız.” diyor. Bir sonraki tümcesini anlayamıyorum.

1 Temmuz 1965

Enstitüye girişte büyük bir sevinç yaşamıştım. Şimdi o okulu bitirdim; ama duyduğum sevinç, o denli büyük değil. Ulaşmamış olduğu amaçları, gözünde fazla büyütüyor olmalı insan.  Bitirme sınavları süresince, oldukça yoruluyorum. Sınavlarda üstün bir başarı elde etmek istiyorum ve bunu gerçekleştiriyorum. İki yıl içinde öğretmenlerimin üzerinde yarattığım olumlu izlenimi sarsmadan sonlandırıyorum öğrenciliğimi.

İngilizcenin sözlü sınavının yapılacağı günün sabahında Mr. Günışık’la karşılaşıyorum. “Mutluluğun tersi bir durum sergiliyorsun!” anlamında İngilizce bir tümce kuruyor, öğretmenim. Ben de “İngilizce sınavının yarattığı durum.” deyince kahkahayla gülüyor. Öbür birkaç öğretmenim gibi Günışık’ı da çok seviyorum. İngilizceye çok zaman ayıramasam da bu dili öğrenmek gerektiği düşüncemi güçlendiriyor Günışık Öğretmenim. İngilizceden de ortalama yedi ile geçiyorum.

 Bugün, bir başıma dolaşıyorum, İstanbul’u. Ne kimsenin isteğine göre davranma kaygısı var içimde ne de kimsenin isteklerime uymasını bekleme isteği. Kendi isteklerim doğrultusunda gezip tozacağım, bugün. Kendimle, doğayla çevreyle baş başa olacağım. İnsanoğlu, öbür canlılardan ayrı olarak en özgün biçimde kendini sanatla koymuş ortaya. Bırakalım yaratmayı, yazık ki yaratılanları görme, onlarla beslenme gereğini duyanların sayısı, bizim sınıfta bile çok az. Birçok arkadaş, günün, hafta tatillerinin boş zamanlarını kahve köşelerinde oyun oynayarak geçiriyorlar, bir sergiyi, bir müzeyi, bir parkı görme yerine. Ders yorgunluğunu oralarda atmayı seçiyorlar.

Evet! Bugün, İstanbul’un doğal güzellikleriyle ilgimi çeken kimi yerlerini bir başıma dolaşacağım. Bugünümü koca kentin kalabalık caddelerinin devingenliğinden uzak, görülmeye, gezilmeye değer sessiz, dingin yerlerinde geçireceğim. Günlük yaşamın sıradanlığından uzaklaşıp sanatın ve doğanın büyüleyici güzellikleriyle buluşacağım.

 Önce Deniz Müzesi’ni geziyorum. Ardından Çağdaş Resim Sergisi’ni ve Resim ve Heykel Müzesi’ni. Buralarda yaratıcıların el ve beyin birlikteliğinin sınırsız gücü ile ortaya koydukları yapıtlarını gözlemliyorum.

Ardından, Aşiyan’ın dik yokuşunu çıkarken Gülten Dayıoğlu’nun Yunus Nadi Öykü ödülü yarışmasında ikinci olan “Döl ”adlı öyküsünü okuyorum. Aşiyan’a varıyorum. Derin bir sessizlik egemen Tevfik Fikret’in Aşiyanında, Şair zevkiyle planlayıp yaptırdığı üç katlı ev, şimdi Tevfik Fikret Müzesi. Tevfik Fikret’in kokusunu duyar gibi oluyorum, müzeyi dolaşırken. Eşyalar, kitaplar, giysiler, tablolar, karakalem resimler, yağlı boya resimleri, fotoğraflar… Ondan kalanlarda yokluğun hüznünü yaşıyorum. Ünlü Sis şiiri ile Rücu’nun arasına son Veliaht ve Halife Abdülmecit’in yaptığı Sis tabloları yerleştirilmiş. Müzede Abdülhamit de yer almış.

Tevfik Fikret’in büyük umutlarla Amerika’ya gönderdiği: bu umutlarını Haluk’un Defteri, Haluk’un Vedaı şiirlerinde dile getirdiği oğlunun Amerika’da iki gün önce başpapaz olarak öldüğünü öğrenmenin karmaşık duygularını yaşıyor, babalar ve oğullar üzerinde düşünüp duruyorum.

Sonra Yıldız Sarayına gidiyorum. Yıldız Parkında güneş, tabandaki yeşillikle buluşmasın diye dikilmiş gibi bir izlenim yaratan ağaçların kuytu köşelerinde, sarmaş dolaş çiftler oturuyor. Yıldız Parkı, öğle sonrasının derin sessizliği içinde. Kocaman koruluğun üst yanında, iki ayrı yönde iki okun altındaki yazılardan biri Şare Köşkü’nü; öbürü de Malta Köşkü’nü gösteriyor. Malta Köşküne giden yol, ormana dönüşen ağaçların ortasındaki mermer tabanlı havuzundan su şırıltıları işitilen köşke götürüyor, gelenleri. Köşk, sessizce ziyaretçilerini bekliyor, çevresindeki parkla, çardakla birlikte. Köşkün önünden, ulu ağaçların gölgesinde aşağıya doğru ilerlediğimde ağaçlar, yeşillikler arasından akıp giden bir derecikle buluşturuyor beni. Biraz ileride de sarıya çalan yeşil renkte bir göl var.

Dereciğin üstündeki köprüden geçerken gördüğüm iki çiftin, oradan neyi izlediklerini şimdi anlıyorum. Yüksekçe bir yerden akan bir su sesi duyuyorum. Adım adım çıkış kapısına yaklaşıyorum. Çıkışta, göğsüne “Tabiat Anıtı” levhası asılı, 1855’te dikilmiş bir ağaç gövdesini görüyorum. Dalları budanmış ağaç, köklerinin çürümesi yüzünden biraz eğik duruyor.

Eğitim ve Türkçe diplomasını alarak İstanbul’dan, en ağır taşınırlarım olan bavul dolusu kitaplarımla yollardayım. Önce kura çekmek için Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne geliyoruz. O yıla dek eğitim enstitüsü eğitim bölümünü bitirenlerden notları yüksek olanlar İlköğretmen okullarına meslek dersleri öğretmeni; öbürleri de ilköğretim müfettişi olarak atıyorken ilk kez bizim bu bölümü bitirdiğimiz yıl Bakanlık, hangi akla hizmeti amaçlandıysa, öğretmenliğe ve müfettişliğe atamayı kura ile belirleme kararı alıyor. Oturmuşluk kazanan hemen her anlamlı kuralı bozma yolunda atılan adımlardan biri olmalı, bu da. Beni çok tedirgin ediyor, bu karar. Notlarıma güvenerek bir ilköğretmen okuluna atanacağıma kesin gözüyle bakarken, bu kararı duyar duymaz, rahatım kaçıyor. Arkadaşların büyük çoğunluğu müfettişliği iple çekerken ben, asla istemiyorum, müfettiş olmayı.

Yılda bir ya da iki gün yanına uğranılan öğretmenin eksik ya da yanlışlarının kolay kolay düzeltilebileceğine inanmıyorum. Ayrıca gerektiğinde soruşturmasının da yürütüldüğü öğretmene sağlıklı bir rehberlik de yapılamayacağı düşüncesindeyim. Bir şey daha: Müfettiş, gittiği okulda öğretmenin ya da başöğretmenin evinde kalıyor, yemeğini yiyor, sonra da onu teftiş ediyor ve ona başarılı, başarısız bir rapor veriyor. Bu da bana ters geliyor. İlköğretim müfettişliğinin, o günkü durumda yalnızca görevinin bilincinde olmayan öğretmenlerin kendilerine biraz çekidüzen vermelerini sağlayabileceğini; bir de ayağı yere basan önerilerde bulunan müfettişin yalnızca öğrenmeye açık olan öğretmenlere, açıklayabildikleri kadar yararlı olabileceğini düşünüyorum. Her akşam ayrı bir yerde yatıp kalkmaktan da hoşlanmıyorum. Ayrıca üstünlük taslama gibi bir derdim de yok.

İşte bu nedenlerle öğretmen ya da müfettiş olmanın kura çekimiyle belirlenme kararı beni oldukça kaygılandırıyor. Benim adım okunmadan önce, ilköğretmen okullarından yalnızca Çorum İlköğretmen Okulu kalmışken adım okunduğunda, karşı taraftan da bu okulun adı çıkınca, bendeki sevinç görülmeye değerdi. Dünyalar benim oluyor ve çok rahatlıyorum. Kura çekiminden sonra herkes, göreve başlamak üzere yola çıkıyor.

İLKÖĞRETMEN OKULU ÖĞRETMENLİĞİM VE YÖNETİCİLİĞİM

1965 yılı yazının başında kurada Çorum İlköğretmen Okulu’nu çekince, gerçekten çocuklar gibi seviniyorum. Her verimli sonuca giden yolun insan doğasına uygun çağdaş eğitimden geçtiğine inanıyorum. Dolayısıyla öğrendiklerimi ve öğreneceklerimi en iyi, lköğretmen okulunda öğrencilerimle paylaşabileceğimi düşünüyorum. İnsanlık, elbirliği yaparak tüm dünya çocuklarının çağdaş eğitimden geçmesini sağlasa, insanlığın kandan ve gözyaşından kesinlikle kurtulacağı kanısındayım. Bu kanım, nesnel gerekçelere dayanıyor.

Kura çekiminden sonra Çorum’a varıyorum. Bir otelde sabahladıktan sonra Çorum İlköğretmen Okulu’nun yerini öğrenerek okula gidiyor ve eski ahşap yapıdan içeri giriyorum. Okulun girişinde, sonradan baş hademe olduğunu öğrendiğim Zeynel Efendi ile karşılaşıyorum. Müdürün odasını soruyorum. Müdürün okulda olmadığını; müdür başyardımcısı Günhan Özkan’ın yerinde olduğunu söyleyerek beni onun yanına götürüyor, Zeynel Efendi. Benim nasıl bir duygu içinde olduğumu siz kestirin artık…

Çorum İlköğretmen Okulunun İlk Yapısı

Bir Cumartesi Günü Göreve Başlıyorum
Odaya girdiğimde kendimi tanıtıyorum. El sıkışarak oturuyoruz. Günhan Özkan’a, göreve başlayıp bu akşam Artvin’e doğru yola çıkmak istediğimi söylüyorum. Günhan Bey, benim göreve başlama ve izne ayrılma yazımı yazıyor. Saat de öğleyi bulunca Günhan Bey, “Hadi kalkalım!” diyor. Kalkıyoruz. Nereye gittiğimizi bilmiyorum.

Ana caddenin kuzeyine düşen mahalledeki okuldan ana caddeye çıkıyor, bir süre cadde boyunca doğuya doğru yürüdükten sonra sağa saparak tek ve iki katlı bahçeli evlerden oluşan bir mahalleye giriyoruz. Oradaki evlerden birinin kapısına yaklaşan Günhan Bey, zile basıyor. Kapıyı bir hanım açıyor. “Sema, diyor, Günhan Bey, bu arkadaş, meslektaşım Rasim Bakırcı. Bizim okula atanmış.”

Sema Hanım, “Hoş geldiniz; buyurun!” diyerek bizi içere alıyor. İlkokul öğretmeni olan Sema Hanım’la da tanıştıktan, hoş beşten sonra Sema Hanım, sofrayı kuruyor. Öğle yemeğini yiyip kahvelerimizi içmenin ardından, dışarı çıkıyoruz, Gühan Bey’le birlikte. Bir süre kentte dolaşıyoruz. Günhan Bey, kabaca kenti tanıtıyor.

Akşamüstü, Saat Kulesi’nin batı yönüne düşen bir apartmanın ikinci katına çıkıyoruz. Kapısında “Şehir lokantası” yazılı olan geniş ve üç yanı geniş pencereli pırıl pırıl bir lokantaya girip bir masaya oturuyoruz. Burası, kentin en güzel ve işlek içkili lokantası.

Az sonra bir bey geliyor masamıza. “Hoş geldiniz!” dedikten sonra yanımıza oturuyor. Günhan Bey, yanımıza gelen kişinin lokanta sahibi İbrahim Çetintürk’le beni tanıştırıyor. Bir süre sonra İbrahim Bey, “Size afiyet olsun!” diyerek kalkıyor. Günhan Bey, “Rakı içer miyiz?” diye soruyor. “Olur.” yanıtını alınca gelen garsona rakılarımızı ve yemeklerimizi söylüyor. Birkaç saat süren sohbetten sonra Günhan Bey, beni Samsun otobüsüne bindirerek uğurluyor.

Günhan Bey ve ailesiyle ilişkimiz, Günhan Bey Demirci İlköğretmen Okulu Müdürlüğüne atanıp okuldan ayrılıncaya dek ilk tanıştığımızdaki içtenliği ve sıcaklığı ile sürmekle kalmayacak; daha sonraki yıllarda Ankara’da da ailecek sık sık görüşmemizi sürdüreceğiz.

Yemeyi içmeyi, yedirmeyi içirmeyi seven, tez canlı, hoş sohbet bir kişi olan Günhan Özkan, daha sonra okula dönüp derslere başladığımızda öğretmenler odasındaki bir sohbet sırasında, ilk karşılaşmamızı ve benimle ilgili ilk izlenimini şöyle anlatacak:

“Rasim, ilk karşılaştığımızda imam kılıklı biri olarak göründü bana. Ancak rakı içme önerime ‘Olur’ deyince, kendisi hakkındaki kanım değişti.” diyerek arkadaşları ve beni güldürecektir.

Tatil Sonrası Çorum’a Dönüşümüz
Çoluk çocuğa, hısım akrabaya, konu komşuya kavuşmanın sevincini yaşadıktan sonra, Çorum’a doğru yola çıkmak üzere hazırlığa başlıyoruz. Evimizde götürebileceğimiz neyimiz var, neyimiz yoksa derleyip topluyor, Dayı oğlu Servet’le birlikte Eylül’ün başında Çorum’a varıyoruz. Günhan Bey aracılığı ile kiralanan daracık evimize yerleşiyoruz.

Ne elde var ne avuçta. Çorum’un bir kenar semtinde üstü muşamba kaplı dört adet sandalye ile küçük bir masa, bir de konuk odamız için bir sehpa alıyoruz. Bir süre sonra Servet, görevli olduğu köye gitmek üzere ayrılıyor.

Evimiz, sağlık memuru İsmail Kolağası’nın evinin küçük bir salon, iki oda, bir mutfak ve tuvaletten oluşan arka yarısı. Kendileri de önde alttaki oda ile üstündeki iki odada kalıyorlar. Yatağımız yorganımız, kap kacağımız dışında bir şeyimiz yok, desem yeridir.  İki havlumuz bile yok. Uzun bir süre misafir odasının penceresine perde bile alamıyorum. Okul müdürümüz “Hoş geldiniz” ziyaretine gelmek istediğini söylediğinde elim ayağım tutuşuyor, eksiklerimiz yüzünden. Ne yapıp edip bir perde alıyorum odaya. Yokluk, canımı çok sıkıyor. Kimsecikler gelmek istemese o kadar sorun yapmayacağım, yokluğumu. Çünkü bunları göze alarak geldim, bugünlere. Köy yerinde eksikliğini duymadığımız birçok gereksinim, kentte dağ gibi karşımıza çıkıyor.

Çok şey yapma umuduyla başlıyorum Çorum’daki görevime. Henüz bir zorlukla, olumsuzlukla karşılaşmamışken, güzel düşler kurmak kolay oluyor. Merdivenleri gıcırdayan eski bir yapıda ülkemizin genç beyinlerinin bir bölümünü eğiten öğretmenlerden biri olmanın gururu ile başlıyorum görevime.

Öğretim başlayınca büyük bir hevesle giriyorum sınıflara. Karşımda ortaokulu bitirip sınav kazanarak öğretmen olmak amacıyla gelmiş olan öğrenciler var.  Öğretmenlik, Eğitim Bölümü öğreniminden sonra daha da yüceliyor gözümde ve oldukça önemli bir meslek niteliğini kazanıyor. İçimde, çalışma ve başarma isteği dışında bir istek bulunmuyor, o günlerde. Öğretmenliğin daha donanımlı olmayı, bunun için kendini sürekli geliştirmeyi gerektiren bir meslek olduğu bilinciyle başlıyorum çalışmaya. Öncelikli isteğim, öğrencilerimi öğretmenliğe ilişkin bilgi ve beceriler, benimsemiş olduğum mesleksel, ulusal ve evrensel değerler doğrultusunda çok iyi yetiştirmek. Zamanımın tama yakınını bu yolda kullanıyorum.

Öğrencilerin, okudukları ilk ve ortaokullarda hangi değerlerle donanarak ya da donanamayarak geldiklerini; okulun, öğretmenlerin düşlediğim nitelikte bir eğitim vermeye hazır olup olmadığını bilmemekle birlikte, bütün bu paydaşların en iyi bir eğitim vermeye istekli ve yetenekli olduğu varsayımı ile sarılıyorum işime.

Ne ki ancak iki ay kadar birlikte çalışabildiğimiz Adnan Binyazar dışında hiçbir öğretmenin elinde ders kitabı dışında ne bir kitap ne bir dergi ne de bir gazete görüyorum. Binyazar’ın ayrıca sürekli, Varlık’a göndereceği bir yazı üzerinde çalıştığına tanık oluyorum.

Bu öğretmenler, bir köy enstitüsünde okumuş olsalardı, bu kurumda beş yıl içinde en az 120 kitap okumuş, bunun etkisiyle okumayı bir alışkanlık durumuna getirmiş olacaklardı. Bunun sonucu olarak da olay ve olguları değerlendirirken onlara at gözlüğü ile bakmaktan kendilerini kurtarmış olacaklardı. Çünkü o okumalarla Batı’nın ve Doğu’nun klasiklerinin ışıklarıyla apaydınlık bir beyne sahip olacaklardı. O zaman, yaptıkları bu eşsiz göreve bir para kazanma aracı olarak değil; bir ülkenin geleceğini kuracak kuşakları yetiştirme gibi yüce bir görev olarak bakacaklardı.

Müdür Yardımcılığı Önerisi ve Grup Öğretmenliğim
Çorum İlk Öğretmen Okulu, ikinci bir laboratuvar görevi yapıyor, benim için. İlkokulda yaptığım yanlışlardan ya da çözemediğim sorunlardan anlıyorum ki Cılavuz’da eğitimin ancak a’sını, b’sini öğrenebilmişim. Yedi yıllık ilkokul öğretmenliğimden sonra gittiğim İstanbul Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü öğrenciliğimle edebiyat öğrenciliğim, eğitimi bütün ayrıntılarıyla öğrenme isteğimi büsbütün kamçılıyor. Eğitimin gerçekten “uzun süre isteyen güç ve karmaşık bir süreç” olduğunun; öyle birtakım kuralları, ilkeleri akılda tutmakla üstesinden gelinemeyeceğinin bilincine varıyorum.  Bu konuda kendimi iyi donatmam; ortaya konulmuş olan bilimsel çalışma verilerini iyi kavrayıp onların gereğini yapabilme becerisini gösterebilmem gerektiğini anlıyorum.

Burada eğitim öğretim dışında bir kaygım olmadan çalışmayı düşlerken, açık olan müdür yardımcılığı önerisini alıyorum. Yöneticilik, baştan beri sevmediğim halde ilkokul öğretmenliğim boyunca yakamı kurtaramadığım bir iş. O nedenle kabul etmiyorum. Israrını geri çevirince Müdür Bey, “Biz sizinle çalışmak istiyoruz; ama siz bunu geri çeviriyorsunuz.” diye sitem ediyor.

Bir de boş grup öğretmenliğinin olduğunu duyuyorum. “Onu verirseniz, grup öğretmeni olarak çalışırım.” deyince, Müdür Bey, onun ayrı bir konu olduğunu söylüyor. Onu vermeye yanaşmıyor. Grup öğretmenliği, sevdiğim bir iş. Ayrıca bir de 109 Tl.’lik ücreti var. Para gereksinimim de yoğun.

Bu konuyu Günhan Bey’e açıyorum. Onun aracılığı ile bu görevi vermek zorunda kalıyor Müdür Bey.  Çünkü Günhan Bey’e kolay kolay hayır diyemiyor. Yönetimi neredeyse tek başına yürütüyor Günhan Bey. Okulun her işine en önce o koşuyor. Su tesisatında bir arıza olsa, onu bile anında yapıveriyor.  Günhan Bey, Ziraat Bankası Müdürünün damadı. Üç yönetici de Çorumlu. Eğitim şefi, yapması zorunlu işleri yürüten, müdürün her dediğini yerine getirmeye her an hazır bir kişi. Öğrencilerle sıcak bir ilişki kurmak gibi bir derdi de yok. Öğrencilerle oldukça mesafeli.

Yakın Arkadaşlarım
İlk tanıştığım ve aramızda oluşan dostluğumuzun yaşam boyu sürdüğünü yukarıda anlattığım Günhan Özkan’dan sonra orada birkaç arkadaşla daha aramızda yakın dostluklar oluşuyor. Bunlardan biri Cılavuz’dan sınıf arkadaşım olan Fen Bilgisi öğretmeni Adil Akyol oluyor. Bana oldukça yakın ve sıcak davranıyor.

Adil, benim Emekli Sandığı’nda biriken paramı çekerek öğrenciliğimde harçlık yaptığımı, yedi yıllık çalışmamın emekliliğime sayılması için o parayı ödemem gerektiğini duyunca bana, bankada parası olduğunu, orada duracağına çekip bana borç vermeyi ve sandığa olan borcumu ödememi öneriyor. Onun verdiği para ile borcumu kapatıyor, ona olan borcumu da taksit taksit ödüyorum. Adil de başka bekâr öğretmenlerle birlikte okulun üst katında kendilerine ayrılan bir odada yatıp kalktığı için kira ödemiyor.

Adil, branşında çok iyi; ancak öğrencilere hem somut hem de psikolojik baskı yapan, bu nedenle de gerginliğe yol açan bir öğretmen. O yıllarda okullarda dayak yaygın. Bense öğrencileri tir tir titreten, sürekli geren tutum yerine, öğretmen-öğrenci arasında bulunması gereken saygı çerçevesi içinde sıcak, içten bir ilişkinin kurulmasından yanayım ve bu nitelikte bir iletişim kurmaya çalışıyorum öğrencilerle. Bu düşüncemi zaman zaman Adil’le de paylaşıyorum. Ancak Adil’in söz konusu tutumunu değiştirmesi olası görülmüyor. Adil’in son sınıftaki bir kız öğrenciye âşık olduğu söylentisi de Adil’le öğrenciler arasında bir başka gerginliğe yol açıyor.

Adil Akyol bir gün, öğrencilere sınav sorularını yazdırdıktan sonra sınıf başkanından dersin sonunda yazılı kâğıtlarını toplayıp öğretmen odasına getirmesini istiyor. Öğretmen odasında dersi olmayanlar, dersinin olup olmadığını soranlara öğrencilerin sınıfta sınav sorularını yanıtlamakta olduklarını söylüyor. Öğrencilerin kopya çekebileceklerini söyleyen öğretmene, “Ben sınıfta olmasam bile kimse kopya çekemez.” biçiminde bir yanıt veriyor. Ne ki sınav, Adil’in beklediği gibi bitmiyor. Dersin sonunda toplanan sınav kâğıtlarını öğrencilerden biri sınıf başkanının elinden alarak yanmakta olan sobanın içine atıyor. Bunun üzerine Adil, o çocuğu fena halde dövüyor.

Bu son olay, bardağı taşıran damla işlevi görüyor ve öğrenciler, bu öğretmenleri okulda olduğu sürece okula gelmeyeceklerini bildirerek boykota başlıyorlar. Adil, okuldan ayırılıyor.

Yıllar geçecek, ben Erzurum Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü’ne atandığımda Adil Akyol, orada diş hekimi olarak beni bulacak. Akyol, Çorum’dan ayrıldıktan sonra Dişçilik Fakültesi’ni bitiriyor, bir ilkokul öğretmeni ile evleniyor. Orada ailecek görüşüyoruz.

Yine yıllar geçecek, Adil Akyol beni bu kez Foça’da bulacak. Doçent olan kızı ve eşiyle Foça’ya ziyaretime gelecek. Ben de ona o günlerde çıkmış olan Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğümü imzalayacağım.

Genç kimya öğretmeni Mehmet Özdemirci de bana yakınlık gösteren, benim de yakınlık duyduğum arkadaşlar arasında yer alıyor. Onunla da sıcak iletişimimiz başlıyor. Mehmet Bey, dingin, alçak gönüllü, hoşgörülü, kendisiyle barışık bir arkadaş. O da Adil gibi branşını iyi bilen bir öğretmen. Öğrencilerle ilişkileri içten. Günhan Beyler gibi onlarla da ailece görüşmeye başlıyoruz. Özdemirci ile dostluğum da Günhan Bey gibi emeklilikte de sürecek. Ne yazık ki kendisinin, bir süre sonra da eşinin ölüm haberini alacak ve çok üzüleceğiz.

Çorum’da, yaşam boyu sürecek bir dostluk da Mustafa Ayaz’la başlıyor. Ayaz’la da aramızda kısa sürede güvenli, içten bir yakınlık kuruyor ve ailece gidip gelmeleri başlatıyoruz. Ayaz, yetkin bir resim öğretmeni. Etliye sütlüye karışmadan sürekli resim üretiyor. İyi bir ressam olma yolunda. İkide bir dişlerini gıcırdatarak “Beş para etmeyen resimler yapanların adı ünlü ressama çıkıyor; ama bizimkileri gören yok!” anlamında sözlerle yakınıp duruyor.

En derin dostluğumuz, Ayaz’la gelişiyor. Onunla birbirimize çok güveniyoruz. Birbirimizle özelimizi rahatlıkla konuşabiliyoruz. İlk yılımın sonunda Ayaz, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Resim Bölümü asistanlığını kazanıyor ve Çorum’dan ayrılıyor.

Yıllar geçecek 1978’de ben de Gazi eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü öğretmeni ve müdür yardımcısı olduğumda, müdür yardımcılığı odamın Ayaz’ın resim atölyesinin bulunduğu Ana Binada oluşu nedeniyle sık sık Ayaz’ın atölyesine uğrayacak durmadan ürettiği resimlerini izleme olanağını bulacağım. Bu dostluğumuzun, onu yitirişime dek nasıl caandan sürdüğünü, daha sonra ayrıntılı olarak anlatacağım.

Yakın bir dostluk kurduğum arkadaşlarımdan biri de yine Resim Öğretmeni Veli Sapaz oluyor. Sapaz da Çorum’un Gökçek köyünden. İçi dışı bir, kendisiyle barışık, içtenlikli ve çevresine olumlu duygu yayan uyumlu bir arkadaş. İşini çok seviyor. Öğrencilerle diyaloğu çok iyi.

Çok geçmeden aramızda ailece görüşecek kadar bir yakınlık oluşuyor. Bu yakınlık, gittikçe gelişecek ve yeni yerleşkemizdeki yıllarda TÖS etkinliklerinde ortaklaşa girişimler boyutunda sürecek. Sapaz’la dostluğumuz burada da kalmayacak, yıllar sonra Marmara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olduğunda İstanbul’da da aynı sıcak ilgisiyle karşılaşacak ve konuğu olacağım. Sonra Ankara’da resim sergisi açacağı haberini verecek ve en son da o sergide aynı sıcaklığı yaşayacağız.

Bir süre sonra, yakın arkadaşlarım arasına bir de Çorum’un bir köyünden, müzik öğretmeni Rüştü Aksoy katılıyor. Aksoy’la da habersiz kapısını çalabileceğim; onun da habersiz kapımı çalabileceği kadar yakınlık kuruyoruz. Daha sonra müdür yardımcılığına getirilen Aksoy, benim ayrılmamdan sonra eğitim şefi, ondan sonra da Bakanlık müfettişi olacak.

Aradan yıllar geçecek, benim sürüldüğün yılın yaz ayında dönemin ilginç Milli Eğitim Bakanı, bütün müfettişleri iki ay Ankara’da tutarak kendilerinden ders kitapları yazmalarını isteyecek. Rüştü Aksoy da onların arasında yer alacak. Gazi’nin iyi günlerinde beni Enstitümüzün müdürü aracılığı ile telefonda arayıp yakın arkadaşı olduğumu, benimle görüşmek istediğini söyleyerek benimle yüz yüze görüşmek isteyen; ev adresimi alarak bir pazar günü Demetevler’deki evime gelen bu yakın arkadaşım, benim Gazi’den ayırıldığım yılın yazında iki ay boyunca Ankara’da olduğu halde beni bir kez bile aramayacak.

Aradan zaman geçecek, Rüştü Aksoy, Artvin’e teftişe gidecek. Gecenin bir saatinde duygulanarak, Artvinli arkadaşına duygu dolu bir mektup yazacak. İkinci mektubuna yazdığım yanıtta, Gaziden ayırıldığımda beni hiç aramadığı için; bir yaz boyu Ankara’da kaldığı halde bir kez bile beni aramadığı için mektubumu geciktirmediğimi; işlerimin çokluğu yüzünden mektubunu yanıtlayamadığımı yazacağım.

2000 yılının Eylül’ünde Foça’ya yerleştiğimde Rüştü Aksoy’un yazları İzmir Karaburun’daki yazlığında geçirmekte olduğunu öğreneceğim. Kendisine sürpriz yapmak için uygun bir zamanı kollarken, acı haberini alacağım, Rüştü Aksoy’un ve çok üzüleceğim.

Yaşantılar Duvar Gazetesini Çıkarmaya Başlıyoruz
Öğrencisi olduğum Cılavuz’da beni etkileyen etkinliklerin başında gelen okuma yazmayı burada da sürdürdüğüm gibi bunu öğrencilerime de aşılamak istiyorum. Okuma alışkanlığını onların da edinmesini ve onlardan yetenekli olanların yazmaya yönelmesine çaba gösteriyorum. Bu amaçla ilk yılda, kimsenin yanaşmadığı kültür edebiyat ve yayın kolu gözetici öğretmenliğini üstleniyorum. Öğrencilerle yaptığımız ilk kol toplantıda duvar gazetemiz için önerdiğim Yaşantılar adı kabul görüyor.

Kol başkanı ve okuma yazmaya ilgi duyan öbür öğrencilerin duvar gazetesi için yazdığı düzyazıları, şiirleri, yaptıkları resim ve karikatürleri kılı kırk yararcasına inceliyor, gerekirse yeniden yazdırıyor ve ürünlerini olabildiğince yetkinliğe yaklaştırmaya çalışıyorum. Öğrencileri, iyi yazı yazmanın birincil koşulu olan okumaya yöneltiyorum. Çocukların bu yolda gelişim gösterdiklerini gördükçe çok seviniyorum.

Eski okul yapısında eğitsel kolların çalışabilecekleri bir oda yok. İki yönetici odası, sınıflar, bir de bekâr öğretmenlerin kaldıkları yer var. Yatılı öğrencilerin yatakhaneleri ve yemekhaneleri de baraka olarak yapılmış, bahçenin bir köşesine. Bir sınıf için de bir baraka yapılmış bahçeye. Kol yöneticisi öğrenciler, ders dışı zamanlarda sınıflarda sürdürüyor çalışmalarını.  Duvar gazetesi de oralarda hazırlanıyor.

Bu kol, her yıl üzerimde kalıyor. Öğrenciler arasında okumaya yazmaya eğilimliler yıldan yıla çoğalıyor ve kimi öğrenciler, başarılı yazılar, şiirler yazmaya başlıyor. Şükrü Gümüş’ün Kültür Edebiyat ve Yayın Kolu Başkanı olmasıyla kol etkinlikleri ve onun yayın organı olan Yaşantılar duvar gazetesi, önemli atılım yapıyor. Şükrü Gümüş, başta kendisi olmak üzere, yazmaya hevesli öğrencilerden de yazılar, şiirler topluyor. Toplantı gündemlerini ve toplantılarda alınan kararları, memurların uygun oldukları zamanlarda onlardan aldığı daktiloda yazıp kol dosyasına koyuyor.

On beş günde bir, iki büyük karton alt alta yapıştırılarak gazetenin adından, her sütuna yazılan yazı, şiir ve karikatürlere dek her şey, özenle bu kartona yazılıyor, kartonun çevresine de bir çerçeve yapılarak binanın girişindeki duvara asılıyor. Zamanla bu gazete öylesine ilgi odağı oluyor ki bir önceki gazete duvardan indirildiğinde meraklıları, yeni gazetenin duvara asılmasını dört gözle bekler oluyorlar, kimlerin yazı ve şiirleri çıkacak diye.

Yazı ve şiirlerin, ilk yıldan başlayarak öğrencilere benimsetmeye başladığım öz Türkçe ile yazılması da duvar gazetesinin okur sayısının artmasında önemli bir etken oluyor. Bu gelişmeden büyük bir mutluluk duyuyorum.

Sahneye Koyduğum Oyunlar
Grup öğretmeni olduğum sınıfların öğrencileriyle ilk yıl Akıl Taciri’ni sahneye koyuyorum. Öğrenciler ve veliler, büyük bir hayranlıkla izliyorlar bu oyunu. İkinci yıl da Vatandaşlık Oyunu’nu sahneye koyuyorum. Ancak oyun, Müdür engeline takılıyor. Oyun metninin eğitim şefinin onayından geçmesi gerekiyor. Metni okuması ve uygun görüp görmediğini bildirmesi için Eğitim Şefi Tevfik Akın’a veriyorum. Okuyup okumadığını bilmiyorum; ancak ertesi gün “Tamam arkadaş!” diyerek kitabı bana veriyor.

Rol dağılımından sonra iki ay kadar çalışıyor ve bu toplumsal eleştiri yanı ağır basan komediyi seyirciye sunulacak duruma getiriyoruz. Son provaya müdürü ve eğitim şefini çağırıyorum. Çocuklar sahnede gayet başarılı biçimde rollerini oynarlarken ben, kimi yerde hâlâ gülmemek için kendimi zor tutarken Müdür Bey’in yüzü gittikçe asılıyor. Çünkü oyunda, örneğin bir oyuncu “Bu evin tuvaleti yok!” diye yakınırken öbürü “Ev buldun da tuvaletini arıyorsun!”; biri “Bu otobüste oturacak yer yok.” derken, öbürü “Otobüs buldun da oturacak yer arıyorsun!” gibi tümceler geçiyor.

Oyun bitince Müdür Bey, “Benim odaya gidelim.” diyor aynı asık yüzle. Oraya gittiğimizde, “Çok güzel çalışmışsınız; ancak bu oyunu halka gösteremeyiz. Bu oyun başımızı ağrıtır.” diyor Müdür Bey. “İyi de oyunu ben Tevfik Bey’e verdim. Okudu ve tamam, dedi. Biz ondan sonra çalışmaya başladık ve iki ay emek verdik.” diyorum. Tevfik Bey, “Evet, ben okudum ve tamam dedim. Bence bu oyunun oynanmasında bir sakınca yoktur.” diyerek kendini savunma gereğini duyuyor.

Müdür Bey, Tevfik Bey’in sözünü duymazlıktan geliyor. Tevfik Bey’in bilerek yaş tahtaya ayak basmayacak bir kişi olduğunu, bu oyunu iyi değerlendiremediğini düşünüyor olmalı. O nedenle beni ikna etmeye çalışıyor. “İyi de şimdi ben bu çocuklara ne diyeceğim? İki aydır, becerilerini velilerine göstermek hevesiyle çalıştılar.” deyince, “Öğrencilere bunun nedenini kendilerine benim açıklayacağımı söyleyin.” diyor. Bu sözün de beni ikna etmediğini görünce “Oyunu bir akşam yalnızca bizim öğrencilere gösteririz.” diyor. Ben, hâlâ burnumdan soluyorum. Bu olay nedeniyle Müdür Bey’le aram bir kez daha limonileşiyor.

Birkaç ay sonra Vatandaşlık Oyununun Güneydoğu Anadolu’daki illerden birinde valilikçe yasaklandığını gazeteler yazınca, Müdür Bey bana bu haberden söz ederek üstü kapalı, haklı olduğunu iletiyor.

İlk Yılki Yaşantılarımdan Günlüklerime Yansıyanlar
9 Eylül 1965
Şu kadar gündür bulunduğum Çorum’da henüz kendimi toparlayıp işe veremiyorum kendimi. Duygudurumum altüst. Duygularıma söz geçirip istencimi yeterince devindiremiyorum. Eksiklik ve aksaklıklarımın, eşimin ve iki çocuğumun sıkıntısı omuzlarımda. Her şeye karsın yaşamı kendim için anlamlı kılmaya çalışıyorum.

Sarılabileceğim tek kurtarıcım, okuma, bilinçlenme yoluyla kendimi güçlü kılma. Bu yolla özgüvenimi güçlendirme. Yapıtlarıyla yaşayanların yapıtlarıyla yaşamımı diri tutmaya, ileride de bir şeyler yazmaya hazırlamak istiyorum kendimi. Yapıtlarıyla ölümlülüğe meydan okuyanlar, gözümde gittikçe daha da büyüyor.

Okunmayı bekleyen, okumak istediğim birçok kitabım var. Onlardan öncelediğim biriyle başlamalıyım okumaya. Bilinçli bir tutumla zamanımı iyi değerlendirmeye girişmeliyim. Verimsiz oyalanmalarımdan kurtulmalıyım. Ham madde biçimindeki şiirlerim üzerinde Necatigil öğretmenimin önerileri doğrultusunda çalışmalar yapmalıyım.

Kimi zaman aklıma takılan “dün yoktum, yarın da yok olacağım. Öyleyse her şeyi bu kadar dert etmek niye?” biçimindeki karamsar düşünceleri söküp atmalıyım kafamdan.

12 Eylül 1965

Kafamın içinde dönüp duran sıkıntılarımı ancak okuma ile yatıştırabiliyorum. Okumanın ardından da olabildiğince iyi yazı yazmaya hazırlamalıyım kendimi. Önümde Adnan Binyazar gibi somut, canlı bir örnek var. Varlık dergisinde yazılarını okuduğum bu yazarla burada aynı okuldayım şimdi.  İyi ki ona rastladım. Yaşamını okuma ve yazma ile güçlendirdiği, kitaplarla, Varlık’a yazdığı denemelerle yaşamını yaşanılası kıldığı okunuyor, her söz ve davranışından.

30 Ekim 1965

Gündemimdeki en güçlü istek, okumak, okumak. İyi bir öğretmen olmak da güçlü isteklerim arasında. Çözmekte zorlandığım sorunlar karşısında beynimde dolaşan “yaşamın anlamsızlığı” düşüncesini oradan söküp atarak bunları konuşlandırıyorum, onun yerine. Zamanımın tümünü bunları başarmada kullanıp bilincimi ve benliğimi güçlendirmeye ve yaşamı kendim için anlamlı kılmaya çalışıyorum. Yeterince okumalarımla, giderek yazma gücümü de artırmayı amaçlıyorum.

20 Mart 1966

Günlerden Pazar. Pazar günleri, geç düzene sokuyorum kendimi. Bu tutumumla öbür telaşlı günlerin yorgunluğunu, gerginliğini üzerimden atıyor olmalıyım. Sıkışıklık içinde geçiyor aylar. Birden çok dürtünün etkisi altındayım.

Doğa, bütün güzelliklerini kuşanmaya hazırlanıyor kırlarda. Yalnızca onları düşünmek, onlarla olmak istiyor insan. Ne ki kitaplarım, evde, okulda yapılmayı bekleyen birçok işim var. Kafamda bu düşünceler dolaşırken, yarınki derslerimle ilgili üç kitapla geliyorum, çalışma masamın başına. Yarınki derslere hazırlanmalıyım önce. Ondan sonra yer açmalıyım gönlümün çektiklerine. İki gün önce aldığım Varlık’ı da tam olarak okuyamadım daha. Yalnızca şiirleri ve Oktay Akbal’ı okuyabildim. Bu sayıda, kitaplar üstüne yazdığı günlükleri yer alıyor, Akbal’ın. Birden fazla kitabı birden okumaktan söz ediyor, günlüklerinin bir yerinde.

Tam ders hazırlığına başlıyorum ki Nevin gelip sokuluyor yanıma. Söze tutmaya çalışıyor beni. İşimden alıkoymasının yarattığı gerginliğimi bastırmaya çalışıyorum. Benimle olmak isteyen yavrumun benden uzaklaşmasını istemem, daha da geriyor beni.

26 Mart 1966

Sıkıntılı günlerimden birini daha yaşıyorum. İç sıkıntısı değil yalnızca; iş sıkıntısı bir de. Bir türlü okuyamadığım yazılılar… Onları yarın bitirmem gerekiyor. Bunun yanında Psikolojiye Giriş, Eğitim Psikolojisi, Rehberlik derslerinin hazırlığı var. Sonra da okumak istediğim yapıtlar. Cilt cilt kitaplar dizili kitap dolabımım rafına. Hepsi okunmayı bekliyor. Bir de yanıt bekleyen mektuplar var. Yanıtlanmaları gecikince küsmeler darılmalar olabiliyor.

11 Nisan 1966

Çok yorgunum. Neredeyse düşünemiyorum, yorgunluk nedeniyle. Akşam ikide yattım. Bir türlü tam olarak işe koşamıyorum, kendimi. Zamanımı hesapsız kullanmamın önünü kesemiyorum; çoğu kez, heder ediyorum zamanımın önemli bir bölümünü. Günün yorgunlukları beni benden alıyor. Kimileyin kendi elimle zehir katıyorum günlerime.

3 Mayıs 1966

Kişisel gelişimimi, istediğim ölçüde bir türlü gerçekleştiremiyorum.  Bunun ayrımında olsam da başkalarının bana yönelik yanlış davranışlarını hoş karşılayamıyorum. Ben, başkalarının algıladığı gibi bir kişi olmadığıma göre, onların yanlış değerlendirmelerinden bu denli etkilenmemeliyim. Onlar, yalnızca başkalarının görüş ve düşünceleri.

Çevremdeki kimi kişiler, doğru bir tutum ve davranışla uyum sağlama yeterliliğinden yoksun görünüyorlar. Başkalarına saldırarak, onları inciterek kendilerini rahatlatıyorlar. Başkalarının benimsemiş olduğu değerleri hırpaladıkları ölçüde mutlu oluyorlar.  Bunların erdem algıları, erdemsizlikleri düzeyinde. Erdemli olmak, güçlü bir süreçte güçlü bir çaba gerektiriyor.

Erdemden yoksun bırakılanlar, bulundukları yerin istenilir bir yer olmadığını bilemiyorlar. İnsanı insanlaştıran bu niteliği kazanamayanlar, başkalarını ezmeye, üzmeye yönelik davranışlarıyla bu eksiklerinin üstünü örtmeye çalışıyorlar. Bu tutumlarıyla, insanlaşamadıklarını ortaya koyduklarını ayrımsayamıyorlar.

İyinin, doğrunun, güzelin, gerçeğin savunucuları, güçlerini çevresindekileri kendi bulundukları yere doğru çekme yolunda kullanırken, bu değerlerin semtine uğrayamamış olanlar, bu soy çabalara dudak büküp onlara çelme takmaya, ilkel açlıklarını bu yolla gidermeye çalışıyorlar. Bencil duygular, bunların insanlaşmalarının önüne, boylarını aşan yükseklikte bir duvar ördükleri için bu davranışlarından kurtulmayı bir türlü düşünemiyorlar. Karnın tokluğunun, sırtın pekliğinin insan olmak için yetmediğini ayrımsayamıyorlar.

İnsan olmak, çok ayrıcalıklı, üstün değerleri içselleştirip yaşamayı gerektiriyor. Kendine, başkalarına saygıyı, yardımlaşmayı, dayanışmayı, güç birliği yapabilmeyi, sevebilmeyi, eşitliği, özgür düşünebilmeyi, özgürlüğü, bağımsızlığı savunmayı, sorun çözme becerisini, yaratıcılığı, kendisi için istediklerini başkaları için de istemeyi gerektiriyor.

Bu yeterlikleri kazanamayanlar, bunlara sahip olanlara çelme takmanın, onları tökezletmenin yollarını arıyorlar. Bunları en çok aydınlık korkutuyor. Çünkü aydınlık, onları yok ediyor.

11 Mayıs 1966

Gönlümün çektiklerini yapmama, kimi gücüm kimi de zamanım yetmiyor. Belki de işimi zamana sığdırma konusunda yetersizliklerim var. Zamanımın çoğunu istesem de istemesem de okula, okulla ilgili işlere ayırmak zorundayım. O nedenle en çok, gönlümün çektiği işleri ertelemek ve ötelemek zorunda kalıyorum. Ancak istencimi daha başarılı biçimde kullanabilsem, gönlümü hoş etmeye de zaman ayırabileceğimi düşünüyorum.

31 Mayıs 1966

Tedirginim yine. Gerçekte çok az, tedirgin olmadığım zamanım. Meslek dersleri öğretmeni olarak bir öğretim yılını bitirmiş bulunuyorum. Yılbaşındaki tedirginliğim, yıl boyunca da sürüyor. Bu ilk yılımın çok iyi geçtiğini söyleyemiyorum. Türlü kişisel sıkıntıların sarsıntısını yaşarken sınıfa huzurla girmek çok zor. Bu zorluğu çoğu kez aşmakla birlikte, bu durum bazen öğrencilere olumsuz davranmama neden olabiliyor. Yanlış olduğunu bile bile onları gereksiz yere azarlamama, onları incitmeme yol açabiliyor. Çevremdekilerin olumsuz tutumlarının etkisinden sıyrılarak benimsemiş olduğum tutarlı ilkeler doğrultusunda davranmak kolay olmuyor. Dayanılmaz ilkelliklerin etkisi, tutarlı ilkelerimi gölgeleyebiliyor, o zaman. Kimilerinin de ilk zamanlar gösterdikleri yakınlığı koz olarak kullanıp ilkelerimden ödün vermemi beklediklerini seziyorum. Oysa ben, başkalarının istedikleri gibi değil; benimsemiş olduğum, kendi doğrularım yönünde davranmakta kararlıyım. Bu konudaki güçsüzlüklerimin de bilincindeyim. Özellikle ekonomik güçsüzlüğüm, beni olduğundan çok yıpratıyor. Bu durumun yarattığı sıkıntı, en çok baş ağrıtan etken oluyor. Sıfırdan ev kurmak, geçim sağlamak, arkadaş çevresi içinde ayakta durabilmek, kolay olmuyor.

Tüm bu sıkıntılarıma karşın olumlu tutum ve davranışlarım, geliştirmiş olduğum anlatım gücüm ve genel kültürümle kendimi çevreme kabul ettirdiğimi görüyor ve üzüntülerimi bir ölçüde azaltıyorum. Örneğin hiçbir arkadaşımda olmadığı kadar zengin bir kitaplığım var. Binyazar dışındakilerinin tümünden daha çok kitap okumuş bulunuyorum. Öz Türkçemi iyi bir düzeye eriştirdim. Kendimi aştıkça başkalarını da aşmış oluyorum. Bu gelişmişliğimin özgüvenim üzerindeki olumlu etkisinin ayrımındayım.

Mademki bu duygulardan kurtulmak, onurumla yaşamak olanaklı, öyleyse önce içinde bulunduğum gerçekleri olduğu gibi kabul etmem; sonra da devinim alanı kazanmak için beni daraltan duvarları yıkmam gerekiyor. Boş lafla öldürülen ortamlardan, sağlam düşünce ve görüşlerin paylaşıldığı ortamlara doğru yol almak, en doğru seçim olmalı benim için. Ekonomik sıkıntılarım, dişimi sıkarak üstesinden gelebileceğim bir konu. Ayağımı yorganıma göre uzatmayı yerleşik davranış durumuna getirmek, ilk adım olmalı bu konuda.

Bugünden sonra, daha güçlü bir özgüvenle başlamalıyım yaşamaya. Beni köşeye sıkıştıran duygularımı aklımın, düşünme yeteneğimin gücüyle yöneterek gereksiz mutsuzluklarıma son vermeliyim.

Babamın Kayseri’deki Yakınlarını Buluyorum
Kayseri Pınarbaşı ceza ve tevkif evinde gardiyanlık yapmakta olan İsmail (Demirezen) Amca,  Cılavuz’un ikinci sınıfında iken benim adresimi buluyor ve bana mektup yazıyor. O yıllarda sık sık mektuplaşıyoruz İsmail Amca ile. Onun üzerine Çorum ilköğretmen Okulu tatile girer girmez, Konya’ya doğru yola çıkıyoruz. Bir hafta orada kaldıktan sonra babamın çocukluk ve delikanlılık dönemini geçirdiği, bakırcılık öğrendiği Kayseri’nin yolunu tutuyoruz. Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde oturmakta olan İsmail Amca’nın, eşi ve oğlu Yaşar ile kalmakta olduğu Pınarbaşı vadisinin kuzey yamacındaki evinde kalıyoruz, bir hafta kadar. Aynı ilçede petrol istasyonu işleten Mehmet Amca’ya uğruyoruz. Kendisi ve eşi değilse de üç kızı, çok yakınlık gösteriyorlar. Pınarbaşı’nda kaldığımız süre içinde Pınarbaşı’nın güneyine düşen yeşil yamacın tepesine yakın yerdeki gür pınarın yakınında yemyeşil otların üzerine uzanarak yanımda getirdiğim kitapları okumanın tadını çıkarıyorum, zaman zaman. Oradan Pınarbaşı da ayaklarımın altına seriliyor.

Bir günlüğüne de Gülabi köyünde oturan Şükrü Amca’ya gidiyoruz. Hayli yaşlı olan ve bir başına orada yaşamakta olan Şükrü Amca, sıcak bir insan olduğunu duyumsatıyor bize.  Sonra da Kayserinin içinde oturan Bibimize (Halamıza) uğruyoruz. Oğlu saatçi ile görüşüyoruz. Bibide de kalıyoruz iki akşam. Ancak Bibimde oğlu da soğuk. Sonra Artvin’e, memlekete doğru yola çıkıyoruz. Künye’deki kayınpederlere, Ardanuç’taki tanıdıklara uğrama derken, Aşağı Irmaklar’daki evimizde ancak dört gün kalabiliyoruz. Çünkü bir aylık iznimiz bitti, bitiyor.

Kendimle Hesaplaşıyorum
18 Ağustos 1966
Eskiden daha sıklıkla yazıyordum günlüklerimi. Şimdilerde başka bir boyuta evriliyor, bu konudaki düşüncem. “Önemli olan yazmak değil; iyi, güzel yazmak gerekir.” yargısında karar kılıyorum. Biraz da bu yargım yüzünden azaltmış olmalıyım günlük yazmayı. En güzeli, yalnızca gerekenleri ve etkili bir biçimde yazabilmek.

17 Ekim 1966

Bütün güçsüzlüklerime başkaldırmak geçiyor içimden. Onları söküp atabilsem yaşamımdan, dünyalar benim olacak “En edilgin kişilerin yaptığından daha fazla ne yaptın, şimdiye dek?” diye abartılı bir soru soruyorum kendime. Ardından şunları ekliyorum bu soruma: “Masanın başına geçerek kişisel sorunlarından yakınan günlükler yazmanın dışında ne yaptın, onların çözümü konusunda? İçini kemiren sorunları satırlara dökerek avutup durdun kendini! Oysa eyleme dönüştürülmeyen, uygulanmayan hiçbir düş, fazla bir değer taşımıyor. Yetmez mi bu denli geç kalmaların? Paydos deme zamanı gelmedi mi bu denli uzayan edilginliklerine? Dişe dokunur bir şeyler yapma zamanı, artık! Yalnızca tasarlayıp durduklarınla değil; yapıp ettiklerinle övünme zamanı!

Gör artık, güçlü atılımlardan yoksun bıraktıklarını! Gör de tekdüze yaşantılarını birbirine eklemekten kurtar kendini! Böyle giderse, geçmişine bakanlar, orada bir işe yarayan bir şey göremeyecekler. Yaşantı zincirin, senden kendisine güçlü halkalar eklemeni bekliyor. Baş rol oyuncusundan yoksun bir oyunu sahneye koymaktan vaz geç! Bütün oyuncuları, izleyicileri baştan sona coşturan, coştururken de düşündüren ve devindiren oyunları sahneye koy ki saygıyla selamlayayım seni! Bunu yap da sevinç sarmalı sarsın dört yanımı. Işık olmalı, aydınlatmalısın, önce kendi yaşamını, sonra da çevreni. Sevinci de övüncü de işte o zaman hak edersin!

Öğrenci Başkanının Oyla Seçilmesini Öneriyorum
Okulda köy enstitüsünün benimsetmiş olduğu ve devamındaki ilköğretmen okullarında da varlığını sürdüren kimi demokratik adımlar da yerlerini ağır ağır geleneksel eğitim öğretimin sıradanlıklarına bırakmış. Bunda, bu kurumlarda görev alan öğretmen ve yöneticilerin önemli payı olmalı. Eskiden bu okulların müdürleri ve eğitim şefleri mutlaka eğitim bölümü mezunlarına verilirken, bu yaklaşım, uygulamadan kaldırılmış. Dolayısıyla o görevlilerin sürdürdüğü ileri eğitim anlayışı da yok olmuş. Tek başına girişimlerle, etkili olan bir şeylerin yaşama geçirilemeyeceği gerçeğini düşünmeden, bende yaşamakta olan o değerlerden hangilerinin burada uygulanma olanağı varsa onların uygulanmasının sağlanması için fırsat kolluyorum. İkinci yılın öğretmenler kurulu toplantısı gündem maddelerinin birinden yararlanarak şu önerimi öne sürüyorum:

Söz alarak diyorum ki “Öğrenci başkanlarını son sınıflara sırayla yaptıracağımıza, eskiden olduğu gibi öğrencilere seçtirelim. Eğitim şefi, bayrak töreninden sonra seçim yaptırsın. Başkan olmak isteyenleri öne çıkarsın. Kendilerine birkaç dakika, seçildikleri takdirde neler yapacaklarına ilişkin propaganda yapmaları için birkaç dakika söz versin. Ondan sonra adayların öğrencilere sırtlarını çevirmesini söylesin ve onları tek tek öğrencilerin oyuna sunsun. En çok oy alan, öğrenci başkanı olsun. Seçimle gelen başkan, daha yüksek bir sorumluluk ve bilinçle çalışır. Bir de öğrenciler seçme ve seçilmenin anlamını ve önemini kavramış olurlar. 

Önerime sıcak bakanlar oluyor. Ancak matematik öğretmeni Günaydın Çetiner, bunun laubaliliklere yol açacağını; öğrencilerin, iş olsun diye gidip sınıfın en maskarası olan filanı seçeceklerini söylüyor. Bunun üzerine söz alıyor ve “Günaydın Bey! ‘Öğrenciler bu işi hafife alır ve filanı seçer, diye küçümsediğiniz o öğrencimiz, sınıfını geçerse o da bir yere öğretmen olarak atanmayacak mı? Varsın, onu seçsinler, o da bir sorumluluğu yerine getirmeyi denemiş olsun. Nöbetçi öğretmenlerin gözetiminde o da başkanlık deneyimi kazansın. Ancak ben, öğrencilerin bu seçimi ciddiye biçimde yapacaklarını düşünüyorum.” deyince Günaydın Bey susuyor.

Birkaç arkadaş daha olumlu görüş belirttikten sonra Müdür Bey, “Konu üzerinde yeterince konuşuldu. Şimdi bir sonraki gündem maddesine geçiyorum.” diyerek konuyu geçiştirmeye kalkınca, “Müdür Bey! Usul hakkında konuşmak istiyorum!” diyerek söz alıyor ve konuyu oylamadıklarını söylüyorum. Müdür, bunun üzerine, istemeyerek de olsa konuyu oylamak zorunda kalıyor. Oy çokluğu ile öğrenci başkanının seçimle belirlenmesi kabul ediliyor.

Belli ki müdür de bu seçimin kargaşaya yol açabileceği kanısında ya da bir işin daha çıkmasını istememekte ki bozuntuya vermeden, “O zaman ilk seçimi siz yaptıracaksınız.” diyor. “Memnuniyetle!” diyorum. Çünkü ben, okuduğum okulda bu seçimleri izlemiş, bir kez de seçilerek öğrenci başkanlığı yapmış kişiyim.

Cumartesi günü törenden sonra öğrencilerin karşısına bir masa getirtiyorum. Bununla, herhangi bir karışıklığı anında önlemek için bütün öğrencileri görmeyi amaçlıyorum. Masanın üzerine çıkarak öğretmenler kurulu kararı gereği o günden sonra öğrenci başkanının seçimle belirleneceğini ve bunun yararlarını açıkladıktan sonra başkan olmak isteyenlerin öne çıkmalarını söylüyorum. Üç kişi masanın önüne geliyor. Onların seçilirlerse nasıl bir çalışma yapacaklarını birkaç cümle ile söylemelerini istiyorum. Ardından sırtlarını öğrencilere çevirmelerini istiyor ve tek tek oylayarak en çok oy alanı duyurarak başkanı belirliyorum. Ve seçileni alkışlatıyorum.

Bu, öğrencilerde seçme ve seçilme bilincinin gelişimine önemli katkı sağlayan uygulamayı müdür, ertesi yıl, sessiz sedasın uygulamadan kaldırıyor. Çünkü o, yalnızca çok zorunlu çalışmaların iyi kötü sürdürülmesinden yana bir yapıda. Çocuklar demokrasiyi öğrenecekmiş, öğrenmeyecekmiş, böyle şeyleri fazla önemsemiyor. Ben ise köy enstitüsünün ilerici atılımlarından hangileri bu okulda da uygulanabilirse, onların uygulanması düşünü kuruyorum.

İlk ve Son Kez Disipline Verdiğim Öğrenciler
Öğretmenler kurulu bir toplantısında cumartesi akşamı öğrencilere saat 1 00’a dek çarşı izninin fazla olduğuna, bunun saat 24 00’ çekilmesine karar veriyor. Bu karar, cumartesi günü bayrak töreninde öğrencilere duyuruluyor. O akşam ve ertesi günün nöbeti bana rastlıyor. Gece saat 24 00’da yatakhanede aldığım yoklamada dört kişinin gelmediğini saptıyor ve pazar günü kahvaltıdan sonra onları çağırarak yoklamada niçin bulunmadıklarını soruyorum. Okulda öğrenci önderi konumunda olan öğrenci, “İdarenin bu kararını doğru bulmadığımızı başka nasıl gösterebilirdik?” biçiminde bir yanıt verince öbürlerini dinlememe gerek kalmıyor. Kendilerine “Mademki bu davranışınızla, idarenin kararına karşı olduğunuz için bu yola başvurmuşsunuz, o zaman sizi disiplin kuruluna göndereyim, bu tepkinizi orada anlatarak bu kararı değiştirin.” diyor, ilk ve son kez, bu öğrencileri disipline veriyorum.

16 Şubat 1967

Stajdan dönen öğrencilerle dersler başlıyor bugün. VI-C ile staj izlenimlerini, Öğretim Metodu derslerinde V. sınıflarla da dereden tepeden konuşuyoruz, ilk derste. Bugün bir de mektup alıyorum, Ayaz’dan. İlgiyle okuyorum Ayaz’ın mektubunu. İç dünyasından, yaşam görüşünden kimi ipuçları yakalıyorum mektubunda. Mektubunun bir yerinde sözü, ona yazdığım mektuba getirerek “Neden hep toplumsal sorunlara değiniyor, neden kişisel sorunlarından hiç söz etmiyorsun?” diye soruyor. Ardından bunun nedenini kendisinin kişisel sorunlarının çoğaldığı bir ortamda bulunduğunu; bizim ise böyle bir ortamdan uzak oluşumuza bağlıyor. Doğru mu bu yorum? Doğruluğuna inanmış olmalı ki bunu yazmış.

Ayaz’a anlatıldığına göre, bu yıl ben çok değişmişim. Okulda bazı olaylar olmuş. Çocuklar bana karşı gelmişler. Daha doğrusu izinsiz sinemaya gitmişler. Bu öğrencileri disipline vermişim. Bu olayın başının çekeni, bu yıl Gazi’de öğrenci. “Rasim Bey, bu yıl çok değişti. Geçen yılki Rasim Bey değil.” demiş. Bu konularda açıklama istiyor, Ayaz benden. Geçen yılki ben olmadığım doğru. Geçen yıl, öğrencilerin tümüne yabancı idim. Rasim, bir yıl içinde öğrenci, öğretmen topluluğunu, yöneticileri tanıdı, bir ölçüde. Bir de bu konularda kendisinin benimsemiş olduğu tutum ve davranışları vardı. Okulun işleyişi konusunda kendi doğrularıyla uyumlu olanlara göre bir yer aldı.

Eğitim öğretim anlayışımda bir değişiklik olmadığına göre yukarıdaki yargı, gerçeği anlatabilir mi? Yaşanan o olay, bir yıl önce yaşansaydı, ben yine bu davranışı gösterirdim. Bunu ne o öğrenci düşünebilmiş ne de Ayaz. Olay doğru anlatılmamış.

Yine bugün bir öğretmenin şu yakınmasını işitiyor ve derin bir üzüntü duyuyorum. Aynı öğretmen Edebiyat dersinde, söylediklerine karşı bir düşünce ortaya koyan bir öğrenciden söz ederken “Köylü! Köylü! Tıpkı kaba köylü! Konuşmasını bile bilmiyor, ders beğenmiyor!” diyor.

Aynı öğretmen, geldiği ilk günlerde kendisine verilmek istenmeyen bir dersten söz ederken “Söylemek icap etmez; ama arkadaş okutabiliyor da ben niçin okutamayacakmışım? Ben, yüksek okul mezunuyum. Ondan daha iyi okuturum.

Bu öğretmen, ilk günlerde öğrencilerden, ders kitaplarının yetersizliğinden de yakınıyor. Çok sürmüyor bu yakınma. Ara sıra öğrencilerden yakınması sürse de hepimiz gibi, kitapları beğenmemesi son buluyor. Kimi günler onu akşamdan hazırlamayı yetiştiremediği ders konusunu, ders öncesinde büyük bir telaşla okurken görüyorum.

Aynı kişiyle dil konusunda tartışmalarımız oluyor. Bu arkadaş, Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı sözlüğün iyi bir sözlük olmadığından; hocası Mehmet Kaplan’ın, İstanbul Üniversitesi öğrencisi iken kendilerine o sözlüğün iyi bir sözlük olmadığı konusunda anlattıklarını yineliyor bana. Ben de kendisine, “Hocanızın hazırladığı bir sözlük var mı? Bunu beğenmiyorsa, bunun yerine kullanılabilecek bir sözlük hazırlamış olmalı.” deyince genç öğretmen susuyor. 

Bu beğenmemenin altında, öz Türkçe sözcüklere karşı olduğunun yattığı anlaşılıyor, kısa sürede. Bizim çocuklar, kullanmaya özen gösterdiğin öz Türkçeyi benimsemiş oldukları için bu öğretmenin kullandığı eski sözcüklere tepki gösterdikleri, sorunun kaynağında bunun yattığı anlaşılıyor.

Liseden sonra Edebiyat Fakültesi öğrencisi olan bu arkadaşın, öğretmenlik formasyon derslerini de özümleyerek değil; ezberleyerek aldığı anlaşılıyor. Çünkü öğretmenliği, yalnızca ders konusunu anlatıp sınıftan çıkmak, sonra da o konulardan öğrencileri sınav yapmak olarak algılıyor. Köye Atatürk Aydınlanmacılığını götürerek köyü canlandırması beklenen öğretmenleri yetiştirmekle görevli bir okulda öğretmen olduğu düşüncesinin çok uzağında bir yerde, bu öğretmen. Görevinin, Mehmet Kaplan’ın tutucu dil ve edebiyat anlayışını çocuklara sunmaktan ibaret sanıyor öğretmenliği.

Çocuklara edebiyat sevgisini benimsetmekle görevli olan bu öğretmenin, üniversite sıralarında okuduğu eski metinler dışında tek bir kitap okumadığı, yeni Türk Edebiyatından haberinin bile olmadığı görülüyor. Cumhuriyet Edebiyatıyla ilgilenmediğini söylüyor ve XX. yy. Türk Edebiyatını okutuyor. İşte okulumuzdaki edebiyat öğretiminin görünen yüzü!

Öğretmen çoğunluğu, dar bir bakış açısıyla ele geçirdiği öğretmenlik aracılığı ile maaşını alma derdinde. Teneffüslerde konuşmalarının konuları anlatılsa, bu çoğunluğun öğretmenliğe yalnızca bir geçim kapısı olarak baktıkları görülecektir. Bu kişilerin çok şey öğrenmeleri, dağın önü gibi ardını da görebilecek biçimde yetiştirilmeleri gereken öğretmen adaylarına ne verecekleri konusu, derin derin düşündürüyor insanı.

18 Mart 1967

Karmaşık duygular, düşünceler dolaşıyor zihnimde. İsteyip de yapamadığım gerçekleştiremediklerim kişisel ve toplumsal boyutlu düşler, düşünceler… Sonu yok oluşsa, varoluşu en iyi biçimde değerlendirmek gerekmez mi? Bunu yapmadıkça, yapamadıkça, yaşadıklarımıza yaşamak denebilir mi? Yenilmişliği sürdürmek, sonra da yaşadım demek! İstemediklerini yaşamak zorunda kalmak, yaşamaktan sayılır mı? Yaşama yenilmek değil de nedir bu?

Çoğu kez, bunu koşullara bağlayarak savaşımdan geri çekilmiş mi oluyoruz yoksa? Oysa her zorluğu aşmak, savaşımla gerçekleşebiliyor. Yiğitlik, neden bulmaya, suçu başkasına sırtına yüklemeye yönelmeden, soruna odaklanıp savaşıma girişme yoluyla isteneni elde edebilmek.

Okulda, benimsediğim eğitim anlayışına ters düşen uygulamalara tanıklıklarım, bir başka sıkıntı kaynağım. Bir beden eğitimi öğretmeni, okulu hastalıklı tutkuları doğrultusunda davranmaya zorluyor ve bunu başarıyor. Okulun en üst yetkilisi olan okul müdürü, onun isteklerine adeta teslim oluyor; onların karşısında gerekli tutumu alamıyor. Benin gibi düşünen bir azınlık da bu uygulamadan yakınmakla yetinebiliyor, ancak.

Milli Eğitim müdürünün yeğeni olan bu öğretmen, giriş sınavlarında sporcuların mutlaka kazandırılmaları gerektiğini öne sürüyor; bunun okulun şerefi için gerekli olduğunu savunuyor. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için komisyondan soru isteme cesaretini bile gösteriyor ve soruları alıyor. Okul müdürü bu duruma ses çıkar(a)mıyor.

Bu öğretmen, birçok kez öğrencilere sahada top oynamalarını söyleyerek öğretmenler odasında oturuyor. Zil çalınca ders defterini orada imzalıyor. Spor karşılaşmalarında görev alan öğrencileri çevresinde topluyor, onlarla öğretmen-öğrenci ayrımını yok sayan sohbetler ediyor. Öğretmenlerin birbiriyle bile konuşamayacak konuları onlarla rahatlıkla konuşabiliyor. Bu öğrencilerle öğretmenleri eleştirebiliyor.

Bu öğrenciler, bu tür ilişki ve ödünlerin sonucu olarak sınıf ve okul disiplinini, öğretmenleri umursamama davranışları gösterebiliyorlar. Bu öğrencilerden birini disipline veren bir öğretmen karşısında bu öğretmen, o öğrenciyi savunmakla kalmıyor, bu amaçla okul müdürüne, disiplin kuruluna baskı yapmaya kalkışabiliyor. Bu kişi, okuldan sürülen bir öğrenciye öğretmen okullarının kuruluş yıldönümü töreninde basketbol oynatabiliyor. Kavga eden öğrencilerden ikisinin ifadesini alan eğitim şefinin daktiloya geçirmiş olduğu soru kâğıdını şefin inisiyatifsizliğinden yararlanarak öğrencilerin yanında çekip yırtabiliyor.

Okul müdürü, bu gibi davranışları önleyeceğine, bir törendeki başarısı dolayısıyla bu kişiye teşekkür ediyor. Müdürün, başyardımcının, eğitim şefinin suskunlukla geçiştirdiği bu olaylar karşısında, benim gibi bu tutumdan rahatsız olan bir avuç öğretmen de bu duruma yalnızca içten içe öfkeleniyor.

Köy enstitülerinde ve onun devamı olan İlköğretmen okullarının ilk yıllarında, bu derece rahatsız edici yönetim durumları hayal biler edilemezdi.

23 Mart 1967

Bu akşam, ileri derecede bir nezleli olarak bitiriyorum Martin Eden’i. Yapıt beni çok etkiliyor. Ünlü bir yazar olma yolunda, benzer çileleri çekerek yetkin bir yazar olmayı ne kadar çok isterdim!.. Ruth, tüm soyluluğunu yitiriyor. Önceki yüce Ruth, eriyip gidiyor, sonunda. Martin Eden’in burjuvadan nefreti; kendi kişiliğine değil, edindiği şöhrete ve parasına gösterilen saygıdan nefreti, ne kadar anlamlı bir nefret! Ama sonunda denizin derinliklerinde ölümü seçmesi, canımı sıkıyor. Yeni, sağlıklı atılımlara girişmek varken ölüm niçin seçilsin? Amerikan toplumu, burjuvaziye yenilmek zorunda mıdır? Eden hakkında bir yazı yazmayı düşünüyorum.

25 Mart 1967

Dün, TÖS’ün bölge toplantısı yapıldı Çorum’da. Talip Apaydın’ı, Dursun Akçam’ı dinledim ve tanıştım, konuştum kendileriyle. Büyük bir mutluluk yaşadım, bu buluşmayla. İçimde tükenmeyecek gibi bir gücün biriktiğini duyumsadım. TÖS’ün amacının bir partinin yanında değil; tüm partilerin önünde ve halkın yanında olduğu vurgulandı. Bugüne dek halktan nasıl koptuğumuza, koparıldığımıza değinildi. Köy enstitülerinin nasıl yıkıldığı, okuyan çocuğun, ana babasının nasıl karşısına çıkarıldığı; bu sonuca ulaştırılan eğitimin tükenmişliği anlatıldı.    

Okulumuz Teftiş Geçiriyor
Çorum İlköğretmen Okulu, 1967-1968 öğretim yılı başlarında teftiş geçiriyor. Yaşlı bir başmüfettişle birkaç müfettiş, bir hafta süre boyunca bizim okulun teftişini yapıyorlar. Hepimiz teyakkuzdayız. Çünkü hangi müfettişin, ne zaman, hangi dersimize gireceğini bilmiyoruz.

Ahşap yapının üst katındaki taban tahtaları gıcırdayan dersliklerin birinde 5-B sınıfıyla yapacağım Genel Öğretim Bilgisi dersine girmek üzere zilin çalmasını beklerken müfettişin dersime gireceği haberi geliyor. Müdür Bey’in odasına giderek oradaki başmüfettişe “Buyurun!” diyorum ve birlikte sınıfa gidiyoruz. Sınıfa girince öğrenciler ayağa kalkıyor, onlara “Günaydın!” dedikten sonra oturuyorlar. Dersime giren başmüfettiş, sol arka sıradaki öğrencinin yanına oturuyor. Her öğretmen gibi ben de iyi bir ders yapmayı amaçlıyorum. Ancak dersin iyi olması, en az benim kadar da öğrencilerimin gösterecekleri başarıya bağlı. Derslerimde olabildiğince öğrenci katılımını sağlamaya önem veren bir öğretmen olarak bu dersi de öğrencilerin katılımı ile sürdürmek istiyorum.

Dersimizin konusunu söyledikten sonra tahtaya her zamanki gibi işleyeceğim konunun kısa bir planını yazıyorum. Ardından konu ile ilgili açıklamalar yapıyor ve öğrencilere sorular soruyorum. Onlardan her zaman istediğim ön hazırlığı, müfettişlerin okulda olduğunu bildiklerinden olmalı, tama yakınının iyi bir ön hazırlık yaptıklarını görüyorum. Çünkü her soruma neredeyse bütün sınıf parmak kaldırıyor, söz verdiğim her öğrenciye adıyla sesleniyorum. Söz alan her öğrenci, çok dikkatli ve ölçülü yanıtlar veriyor. Ardından da ben gerekli açıklamalarla konunun o bölümünü bitiriyor ve tahtadaki planda sırası gelen bölümle ilgili soruyu yöneltiyorum. İlgili ve çalışkan olan bu sınıfın, bu teftiş dersinde, neredeyse olağanüstü bir ilgi ile derse katıldıklarını memnuniyetle görüyorum.

Zaman su gibi akıyor ve konunun işlenişini bitirdiğimde çıkış zili çalıyor. Müfettiş, yerinden kalkarak yazı tahtasının önüne geliyor, ceketini ilikleyerek sınıfı başıyla selamlıyor ve “Bana güzel bir ders dinlettiniz; teşekkür ederim.” diyerek kapıya yöneliyor. Tam kapıdan çıkacakken unuttuğu bir şeyi anımsayarak geri dönüyor ve elimi sıkarak “Size de teşekkür ederim.” diyor ve dalgınlığını bağışlatmak istercesine koluma giriyor, öylece yürüyoruz koridor boyunca. Müdür odasına indiğimizde ders zili çalana dek orada sıcak bir söyleşi sürüyor.

İkinci saatte sınıfa girdiğimde, öğrencilerimin ağızları kulaklarında, “Nasıldık Hocam?” diyen gözlerini bana diktiklerini görüyorum. Onlara “Çok iyiydiniz; aferin!” diyorum.

Kültür Edebiyat ve Yayın Kolunun Teftişi
Dürüstlüğü, çalışkanlığı, şair ve yazarlığı ile çok beğendiğim Şükrü Gümüş’ün kültür edebiyat ve yayın kolu başkanı olduğu yıllarda duvar gazetesi çalışmaları yepyeni bir hız ve nitelik kazanıyor. Bu yıl son sınıf öğrencisi olan Şükrü, Kültür ve Edebiyat Kolunun her etkinliğine birincil işi gibi gönül veriyor; bu kol etkinliklerini sürdürmekten büyük bir mutluluk duyduğu anlaşılıyor. Şükrü, sessiz sedasız; ama başarılı işler ortaya koymasını bilen bir öğrenci. Okuma ve yazmaya özel bir ilgisi var ve bu yönde gözle görülür bir gelişim gösteriyor. Hem şiir hem de öykü ve deneme türünde başarılı ürünler ortaya çıkarıyor.

Duvar gazetesini çok önemsiyor, benim gibi. Her gazetenin başlığı, resim yeteneği güçlü olan öğrencilerce yağlı boya ile yazdırılıyor. Her kol toplantı tutanağını boş zamanlarında okulun memurlarından aldığı daktiloda temize çekerek dosyasına koyuyor.

Ben de kolun gözetici öğretmeni olarak ulusal günlerde ve 16 Mart kutlamalarında öğrencilerin yapacakları konuşmalar ve okuyacakları şiirler için onlara defalarca prova yaptırıyor, bunların en iyi biçimde sunumuna çalışıyorum. Gerek öğrencilerin gerekse Çorum halkının bu konulardaki en iyi örnekleri görmesini, işitmesini istiyorum.

Bu çabalar sonucu, okuma ve yazma konusunda başka birçok öğrencinin daha, verimli, başarılı çalışmalar yapmaya yöneldiğini görüyorum. Mahmur Bayatlı, Cemal Türkmen de Şükrü Gümüş gibi şiirde ve düzyazıda öne çıkıyorlar. Onların yazdıkları, arkadaşları arasında en çok okunan, konuşulan ve beğenilen ürünler oluyor.

Her müfettiş, dersine girdiği öğretmenin gözetici olduğu kolun teftişini de yapıyor. Bir gün, öğretmenler odasının boş olduğu bir saatte, benim ders teftişimi yapan Baş Müfettiş, Kültür Edebiyat ve Yayın Kolu Başkanı ile birlikte beni öğretmenler odasına çağırarak, kolun teftişini gerçekleştiriyor.

Şükrü, kol çalışma izlencesini ve o izlence doğrultusunda, kol üyeleriyle birlikte yaptığı çalışmaları, okulun memurlarından rica ile aldığı daktiloda yazarak özenle sıraladığı kol dosyası ile geliyor.  Baş Müfettiş, Şükrü’nün, önüne koyduğu dosyadaki belgeleri ağır ağır gözden geçirirken arada sorduğu soruları ben yanıtlamak istediğimde, soruları, Başkanın yanıtlamasını istediği konusunda beni uyarıyor. Belki de dosyada gördüklerinin “teftiş fırçası” olarak hazırlanıp hazırlanmadığını anlamak istiyor. Ben susuyorum. Şükrü, her soruya doyurucu yanıtlar veriyor. Şükrü’yü dinledikçe, Müfettişin yüzündeki kuşkuların dağıldığını görüyorum.

Sıra, kolun çıkarmakta olduğu ve son sayısını kendisin de duvarda gördüğü gazeteye gelince, onun da bir “teftiş fırçası” olarak çıkarılıp çıkarılmadığını anlamak için olmalı, “Çıkan eski gazetelerden birini görebilir miyim?” deyince ben, söze girmek gereğini duyuyorum. “Efendim, diyorum. Bizim, gördüğünüz gibi kolumuzun çalışabileceği bir odamız yok. O nedenle onları saklama olanağımız bulunmuyor.”  Bunu der demez Şükrü o ağır tutumuyla söze giriyor ve eski sayıları, çay ocağı dolabının arkasında sakladığını söylüyor ve “Getirebilir miyim?” deyince Müfettiş, “Getir bakalım.” diyor.

Şükrü, az sonra, Mustafa Ayaz’ın yetiştirdiği iyi resim yapan, güzel yazı yazan öğrencilerine “Yaşantılar” adını yağlı boya ile yazdırmış olduğu gazete rulolarını getirip büyük masanın üzerine yayıyor. Önceki gazetelerin de duvarda gördüğü gazete gibi özenle düzenlenmiş olduğunu görmenin yarattığı hoş duygu okunuyor, müfettişin yüzünden. Her gazetede Şükrü’nün ya bir şiiri ya da bir düzyazısı var. Müfettiş, gazetelerden birindeki yazılardan birini göstererek “Şunu oku!” diyor Şükrü’ye. Ben, “Efendim! O gazetede Şükrü’nün kendi yazısı var. İsterseniz o yazıyı okusun.” diyorum. “Tamam. Kendi yazını oku!” diyor müfettiş. İç Anadolu’da geçen bir olayı anlatan çok güzel bir öyküdür bu. Müfettiş, “Çok güzel!” demekten kendini alamıyor. Şükrü, o kendine özgü özgüveniyle gazeteleri kaldırırken müfettişin çok memnun kaldığı anlaşılıyor.

Öz Türkçe severliğimin sonucu olarak birçok öğrencim de öz Türkçe sever oluyor. İki yıldır dersine girdiğim Şükrü, bunların önde gelenlerinden biri durumunda. Duvar gazetelerindeki öz Türkçe ile yazılan yazı ve şiirler yer alıyor.

Bir süre sonra duvar gazetesi yerine Yaşantılar dergisini çıkarma kararı alınıyor. Yazılar, teksir makinasında çoğaltılarak karton kapak içinde dergi olarak çıkarılmaya başlanıyor. Bu dergilerin kapağında ve iç sayfalarında Resim öğretmeni Veli Sapaz ile onun öğrencilerinin siyah-beyaz baskı resimleri, karikatürler yer salıyor.

O zamanlar, okulu bitirenlerden atanmak istedikleri üç ili bildirme hakları vardır. Şükrü Gümüş, üç il yerine üç kez Hakkâri yazıyor. Yönetim kendisini çağırarak ikinci ve üçüncü yer olarak başka illeri yazmasını öneriyorsa da o, bu isteğinde ısrar ediyor ve Şükrü, Hakkâri’ye atanıyor.

Şükrü, ertesi yıl, Hakkâri’den dönüşünde Rasim öğretmenini derecesiz mutlu eden bir yapıtla dönecektir Çorum’a Bunun ve daha sonrasının öyküsünü sonraki bölümlerde ayrıntılarıyla anlatacağım.

Ertesi yılın başında, Baş Hademe Zeynel Efendi yanıma gelerek her zamanki sevecen sesiyle “Hocam sizi Müdür Bey çağırıyor.” diyor. Odasına girince Müdür Bey, koltuğu gösterip “Buyur!” diyor, ardından Zeynel Efendiye iki çay söylüyor. Tayyar Bey, size yer gösterip çay söylediyse bu, konuşulacak uzunca bir konunun olduğunun habercisidir. Oturup ne diyeceğini beklerken Tayyar Bey’in yüzünde iyi saatlerindeki zarif gülümsemesini yakalamamın ardından bir yazı uzatıyor bana. Yazıya göz atınca yazının bana yazılmış olduğunu görüyorum. Kısa bir gerginlikten sonra devamını okuduğumda rahatlıyorum. Yazıda şunları okuyorum:

Teftişten Teşekkür Alıyorum
“Rasim Bakırcı – Meslek Dersleri Öğretmeni ve Müdür Muavini

1967-1968 Öğretim Yılında okulumuzun eğitim-öğretim çalışmalarında örnek bir başarı gösterdiğiniz için Bakanlık tarafından gönderilen teşekkür yazısının sureti ilişiktedir. Tebrik eder, başarılarınızın devamını dilerim. İmza. Tayyar Kerman Müdür”

Tayyar Bey, bu duyurusundan sonra da her zamanki aşırı temkinliliğini gösteriyor. Başarımdan dolayı beni kutladıktan sonra okulumuzdan iki kişiye daha teşekkür yazısı geldiğini, teşekkür aldığımı kimseye söylemezsem memnun olacağını sözüne ekliyor. Bu isteğine bir türlü anlam veremiyorum. Bu teşekkürleri gizli tutacağına, daha da ileri giderek öğretmenler toplantısında herkesin karşısında teşekkür alanları kutlamasının ve herkesin böyle teşekkürler, hatta takdirnameler almasını dilediğini belirtmesinin gerektiğini düşünüyorum.

Tayyar Bey, sağ duyu sahibi, ileri görüşlü bir kişi olmasına karşın okulda, yalnızca yapılması zorunlu işlerin sürdürülmesinden yana. Onlara bir yeniliğin katılmasından neredeyse ödü kopuyor. Çevresindeki yöneticileri, bu eğilimi dışında bir istek ya da girişimde bulunmaktan uzak olmaları, yalnızca zorunlu işleri, kendisinin beklentileri doğrultusunda yapmaya teşne oluşlarından dolayı da onlardan çok memnun görünüyor.

Zoraki Müdür Yardımcılığım ve Sonrası
Bir müdür yardımcılığı daha açıldığında Müdür Bey, yine yakama yapışıyor. Ben yine istemediğimi söylüyorum. O günlerin birinde Zeynel Efendi, “Hocam, sizi Müdür Bey çağırıyor.” diye bir haber iletiyor. Odasına girdiğimde Müdür Bey, “Sizi Milli Eğitim Müdürü arıyor.” der demez, “Müdür Bey, bunu yapmamalıydınız!” diyorum. Müdür Bey, “Benim niçin aradığı konusunda bir bilgim yok.”” biçimindeki ani tepkisinden, yapılmak isteneni açık seçik anlıyorum.

Milli eğitim müdürü, İlçemize komşu olan Şavşat ilçesinden ve kendisiyle tanışmışız, evlerine gitmişiz, evimize gelmişler. Milli eğitim müdürü, “Buyurun Müdür Bey!” der demez, “Rasim Bey, Müdür Bey’i niçin üzüyorsunuz? Sizin müdür yardımcısı olmanızı istiyormuş, siz ise kabul etmiyormuşsunuz. Müdür Bey’i üzmeyin!” diyor.

Oturuyor ve “Öngörüm doğru imiş.” demem üzerine Müdür Bey, gülümseyerek “Ben amacıma ulaşmak için her çareye başvururum.” diyor.  Müdür Bey, çay söylüyor ve ne yazık ki o arada da müdür yardımcılığı işlemimi gerçekleştiriyor.

Ertesi yıl Günhan Bey, Demirci İlköğretmen Okulu müdürlüğüne atanınca Tevfik Bey müdür başyardımcılığına getiriliyor. Açılan eğitim şefliğine de benim geleceğime kesin gözüyle bakılıyor, meslek dersleri öğretmeni olmam dolayısıyla. Başta müdür yardımcısı Seyhan Eralp olmak üzere herkes, eğitim şefliğine benim atanacağımı duyduğunu söylüyor. Ben de o görevin bana verileceğini düşünüyorum. Ayrıca yöneticilikte yalnızca o görevi seviyor ve önemsiyorum. O duyguyla o göreve getirilmeyi beklerken, rüzgâr tersine esiyor.

Eğitim şefliğine Yusuf Güneş getiriliyor. Fısıltı gazetesinin haberine göre, Yusuf Güneş’in eşi Müdür Beylere gidiyor ve eşinin yönetici olarak gecesini gündüzüne katarak çalıştığını o nedenle eğitim şefliğine eşinin getirilmesini istiyor, ağlayarak. Bana birçok nedenle zaten çok sıcak bakmayan Müdür Bey de Yusuf Bey’in eğitim şefliğinde karar kılıyor.

Bunun üzerine Müdür Bey’e müdür yardımcılığından ayrılmak istediğimi bildiriyorum. Müdür Bey, Tevfik Bey’in de benim eğitim şefi olmamı istemediğinden söz ediyor. Ben de o zaman yönetimden tümüyle çekilmek istediğimi ve o günden sonra bana evrak havale etmemesini istiyorum. Müdür Bey, yakında yeni binaya taşınacağımızı, orada her katta her müdür yardımcısının özel odası olacağını; o güne dek benimle ilgili evrakları kendisinin yapacağını ve beni müdür yardımcılığından ayırmayacağını bildiriyor. Edilgin direnişimi sürdürüyorum. Gerçekten Müdür Bey, yeni okula taşınıncaya dek bana evrak havale etmiyor. Ben de Müdür yardımcılarının odasına uğramıyor, ders dışı zamanlarımda öğretmenler odasında oturuyorum.

Müdür Bey,in benimle ilgili ilk taş koyuşu olmayacak, ileride ortaya çıkacak başka olayların da etkisiyle daha büyük taşlar da koyacak.

1968 Yılından Günlüklerime Yansıyanlar
4 Ocak 1968
Varlık’ta Oktay Akbal’ın Günlerde’sini okudum az önce. Akbal’ın dünyası, gittikçe daha çok sarıyor beni. Akbal, duygu ve düşüncelerini yalın bir dille ortaya koyuyor. Kendimi buluyorum, onun yazdıklarında.

Julian Green’in, kırk yıllık güncesi olan bir yazar olduğunu belirtiyor Akbal. Green, her gün en az bir sayfa günce yazıyormuş. Buradan yola çıkarak yazamadığı yıllar için hayıflanıyor. Sözü, bizden kopup giden anılara getiriyor. Hayıflanma sırası bana geçiyor bu kez. Yaşanan nice olayları, durumları sıcağı sıcağına yazmadığıma hayıflanıyorum. Akıp giden zamanın yok ettiği yaşanmışlıklarımdan yalnızca yazdıklarımı kurtarabildiğimin bilincindeyim.

Yaşantılar’ın Tevfik Fikret’le ilgili yılbaşı sayısına koymak üzere hazırlattığım yazıda A. Kadir’in görüşlerinin izleri var, diye o yazıyı Müdür Bey, dergiye koydurmuyor. Öküzün altında buzağı arıyorlar, gerekçesiyle yazının edebi kişiliği anlatan bölümünün konulmamasını istiyor. Bu müdahaleye bozuluyorum. “Müdür Bey! Bu bölüm, Tevfik Fikret’in edebi kişiliğini anlatmıyor mu?” deyince, doğru söylediğimi belirtiyor. “Öyleyse niçin çıkaralım, bu bölümü?” deyince Müdür Bey, öküzün altında buzağı arandığından söz ediyor.

Müdür Bey’in en küçük bir ileri adım karşısında ödü koptuğunu, sürekli yoğurda üflediğini biliyorum. Ancak ta Osmanlı döneminde düşüncelerini yüreklice şiirleştirmiş, Türk Edebiyatında yerini almış bir şairimizle ilgili bu karşı çıkışı, canımı sıkıyor. Ne var var ki daha ileri gidecek gücüm yok. İleri gitmiyor kalkışsam, hiçbir şey başarmayacağım gibi, olan yalnızca bana olacak.

En iyisi, olabildiğince daha iyi yazabilmek için çaba göstermek. Ancak bu, çok okumayı ve denemeler yapmayı gerektiriyor. O da bol zaman istiyor. Olabildiğince bu olanağı yaratmalı; Gazetelere, dergilere şiirler, yazılar yazmayı denemeliyim, bu yapılanlara öfkelenme yerine.

12 Ocak 1968

Yine beni bunaltan, öfkelendiren konuların kökenini kavrama amaçlı düşüncelere dalıyorum. Şunu görüyorum orada: Çocukluk yaşantılarımın neden olduğu çekingenlik, iç dünyamda bir yerlerde öylesine yerleşmiş ki oradan bir türlü söküp atamıyorum onu. O yüzden hiç istemediğim zamanlarda önümü kesecek, cesaretimi kıracak kadar bunaltıyor beni bu duygu. Oysa ben, daha iyi olmak değil; çok iyi olmak gibi bir isteğin taşıyıcısıyım. Yeterince çaba gösterebildiğimde bu isteğimi gerçekleştirdiğimi görüyorum. Ancak görüyorum ki bunu başarabilmeme uygun ortam ve o ortamda beni isteğim doğrultusunda gelişim göstermeye özendiriciler gerekiyor.

İlkokulda annem, Üstündağ öğretmenim; Cılavuz’da Dündar, Bahadınlı, Sertöz, Kelekçi, Göğsal öğretmenlerimin; İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsünde de Necatigil, Ediskun, Ökmen, Varış, Günışık öğretmenlerimin özendirmeleriyle gücümü devindirerek, bu okulları pekiyi ile bitirmeyi başarıyorum. Bu başarılarımda bu kişilerin yanı sıra duyduğum eksiklik duygusuna da borçlu olduğumun bilincindeyim. O da iyi bir kamçı oluyor benim için. Bugünkü çabalarımda olduğu gibi gelecekte de hep duyumsayacağım, onun yararlı etkisini.

Ne ki bu duygu, bende kimi zaman yoğun bir kaygıya da neden oluyor. Örneğin, topluluk karşısında, özellikle de tanımadıklarımdan oluşan bir topluluk karşısında konuşurken aşırı denecek denli heyecanlanıyorum. Öyle görüyorum ki bu duygumu alt etmemin tek çaresi, yetkinlik çizgimi olabildiğince yükseklere taşımaktır. Topluluk karşısında konuşacağım anda duyduğum aşırı kaygı, doğal düşünme ve düşündüklerimi belli bir düzen içinde ortaya koyma gücümü alt üst ediyor. Birçok kişiden daha iyi bildiğim zaman bile başarımı engelleyen, beni tedirgin edip duran bu duygumu bastırabilme dönemim de çok gerilerde kaldı.

Ders içi ve ders dışı başarılarım, önde gelenler düzeyinde olmasına karşın, İlköğretmen Okulu öğretmenliğimin bu üçüncü yılında bile ne zaman, niçin ve nasıl oluştuğunu tam olarak bilmediğim bir sıkılganlık, özgüvensizlik duygusu, topluluk karşısında beni, topluluk, bütün eksik, yetersiz yanlarımla görüyorlarmış gibi bir duygu ile kendimi çaresiz duyumsuyorum. Yokluğunu, yoksulluğunu duyduğum ne varsa, onların tümünün eksikliği ile topluluk karşısındaymışım gibi ağır bir yük biniyor omuzlarıma. Beynimde duyduğum o, olmaz olası duygu yüzünden yoğun bir rahatsızlığı yaşamaya başlıyorum

Bu duyguya karşı açtığım savaşı, iyi bir hazırlık yapa yapa hayli azalttığımı görüyorum. Konuşmaya başlama öncesinde beni hayli sarsan bu duygu, koşuşmaya y sönümleniyor, çoğu kez. Bir de tanımadığım, güçlü olduklarını sandığım kişilerden oluşan topluluk karşısında aşırı bir heyecanlandığımı ve o heyecanımı denetlemekte zorlandığımı anlıyorum. Özgüvenimi artırma çabamı sürdürüyorum. Anlıyorum ki yeterli bir ön hazırlık yaptığım derste ya da bir konuşma sırasında daha az heyecanlanıyor, daha özgüvenle yapıyorum sunumumu

Mübeccel İzmirli ile Afet Muhteremoğlu’nun yaptığı konuşmaları okudum biraz önce. Fazla tanımıyorum, İzmirli’yi. İç dünyasını yansıtıyor İzmirli, sanat görüşünü açıklarken. Sanatı yapıtlarının sıra üstü özgün bir örüntü ile okuyan ya da izleyen üzerinde yoğun duygu ve düşünceler yaratan, ona ayrıcalıklı duygular yaşatan, onu daha önce tanışmadığı duygularla buluşturan ürünler olduğunu anlıyorum, bu alanda kendilerini kabul ettirmiş olanların yapıtlarını okudukça, inceledikçe ve izledikçe.

15 Mart 1968

Birçok sorunun varlığı beni tedirgin ediyor. Bir bölüğü kişisel, öbürleri de öğretmenlikle, toplumla ilgili, bunların. Çevremdeki insanlarla ilgili kimileri de. Gerçeklerin gölgelenmek istendiğini, doğruları cesurca ortaya koyanlar için kazılan kuyuları görünce rahatsız olmamak olası değil. Gerçeklere, çözüm bekleyen sorunlara sırt çevirerek, keyif çatanlar, neden bu denli rahatsız ediyor beni? Ortak bir görüşle sürdürmek durumunda olduğumuz işler; ortak sorumluluklarımız var. Onları konuşmak, onlar üzerinde sesli düşünmek, neden rahatsız ediyor, yetkilileri?

Birçok arkadaş gibi susamıyorum, yanlış işler ve haksızlıklar karşısında. Yalnızca kendimi düşünmekle yetinemiyorum. Evimde ayrı bir çalışma odam bile yok. Dayanıksızlığımı, can sıkıntımı tetikleyen önemli bir neden de bu olsa gerek. Oysa birçok kitap, okunmayı bekliyor. Yazma yeterliliğimi geliştirmek istiyorum, bu olanaksızlıklar içinde. En az bunlar kadar da öğretmen yetiştiren bir kurumda olmasını çok istediğim olanakların yaratılmasının umursanmaması üzüyor beni.

Bildiklerimle yapabildiklerimi karşılaştırdığımda, yaptıklarımın azlığını görünce, bildiklerim başkaldırıyor. Bir de bilmediklerim ve öğrenmek zorunda olduklarım var. Onları öğrenmeye zaman ayıramamam da canımı sıkan etkenler arasında.

3 Mayıs 1968

Asıl yapmayı, başarmayı istediklerimin önünü kesen zorunlu uğraşlar, soluğumu kesiyor. Onlar yüzünden okunacak kitaplarımı okuyamıyor, yazmak istediklerimi yazmaya yeterince zaman ayıramıyorum. İstediğim düzeye ulaştıramadığım yazma yeteneğimi geliştirmeye, kitap tasarılarıma yaşam kazandırmaya zaman ayıramıyorum. Okuma ve yazmayı dar zamanlara sıkıştırmak zorunda kalmam, var olan sıkıntılarımı daha da yoğunlaştırıyor. Zorunlu işler yüzünden, uzun süredir, yaşadıklarımdan önemli gördüklerimi yazmaya bile zaman bulamayınca varoluş kazanamadı onlar. Ben, dişe dokunur bir şeyler yapmak için gerekli ortamı ne zaman bulacağım?

8 Mayıs 1968

Bugün, yaşamı güler yüzle karşılama, gülme, eğlenme, dinlenme ve verimli çalışmalar yapma; yalnızca çalışmaya yer vermenin sakatlığı düşüncesi gelip oturuyor, içime. Önce, yoruldukça dinlenme, olabildiğince iyi beslenme, uyuma, sağlığı koruma, gezintilere çıkma, temiz hava alma, eş dostla görüşme, onlarla birlikte de okuma, yazma, çalışma ve kendini gerçekleştirme gerekiyor. Bilinçdışından kaynaklı kaygıları dindirme çarelerinden biri de kendini gerçekleştirme.

19 Mayıs 1968

Oktay Akbal’ın Günlerde’sini okuyunca günlük yazma isteği geçiyor içimden.  Başka birçok konu da var, yazmak istediğim. Ancak kimilerini önemsiz gördüğüm için; kimilerini de sayfalar tanık olmasın, diye vazgeçiyorum yazmaktan.  Geride kalan yıllarda uykularımı kaçıran sorunlar yaşadım; ancak çözmek yerine elim kolum bağlı olarak katlandım onlara. Onları çözmek için önüme çıkan olanakları göz göre göre kullanmayarak görünmez bir gücün gelip onları çözmesini bekledim adeta.

Okuma yazma isteğim konusunda da daha dirençli bir çaba gösterdiğimi söyleyemem. İstediğim düzeyde bir okur olmayı da başarabilmiş değilim. Kitaplığımı da istediğim zenginliğe kavuşturamadım daha. Bir yanda bu özlemlerim, bir yanda çok çeşitli dersler, ödevler, yazılılar ve yönetim işleri.

16 Haziran 1968

Hep gürültüden uzak bir çalışma odam olsun istedim. Böyle bir odam olsa daha verimli işler çıkarabileceğimi düşünüyorum. Yoksa deden mi uyduruyorum, istediğim verimi elde edemememe? Öyle de olsa gürültülü yerde okuduğumu anlamakta, düşündüklerimi yazıya dökmekte zorlandığım, gerçek. Evet! bir çalışma odam, odamın bir duvarındaki dolapta kitaplarım olmalı. Masamda çalışırken gerek duyduğum kitabı kitaplık rafımda bulmalıyım. Masamın bir köşesindeki dosyama, üzerinde çalıştığım yazıları koymalı, zaman buldukça açıp üzerinde çalışmalıyım. Kitaplığımın bir rafında dergilerimi, saklamak istediğim gazete kesiklerinden oluşturduğum dosyaları bulundurmalıyım.

Yoksa düş mü görüyorum. Parasızlıktan kaynaklı onca sorunlarla boğuşurken, masamda verimli çalışmalar yapmam olası mı? Yaşamsal gereksinimlerimizi karşılayamazken, istediğim kitapları nasıl alabilirim? Yoksa bu durumda da şimdikinden çok şeyler yapabilir miyim?

20 Haziran 1968

Bugün TÖS şubemizin olağanüstü toplantısı varı. Kimi iyi kimi kötü konuşmalar yapıldı. Ben de iki kez söz aldım. Çok beğenmedim konuşmalarımı. Daha özgüvenli, daha iyi konuşmalıydım. Önderlik yeteneğimin eksikliğinin bilincindeyim. Ancak bir başka alanda, örneğin ilgi alanlarımda başarılı olma yolunda kullanabilirim var olan gücümü. Herkes, hangi alanda daha başarılı olabiliyorsa o alanda kullanmalı zamanının ve gücünün çoğunu. Ben de öyle yapmalıyım.

İçimde duyumsadığım gerginliğimin temel kaynağı, bu olmalı; olmak istediğim kendim durumuna bir türlü gelememem. Sanırım, ondan başka nedenleri de var, bu duygumun. Mehmet Seyda, yazı yazmasaydım, başkalarına zarar veren birisi olup çıkma olasılığım vardı.” biçiminde bir açıklama yapmıştı, bir soru üzerine. Yazma, iyi bir kurtarıcı olmalı, insan için.

 30     Haziran 1968
Dün akşam nöbetçiydim. O nedenle uykusuz ve yorgunum bu mezunlar gününde. Okulumuzda eksik ve yanlış öğretmen ve yönetici tutumları yüzünden, insanı insan kılan görev ve sorumlulukların yerine getirilmemesi yüzünden, öğretmen niteliği kazandırılamayan kişilere çocukların yazgısı ile oynama yetkisi veriliyor.

Yirmi altı yaşına dek oradan oraya sürülüp durmuş, hemen hiçbir insanlık değerini benimsememiş biri okula kaydediliyor. Enine boyuna düşünülmeden okulumuza alınan bir öğrenci, bu. Müdür Bey’in kıramadığı bir tanıdığının hatırına okula alınan bir öğrenci, bu. Hangi nedenle olduğunu bilmiyorum; o sırada ben de Müdür odasında bulunuyorum.

Müdür Bey, bu öğrencinin kişilik yapısını yüz anlatımından okumuşçasına yüzüne karşı “Bu adam, başımıza işler çıkarır. Birçok okul, bunu almamış. Biz de alamayız. Bunun yaratacağı birçok olayı elimizle hazırlamış oluruz.“ diyor. O öğrenci, kapının yanında uslu öğrenci görünümünde sessizce bekliyor. Ricacı, tüm sorumluluğu kendisinin üstlendiğini belirtiyor, ısrarla. Sonuçta bu kişi okula kaydediliyor ve benim uygulama sınıfımda öğrenci oluyor.

Rica ile kaydı yapılan bu öğrencinin köy stajına iki gün geç gittiğini öğreniyoruz. Belli ki haftada bir uğrayabildiğimiz bu dönemde bu kişi sorun üstüne sorun yaratacak. Uygulama günü gittiğimiz yaptığımız eleştiriler için “Bunları, sık sık gelerek söyleseydiniz de biz de bunları yapmasaydık.” gibi pervasızca konuşuyor.

Daha sonra, hemen her gece içki içtiği, içki parası bulamadığında, içki almaları için arkadaşlarına baskı yaptığı haberi geliyor. Disiplin kurulu daha sonra bu olayı inceliyor ve bu öğrenciye 15 gün okuldan uzaklaştırma cezası veriyor. Ardından, bu cezayı alırsa devamsızlıktan sınıfta kalacağı anlaşılınca, uzun tartışmalardan sonra ceza 10 güne indiriliyor.

Mezuniyet töreninin sonunda her öğrenci, gelerek kendisine armağan edilen Nutuk’ları alacak. Nutuk almak üzere sahne arkasında bekleyen uygulama sınıfı öğrencilerimin arasından geçerken, o kişinin, bir arkadaşından ceket alıp giymekte olduğunu görüyorum. Biraz geçince tıraşsız ve hayasız suratıyla bana seslenerek “Ne bakıyorsunuz? Beğenmediniz mi?” diyor. Dönüp yanına giderek “ne dedin?” diye soruyorum. Aynı yüzsüzlükle “Beğenmediniz mi yaptığımı?” diye yineliyor.

Belki de haklıydı bu öğrenci. Herkes onu tehlike olarak görmüş, gerektiğinde hep ceza silahı çevrilmişti kendisine. Hemen hepimiz onun karşı tepkisini pekiştirmiştik iyice. O nedenle önüne gelene sataşma yoluyla kendini korumaya yöneliyor. Onun özel durumunu bildiğim için onu tahrik edici davranışlardan uzak durdum her zaman. Ancak, belki arkadaşları da öyle düşündükleri için yarattığı olaylar nedeniyle uygulamadan kendisini kesinlikle bıraktığımı düşünüyor olmalı ki beni tahrik etmek ve olay çıkarmak isteyen bir tutum içine giriyor. Ancak ona bu fırsatı vermiyorum.

Ben. Uygulama dersinden kimseyi bütünlemeye bırakmıyorum. Çünkü yeterli öğretmenliğin sınırlı uygulamalarla öğrenilemeyeceğini; öğretmenliğin uzun süre içinde öğrenileceğini düşündüğüm için öğrencilerin başarılarını 10’dan 5’e dek sıralayarak herkese geçer not veriyorum. Bunu öğrenciler ve bu öğrenci bilmediği için kendisinin kesin kaldığı kuşkusunu geliştiriyor, bu kişi.

Hemen her söze ters tepki veren bu öğrenci, aynı zamanda pehlivan. Okullar arası yarışmalarda dereceler almış. Kimi sporculara taş çıkaracak bir yetenek. En son okuduğu okulda öğretmenler kurulu kararıyla sınıfta kalmış.

Bizde bu yıl içinde ufak nedenlerle iki bayan öğretmenin dersinde olay çıkarıyor, bu öğretmenlere karşı geliyor.

14 Temmuz 1968

Artık karar günü gelmiş olmalı. Arayıp da bulamadıklarıma ilişkin hayıflanmalarla değil; arayarak ele geçirebileceğim konularla uğraşmaya yönelmeliyim. Zorunlu gereksinimlerimi karşılayabilecek olanak diye bakmalıyım çevreme. Yıllar yılı hapishanelerde yatıp gücünü yitirmeyenleri düşünmeliyim. Kendilerine yapıtlarıyla kurtuluşun kapısını açanları anımsamalıyım, sıkıntılı anlarımda. Çalışmalı, deliler gibi çalışmalıyım. Bundan daha güçlü bir kurtarıcının olmadığını düşünüyorum, şu aşamada.

1 Eylül 1968

Bir hafta önce ilginç bir düş gördüm: Önümde üst yanı daha önde, alt yanı daha geride, yüzeyi dalgalı bir kayanın önünde duruyorum. Bu yüzeye Ay’ın büyütülmüş resimleri; onların arasına da irili ufaklı taşlar yapıştırılmış.  Yüzey, tatlı bir mavi renkte ve parlak bir Ay ışığı ile aydınlanmış. Kaya yüzeyi, alttan yukarıya gidildikçe öne doğru eğik olduğu için yerle birleştiği çizgiye yaklaşıldıkça renk daha koyulaşıyor. Bir yerinden tırmanarak kayanın tepesine çıkmak zorundayım. Beyaza yakın mavi renkte olan yerden tırmanmaya başlıyorum. Bu zorlu tırmanışta kaya üzerindeki katı pürtüklere tutunuyorum. Bir yandan da sonuna dek tırmanamayıp dönmek zorunda kalırsam, başıma gelecekleri düşünüyorum. Pürtüklere parmaklarımı iyice geçirerek gövdemi yukarıya doğru çekiyorum. Bu pürtüklerden biri kopsa, kendimi o koyu mavi kısmım önünde bulacağım. Bu korku ile ağır ağır tırmanıyorum, dik yamacı. Tırmanışı bitiremeden uyanıyorum.

22 Eylül 1968

 Max Jacop’un yazdığı, Salah Birsel’in çevirdiği Genç Bir Şaire Öğütler adlı 52 sayfalık yapıtı ancak bugün bitirebiliyorum. Bal tadında bir kitap, bu. Yalnızca genç şaire öğütler yok, içinde. Tüm yazarlara, okurlara da ışık tutan sözler söylüyor Jacop. Birçok kez çantamda gezdirdiğim, bir türlü okuma fırsatı bulamadığım bir kitap, bu. Devrimci Eğitim Şurası’na giderken bile benimle birlikte oluyor, 4-8 Eylül arası.

Az yapıtta rastladığım, yoğunlaştırılıp özleştirilmiş anlatılar var bu kitapta. En çok beğendiğim sözlerin altını çiziyorum. İnsanı iyi tanıyor Jacop. 65 yaşına dek insanı, onun gerçeklerini merak konusu ettiği anlaşılıyor. Bunları 1941’de 18 yaşındaki tıp öğrencisi J. E.’ye yazdığını öğreniyoruz.

Şu tümceleri çok beğeniyorum:

“Dış dünyadan gelen şeyleri uzun zaman biriktirin; hemen tepki göstermeyin onlara.”

“Bir hekimi ya da şairi büyük yapan, okudukları kitapların sayısı değil; dünyalarının zenginliği, bilgileri öğütme, inceleme biçimidir.”

“Ivır zıvır şeyleri okumayın; büyük sanatçıların eserlerini okuyun, onlarla boy ölçüşün ya da kendi kendinizi yetiştirmeye bakın, anımsama gücünüzü eğitin.”

“Sözcükleri sevin.”

“Bütün iş, bayağı ve kötü olanlara arka çevirebilmekte.”

“Yazmadan önce kendinizi yetiştirmeye bakın.”

“Çalışmak! Söylemesi kolay.”

“Her gün not tutun, açık, okunaklı. Tarih atmayı unutmayın.”

“Yüksek tabakaya elinizden geldiği kadar az karışın. Orada herkesin yüzünde bir maske vardır. Yüksek tabakanın içinde insanın öğrenebileceği bir şey yoktur.”

“Şu sözü hiç mi hiç unutmayın: Her mesleğin başlangıcında bir çalışma mucizesi vardır. Çalışma da yalnızlık demektir. Bol bol okuyun; yavaş yavaş, üstelik de not alarak okuyun.”

28 Eylül 1968

Dünkü öğretmenler kurulunda savunduğum görüşlerin, öğretmen arkadaşların çoğunluğunca benimsendiğini; başyardımcı Tevfik Akın’ın bir başkasını önermesine karşın disiplin kurulu üyeliğine oy çokluğu ile beni seçiyorlar. Disiplin kurulu başkanı, belli ki benimle çalışmak istemiyor kurulda. Öğretmen çoğunluğunun gönlünde yer etmiş olmak, mutlu ediyor beni.

24 Ekim 1968

İki gün önce, yılın ilk eğitim yanlışını yapıyorum. 6-B’de dayağı hak eden iki kişiye tokat atıyorum. Daha sonra derin bir pişmanlık duyuyorum. Dayağı hak edecek kadar büyük yanlış yapsa da öğrenciye tokat atmanın yanlışlığını düşündüğüm halde öfkeme yenildiğim için iyiden iyiye rahatsızım. İnsanın dayakla değil, yanlışının bilincine vardırılarak eğitileceğini düşünen birisi olarak bu yanlışım nedeniyle kendimi bağışlamıyorum.

31     Aralık 1968 

Yılın son gününün son saatlerinde, evdeyim. Rüştü Apaydın, yılbaşı gecesi, “Gazinoya gelin siz de” diye öneriyor, gündüzden. “Gelemeyeceğiz.” diyorum.

Nevin, kaç gündür hazırlık yapıyor. Banimle çarşıya çıkıyor, annesine, Nesrin’e ve Esin’e yeni yıl armağanları almak için. Bugün de bana armağan almak üzere çarşıya giderken karşılaşıyorum onunla. Bu akşam için kuru yemiş filan da alıyor. Sonra bilmece, şiir, masal hazırladığını söylüyor.

Akşam yemeğinden sonra “Tek mi çift mi?” oynuyoruz Nevin ve Nesrin’le. Sonra da yüzük oyununa geçiyoruz. Şu anda da Türk müziği özel programını dinliyoruz, radyodan.

Her hüzünlü zamanımı, kalın bir şalla örtmeye çalışıyorum. Kimi susturuyorum, kimi ise başarısız oluyorum, hüznümü susturmakta. Bu akşamki başarımı beğeniyorum. Üç kızımla da bol bol şakalaşıyorum. Birlikte gülüyor, oynuyoruz. Sevgi, sevecenlik, en güçlü bağın oluşturucusu. İnsanlar, özellikle de çocuklarla anne baba arasında. Bir de katıksız ise bu sevgi ve sevecenlik!..

Okumak, yazmak, gittikçe tutkuya dönüşüyor bende. Apaydın’ın da zorlamasıyla şiirin içine de girmek üzereyim. Geçmişte sayfalar doldurarak yazdıklarımın şiir olmadıklarını anlayacak kadar ilerlediğimi seziyorum, şiirde. Bu amaçla da olabildiğince çok şiir okuyorum. Yazma ile okumanın ilintisini daha çok ayırt ediyorum. İki büyük kurtarıcım olma yolunda benim, okuma ve yazma.

Yeni yıl için sağlam bir plan yapmalıyım. Lets Learn English’i bahara dek bitirmeliyim. Dışardan bitirenlere kılavuz hazırlamalıyım. Apaydın’la yazmayı kararlaştırdığımız Şair Öğretmenler Antolojisini tamamlamalıyız. Şiir, öykü, makale yazmayı sürdürmeliyim. Yazmayı düşündüğüm Öğrencileri Tanıma Teknikleri kitabı ile ilgili çalışmalarımı ilerletmeliyim.

Yaşantılar Basımevinde Basılıyor
Yaşantılar’ı bir süre sonra teksirle çoğaltılmış dergiye dönüştürdüğümüzü gören Müdürümüz, bir gün bana “Mademki siz bu işi bu denli önemsiyorsunuz, yıl sonu dergisini Aydın Bey’in matbaasında bastırayım.” diyor. Çorum gazetesinin sahibi Aydın Bey, Müdür Bey’in yakın arkadaşı. Bunu üzerine daha kapsamlı ve daha nitelikli bir dergi için hazırlığa girişiyoruz. Okul yıllığı olarak çıkan yıl sonu sayısında öğretmenlerin, yöneticilerin ve mezun olan öğrencilerin fotoğraflarına da yer veriliyor. Böylece dergi, ileriye doğru bir adım daha atmış oluyor. Bu, müdürün kafasındaki dengeyi bozacak bir yanı olmadığı; gazete sahibi Aydın Bey’le de arası iyi olduğu, derginin içine kimseleri rahatsız edecek yazıların konulmasının da önünü kestiği için müdür, bu girişimi korkusuzca gerçekleştiriyor.

Çorum Gazetesinde Köşe Yazarlığıma Yol Açan Etkinlik
Okulda benim öz Türkçenin benimsenmesi doğrultusundaki çabam, öğrenciler arasında önemli derecede ilgi görüyor. Tayyar Bey, bu çabamı sakıncalı bulmuyor. O yıl okulumuza atanan Çorumlu Nesrin Kıhtır da okuduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öz Türkçeye soğuk bakan hocası Mehmet Kaplan ve öbür hocaları gibi öz Türkçeye karşı. Kimi zaman öğretmenler odasında bundan söz açıldığında, hocası Kaplan’ın Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’nün iyi bir sözlük olmadığını belirttiğinden söz açıyor. Ben ise tam tersini savunuyorum. Kurumun çıkardığı Türk Dili dergisini de severek okuduğumdan söz ediyorum.

Dersine girdiği öğrencilerimin, uygun biçimde Nesrin Hanım’ a zaman zaman kimi yabancı sözcüklerin Türkçe karşılıklarını sorduklarını ve onun da bunları bilemediğini kendinden öğreniyorum.

Bir gün Nesrin Hanım, mosmor çıkıyor, son sınıfların dersinden. Öğretmenler odasında “Rasim Bey! çocuklar, metodun Türkçe karşılığının ne olduğunu sordular, bilemedim.” diyor. Ben de “yöntem” olduğunu sandığımı; ancak “Emin olmak için en iyisi Türkçe Sözlük’e bakalım.” diyor ve bakıyorum. “Doğru söylemişim. Metodun Türkçe karşılığı yöntemmiş.” diyorum

Tayyar Bey, okulunda eski ve yeni dil konusunun zaman zaman tartışmalara yol açtığını görüyor. Buna genç Edebiyat öğretmenimizin yeni dil karşısında bir tutum takınmasının yol açtığını anlıyor. Bunun üzerine bir gün bana dil konusunda bir açık oturum düzenlememizi öneriyor. “Orada siz, ben ve Nesrin Hanım dil görüşlerimizi savunalım. Oturumu da gazeteci Aydın Bey’i çağırırım, o yönetir.” diyor. Bu öneri beni çok sevindiriyor. Bir çarşamba günü öğleden sonra okulun salonunda öğrencilerin karşısına çıkıyoruz. Nesrin Hanım, Eski dili; ben, öz Türkçeyi, Müdür Bey de ikisinin ortası bir anlayışı savunuyor. Öğrencilerin coşkun alkışları ile karşılaşıyorum.

Oturum bittiğinde Aydın Bey, gazetesinde yayımlamak için konuşmamın metnini istiyor. Ben de yazımı, gazetede yayımlanacak biçimde düzenleyip kendisine götürmeyi öneriyorum. Konuşma metnim, Yeni Gün gazetesinde “Eğitim” genel başlığı altında, 3 Nisan 1967 Tarihinden başlayarak “Önce Dil” adıyla aşağıdaki gibi art arda dört gün yayımlanıyor. Ondan sonra, Aydın Bey’in isteği üzerine gazetede haftada bir yazmayı, Çorum’dan ayrılana dek altı yıl boyunca sürdürüyorum. 18 Eylül 1969’da genel başlığı “Mektup” olarak değiştiriyorum. Genel başlığı, 20 Temmuz 1972 de de “Arı Dilim, Duru Dilim, Türkçem”e çeviriyorum, Gazetede yayımlanan dört yazım şunlar:

Önce Dil 1
R. Bakırcıoğlu

Konfüçyüs’e sordular:

 -Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?

Büyük filozof yanıt verdi:

-Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım.

Dinleyenlerin şaşkın bakışları karşısında sözlerini sürdürdü:

-Dil kusurlu olursa sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey, dil kadar önemli değildir.

(Ömer Asım Aksoy)

Ünlü düşünür Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” demiş. Varoluşunun nedenini düşünmeye bağlamış. Dil olmadan düşünmek ise olanaksızdır. Diller bu gereksinimden doğuyor. Türkler de Türk dilini oluşturup geliştiriyorlar. Dilimizin geçmişine baktığımızda, şunları görüyoruz, ana çizgileriyle:

Türkler İslamlığı kabul ettikten sonra, çok sayıda, Arap kültürünün bir öğesi ve aynı zamanda taşıyıcısı olan Arapça; ardından da Farsça sözcük ve tamlamalar girmeye başlamış. Giderek Osmanlıca denen halktan kopuk, yapay bir dil oluşmuş. Seçkinler, bilimci ve sanatçılar, bu dili kullanmaya başlamış. Anadilimiz, halkın ve halk ozanlarının konuşma dilinde yaşamımı sürdürebilmiş.

Tanzimat’tan sonra, Türkçeden yana, Osmanlıcaya karşı bireysel çıkışlar olagelmişse de ilk bilinçli ve köklü tepki, Cumhuriyet döneminde başlamış ve dil devrimiyle Türkçenin kendi benliğine kavuşturulması çabası, devlet katında başlatılmış.

 Önce Dil 2
R. Bakırcıoğlu

Neden Öz Türkçe?
Bu soruya yanıt vermek için devrimler bütünü içinde ilkeli ve bilimsel yaklaşımlarla gerçekleştirilen dil devrimini anımsamak gerekiyor. Kurtarıcı ve kurucumuz olan Atatürk, ulusumuzun ileri ve güçlü bir toplum olması için önce dünya tarihindeki önemli yerini belirlemesi, kendi kültürünün ve çağdaş uygarlığın gereklerine uygun biçimde gelişmesi gerektiğine inanıyor. Bu amaçla Türk ulusunun binlerce yıllık geçmişi bilimsel yöntemlerle ortaya çıkarılmaya başlanıyor.

Bu yolla kültür değerlerimizden biri ve o değerlerin taşıyıcısı olan dilimizin söz varlığını ortaya çıkarmak amacıyla dil devrimi başlatılıyor. Bu çalışmalar sonucunda Türkçenin, çağdaş bir bilim ve sanat dili olmaya elverişli bir yapıda olduğu anlaşılıyor. Dilimiz, bir yandan yabancı sözcüklerden arındırılıp özleştirilerek arı, duru bir dil yapılmaya; bir yandan da unutulan sözcüklerin dile kazandırılması için derleme ve tarama çalışmaları ve yeni sözcükler üretilmeye başlanıyor.

1930’da “Ülkesini ve yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” diyen Atatürk, dil çalışmalarına doğrudan katılıyor. Dil bağımsızlığını, ulusal bağımsızlığın gereği olarak görüyor. Dilimizi özleştirme atılımını başlattığı günlerde de “Kesin olarak bilinmelidir ki Türk ulusunun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün yaşamında baş ilke kalacaktır.” diyerek ulusal dille ulusal benliğin iç içe olduğunu vurguluyor.

Dilimizin ulusal benliğine kavuşması, ileri b ir uygarlık dili durumuna gelmesi, amacıyla Atatürk şu adımları atıyor:

  1. Dilimizi her alanda yeterli bir dil durumuna getirmek için onu kendi benliğine kavuşturmak için gereken adımların atılmasını sağlıyor.
  2. Buna temel oluşturacak harf devrimini gerçekleştiriyor.
  3. Türk Dil Kurumunu kurarak bu kurumun sürekli olarak dil çalışmaları yapmasının önünü açıyor.
  4. Tüm devlet örgütünün öz dilimizin geliştirilmesine destek olmasını istiyor.
  5. Dil devrimini bilimsel çalışma ve araştırmalarla desteklemek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kuruyor.
  6. Kendisi bir dilci gibi çalışmalar yapıyor. Örneğin bütün geometri terimlerini Türkçeleştiriyor ve onları bir kitap olarak yayımlıyor. Bugün geometride kullanılan açı, üçgen, dörtgen, beşgen, altıgen, kare, dikdörtgen bibi terimlerin tümünü Atatürk türetiyor.
  7. Sağlığında dil çalışmaları giderlerinin devletçe karşılanmasını sağlıyor. Vasiyetinde de Türk Dil Kurumu’nun yaşaması ve gerekli çalışmaları sürdürmesi için para bırakıyor.

 Önce Dil 3
R. Bakırcıoğlu

Dile “Müdahale” Zorunluluğu
Dil devrimi gereksinimi duyulmuşsa “müdahale” zorunlu demektir. Devrim, müdahaleyi içerir. Dilimizi yaban otları gibi saran, ekine, köküne yabancı olduğumuz sözcükleri dilimizden atıp onların yerine Türkçe olanları kullanma bilincini yaymaktan daha doğal ne olabilir?

Dilde özleşmenin karşısında olup dilin evrim yasalarına göre gelişmesi gerektiğini öne sürenler, önemli bir noktayı gözden kaçırıyorlar. Bir dönem, dilimiz, önemli ölçüde Arapça ve Farsçanın etkisi altında kaldı. Bu, Türkçeye düpedüz müdahaledir. Dil devrimiyle yapılan, bu müdahaleyi püskürtme girişimidir. Ayrıca insanımızı Orta Çağ karanlığından kurtularak çağdaşlaşmak isteyen bir toplum, kavuşacağı yeni yaşamın gerektirdiği yeni kavramları dile getiren sözcükleri de türetme gereksinimi duyacaktır. Bu gereksinim nedeniyle dilini bir yandan özleştirirken bir yandan da zenginleştirmeye çalışmak zorundadır.

Dil devrimi, yüz güldürücü sonuçlar ortaya koymuş olsa da çevremize kulak verdiğimizde, açık seçik Türkçe karşılıkları varken örneğin adab-ı muaşeret, aklı selim, fevkalade, bariz, malûm aliniz, ekseriyet, ehemmiyet, izah etmek, mesuliyet gibi yabancı sözcüklerin kullanıldığını duyabiliyoruz. Dil bilinci geliştirenler, bu sözcükleri asla dillerine dolamayacak; bunların yerine görgü, sağduyu, olağanüstü, belirgin, bildiğiniz gibi, çoğunluk, önem, açıklamak, sorumluluk sözcüklerini kullanacaklardır. Demek ki tüm devrimler gibi dil devrimi atılımını da kesintisiz sürdürmek zorundayız. Arapça ya da başka bir dilin sözcüğü mü geldi dilimizin ucuna, onu bir yana iterek onun güzelim Türkçe karşılığını buyur etmeliyiz.

Bir toplum, duygu ve düşüncelerini en iyi biçimde kendi anadiliyle anlatabiliyor ve kendi anadiliyle anlatılanları en iyi anlayabiliyor.  O nedenle dilimizi olabildiğince arı, duru duruma getirmeye çalışmamız gerekiyor. Halkın yaygın olarak kullandığı öz dili geliştirip zenginleştirmeyi ulusal bir görev bilmeliyiz.

 Önce Dil 4
R. Bakırcıoğlu

Dilimizin Bugünkü Kıvanç Verici Durumu
Dilimiz bugün, göz kamaştırıcı bir düzeye ulaşmıştır. Sanatçılarımız, roman, öykü, deneme vb. yazanlarımız, şair ve bilimcilerimiz arı bir dille en güzel yapıtlar ortaya koyuyorlar. Gazete ve dergilerde de sevinçle görebiliyoruz bunu. Konuşma dilinde de görüyoruz, aynı değişimi. Gençler ve özleşmeden yana olan aydınların konuşma diline en çok Türkçe konuşma yakışıyor.

Bu gelişimler, dil devriminin amacına çok yaklaştığının kanıtlarıdır. Dil devrimi, özleşme akımı ulusça benimsenmiştir. Dilde yeniliğe karşı olanlar bile Türkçe sözcükleri kullanmak zorunda kalıyorlar. Örneğin meşhur, hürmet, sual, lisan, muhterem, hususi, vasıf, hakiki, kıymetli, mevzu, alaka, kudret, alim gibi sözcükler yerlerini hızla ünlü, saygı, soru, dil, sayın, özel, nitelik, gerçek, konu, ilgi, güç, bilgin sözcüklerine bırakıyorlar. Konuşanlar ve yazdıklarının yarınlara kalmasını isteyen şair ve yazarlar için en çıkar yol, anadilini iyi kullanma yoludur. Yazarlarımızın öz Türkçe ile yazmaya özen göstermeleri hem kendileri hem de Türkçemiz açısından çok önemli bir güvencedir. Bir dilin anlatım gücü en iyi, o dille yapıt veren yazarlarca geliştirilmektedir.

Yaşamsal bir gereksinimi karşılayan dil devrimimiz, tarihin akışının bir gereği olarak gerçekleştirilmiştir. Öz Türkçe sözcüklere sataşanlar, dil konusuna gösterdikleri bu tutumlarını dikkatle gözden geçirmeli ve bu yanlıştan dönmelidirler.

Çorum Gazetesinde Ayda Bir Sanat Eki Çıkarıyoruz.
Bu başlangıç aracılığı ile gazetede sürekli yazı yazan ilköğretim müfettişi Ali Dündar’la sıcak bir dostluk oluşuyor aramızda. Bir gün gazetede bir Sanat Eki çıkarma konuşuluyor. O ekte, okulumda kendilerini geliştirmiş öğrencilerimin de yazı ve şiirleriyle yer alabileceklerini söylüyorum. Ayda bir olmak üzere dört sayı yayımlayabildiğimiz bu sanat ekinde Mahmut Bayatlı ve Cemal Türkmen’in yazı ve şiirleri de yer alıyor.

Bir sonraki yazım: Yeni Yerleşkeye Taşınıyoruz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir