Cılavuz Köy Enstitüsü Yaşantılarım – 4

Sayı 84- Ekim 2024

ÖNCESİ VE SONRASI İLE

                CILAVUZ KÖY ENSTİTÜSÜ YAŞANTILARIM-4

-Gerçekler Ayrıntılarda Gizlidir-

 

KARS CILAVUZ İLKÖĞRETMEN OKULUNDA

ÖĞRETMENLİĞE HAZIRLANIŞIMIZ

Dördüncü Sınıfı Okurken Köy Enstitüleri Kapatılıyor

      Kars Cılavuz Köy Enstitüsü, dördüncü sınıfa geçtiğim 1953-1954 öğretim yılı içinde 27 Ocak 1954’te çıkarılan 6234 sayılı Köy Enstitüleri ile İlköğretmen Okullarının Birleştirilmesi Hakkında Yasa ile İlköğretmen okuluna dönüştürülüyor. Ancak köy enstitüsünün yerleşik duruma getirip kalıcı kıldığı birçok uygulama, toplumsal yaşam biçimi bu yasa ile ortadan kaldırılamıyor. Köy enstitülerindeki birçok uygulama ve yaşam biçimi, bu dönemde de sürüyor.

      Karma ve üretici eğitimin sonlandırılması, uygulamalı derslerin sayısının azaltılması; cumartesi akşamları okulun işleyişi ve sorunlarına ilişkin öğrenci, öğretmen ve yöneticilerce birlikte yapılan değerlendirmelerin, zorunlu özgür okuma saatlerinin, sabahları hep birlikte halk oyunlarının oynanışı gibi etkinliklerin; Teknik Resim, Duvarcılık, Ağaç İşleri, Demircilik derslerinin kaldırılışı, en önemli eksiklikleri oluşturuyor. Eğitim öğretim, önemli ölçüde dört duvar arasına çekiliyor.

      Üç ana binaya Osmanlı döneminin ünlülerinden Emrullah Efendi, Necati Bey gibi kişilerin adları veriliyor. Bu tür adımlarla Cılavuz’da yetişen öğretmen adaylarında olmadığı sanılan geçmişle bağ kurma bilinci oluşturulmaya çalışılıyor.

      Parasız yatılılık, birçok toplumsal ve eğitsel etkinlik, nöbet sorumlulukları, öğrenci başkanı seçimi ve haftalık etkinlik raporunun cumartesi günü bayrak töreni sırasında sunumu, bu dönemde de sürdürülüyor. İlköğretmen Okulu döneminde öğrencilere tek tip giysi yerine, birden çok kumaştan birini seçme hakkı tanınıyor.

       Kimi öğretmenler, kitap okuma, okunan kitaplar üzerinde tartışma, sorgulayıcı yaklaşımla ders işleme, köye aydınlığı götürme ülküsünü oluşturma çabasını hâlâ gösteriyorlar. Resim, müzik, beden eğitimi etkinlikleri, fazla bir değişime uğramıyor.

      Ambardan erzak çıkarma işi eskiden olduğu gibi gerçekleştiriliyor. Yine nöbetçi öğretmen, öğrenci başkanı ve nöbetçi öğrencilerin tanıklığı ile ambarın mühürlü kapısı açılarak oradan, belirlenmiş olan tutardaki erzak tartılıyor, sayılıyor, ambardan öyle çıkarılıyor. Kapı yeniden bu kişilerin gözü önünde mühürleniyor ve getirilen erzak, aşçı başına teslim ediliyor.

      19 Mayıs, yine aynı coşku ve özenle kutlanıyor. Kars’ta her yıl, yine türlü spor gösterileri, halk oyunlarının sunumu, coşkulu alkışlarla karşılanıyor ve Cılavuz, oradan yine en iyi gösterileri sunan okul unvanı ile dönüyor.

Cılavuz’da Yaşanan Çok Acı Bir Olay

      Köy enstitülerinde karma eğitimin uygulandığı yıllarda, kimi acı olaylar yaşanıyor. Köy enstitülerine istenilen sayıda kız öğrenci alınamaması, karma eğitimin başarıyla yürütülmesini zorlaştırıyor. Enstitülerde okuyan kızlarla ilgili asılsız birçok olumsuz söylenti çıkarılıyor. Enstitülü kızlara yaşatılan çok acı olaylardan biri de Cılavuz Köy Enstitüsü’nde yaşanıyor. Bu olaya enstitünün eğitim şefi neden oluyor.

      Enstitünün az sayıdaki kız öğrencilerden biri olan Mehlika Bozkurt, enstitü bahçesinde erkek arkadaşıyla bir bankta yan yana oturuyor. Mehlika’nın akrabası da olan eğitim şefi, bu davranış büyük bir suçmuş gibi Mehlika’yı yanına çağırarak azarlıyor. Sabah içtimaında Mehlika’yı teşhir ediyor ve disiplin kuruluna veriyor. Bu suçlamayı taşıyamayan Mehlika, gece yarısı yatakhanenin penceresinden atlayarak kendisini elektrik santralının havuzuna atıyor. Mehlika, saçları suyun yüzünde donmuş olarak bulunuyor.

       Bu yükü aile de taşıyamadığı için çocuklarının cenazesini almaya bile gelmiyor. Mehlika’ya arkadaşları sahip çıkarak onu Cılavuz sırtlarında toprağa veriyorlar. Mehlika, orada kurtlara yem olmasın diye arkadaşları 40 gün boyunca mezarının başında ateş yakarak nöbet tutuyorlar.

      Mehlika yaşasaydı, 1950’de okulu bitirip öğretmen olacaktı. O yıllarda Cılavuz Köy Enstitüsü’nün müdürü, Halit Ağanoğlu’nun yerine atanmış olan Nazım Esen’dir.

Bu Sınıftaki Bilinç Düzeyim

      Bu sınıfta biraz daha bilinçleniyorum. İlkokulda Üstündağ öğretmenimin özendirmesiyle elde ettiğim girişimciliğimi burada geçen ilk iki yıl, daha önce sözünü ettiğim nedenlerle ortaya koyamıyorum. Üçüncü yılda kabuğumu kırma çabası gösteriyorsam da gözle görülür bir gelişimi, ancak bu sınıfta başlatabiliyorum. Duvar gazetelerine daha sıklıkla yazılar yazıyorum. Derslere daha çok önem veriyorum. Sahneye konan oyunlarda rol alıyorum. Kitaplar dünyasını tanıdıkça, okumanın yanı sıra, kitap edinmeye ve kitaplığımı oluşturmaya başlıyorum.

      Bu merak ve bilincimle gelecekte, dört bin dolayında seçkin öykü, roman, deneme, gezi yazısı, şiir, yaşamöyküsü, özyaşamöyküsü, şiir, edebiyat ile ilgili yapıtları; sanat, eğitim, psikoloji ve psikiyatriye yönelik bilgileri içeren kitap, ansiklopedi, dergi koleksiyonları, değişik konulardaki gazete kesiği dosyaları ile kendi yazmış olduğum kitap ve ansiklopedileri barındıran kişisel kitaplığa sahip olacağım. Bunlar bana dünyanın seçkin beyinlerinin ve yüreklerinin ürünleriyle bir arada yaşama ayrıcalığını sağlayacak. Kitaplar, benim en iyi, en uysal, en çok sözünde duran, en vefalı ve aydınlatıcı arkadaşlarım, dostlarım olacak. Pek çok şeyi parasızlık yüzünden alamadığım zamanlarda bile istediğim kitaba, ansiklopediye, sözlüğe; eğitim, psikoloji, bilim, sanat ve edebiyat dergilerine, Cumhuriyet gazetesine para bulmakta güçlük çekmeyeceğim.

Etkilendiğim Öğretmenler

      Bu sınıfta Edebiyat öğretmenimiz Yusuf Ziya Bahadınlı, kişiliği, ders işleyişi ile bende ayrı bir etki yaratıyor. Fıkra konusunu işlediğimiz bir derste Varlık dergisiyle geliyor sınıfa.

      Bahadınlı öğretmenim, Varlık dergisinin bir sayfasını açarak önüme koyuyor ve bir yazıyı göstererek onu okumamı söylüyor. Okuduğum yazının altındaki adı, “Yusuf Ziya Bahadınlı olarak okuduğumda, yazının öğretmenimize ait olduğunu anlıyor, bütün sınıf, değişik duygular yaşıyoruz. Bir yazar olduğunu öğrendiğim öğretmenimi zihnimde daha başka bir yere koyuyorum. Öğretmenim, okuttuğu bu yazının bir fıkra olduğunu belirttikten sonra fıkra konusunu işliyor.

      Varlık dergisi, o günden sonra bana Türkçenin gücünü ortaya koyan çağdaş Türk şiir ve düzyazı örnekleriyle beslenmemin kapısını aralayacak. Varlık aracılığı ile telif ve çeviri Varlık Yayınları’yla tanışacağım. Yaşar Nabi Nayır’ın ölümüne dek yirmi beş yıl aralıksız okuyacağım bu dergiyi. Derginin ciltleri, yüzlerce Varlık Cep Kitabı, on adet Varlık Yıllığı, kitaplığımda öbür vefalı dostlarımın yanı başında, yerlerini koruyacak.

      Yusuf Ziya Bey, öykü konusunu işlerken de Orhan Kemal’in Ekmek Kavgası adlı kitabından, bize bu başlıklı öyküyü okuyor, ondan sonra öykünün ne olduğunu açıklıyor. İş, burada da bitmiyor; bizden birer öykü yazmamızı istiyor. Yazdığımız öyküleri okuyor, gerekli düzeltmeleri yaparak üzerine notumuzu yazıyor ve öykümüzü geri veriyor.  Üzerine “Sekiz” yazılı Bahtı Kara Çocuk başlıklı öykümün ilk sayfası aşağıdadır. Benim yazarlık düşleri kurmamda, Bahadınlı öğretmenimin de önemli etkisi oluyor.

      Öğretmenimizin okulumuza sürgün geldiğini duyuyoruz, bir süre sonra. Derslerinde bu konuda hiçbir belirti göstermeyen öğretmenimiz, bizimle çok verimli ve özenli dersler işliyor. Yıllar sonra TİP’ten milletvekili seçilen bu öğretmenimiz, ertesi yıl, başka bir yere atanıp okulumuzdan ayrılıyor.

      Dokuz yıl sonra Midayet Altun’la birlikte İstanbul’da Bahadınlı öğretmenimizle bir yayınevi sahibi olarak karşılaşacağız. O yıllarımı anlatmaya sıra geldiğinde bu karşılaşmamızın öyküsünü de anlatacağım.

       Din Dersinde öğretenimiz Cahide Kelekçi, Ahmet Hamdi Akseki’nin İslam Dini adlı kitabını okuyacağımızı; ancak şimdilik birkaç kitap geldiğini, sınıfta bir kişiye bir kitap bırakacağını ve herkes için kitap gelinceye dek bütün sınıfın bu kitaptan yararlanacağını söylüyor. Bunun üzerine sınıftan “Öğretmenim! Bana verin, bana verin!” diye sesler yükselirken öğretmen, sessizce oturduğum yerden beni çağırıyor ve kitabı bana teslim ediyor. “Kitaptan Rasim sorumlu olacak. Herkes kitabı ondan alıp okuyacak ve ona teslim edecek.” diyor. Öğretmenimin kitabı bana teslim edişi, beni çok gururlandırıyor. İslam dinini, öbür dinleri, mezhepleri bu kitap kadar derli toplu ve güzel anlatan bir başka kitaba rastlamadım. Kısa bir süre sonra herkes, devletin gönderdiği bu kitaba da kavuşuyor.

      Daha sonra bir derste alın yazısının (“lehv-i mahfuz”un) olup olmadığını tartışıyoruz. Sınıf ikiye ayrılıyor. Ben, alın yazısının olmadığını ileri süren kümede yer alıyorum. Dersin sonunda Cahide öğretmen, dersten sonra kendisini görmemi ve bana bu konuda kitaplar vereceğini söylüyor. O kaynaklardan konuyu araştırıp sınıfa sunmamı istiyor. Üç bekâr bayan öğretmenle birlikte kaldığı öğretmen evinin yerini tarif ediyor. Oraya gittiğimde İslam Ansiklopedisi’nin bu maddeyi içeren fasikülü ile İlim, Ahlak, İman adlı bir kitabı veriyor. Konuya hazırlanarak öğrendiklerimi ertesi derste sınıfa sunuyorum. Okuduklarımın da ışığında, başımıza gelenlerin, gelecek olanların alnımıza yazılı olmadığı, yaşamamızı, istencimizi (irademizi) kullanarak ya da kullanmayarak bizim takındığımız tutum ve davranışlarımızın belirlediği savını ortaya koyuyorum.

Koroya seçiliyorum

      Müzik öğretmenimiz Osman Erdoğan, ders saatinde sözlüye kaldıramadığı öğrencileri bir akşam etüt saatinde tek tek müzik salonuna çağırarak sözlü yapıyor. Onların arasında ben de varım. Tahtadaki nota çizgileri üzerine yazdırdığı notaların ilkinin sesini piyano ile vererek notaları kalın sesten inceye, ince sesten kalına doğru okutuyor. Ardından, öğrendiğimiz şarkılardan birkaçını piyano eşliğinde söyletiyor. Birkaçını da mandolinde çaldırıyor. Sonunda, “Sen koroda değil misin?” diye soruyor. “Hayır” deyince “Bundan sonra sen de koroya katılacaksın.” diyor. O günden sonra okul korosunda yer alıyorum.  Ertesi yıl, Kars’ta halka bir de konser veriyoruz.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı

      1953-1954 yılının 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını nasıl kutladığımızı güncemde şöyle anlatmışım:

      “Uzun süredir hazırlandığımız 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını bugün Kars’ta kutladık. Dün yaptığımız son prova ile son pürüzleri de gidermiştik.  Müdürümüz A. Fuat Olgaç, provanın sonunda bizim öz güvenimizi yüceltici bir konuşma yaptı. Bugün o özgüvenle geldik, Kars’a.  

      Sabahleyin erken saatte kalktık. Takımlar, 4-5 makine ile Kars’a iletildi. Konakladığımız Ziya Gökalp İlkokulunda bayram kıyafetlerimizi giyerek, caddede yürüyüşe geçtik. Yürüyüş sonrasında Atatürk heykelinin önünde, Kars öğrencilerinin de katıldığı saygı duruşunu gerçekleştirdik.

      Oradan, çevresini halkın doldurmuş olduğu alana yöneldik. Alana önce Kız Liseliler, onların ardından Kız Sanat Okulu, Ortaokul ve Lise öğrencileri girdi. Onlardan sonra da biz yerimizi aldık. Bizden sonra ise asker takımı alanda yerini aldı. Geçit resminde okulumuzun tam bir düzen içindeki gösterişli geçişi, halkın şiddetli alkışlarıyla karşılandı.

      Bayram, Milli Eğitim Müdürünün günün anlam ve önemini belirten konuşmasıyla başladı. Bir kız öğrenci şiir okudu. Bando eşliğinde marşlar söylendi ve resmi geçit yapıldı.

      Gösterilere önce kız öğrenciler başladı. Ardından Kars erkek öğrencileri gösterilerini sundu. Sıra bize geldiğinde, Beden Eğitimi öğretmenimiz, “Harf çizmek için arş!” deyince alana açılarak büyük bir Ö ve O harfi oluşturduk. O konumda yapılacak hareketleri bitirince öğretmenimizin “Hareketler için yerlerinize koşar adım arş!” demesinin ardından, koşarak yerlerimizi aldık. Oradaki hareketleri de tamamladıktan sonra yine öğretmenimizin “Milli oyunlar için yerlerinize koşar adım arş!” komutu ile alanda iki çember oluşturduk. Bu hareketimiz ve onu izleyen oyunlarımız ve izcilerimizin gösterileri de halkın coşkulu alkışını aldı. Hareketlerden en çok, ateş çemberinden geçiş ilgi çekti ve çok alkışlandı. Bu alkışa Kars kız ve erkek öğrencileri de katıldılar.

      Oyunlardan sonra bir öğrenci, “Dadaş” şiirini okurken alana şiddetli alkışlar arasında giren “Dadaşlar”, oyunlarını sergilediler. Bu oyunlar da coşkulu alkış aldı.

      Her yıl olduğu gibi bu yıl da başarılı sunumlarımızın gururu ile döndük okula.

 Bu Sınıfta Okuduğum Kitaplar

       Ekmek Kavgası (Ö. Kemal), Sokak Kızı (P. Istrati), Baragan’ın Dikenleri (P. Istrati), Victoria (K. Hamsun), Vahşi Bir Kız Sevdim (E. İ. Benice), Robenson Crusoe (D. De Feo), Bizim Köy (M. Makal), Gurbet Hikâyeleri (R. H. Karay), Memleket Hikâyeleri (R. H. Karay), Bugünün Saraylısı (R. H. Karay), Diyet (Ö. Seyfettin), Beyaz Lale (Ö. Seyfettin)     

Ders Yılının Sonuna Doğru, Son Hafta ve Sonrası

      Ders yılının son haftasında öğretmenlerimiz ders yapmıyor; bizi dışarıda, açık havada bir yerlere götürüyorlar. Derslerin bitiminden sonra bir süre daha okulda kalıyorum. Gerek son haftaya doğru ve son haftada gerekse onu izleyen haftalardaki Cılavuz’u ve benim o günlerde neleri, hangi duygu ve düşünceler eşliğinde yaşadığımı en iyi, o günlerde yazdığım günceler anlatır, sanıyorum.

      24.5.1954

    Uzun süreden beri Cumhuriyet’te tefrika edilen Yaşar Kemal’in İnce Memet’i, bugün ilginç bir sonla noktalandı.

      İnce Memet, Abdi Ağa’nın kötülükleri yüzünden küçük yaşta eşkıya oluyor. Birçok eşkıyalarla birleşip ayrılıyor. Sevgilisi Hatice’yi hapisten kaçırıyor. Abdi Ağa’ya birkaç kez saldırıyor; ancak Abdi Ağa kaçıp kurtuluyor. Bir çocuğu oluyor İnce Memed’in. Mağarada iken yakalanıyor. Hatice öldürülüyor; kendisi kaçarak kurtuluyor. Bir gün üç kurşunu göğsüne yerleştirerek Abdi Ağaya bu kez odasında saldırıyor. Abdi Ağa yine kurtuluyor. Sonunda İnce Memet, Ali Dağına doğru yürüyor ve yitip gidiyor.

      Bu olaydan sonra Çakırdikenli Düzü, güz mevsiminde bir şenlik yerine dönüştürülüyor. Çukurovalılar her yıl bu mevsimde Çakırdikenli Düzünde ateş yakarak eğleniyorlar.

26.5.1954

      “1953-1954 ders yılının son haftasındayız. Bütün öğretmenler, bu haftanın derslerini bizimle birlikte kırda geçiriyorlar. Salı günü Din Dersi öğretmenimiz Cahide Kelekçi ile Koruluğa indik. Mandolin çalarak türküler söyledik.

      Çarşamba günü, Nevin Göğsal’la Mualla Erdemli öğretmenlerimizle yine koruluğa inmiş, orada arkadaşlarımızdan birkaç şarkı dinledikten sonra yol boyunca yürümüştük. Susuz’un üzerinden dolaşarak koruluğa dönüp dinlenmiştik.

      Sıcaklar arttıkça gözümün kızartısı da artıyor ve gözüm şiddetli biçimde kaşınıyor. Kaşıdığımda da göz kapağında oluşan ince uçlu sivilce, gözümü çizmeye başlıyor.

      Korulukta otururken Nevin öğretmen. “Gözüne ne oldu?” diye soruyor.  Ben de sıcaktan olduğunu söyleyince çalışırken, dışarda dolaşırken başıma bir şey örtmemi öneriyor. “Açık renk, sıcaktan etkilenir.” diyor.

      Gözümün kanlanıp kaşınması, o yaz köyde sıcak ve toz nedeniyle büsbütün artacak ve Artvin’de doktora gideceğim. Doktor, rahatsızlığıma bahar nezlesi tanısı koyacak. Bunun ergenlik döneminde ortaya çıkan bir rahatsızlık olduğunu, güneşten ve tozdan olabildiğince sakınmam gerektiğini, bir iki yıl sonra kendiliğinden geçeceğini söyleyecek; sağaltımı için de Antistin Privin adlı ilacı verecek.

27.5.1954

      Bugün de Nevin Göğsal, Namiye Taner, Mualla Erdemli ve Yusuf Ziya Bahadınlı öğretmenlerimiz, sınıflarını birleştirerek Çıkrıklı’ya doğru yola çıkardılar bizi. Yol boyu neşeli söyleşiler yaptık; şarkı, türkü söyledik. Çıkrıklı köyünü dolaştıktan sonra bir pınar başında dinlenirken alçak bir uçuşla bir kuş geçti pınarın üstünden. Yusuf Ziya Bey, Lazların sinirli olduğunu belirterek şu fıkrayı anlattı:

      “Karadenizlilerden birbirini çok seven iki arkadaş yolculuğa çıkmışlar. Bir pınarın başında otururlarken suyun yüzüine yakın bir yerden bir kuş geçmiş. Biri “Kuşun kuyruğu suya değdi”, öbürü de “Değmedi.” derken kavgaya tutuşmuş, bu iki arkadaş. Sonra ayrılıp herkes kendi yoluna gitmiş.

      Üç dört yıl sonra, rastlantı bu ya, aynı yerde buluşmuşlar. Yaptıklarından pişmanlıklarını dile getirmişler. Biri, “Ancak o zaman kuşun kuyruğu suya değmişti.” deyince öbürü öfkelenmiş ve yeniden kavgaya başlamışlar.

      Karadenizli olan Nevin Hanım, Karadenizlilerin hiç de sinirli olmadıklarını söylediyse de Yusuf Ziya Bey, “Öyledirler, öyle!” diye ısrar edince Nevin Hanım susmayı yeğledi.

      Bu uzun geziden yorulmuş olarak; ama neşeyle döndük okulumuza.

28.5.1054

      Bugünkü derslerimiz de kırda geçti. Nevin Hanım, bir arkadaşı, kız kardeşi, Namiye Hanım, Mualla Hanım, Cahide Hanım ve öğrencileri olan biz, revirin önünden Mamaş köyüne doğru yürüdük. Usta çalgıcı arkadaşımız, mandolinle çalıp söylediği şarkılarla bizi neşelendirdi. Köye vardığımızda okulu gezdik, arkasındaki düzlükte top oynadık. Orada olduğumuzu duyan köyün öğretmenleri de yanımıza geldiler. Hep birlikte Fehmi’den keman dinledik. Medet, yaptığı taklitlerle bizi yine gülmekten kırdı geçirdi. Yine neşe içinde döndük okulumuza.

29.5.1954

     Ders yılının son günü bugün. Bayrak töreninde müdürümüz A. Fuat Olgaç, ders yılının bitiminden söz ederek bize iyi tatiller diledi.

      Törenden sonra grup öğretmenimiz Yusuf Ziya Bey, dördüncü sınıfların bir sınıfta toplanmasını istedi. Sınıfa geldiğinde, tatilde yapabileceğimiz şeyleri anlattı. Onlar arasında bir de yazılı anlatımımızı geliştirici çalışma yapmamızın çok yararlı olacağını belirterek bu konuda yararlanabileceğimiz şu kitapların adını not ettirdi:

  1. İyi ve Doğru Yazı Yazma Usulleri (Feyziye Abdulllah Tansel)
  2. Kompozisyon (Ali Ertan)
  3. Pratik Tahrir ve Kompozisyon Dersleri El Kitabı (Cemal Erten)
  4. Türkçe Ödevlerimi Nasıl Yazayım? (Kemal Demiray)
  5. Uygulamalı Yazma Bilgisi (Ali Ertan)
  6. Yazma Dersleri (Namdar Rahmi Karatay)
  7. Yazmak Sanatı ve Kompozisyona Giriş (Mustafa Nihat Özön)

      Bu kitaplarda anlatılanları iyi kavrama yollarından söz etti. Zamanı planlı biçimde kullanmanın önemi üzerinde durdu. “Bu planı bugün uygulamayayım; daha sonra uygularım.” demekle iyi bir sonuç alamayacağımızı, yapacağımız plan çerçevesinde kararlı bir tutum takınmamız gerektiğini vurguladı.

      Her konuyu işlerken konunun üzerinde iyice durmamız gerektiğini belirttikten sonra “En iyi öğrenme biçimi, çok çalışarak öğrenmedir.” dedi.   

      Çalışırken not almayı, özet çıkarmayı da unutmamamızı anımsattı.

      Bir de yazma üzerinde durdu. Kompozisyonumuzu geliştirmek için yazma denemelerinin zorunlu olduğunu söyledi. Örneğin mektup yazmamızı, bununla karşımızdakine herhangi bir ruh durumumuzu, bulunduğumuz yeri tanıtabileceğimizi; öykü, makale, fıkra türünde yazılar yazmayı denememizi, bunları bir daha, bir daha okuyarak en iyi anlatıma kavuşturmaya çalışmamızı önerdi.

     Konunun planını çıkarmanın da önemli olduğunu belirtti. Bir yazıya nasıl giriş yapılır? Yazıda gelişme nasıl sağlanır? Sonuç nasıl yazılır? Bunları da açıkladı

      Grup öğretmenimiz olması dolayısıyla bizim kendimizi geliştirmede hızla yol almamızı istediğini belirterek bize iyi tatiller diledi

30.5.1954

      Bugün öğretmenler kurulu bir yıllık çalışmalarımızın ürünü olan sınıf geçme-kalma durumumuzu görüşüyor. Sınıf geçtiğimi biliyorum; ama yine de kesin sonucu öğrenince seviniyorum.

      Biz öğrenciler genellikle dersimizin zayıf olduğunu ders yılı boyunca bildiğimiz halde, onun üzüntüsünü yaşamayı, idarenin sonuçları bildirdiğinde kaldığımızı öğrendiğimiz ana bırakıyoruz.  

      Sınıfımızdaki 58 kişiden 2 kişi sınıfta kalmış. 23 kişi doğrudan geçmişiz. Öbürleri de bütünlemeye kalmışlar.

2.6.1954

      Ramazan Bayramı bugün. Bir küme öğrenci, bayram namazını kılmak için Susuz köyüne gittik. Namazdan sonra köylülerle bayramlaştık. Köylüler bizi yemeğe davet ettiler. Yemekten sonra okula döndük.

      Bayram namazı sırasında Hocanın söylediklerinden özellikle birisi ilgimi çekti: Hoca dedi ki “Her insanın iki görevi vardır. Biri bireysel görevdir ki bunun ihmali karşısında cezayı insanın kendisi çeker. Diğeri ise toplumu ilgilendiren görevidir ki bunun ihmal edilmemesi gerekir. Çünkü bu görev, başkalarının geleceği ile de ilgilidir.”

      Okulda saat 9 00’da da öğretmenlerimizle ve arkadaşlarımızla bayramlaştık ve bayram şekerimizi yedik.

      Onun ardından, marangoz atölyesinde yıl sonu sergisi açıldı. Sergide biz öğrencilerin çeşitli konularda ortaya çıkardığımız çeşitli resimler; yaptığımız işler, kitap ciltleri, yazı çalışmaları yer aldı. Yaptığım kitap ciltlerinin öğretmenler ve öğrencilerce ilgiyle izlendiğini gördüm. Nevin Hanım, benim ciltlediğim kitapları göstererek “Bunları sen mi ciltledin?” diye sordu. Ben de “Evet!” dedim, sevinçle.

 9.6.1954

      Öğrencilerin çoğu izne gitti. Okulda az sayıda öğrenci kaldık. İzne gitmek için deli divane olanlara içimden gülüyordum. Şimdi daha iyi anlıyorum onların duygularını.

      İzne erken çıkabilmek için ben de sevdiğim alandan kesim iş almaya karar verdim. Kitap ciltliyorum. Bugün öğretmenim Cahide Kelekçi de atölyede. Kuran tefsirinin cildini yaptırıyor. Öğretmenimiz, bir arkadaş gibi konuşuyor bizimle. Bu, bizi çok sevindiriyor.

15.6.1954

      Üç gün ayakta çektiğim hastalık nedeniyle revire yatmak zorunda kaldım, bugün. Tek başınayım burada. Evden üç buçuk dört aydır ne bir mektup ne de para geldi. Bu üzüntü bir yandan, hastalık bir yandan canımı sıkıyor. Kış ortasında da bir süre yatmıştım burada.

      Islanan tavan tahtalarının kuruması sonucu oluşan türlü biçimler bile kafama iğne gibi batıyor. Ağzım zehir gibi. Ekmek de yemek de su da acı.

      Cehennemde bibiyim. İç açıcı bir yer düşlemek istiyorum. Köye gitmek üzere yola çıkıyorum. Ardahan’ı geçip Kinzodamal Hanları’na varınca kamyondan iniyor, her yanı kaplamış olan, Bilbilan’a özgü kısa ve sık otların üzerinde yürüyerek bizim köyün yaylalarına doğru ilerliyorum. Boncuklu’nun buz gibi suyundan içiyorum. Biraz sonra ulaştığım Dikmeler’in önündeki soğuk sudan da içiyorum. Güneşli ve tertemiz bir hava var ortalıkta.

      Yaylalarda kimsecikler yok. Yolumda ilerleyip Soğukpınar’a vardığımda ondan da içiyorum içebildiğim kadar. Saatlerce yürüme sonucu Bilbilan’ın üç bin metreden fazla yüksekliklerini geride bırakarak aşağılardaki Zincarlı’ya (Isırganlıya), Ubulo’ya ulaşıyorum. Oralardaki sulardan da doya doya içerek sürdürüyorum yürüyüşümü. Az bir yolum kaldı, köye varmama. Aşağı Yaylayı da geride bıraktığımda, Yaylacık’ın altından Demkrol’a, oradan da köye varacağım. Orada da durmayacak; doğru, Malisukan’a Nenemin yanına gideceğim. Yemeğimi orada yiyeceğim. 

      Bu düşten sonra gözlerimi açıyor, sağımdaki sehpanın üzerinde duran, içi su dolu bardağa bakıyorum. Bir damla bile içmek gelmiyor içimden. Ağzım hâlâ zehir gibi.  Başımı öbür yana çeviriyorum.

17.6.1954

      Sabah saatlerinde İsmail (Irmak) Ağabeyle Kâzım (Önçeken) Ağabey; ziyaretime geldiler. Kısa bir süre oturup gittiler.

      Öğleden sonra ise benim biricik öğretmenlerim Cahide Hanım ile Nevin Hanım, yanlarında da Nevin Hanımın kız kardeşi, ziyaretime gelmezler mi? Düşünün artık, benim sevincimi!.. Hastalığımı unuttum!..

      Öğretmenim Cahide Hanım, elindeki çiçeği, hasta bakıcıdan istediği bir vazoya; vazoyu da yanı başımdaki sehpanın üzerine koydu.

      Şuradan buradan konuşurken sehpanın üzerindeki ilacımı gören Cahide öğretmen, ilacı eline alıp, “Bunu ben içeceğim.” diyerek hepimizi güldürdü. Söz arasında “Ben, burada Rasim’in yalnız yattığını biliyordum.” dedi.

      Bu ziyaretler, en iyi ilaç oldu bana. Ertesi gün reviri terk ettim.

22.6.1954

      Hastalığım tümüyle geçmedi bir türlü. Bazen başım öyle şiddetli ağrıyor ki önümü göremiyorum neredeyse. Hastalığımı hepsi duymuş olmalı ki beni gören her öğretmenim, halimi hatırımı soruyor, arkasından da kendime iyi bakmam konusunda beni uyarıyor. Bir gün önce Cahide Hanıma rastladım. Yine yakından ilgilendi benimle. Biraz sonra da havuzun başında oturan Namiye Öğretmenim seslendi, “Nasılsın?” diye. “İyi oldum öğretmenim” dediğimde, gülümser bir yüzle bir daha “Nasılsın?” diye sorunca ben de gülümseyerek “Sağ olun!” diyerek ilerledim.

      Öğle üzeri, ilacımı içmek için yatakhaneye giderken Emrullah Efendi binasından Rıza Bey ile Melahat Hanım çıktılar. Melahat Hanım, yanıma gelerek “Rasim! Hasta mıydın sen? Geçmiş olsun! Ne oldu? Üşüttün mü?” diye sordu. Gözlerin de kızarmış. Kendine iyi bak!” dedi.

      Öğleden sonra can sıkıntım hayli azaldı; param gelmiş!

27.6.1954

      Günlerden beri sınavları süren son sınıf ağabeylerimizin sınavlarının bitmesi dolayısıyla bugün onlar için özel bir öğle yemeği veriliyor. Yemekte okul müdürü bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında köy enstitülerinin ilköğretmen okullarıyla birleştirilmesinden sonra bu okulların ilk mezunlarını verdiğini anımsattı. Sonra sınıf birincisinin Nevzat Helvacı, ikincisinin Efrail Aydemir, üçüncüsünün de Ahmet Şahin olduğunu duyurdu. Dereceye girenler alkışlandı. Ardından, birinci, ikinci ve üçüncü gelenlere Vali yardımcısı armağanlar verdi. Mezunlar adına Efrail Aydemir, etkili bir konuşma yaptı. Sonra neşe içinde yemek yendi. Yemekten sonra sınıf geçme notları duyuruldu. Kimisi sevindi, kimisi üzüldü.

     İki yıl sonra, sınıf birincisi olan Nevzat Helvacı’nın köyünde öğretmenliğe başlayacağım Nevzat Helvacı da daha sonra hukuk okuyup ünlü bir avukat olacak ve yıllarca TÖS’ün de avukatlığını yapacak.

29.6.1954

      İzin hazırlıklarıyla uğraşıyorum bugün. Hüsamettin Bey; bir cilt yapmamı istiyor. “Yetiştiremem.” diyorum. “Bir saate yaparsın!” diye ısrar ediyor. Meğerse nüfus cüzdanına cilt yaptıracakmış öğretmenim. Atölyeye giderken Cahide Hanım çağırıyor. Yanına gittiğimde. Mualla Hanımın, atölyedeki haritaları Sosyal Bilgiler salonuna götürmemi istediğini iletiyor. Mualla Hanımla birlikte gittiğimiz atölyede öğretmenimle aramda şu konuşma geçiyor:

“Baban ne işle uğraşır senin?
“Babam öldü.”
“Annene ve sana kim bakıyor?”
“Annem de öldü.”
“Sana kim bakıyor?”
“Dayım.”
Rasim! O zaman çok çalışman ve geleceğini hazırlaman gerekiyor!”

Ayrılırken “Bu yıl çok zayıfladın. İzinde iyi dinlen! Gelecek yıl, bu yılki gibi derslerine iyi çalış, olur mu?” diyor. “Olur Öğretmenim, sağ olun!” diyerek ayrılıyorum.

      Atölyeye geldiğimde, Rıza Bey’in beni çağırdığını söylüyorlar. Gidiyorum. İki kitabını ciltlememi istiyor.  “Yarın izne gidiyorum.” diyorum ve ancak birini ciltleyebileceğimi belirterek kitaplardan birini alıyorum.

      Akşamüstü Hüsamettin Bey, bütün direnmelerime karşın, bugün yaptığım ciltlerin zorla parasını veriyor.

30.6.1954

      Bugün İsmail (Irmak) Ağabey ile birlikte yola çıkıyoruz. Bilbilan’a varınca Hanlar’da arabadan iniyoruz. Hanlarda bizim köylülere rastlıyoruz. Bir şeyler içtikten sonra yola koyuluyoruz. Yaylalara doğru hafif hafif yükselerek ilerliyoruz. Ortalığı birdenbire bir duman kaplıyor, ardından yağmur başlıyor.

      Yaylalara vardığımızda Nevzat Amca, yanındakilere “İsmail, kimin yaylasına çıktı bu yıl?” diye sorunca nenemin de yaylada olduğunu anlıyor, rahatlıyorum. Ertesi günü orada geçirdikten sonra köye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Aşağı Yayla yakınındaki Velin Düzüne indiğimizde, yine yağmura tutuluyoruz. Islanmadık yerimiz kalmıyor, köye varıncaya dek.

Servet’i Cılavuz’un Sınavlarına Hazırlıyorum

       Dayımın büyük oğlu Servet’i, harıl harıl Cılavuz’un sınavlarına hazırlıyorum. Kimi zaman fazla sıkıştırıyor olmalıyım ki Servet, birkaç kez ağlıyor. Ancak konuları iyi öğrendiğini görüyorum Servet’in. O nedenle ağlatsam da içim rahat. Sınavı kesin kazanacağını düşünüyorum.

      Dayım, Servet’i de babasına karşı istencini (iradesini) kullanamaz duruma getirdiği; kendi istekleri doğrultusunda değil; babasının isteklerine uygun yaşamaya mahkûm ettiği için o da benim gibi oldukça kırılgan, fazla sıkıştırmaya gelmeyen bir yapı geliştiriyor.

14 7.1954

      Adakale’deyiz. Ardanuç ilçesinin merkezi olan Adakale, üst yanındaki kalenin doğusuna düşen ve doğuya doğru eğimi olan taşlı kayalı dar yere sıkışmış. Çok sıcak, burası. Servet ve arkadaşlarını, Cılavuz İlköğretmen Okulu sınavına getirdik. Çocuklar sınava saat 9 00’da girip 13 00’te çıkıyorlar. Bugün Türkçeden sınava girdiler. Yarın da Matematikten sınav olacaklar.

Aşağıdaki güncelerimde görüleceği gibi Servet, sınavları kazanacak ve Cılavuz’un öğrencisi olacak. Öbürleri gibi çok sevdiğim, çok duyarlı bir çocuk olan Servet’le Cılavuz’da iki yıl birlikte okuyacağız.

 Dayım, öğretmen olan üç çocuğundan ilk ikisine de istediği zaman ve kendisinin istedikleriyle evlendirecek. Bana uygulayacağı parasal baskıyı onlara da uygulayacak. Servet, Doğu Anadolu’nun uzak bir yerinde çalışırken ta oralara dek giderek ondan da para tırtıklayıp dönecek. Daha sonra Bursa’da ev almaya giriştiğinde de iki oğluna güçlerinin üzerinde salma salacak.

      Servet, bildiklerime dayanarak söylüyorum; babasının kendisine yaptıklarına katlanamaması yüzünden genç yaşında kanserden yaşamını yitirmiştir.

      Dayımın üçüncü oğlu Fahri ise özgür yaşamayı başaracak. Dayım, onu evlendiremediği, yoğun işleri yüzünden onun öğretmen olarak çalıştığı uzak yere gidemediği için ona fazla diş geçiremeyecek. Dahası, Fahri, günün modası olarak sakal bırakıp köye dönünce Babasını çileden çıkaracak

      Ne yazık ki Fahri, daha sonra bir trafik kazasında yaşamını yitirecek. Bu acı olay, kazadan aylar sonra duyulacak. Mezarının nerede olduğu bile bilinemeyince dayım bu kez, Fahri’nin kemiklerinin peşine düşecek; aramadığı yer bırakmayarak sonunda Fahri’nin mezarını bulmayı başarıp mezarını Bursa’ya taşıyacak.

24.7.1954

      Üç gündür Bilbilan’dayım. Buraya gelmeden önce köyde “pancarcı”dan söz ediliyordu. Bugün o gerçekleşiyor. Saat 14 00 dolayından bu yana duyulan davul sesi, gelenlerin çok yakınlara vardığının haberini veriyor. Çok geçmiyor, atlı, yaya pancarcıya katılanlar kendilerini gösteriyor. Kalabalığı gören çocuklar, sevinçle kalabalığa doğru koşuyorlar. Saşortların da yüzü gülüyor. Kalabalık, yaylalara indiğinde sevinç gözyaşı dökerek birbirine sarılanlar oluyor.

      Biraz sonra davul-zurna susuyor, herkes kendi yaylasına çekiliyor. Gelenler, bir süre yorgunluklarını gideriyorlar. Akşamüstü, delikanlılar bir alanda toplanmaya ve davul-zurna eşliğinde karabağ, horon, çifte telli, uzun dere, laz oyunu gibi bildikleri oyunları oynuyorlar.

      Verilen yemek arasından sonra yine şenleniyor, alan. Orta yerde gür bir ateş yakılıyor. Yaşlı erkekler, ateşin bir yanında otururken oyun başlıyor yine. Yaylaların kapılarında oyunları izleyen kadın silüetleri görünüyor.

      Ertesi gün, yaylaların alt yanındaki düzlüğe iniliyor. Orada da sürüyor oyunlar. Ardından, bir büyükler, bir de küçükler arasında güreşler başlıyor. Öğle yemeği arasından sonra yine eğleniliyor. Öğleden sonraki eğlenceyi izlemeye kadınlar da geliyor.

      Ben ise o saatlerde istemeyerek de olsa Cılavuz’a gitmek üzere yayladan ayrılıyorum. Servet’in notlarını öğreneceğim. Geceyi Ardahan’da geçiriyorum. Ertesi gün, Cılavuz’a ulaşıyorum. Hava hayli sıcak. Okula varır varmaz, okuma salonuna uğruyor, biraz gazete karıştırıyorum.

      Sabahleyin revire gidiyorum. Gözümün rahatsızlığı için Kars’a göz doktoruna görünerek gözüme iyi gelen ilacı yazdıracağım. Bunun için hasta bakıcıdan bilgi aldıktan sonra Eğitim Şefimize bir kâğıt imzalatıyorum.

      Ertesi gün kuşluk vakti Kars’a vardığımda ilk işim, doktora muayene olup ilaçlarımı yaptırmak üzere eczaneye uğramak oluyor. Ardından kitabevine uğruyorum. Birbirinden güzel kitaplar var raflarda. Ancak param sınırlı. Ancak bir kitap alabiliyorum. Eczaneden ilacımı alıp geç vakit okula dönüyorum.

30.7.1954

      Ekrem de Nusret’in notlarını öğrenmek için gelmiş buraya. Bugün de öğrenemiyoruz çocukların notlarını. Canımız sıkılıyor. Ekrem’le birlikte Karabey’den bir karpuz alarak Telli Pınar’ın yolunu tutuyoruz. Karpuzu bir süre soğuk suda beklettikten sonra kesiyoruz. Karpuzu yedikten sonra dere kenarındaki söğüdün gölgesinde yere uzanıp dinleniyoruz. Kalkınca okula dönüyoruz.

      Ertesi gün de santral yönüne gidiyoruz. Hava yine sıcak. Ama çevre yemyeşil. Doğanın neşesi yerinde. Bu görünüm, bize de iyi geliyor.

1.8.1954

      Yine Ekrem’le gezintideyiz. Bizden başka kimse yok, okulda. Yine Telli Pınar’a gidiyoruz. Bugün pazar olduğu için söğüdün gölgesini Kars’tan gezmeye gelenler tutmuşlar. Kars’tan gelenlerin kimisi de dere kenarında birbirine su serperek eğleniyor.

      Dönüşte, çocukların notlarını öğreniyoruz. Servet, matematikten 7-8; Türkçeden 4-8; Nusret ise Matematikten 7-2; Türkçeden de 6-4 almış. Bakalım, bu notlarla kazananlar içine girebilecekler mi?

      Sonuçları öğrenir öğrenmez, okuldan ayrılıyoruz. Akşamüstü Ardahan’a varıyoruz. Akşam, orada kalacağız. Saat 20 00’de Şah-ı Cihan filmini izliyoruz. Bu film aracılığıyla dünyaca ünlü Tac Mahal’in yapılış öyküsünü öğreniyoruz. Bu eşsiz anıt mezarı İran Şahının oğlu, büyük şair ve değerli mimar Şirazi yaratmış.

9.8.1954

      Kurban Bayramı bugün. Bayram namazı kılma, kurban kesme, bayram yemeği, kurban eti yeme günü. Sabahın erken saatinde camiye gittik. Namazdan sonra Cami Kapısında “Bayram-ı şerifin mübarek olsun” diyerek el sıkıp bayramlaşmalar başladı. Bu sırada Cami Mahallesinde oturanlar, özellikle karşı mahalleden gelenleri bayram yemeği için evlerine davet ediyorlar. Bize davetli olan İsmail (Irmak) Ağabey, Kâzım (Önçeken) Ağabey, Kâzım Usta, Ahmet (Ersoy) Ağabey ve birkaç kişi ile birlikte neşeli bir yemek yiyoruz.

      Yemekten sonra Kâzım Ağabeylere çıktık. Kahvelerimizi içtikten sonra Kâzım Ağabey, şiş kebap yaptı. Biraz da orada kurban eti yiyerek ayrıldık.

      Demkrol’daki çayırlar biçilip kaldırılma zamanı geliyor. Dağdaki çayırları biçmeye başlayanlar bile var. Dutlar bitmek üzere.

     Yarın atla dağa yiyecek bir şeyler götürülecek. Tartışma sonucu dağa benim gitmeme karar verildi. Yusuf Pehlivangilin Nevzat Amcanın oğlu Selim’le birlikte yola çıktık. Gedik’i aşıp Cimi’nin Çayırının kenarına vardık ki Yılmaz, Nuri ve başka birkaç kişi daha orada, atların yükünü indirip atları otlamaya bırakarak oturuyorlar. Selim’le ben de aynısını yaptık. Nuri, benim ilkokuldan bu yana can arkadaşım olduğundan, onunla bir kenara çekilip başlattığımız konuşmamızı, yaylaya varıncaya dek bitiremedik.

      Yaylaya vardığımızda güneş inmeye hazırlanıyordu. Biraz dinlenip yemeğimizi yedikten sonra Yılmaz’la birlikte atları otlatmak için Kürtük’e doğru yola çıktık. İyi ve sulu bir yeşilliğe varınca atları otlamaya bıraktık. Oradaki arkın kuzeyden güneye doğru yayılarak akan suyunun üzeri çimenle örtülmüş. Bu arkın kuzey doğusuna düşen yamaçta da koca koca taşlar bulunuyor. Sözünü ettiğim akarsuyu, yamacın alt yanındaki kaynak oluşturuyor.

      Kaynağın başındaki iki büyük taşı kendimize siper ederek oturduk. Dereden tepeden konuşurken Yılmaz, umutsuz aşk öyküsüne getirdi sözü. Bir saati aşkın sürede bitiremedi, umutsuz aşkının öyküsünü. Geç vakit yaylaya geldik. İki gün sonra köye döneceğiz.

15.8.1954

      Düğün var bizim köyde. Düğüne biz de davetliyiz. Sabahleyin gittiğim İncirli’den döner dönmez, düğün evine koştum. Umduğumdan çok arkadaşla karşılaştım düğün evinde.

      Geç vakit, bahçede yemek yedik. İsmail, Nafiz, Nazım Ağabey, Gülpaşa Ağabey, Yener, Tütünlüden Mustafa, Nimet, Muzaffer, Zeki de düğüne katılanlar arasında. Hemen herkes neşe içinde şakalaşıyor birbiriyle.

      Yemekten sonra davul-zurnanın çaldığı yol havasını dinleye dinleye yola koyulduk, kız evine gitmek üzere. Okullular, kol kola girerek yürüyoruz. Gökgilgilin (bizim dede evinin) önüne varıldığında düğün alayının neşeli naraları yankılandı çevrede.

      Kız evine varmamıza az bir zaman kala, kız tarafı karşıladı bizi. “Hoş geldiniz” faslından sonra, biz gençler harmana geçtik. Davul-zurna da arkamızdan geldi.  Okullular olarak oyunlara başladık. Çok geçmeden, düğünü yöneten kişi, bizi içeri buyur ederek “Biraz içerde oturalım, oyununuzu ondan sonra yine sürdürürsünüz.” dedi.

      Odaya gidip oturduğumuzda kahvelerimiz geldi. Kahveleri içince zurnacıdan, biraz mey çalmasını rica ettik. Meyden sonra şerbet sunuldu. Artan şerbetler, birkaç kişinin önüne kondu. Bu ikinci şerbetler, parasız içilmiyordu. Bu da tamamlanınca dışarı çıktık. Erikler yetişmişti. İsmail Ağabeyle birlikte Osman Hocagilin eriklerinin tadına baktık.

      Yine içeri çağırıldık, girdik. Yatmak içinmiş bu çağrı. Girdiğimiz odanın, biz öğrenciler için hazırlandığı söylendi. Yan yana serilen yataklara ikişer ikişer uzandık. Bu sıkışıklık üzerine uyarıcı şakalar yapılmaya başladı. Sonunda Gülpaşa Ağabey, “Sessiz olun da biraz uyuyalım!” deyince kesildi sesler.

      Sabah serininde kalkarak elimizi yüzümüzü yıkayıp temiz hava solumak için dışarı çıktık. Sabah kahvaltısı hazırlanmıştı. Kocaman peşkunların çevresini kuşattık. Düğünlerde âdet olduğu üzere sofraya, üst üste yığılı pişiler konuldu. Pişiyi, ortaya konulan bala banarak yedik. Sofralar kaldırıldıktan sonra odanın çevresinde bağdaş kurup oturmaya başladık.

      Düğünün yöneticisi, yerimizden bozulmamamızı rica etti. Az sonra düğünü yöneten kişi, getirdiği tablayı baş köşede yan yana oturmakta olan gelinin babası ile kaynatasının önüne koydu. Kaynata, tablaya beş lira attı. Yönetici, tablayı kızın babasının önüne çekti. O da tablaya beş lira atarak tablayı yanındakinin önüne sürdü. Para atan, tablayı yanındakinin önüne itmeyi sürdürdü. Gerilere doğru gittikçe, atılan para tutarı azalmaya başladı.

      Tabla kaldırıldıktan sonra bu kez, davul dolaştırıldı. İsteyenler davula da para attı O da bitince dışarı çıktık. Harmanda arkadaşlarla söyleşirken “Rasim Ağabey!” diye bir ses duydum. Geriye döndüğümde Servet’i gördüm, yanındaki atla birlikte.  “Bu at ne?” diye sorduğumda, “Babam senin için gönderdi.” dedi. Doğrusu çok mutlu olmuştum. Ancak içime bir de korku girdi. Çünkü şimdiye dek hiçbir düğünde at koşturmamıştım.  “Ya attan düşersem?..” diye korkuyordum.

      Atı Servet’le bırakıp arkadaşların yanına döndüm yine. Çok geçmeden atlılar, atlara binmeye başlayınca ben de Servet’ten atı alıp atladım sırtına.

      O sırada davul zurna eşliğinde gelin de ata bindiriliyordu. Önde oğlan yengesi, ortada gelin, onun arkasında da kız yengesi olmak üzere yola çıkıldı. Biz atlılar, uygun bir yola girince üzengilerimizi atımızın karnına dokundurarak koşturmaya başladık atlarımızı. Ben ise atımı yavaş sürmek istiyordum. Fakat atımı bir türlü durduramadım. O da öbür atlara ayak uydurmak istiyordu besbelli. Çareyi, ayaklarımı atın karnına iyice yapıştırarak dizgini gevşetmekte buldum. Düğüncülerden hayli uzaklaşınca Mehmet Ali Amca, dönüp atlarımızı düğün alayına doğru sürmemizi önerdi; öyle yaptık.

      Oğlan evine yaklaşınca at yarışı başladı. Eve en erken varan atın boynuna al bir vala bağladı, düğün sahibi. Atı birinci gelen kişi, geri dönüp düğün alayının vardığı yere doğru sürdü atını. Böylece düğün alayı, hangi atın birinci geldiğini öğrenmiş oldu. Oğlan evinin yakınındaki tarlalarda cirit oyununa başladık bu kez. Duran düğün alayı, ilgiyle izledi cirit oyunumuzu.  

      Oğlan evine varınca gelinin atı, evin çatısının önündeki geniş yerde, evin çatısının altına yaklaştırılarak durduruldu. Enişte, sağdıcıyla birlikte evin çatısına çıkmıştı. Davul-zurna bu ortama uygun bir ezgiyi çalıyordu. Enişte, eline tutuşturulan tabancayı göğe kaldırarak patlattıktan sonra bir ucu sağdıcın, öbür ucu da kendisinin elinde olan mendilin içinden, gelinin başına avuç avuç şeker atmaya başladı. Düğüncüler, atılan bu şekerleri havada yakalamaya çalışıyordu.

      Ardından, gelin attan indirilip içeri götürüldü. Sağdıçla enişte de çatıdan inerek içeri geçtiler. Biz de atlarımızı bir yere bağlayarak bahçede hazırlanan yemeğimizi yemek üzere yerimizi aldık. Yemek yiyip kahvelerimizi içtikten sonra erkeklerin düğünü sona erdi. Davul zurna, şimdi kadınlara bırakılmıştı. Kadınlar, gelini aralarına alarak eğlenmeye başladılar.

20.8.1954

      Cuma günü öğleye doğru Cami Kapısından yükselen öfkeli sesler duyuyorum. Dayımların evle Cami çevresi arasında yalnızca bir yol var. Oraya vardığımda Muhtarın yayla konusunda konuştuğunu görüyorum. Bazı komşular, Bilbilandan doğrudan doğruya mezralara ineceklerini, Aşağı Yaylada kalmayacaklarını söylüyorlar. Muhtar da buna onay vermiyor. Birisi Aşağı Yaylaya habersiz önceden toklu indirmiş. Muhtar, ona da tokluyu bu akşam, Yukarı Yaylaya götürmesini söylüyor. O da götürmeyeceğini söyleyince Muhtar, sesini yükselterek “Eşek gibi götürürsün!” diyor. Toklu sahibi de “Eşek de eşek oğlu eşek de sensin!” diyerek muhtarın üzerine yürüyor. Tam yumruklaşma başlayacakken komşular araya girip ayırıyorlar. Namaz vakti geldiğinde, o gergin havayla giriliyor camiye.

25.8.1954

      Yaylayı indirme zamanı. Öküzleri Servet, biraz önce yola çıkarmış. Ben de arkadan giderek Köprübaşı’nda yetişiyorum ona. Abit Amca ve oğlu Harun Ağabey de orada bize yetişiyor. Bizim mahalleye, Sasopaya çıktığımızda Ahmet Ağabey, “Bizim öküzleri de götürün, ben de yetişirim size.” diyor. Onun öküzlerini de katıyoruz, bizimkilere.

      Soriyente girecek yerde öküzü otlamaya bırakıyoruz. Orada bize dayım da yetişiyor. Ekmek getirmiş; almamı söylüyor. Nasıl oluyorsa ekmek almayı unutuyorum ve biz ilerlerken dayımla Servet geride kalıyor. Yukarılara çıktıkça acıkmaya başlıyorum. Karavat’a çıkıp Soğuk Pınar’a yöneldiğimiz yerde, Servet Ağabey bize ulaşıyor. Soğuk Pınar’a çıkmak üzere iken Servet Ağabey, elindeki lavaşlardan birini bana uzatıyor. Açlığımın imdadına yetişiyor, Servet Ağabey.

      Soğuk Pınar’da mola verdiğimizde dayım ve Servet de oraya geliyorlar. Suyun başında iştahla yemeye başlıyoruz peynir ekmeğimizi. O sırada cebimde bir kımıldama duyar gibi oluyorum; ancak bakmıyorum. Cebimdeki kitabı kimse alır, diye düşünmüyorum.

      İlkokuldan sınıf arkadaşım Abbas da karısıyla birlikte yaylaya gidiyor. Onlar da yakınımızda bir yerde oturup bir şeyler yerken Abbas, gelip sessizce cebimdeki kitabı alıyor. Biraz ilerlediğimizde birisi bunu kulağıma fısıldıyor. Anlıyorum; ancak oralı olmuyorum. Biz epeyce ilerledikten sonra Abbas, ”Rasim!” diye bağırıyor. Geri bakınca elindeki kitabı gösteriyor. “Bildim.” diyorum ve gidip alıyorum kitabımı. Kemerli’yi çıktığımızda ata biraz da ben bineyim, diye bana veriyor, dayım. Ben de Servet’e veriyorum.

      Güneş inmek üzere iken Bilbilan Yaylasına varıyoruz. Yemekten sonra köyden getirdiğimiz çeşitli erikler, salatalıklar konuluyor ortaya. Ancak Servet’le ben, biraz önce sepetlerden yeterince aşırdığımız için onlara elimizi sürmüyoruz.

      Geç vakit, birkaç kişi bir yatakta yatıyoruz. Sabaha yakın dışarda başlayan konuşmalar, bizi de uyandırıyor. Tan yeri ağarırken kalkıyoruz. Masmavi gök altında çevre çok güzel görünüyor. Tertemiz ve serin bir hava var ortalıkta. Çobanlar, hayvanları topluyor. Yaylalardan köye taşınacak ne varsa dışarı çıkarılarak kızaklara yükleniyor. Biraz sonra, daha soğuk günleri yalnız başına yaşaması için Bilbilan Yaylasını geride bırakarak Aşağı Yaylaya doğru yola çıkıyoruz.

27.8.1954

      Aşağı Yaylada akşam vaktidir. Kuzeye eğimli, her yanı saran yeşilliklerin ortasında bir yerde oturuyorum. Hafif bir esinti geliyor batıdan. Yaylalar, biraz aşağıda. Sağ yandan, yaylalara yaklaşmakta olan koyun sürüsünün zil sesleri geliyor. Çok uzaklarda, batıdan başlayıp kuzey; sonra da doğu yönünde uzanan dağ silsilesi gökyüzüyle birleşmiş gibi görünüyor. Doğu-batı yönünde yakınımdan başlayıp yükselmekte olan tepeler ise arkamda kalıyor

      Az sonra, gün batımı kızıllığı, dört yanımı saran yeşilliği ve masmavi gökyüzü ile bu cennetten bir köşeyi geride bırakıp yayla evimize gideceğim.

28.8.1954

      Kuşluk vaktidir. Yine akşamki yerde oturuyorum. Şu anda akşamın hüzünlü havasından eser yok, burada. Yeni bir gün başlıyor. Çok uzaklardaki yamaçtan, hoş bir ezgi gibi duyulan zil sesleri geliyor. Yaylaların önünde birkaç atla birkaç buzağı otluyor. Biraz ileride çoban, danaları otlatıyor. Yaylalara girip çıkan birkaç şaşort dışında kimseler görünmüyor ortalıkta. Ben de yaylaya gitmek üzere yola koyuluyorum. Kahvaltı zamanı.

30.8.1954

      Köydeyim. Harmanlar bitmek üzere. Sıra, geç kaldırılan uzak ekinlerin ve dövülmesi gecikmiş sapların dövülmesinde. Dün, Ömer Dayımların saplarını taşıdık harmana.

      Bugün de Niyazi dayı ile Kuyaturun saplarını taşıyoruz. Öküzleri sapın yanında açar açmaz canımı kirkatların gölgesine atıyorum. Öğle sıcağı, hâlâ bunaltıyor insanı. Az sonra Niyazi dayı da geliyor. Servet, soğuk su getirmiş. Sıcak havada soğuk su! Biraz sonra sapı yükleyip harman yerine doğru yol alıyoruz.

10.9.1954

      Baharı görmeden yaz gelip geçti. Güz meyveleri olmak üzere. Mısırların kesiminin, ceviz dökümünün başlaması, sonbaharın kesin habercileri olacak.

      Kazanan çocukları okuldaki ikinci ve son sınava, dayımın kaynı, bizim köyün öğretmeni Arif (Özmen) Ağabey götürüyor. Tütünlüye kadar ben de birlikte gidiyor, Arif Ağabey’in bindiği atı geri getiriyorum. Dönüşte Tütünlü mezrasının bitişiğindeki ormana girerken, bütün bir yaz Bilbilanda konaklayan Hemşinlerin de koyun sürüleriyle birlikte Hopa’ya doğru gittiklerini görüyorum.

19.9.1954

      Cılavuz’da üç gün süren sınav sonucunda, Servet’in sınavı kazandığını duymanın sevincini yaşıyoruz. Ayrıca Beşikdüzü Kız İlköğretmen Okulu sınavına giren Emine ve Selfinaz da sınavı kazanmış. Bu iki isim, kızların ilkokuldan sonra okumasının önünü açan ilk örnekler olarak köyümüzün tarihine geçmiş bulunuyor.

24.9.1954

      İki gün önce Malisukanda Neneme, orada sonbaharı duyuran hüzünlü havaya, doğaya veda ediyorum. Her ayrılık, derin bir acı yaşatıyor insana. Dün de eşle dostla vedalaşmıştım. Gece geç vakte dek kitaplığımı düzenlemekle uğraştım. Sabah erkenden yola çıktık, akşam üstü Ardahan’daydık. Gece Şah-ı Mısır adlı filmi izledik. Yarın Cılavuz’da olacağız.

Beşinci Sınıftayım

      Bu sınıfta bilincim biraz daha yetkinleşiyor. Kendimi olabildiğince geliştirmeye odaklanıyorum. Bilinçli tutum ve davranışlar sergilemeye özen gösteriyorum. Sürekli, yakın gelecekte başlayacağım öğretmenliğe ve düşlediğim yüksek öğrenime en iyi biçimde hazırlanma planları yapıyor, o doğrultuda girişimlerde bulunuyorum.

Birkaç Öğretmenimi Çok Seviyorum; Onların da Sevgisini Kazanıyorum

      Geçen yıldan bu yana ilgileri, bilgileri, tutum ve davranışlarıyla kimliğim ve kişiliğimin biçimlenmesinde etkileri olan öğretmenlerime bu sınıfta yenileri de katılıyor.

      Sevmediğim, sevdirilmeyen derslere de zorunlu olarak çalışıyorum. Baştan beri geometri konuları dışında Matematik, Fizik, Kimya, Psikoloji, bugüne dek bana sevdirilemeyen ya da benim sevemediğim dersler arasında yer alıyor. Ancak Psikoloji, yıllar sonra hakkında kitaplar yazacak kadar çok sevdiğim, yıllarca dersini verdiğim bir disiplin olacak.

      Bu sınıfta, asıl ilgi alanımın ve daha yetenekli olduğum alanın edebiyat olduğunu anlıyor, en çok bu dersle ilgileniyorum. Yetişebildiğim kadarıyla bu alana ilişkin yapıtlar okumaya, edinmeye çalışıyorum.

      Edebiyat öğretmenim Nevin Göysal’ı ve dersini çok seviyorum. Edebiyata ilgiyle, coşkuyla eğiliyorum. Kısa sürede sınıfın en iyisi oluyorum. Sınıf arkadaşım Sadi Meriç’te İsmail Habip Sevük’ün yıllar önce yazdığı Yeni Edebi Yeniliğimiz adlı kitabını görüyorum. Alıp karıştırdığımda orada anlatılanlar karşısında heyecanlanıyor ve onu bana satmasını istiyorum Sadi’den. Sadi satmayı kabul ediyor ve o kitabı alınca kendimi büyük bir hazineye kavuşmuş gibi duyumsuyorum. O kitap aracılığı ile işlediğimiz edebiyat konularına ilişkin ek bilgiler ediniyor, sınıfta öğretmenin sorularını yanıtlarken o bilgilerden de söz ediyorum. Bu, Nevin öğretmenimin ilgisini çekiyor ve bunları nereden öğrendiğimi soruyor. Ben de kaynağı gösteriyorum.

      Nevin öğretmenim, yılın ortasına doğru bana Mehmet Kaplan’ın Tevfik Fikret ve Şiiri adlı kitabını veriyor. Benden onu özetleyerek sınıfa sunmamı istiyor. Günlerce çalışarak kitabı özetliyor ve onu iki ders saati içinde sınıfa sunuyorum.

      Nevin Hanım bize bir de bir ilki yaşatıyor. Telefonla konuşma konusunu işledikten sonra bir de uygulama yaptırıyor bize. Bizi Susuz PTT’sine götürüyor. Ve oradan okulumuza telefon etmemizi ve telefonla konuşma yapmamızı sağlıyor. Bu ilk kez yaşadığım olay, birçok arkadaşım gibi beni deçok heyecanlandırıyor.

      O günler, Nevin Hanım’la Meslek Dersleri Öğretmeni Rıza Kardaş’ın flört etme dönemidir. Sonradan anladığım kadarıyla Nevin Hanım yavaş yavaş çok donanımlı bir öğretmenimiz olduğunu herkesin kabul ettiği Rıza Kardaş’ın görüşlerinden etkilenmeye başlıyor. Bu kitabı da o vermiş olmalı Nevin Hanıma. Öğretmenim, önceleri daha farklı bir görüşü yansıtırken giderek Rıza Kardaş’tan etkilenmeye başladığını anlayacağım, yıllar sonra.

      O günlerde edebiyat dersinde Cahit Sıtkı Tarancı’nın Memleket İsterim adlı şiirini incelerken sınıfta bir arkadaş, bu şiirin komünizmi övdüğünü söylüyor. Nevin öğretmen, öfkesini yüzünün kızarmasıyla dışa vurarak, “Bu şiirin neresi komünizmi övüyor? Kardeş kavgası, zengin fakir, sen ben farkı sürsün mü? Kış günü herkesin evi barkı olmasın mı?” diye soruyor arkadaşımıza. Biz ne solu, sağı ne de komünizmi biliyoruz, o zamanlar. Ancak fısıltı gazetesi, komünizmin çok tehlikeli bir şey olduğunu iletmiştir tüm kulaklara. O nedenle bu sözcüğün seslendirilmesinden bile çok korkuyor herkes.

      Yıllar sonra, Mehmet Kaplan’ın sağın önde gelen değerli yazarlarından biri olduğunu öğreneceğim. Büyük kızıma adını vereceğim Nevin öğretmenim de Rıza Kardaş’la evlenecek.

      Önceki sınıflarda Tarih dersini çok sevmesem de sınıfa ve bana yönelik olumlu tutum ve davranışlarının etkisiyle Namiye öğretmenin dersine de iyi çalışıyorum.

      Coğrafyanın her konusu, baştan beri ilgimi çekiyor. Mualla Erdemli öğretmenim de bu ilgimi canlı tutan bir öğretmen. Bize çok içten davranıyor. Derslerinde bizi haritadan çokça yararlandırıyor, harita çizme ödevleri veriyor. Dersini iyi öğrenmemiz için kendisini paralıyor adeta. Coğrafya öğretmenimi de çok seviyorum.

       Mehmet Kanargı öğretmenim, bize güven veren, öz güveni güçlü, ilgimizi ders içinde yaptırdığı çalışmalara yoğunlaştıran, sıklıkla ders dışı ödevlerle resim yeteneğimizi geliştirmeye çalışan iyi öğretmenlerimizden biri.

      Müdürümüz Tevfik Yavuzer de işini çok seven, kendisini işine adayan, çevresine güven veren, kendisiyle barışık bir yönetici. Onu hemen her gün kalkış saatimiz olan sabahın altısında yatakhanelerde, sonra başka yerlerde görüyor ve içten içe derin bir saygı duyuyoruz kendisine. Ondan hoşnut olmayan tek bir öğrencinin bulunmadığımı düşünüyorum. Hemen her gün, nöbetçi öğretmen gibi bıkmadan yorulmadan öğrencilerin arasında olan bir başka müdür anımsamıyorum.

      Onlarca yıl sonra Tevfik Yavuzer müdürümle Gazi Eğitim Fakültesinin Eğitim Bölümünde birlikte öğretmenlik yapma mutluluğunu yaşayacağım.

      Yalnız benim değil, bütün sınıfın çok sevdiği, Matematik öğretmenimiz ve müdür başyardımcısı Ahmet Sertöz, kooperatif kolunun da gözetici öğretmenidir. Sertöz öğretmenimiz, konularını çok güzel sunan, her öğrencisine, önemsediğini duyumsatan sevecen bir eğitimcidir. Konusunu anlatmayı bitirdiğinde, “Anlamayan var mı?” diye soruyor. Bir parmak kalksa bile, “Dayan canım!” diyerek konuyu, değişik örneklerle bütün sınıfa bir kez daha baştan sona yineliyor.

      Benim Matematik sevgimin canına okunmuş olması nedeniyle bu derse karşı mesafeli olsam da öğretmenime olan sevgim ve saygım nedeniyle bu dersten zayıf almamak için her çareye baş vuruyor ve bunu başarıyorum.

      Beşinci sınıfta Ekrem’le birlikte kooperatif kolunda görev almaya karar veriyoruz ve bu kola seçiliyoruz. Öğretmenimizin gözetiminde yaptığımız ilk toplantıda bana kooperatife girildiğinde sağda kalan, kooperatifin içine bakan kocaman bir penceresi ile aynı yere açılan bir kapısı, bir de dışarıya bakan penceresi olan küçük odada öğrencilere kitap satma görevi veriliyor. Ders dışı zamanlarımın çoğunda burada bulunuyor ve kitap satışı yapıyor, akşamları da kasada biriken parayı, ilgili deftere yazdırarak kooperatif satış memuru Salim Amca’ya teslim ediyorum.

Sıkılganlığı Aşma Çabalarım

      Geçmişimin kalıtı olan sıkılganlığımdan olabildiğince kurtulmak istiyorum. Bunu alt ermeye karar veriyor ve kararımı uygulamaya koyuyorum. Bu amaçla belirli günlerde konuşma yapma görevleri ve oyunlarda rol alıyorum.

Kibarlık Budalası Adlı Oyunda Oynuyorum

      Resim öğretmeni Nüzhet Kutlu’nun sahneye koyacağı Kibarlılk Budalası adlı oyunda kısa bir rol üstleniyorum. Baş rol olan “Kibarlık Budalası” rolü de zekiliği ve çalışkanlığı ile öne çıkan, son sınıfta okulumuz adına İtalya’ya gönderilecek olan Midayet Altun’a veriliyor. Kutluğ öğretmen, akşam etütlerinde bizi bir yerde toplayarak prova yaptırıyor ve oyunu olgunlaştırdıktan sonra bir gece okula sunumunu sağlıyor.

Milli Duygularımızı Güçlendirme (!) Girişimleri

      İlköğretmen Okulu yıllarında kimi güçler, köy enstitülerinde eksik olduğunu düşündükleri kendi kafalarındaki “milliyetçilik” anlayışını bize aşılamak için çaba gösterdiklerini çok sonraki yıllarda ayrımsayacağım. Oysa bize, tamı tamına “Atatürk milliyetçiliği” doğrultusunda bir anlayış benimsetilmeye çalışılmıştır, köy enstitüsü yıllarımızda.

      Mart ayı içinde bir akşam yemekhanede bir toplantı yapılıyor. Toplantıya Süreyya Irmak adında bir de binbaşı çağrılmıştır. Bu subay sahnede coşkulu bir konuşma yapıyor. Dosttan, sınırımızdaki düşmandan söz ettiği konuşmasını “Adım Süreyya, soyadım Irmak! Yakışır mı bana burada durmak?” sözleriyle bitirerek coşkumuzu doruklara tırmandırıyor. O anda bıraksalar, hepimiz, hiçbir şey düşünmeden, “düşman” diye gösterilenin üzerine, gözü kapalı saldırabilecek bir duygu içine giriyoruz.

      Rıza Kardaş öğretmenimiz, arada bir konferans veriyor bize. Bu konferanslarında öğretmenimiz, Osmanlı’yı göklere çıkaran bir konuşma yapıyor. Bir konuşmasında kullandığı şu tümce, bugün de olduğu gibi belleğimde: “Biz öyle bir milletin ahfadıyız ki fethe çıkan askerlerimiz, fethettiği ülkenin bağında yediği üzümün parasını üzüm kütüğünün dibine bırakmıştır.”

      Bu öğretmenimizin aklımda kalan bir tümcesi de Emil yahut Terbiyeye Dair adlı ilk çağdaş eğitim yapıtının yazarı olan Jean-Jacques Roussseau’yla ilgilidir. Şöyle diyor onun için Rıza Kardaş: “En önemli eğitim kitabının yazarı olan Jean Jacques Rousseau, aynı zamanda ahlaksızlığın da bayraktarlığını yapmıştır.”

      Gerçekten yetkin bir kültüre sahip olduğunu her ortamda kanıtlıyor öğretmenimiz. Ancak bu öğretmenimizin de köy enstitüsü anlayışına karşı olduğunu, kendisini belli bir kesimin benimsediği ve yaygınlaştırmak istediği “milliyetçiliği” benimsetmeyi amaçladığını, yine çok yıllar sonra anlayacağım.

Âşık Dursun Cevlani’yi Severek Dinliyoruz

      O yıllarda yapılan iyi girişimlerden birisinin de okulumuza sıklıkla Karslı âşık Cevlani’yi çağırarak bize âşığın ağzından kendi güfte ve bestelerini dinletmeleri olduğunu söyleyebilirim. Bu âşığı, her gelişinde zevkle, coşkuyla dinliyoruz. Aşağıdaki şiir onun değerli yapıtlarından biridir.

           SÖNDÜREMEZ (SEVMELİ CANANI)

 Sevmeli cananı canı gönülden
Yanmaktır kârımız sel söndüremez
Aşka kul olalı derun-u dilden
Yanıyor ciğerim el söndüremez
***
Ben de bu dert ile sararsam solsam
Sevda çöllerinde yorulsam kalsam
Yârin bahçesinde bir bülbül olsam
Yine feryadımı gül söndüremez
***
Aşkı çekmeyenler pek kolay sanar
Cevlani’nin kalbi durmayıp kanar
Sönmez bir ateş var yüreğim yanar
Ceyhun Murat Fırat Nil söndüremez

                                                 Dursun Cevlani                                             

“Canlandırılacak Köy” Okula Sokulmuyor

      Hangi öğretmenimizin seçtiğini bilmediğim, İsmail Hakkı Tonguç’un Canlandırılacak Köy adlı kitaplarının PTT’ye geldiği haberi üzerine, kitapları PTT’den almaya gitmek üzere iken Ahmet Sertöz öğretmenim, “O paketi almadan, iade et canım!” diyor. Kitabın yazarının, köy enstitülerinin yaratıcısı ve yaşatmaya çalışanı olduğunu biliyorum. Kitabın niçin yasaklandığını ise ne Sertöz öğretmenime ne de bir başkasına sorabiliyorum. Çünkü o yıllarda öyle her şeyin nedeninin, niçininin soruşturulma özgürlüğünün olmadığını hemen herkes gibi ben de biliyorum.

      Ancak bu kitaba yönelik merakım, sürekli içimde duracaktır. O tarihten sekiz yıl sonra İstanbul Eğitim Enstitüsü Eğitim ve Türkçe öğrencisi olduğumda ilk işim, Yüksek Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü kitaplığında o kitabı sormak olacak. Kitaplık görevlisinden, bu kitabın orada bulunduğunu; ancak dışarı verilmediğini öğrenince her gün boş saatlerimde kitaplığa giderek Canlandırılacak Köy’ü okuyacak ve Tonguç’un köylerimizi nasıl canlandırmayı düşlediğini ayrıntılı olarak öğreneceğim.

      Beşinci sınıfta olan bitenleri, o günlerde neleri nasıl gördüğümü, duyduğumu, düşündüğümü, neler yapabildiğimi güncelerimden sunmak istiyorum

29.9.1954

            26 Eylül günü 1954-1955 ders yılı başladı. Okul Müdürü bir konuşma yaptı. İyi niyetli olmamızı, öğretmenlerimizin gösterdiği yoldan gitmemizi, okul disiplinine uymamızı söyledi. Sözlerine bu eğitimin dışında iyi bir eğim biçiminin olmadığını ekledi. “Tanrı muvaffak etsin!” diyerek konuşmasını tamamladı.

      Bu yılın programı hayli yüklü görünüyor. Bizi öğretmenliğe hazırlayan meslek dersleri ağırlık kazanmaya başlıyor bu sınıfta. Öğretim Metodu, Eğitim Psikolojisi (Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, Ruh Sağlığı, Ölçme ve Değerlendirme) Eğitim Sosyolojisi…

      Ders yılının ilk haftası olması dolayısıyla kimi öğretmenlerimiz, bize iyi, doğru, gerçekçi olmayı, başarılı olma çabası göstermeyi, bilinçli çalışmayı öneriyorlar. Ancak beni hiçbir ders, Edebiyat dersi kadar ilgilendirmiyor. Nevin Hanımla ilk Edebiyat dersini yaptık, bugün. Her gün Edebiyat dersi yapsak, usanmayacağım.    

24.10.1954

      Okulumuzda Birleşmiş Milletler Örgütünün kuruluşunu kutladık. Haftayı Müdürümüz, bir konuşma ile başlattı. Ardından öğretmenimiz Nejat Leblebicioğlu ve arkadaşımız Hamit Topaloğlu, günün anlam ve önemi üzerinde konuştular.

29.10.1954

      Cumhuriyet Bayramı’na bir gün önceden hazırlık yaptık. Okulu çiçeklerle, yapraklarla donattık. Duvarlara “Muallimler! Yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır.”, “Biriz birliğiz.“, “İşleyen demir pas tutmaz.” gibi özlü sözler yazılı bezler asıldı.

      Bu sabah, trampetle alanın çevresinde bir tur attıktan sonra saat 9 30’da İstiklal Marşını söylemek ve tören için yerlerimizi aldık. Müzik öğretmeni Nejat Leblebicioğlu, İstiklal Marşını söyletti. Ardından Bucak Müdürü ve Okul Müdürümüz bayramımızı kutladılar. Sonra Mualla Erdemli ve son sınıftan Kıyas Parıltı, Özden Yamak, günün anlam ve önemini belirten konuşma yaptılar. İki öğrenci şiir okudu. Resmi geçitten sonra şoseye çıktık ve orada toplanan halkın önünden uygun adımlarla ve gür bir sesle Harbiye Marşını, Eskişehir Marşını, Öğretmen Okulu Marşını söyleyerek, köprünün ilerisinden dönüp okulumuza geldik. Öğleden sonra, futbol maçı oynandı. Gece de fener alayı düzenlendi.

2.11.1954

      Bu akşam, derslerle ilgili filmler gösterileceğinin duyurulması üzerine gittiğimiz yemekhanede onları izlemeden önce Türk halk şairlerimizin saz ve sözleri dinletildi. Coşkulu dakikalar geçirdik. Ondan sonraki saatlerde İlerlemenin Sırrı, Hastalıklar ve Neticeleri adlı filmleri, Bulgaristan Türklerinin Anayurda nasıl geldiğini anlatan filmi izledik. En sonunda da köy çocuklarının enstitülere nasıl kaydolduklarını, okuldaki etkinliklerini, enstitüyü bitirdikten sonra ilkokulda nasıl öğrenci yetiştirdiklerini, köylüye ileri araçları kullanabilmeleri için nasıl rehberlik ettiklerini anlatan Köy Enstitüsü filmi izletildi. Son film, beni derinden etkiledi ve çok düşündürdü.

10.11.1954

      Atatürk’ün ölüm yıldönümü dolayısıyla bugün yemekhanede üzüntülü bir anma toplantısı yapıldı. Okulumuzun genç kalemleri, duvar gazetesini 10 Kasım için özel sayı olarak hazırlamıştı. Sahnede saygı duruşu sırasında yanan meşaleler, günün hüznünü duyumsatıyor gibiydi. Konuşmalar, okunan şiirler de aynı duyguyu yaşattı. Salondaki topluluk, hüzünlü oldukları kadar da ülkemizin geleceğinin umuduydu.

21.11.1954

       Bir hafta boyunca eğitsel kol başkanı ve kabinesinin seçimi dolayısıyla kurulan dört kabinenin başkan ve üyeleri etkili propaganda ve eleştirilerini sürdürdüler. Bir hafta boyunca doruk heyecanlar yaşadık. Yapılan seçimi İsrafil Torun’un başkanlık ettiği kabine kazandı

29.11.1954

      Bu akşam okulumuzda Sadi Tek tiyatrosunun ayrıcalıklı gecesini yaşadık. Herkes, büyük bir coşku ve merakla izledi sunulanları. Bin bir zorlukla yerleşmiştik yemekhaneye. Bütün gözler, perdede iken bir ses, programın başlayacağını duyurunca anında kesildi, salondaki uğultu.

      Perde açıldığında önce keman üstadı Bülbül Hasan’dan birkaç parça dinledik. Arkasından sahneye herkesin soluğunun tutarak izlediği, beyaz giysili, siyah uzun saçları lüle lüle, genç ve güzel bir kadın çıktı. Keman eşliğinde türkü söylemeye başladı. Herkes, soluğunu tutarak izliyordu kadını. Sesine jest ve mimikleri, ayrı bir güzellik ve renk katıyordu. “Yar saçların lüle lüle” adlı şarkıyı söylerken sanki kendisini anlatıyordu. Hepimizin gönlünde baş köşeye oturdu bu güzel türkücü.

      Ardından, Sadi Tek’in üç perdelik piyesi sahnelendi. “Kore’den Geliyorum” adlı piyes, bir yandan hüzünlendirirken, bir yandan da Tük askerinin kahramanlığı ile gurur duymamıza yol açtı. O yıllarda DP, ta Kore’ye asker göndermişti. Her öğle saatinde radyo haberlerinde Kore’deki askerlerimizin mektupları, mesajları okunmakta, kimi de askerlerimizle ilgili acı haberler verilmekteydi.

      Sözünü ettiğim türkücünün bende yarattığı duyguları şiirleştirmeye uğraşınca şu dizeler çıktı ortaya:

       YAR SAÇLARIN LÜLE LÜLE

Gözlerim de ruhum da gördü onu
Teni bala benziyordu
Gök mavisi, ufuk kızıllığında
Bir duygu seliydi sesi

Sevginin, güzelliğin yansısı gibiydi
Bahar yelinin insana dokunuşu gibiydi
Bizi bizden alan bir düştü sanki
Yüce duygularla buluşturdu bizi

10.12.1954

      İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilmesinin yıl dönümü dolayısıyla bugün bir toplantı yapıldı okulumuzda. Söz konusu toplantı ile bu oluşuma üye oluşumuzun 7. yıldönümünü de kutladık, aynı zamanda.

  1. 12.1954

      Öğle yemeğinden sonra okuma salonunda gazetelere bakarken bizim köylü Kâzım Usta geldi yanıma. Yüzünden sevinç okunuyordu. “Babamla İsmail Ağabey geldi.” dedi. Sevinçle Aslan Kişi’ye doğru yürüdük birlikte. Enstitü döneminde olduğu gibi, çocuklarını görmeye gelenler, şimdi kolaylıkla okula giremiyorlardı. Çocuklarını görmeye gelen velileri konuk etme ise tümden kaldırılmıştı. Gelenler, Kars-Ardahan yolu üstünde dükkânı olan Aslan Kişi’nin oradan, gördükleri bir öğrenci ile çocuklarına haber salıyorlar; çocukları kendileriyle orada görüşüyordu.

      Oraya varınca Dayım ve Fehmi Amcayla kucaklaşıyoruz. Yakındaki Karabeylere gidiyor, çay içiyoruz. Fehmi Amca, bir ara beni dışarıya çıkarıyor. Dayımın beni evlendirmek istediğini; kendisinden benim bu konuda ne düşündüğümü sormasını istediğini söylüyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Çünkü evlenmek, benim için çok uzak bir konu. Ben, evlenmek değil; doyasıya okumak istiyorum. Şimdilik evlenmeyi asla istemediğimi söylüyorum Fehmi amcaya.

      Fehmi Amca, benden önce içeri giriyor. Dayıma istemediğim işaretini vermiş olacak ki bir süre sonra bu kez dayım beni dışarı çıkararak konuyu kendisi açıyor bana. Ona da istemediğimi söylediğimde kendince bu işin çok yararlı olacağı, o kızı elden kaçırmamamız gerektiği gibi şeyler sayıp döküyor. Ben ise böyle bir şeyi istemediğimi yineliyorum.

      “Hayır” dememe karşın içimde bir duygu, dayımın bu işi kotarmaya kalkışacağı kuşkusunu uyandırdığı için dayıma bir de mektup yazarak evlenmeyi asla istemediğimi, burayı bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsünün Türkçe Bölümünde öğrenimimi sürdürmek istediğimi bildiriyorum.

3.1.1955

      Bugün, yeni bir yılın üçüncü günü. Yılbaşı gecesi, pek çok yerde coşkulu eğlenceler düzenlendiğini, kendinden geçercesine eğlenenlerin olduğunu okuduk gazetelerde. Biz de yazar olma heveslisi olması nedeniyle kendisini “yazar” sıfatıyla birlikte andığımız arkadaşımız Gülali Aydınoğlu, Midayet Altun, Fevzi Kartal, Nafiz Taşçı, Hasan Elmacı ve ben bir araya gelerek kutladık yeni yılı. Yılbaşı gecesinde Yayın Kolu odasında toplanıp sobayı yaktık. Tavuk eti kızarttık. Kaygana yaptık. Köyden gelen pelverdayı ezdik. Çay demledik. Aldığımız üzüm, incir ve fındıkları yedik. Güle eğlene eski yılı uğurlayıp yeni yıla “Hoş geldin!” dedik.

12.1.1955

      Bu akşam, Abdülhak Hamit’i okumaya başladım, Yeni Edebi Yeniliğimiz’den. Bütün uğraşlarımı bir yana itip onu okumaya, anlamaya çalışmak geçiyor içimden. Şairin şiirini kavramak, onun değerini içselleştirmek istiyorum. Ne ki bunun için zamanım yetersiz. Derslerime, ödevlerime eğilmek zorundayım.

29.1.1955

      Cumartesi akşamı beşinci sınıflar olarak Ağaç İş Atölyesinde altıncı sınıflarla kaynaşmamızı sağlamak amacıyla bir eğlence düzenlendi. Toplantıyı arkadaşımız Hamit Topaloğlu açtı. Sonra Eğitim Şefimiz Mahmut Sümer, toplantının amacını ve yararını açıkladı. Ardından Memduh,”Sevmek seni bir suç ise” şarkısını söyledi. Cahit’in yaptığı taklitler, hep birlikte kahkahayla gülmemize yol açtı.

      Daha sonra Müdür Yardımcımız ve Coğrafya öğretmenimiz Mualla Erdemli’den şarkı istedik. Müdür Beyin ve Melahat öğretmenin de katılımıyla “Ayaş Yolları” ve “İncecikten bir kar yağar” türkülerini dinledik. Çok hoş ve anlamlı bir hava, bir coşku oluştu. Toplantıyı hep birlikte “Alnımızda bilgilerden bir çelenk” diye başlayan “Öğretmen Okulu Marşını ve Kars’a giderim Kars’a” türküsünü söyleyerek sonlandırdık.

      Öğretmen ve yöneticilerimizin eğlencemize katılmaları, bizimle birlikte şarkı, türkü söylemeleri, bizi son derece duygulandırmıştı. Aramızda sıcak bir hava yaratılmış oldu

16.2.1955

     “Bir Başka Adam’ı okuyorum. Postaneye gitmekte olan Ahmet Bey’in beni postaneye çağırdığını söylüyorlar, gidiyorum. Ahmet Bey, Postaneye vardığında ben de ulaşıyorum oraya. Kooperatif Kitap Satış Yerine bir paket gelmiş, onu alıyoruz. Ayrıca Ardahan’dan gelen mektuplar varmış. Postacı onları da veriyor. Kooperatife geldiğimde bana mektup olup olmadığına bakıyorum. Gelen mektupların arasında bana da dayımdan mektup var.  

      Bir heyecan başlıyor bende, mektubu görünce, acaba neler yazılıdır mektupta, diye. Ellerim titreyerek ivedilikle açıyorum mektubu. Gözüme ilk ilişen satırlarda “Nişan merasimini yaptık.” cümlesi ile karşılaşınca neye uğradığımı bilemiyorum.

      Evlenmek!.. Hem de henüz okulda öğrenci iken!… Hayatı ayrıntılarıyla tanımamış bir kişinin evlenmesi!.. Gelecekle ilgili türlü hayallerim var, oysa.!.. Kurduğum onca düş yok mu olacak?..  Suya mı düşecek bütün umutlarım?.. Mutluluk, yalnızca bir düş mü yoksa bu hayatta?.. Dayım, beklenmedik bir anda yok ediyor bütün umutlarımı!..

Kurgularını Gerçeğe Dönüştürmek İçin Her Çareye Başvuruyor Dayın

   Çok sonra anlıyorum ki dayım, bana öyle bir baskı uygulamış, bende kendisine o denli borçluluk duygusu yaratmış ki her koşulda onun isteklerine boyun eğmek zorunda kalıyorum. Dayımın bu dayatmalarının sonucu olarak kendim olmak yerine onun dediklerini yapmakla görevli, kendine yabancı bir kişi gibi davranıyorum. Bu koşullanma yüzünden, yıllar süren derin bir acı yaşayacağım.   

      Dayım, belli ki her türlü silahını kuşanmış, kendisini çoktan hazırlamış cenge. Cılavuz’dan döner dönmez, soluğu Rızman Amcalarda alıyor ve kız tarafına, Cılavuz’a dek gidip olurumu aldığını söylüyor ve nişanı gerçekleştiriyor. Bir süre sonra benim bu evliliği istemediğim, kız tarafının kulağına gidince, konu dayıma soruluyor. Dayım, kendisine karşı kullanabileceğim istencimi “mefluç” ettiğinden emin olduğu için onlara “Yok öyle bir şey; siz işin o tarafını bana bırakın!” diyor ve ardından, kâğıt kaleme sarılıp bana afralı tafralı, tehdit dolu bir mektup yazıyor. “Neyin okumasıymış? Benim borç boğazımda, sen, hâlâ okumanın derdindesin! Seni okutmak için bir sürü borca girdim, bir an önce onları ödememiz gerek. Okumaksa okuyorsun işte! Seni nişanladım; eğer nişanı bozarsan, bir daha bu köye ayak basmayı unut!” diyor mektubunda.

      İstencime öyle ağır bir pranga vurulmuş ki dayımın bu mektubuna doğrudan doğruya “Hayır” diyemiyor, dolaylı bir çıkış yolu arıyorum. Yazdığım aşağıdaki mektupta görüleceği gibi birçok yakınmadan sonra dayımdan yalnızca “evlenmede acele edilmemesini” isteyebiliyorum.

       Muhterem Dayıcığım!

      Mektubunuzu iki dakika önce aldım. Sonuna kadar güçlükle okudum. Çünkü okuduklarım karşısında beynimden vurulmuşa döndüm.

      Dayıcığım! İnanın bana, şu anda kafam allak bullak.  İçim doluyor, ağlamak istiyorum; hem de hüngür hüngür ağlamak!

       Size bütün varlığımla bağlı olduğumu biliyorsunuz. Bütün çabanızın, bütün didinmelerinizin benim için olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Dayıcığım! Anladım ki mutlu olmam için bana bu kadarcık bir zaman ayrılmış. Bu dakikadan sonra, mutlu yaşamak, artık yalnızca bir hayal benim için.

      Ah Dayıcığım! Ben, neler düşünüyordum, siz ne yaptınız!.. İşte şimdi, denize düşüp de yüzme bilmeyen bir insan gibiyim. Kurtulma imkânım yok!

      Bu dünyada en çok bir kişiye bağlıyım, o da sizsiniz. Bu durum karşısında ne yapabilirim?  İsteğinizi kabul etmem ise, felaketim oluyor. “Olmaz!” da diyemiyorum. Çünkü sizin için kurban olmaktan bir an bile geri adım atamıyorum. Sizi zor durumda bırakmak, benim için ölümle eş değerdir.

      Çok şey yazmak istiyorum; fakat ne yazık ki yazamıyorum. Çünkü zihnim durmuş durumda.

      Bu dünyadan ebediyen nefret etmek geçiyor içimden! Bütün hayallerim, umutlarım suya düştü!.. Derin bir aşkla bağlandığım öğretmenlik bile anlamını yitiriyor gözümde. Onun bile önemi kalmıyor, benim için.

      Evlenmeyi asla istemediğimi söylemiştim; çünkü ben, okumak, hep okumak istiyordum. Onun için de evlenmek, aklımın ucundan bile geçmiyordu.

     Bu durumda müsaadenizle bir şey söylemek istiyorum. Burada ben Fehmi Amcaya da size de bu işin olamayacağını söylememe rağmen, siz, madem ki bu düşüncemi yok sayarak istediğinizi yapmışsınız, en az üç yıl, bana düğün falan teklif etmeyin.

      Mektubuma son verirken ellerinizden öpüyorum. Nenemin, yengemin ellerinden, çocukların da gözlerinden öpüyorum.

Rasim Bakırcı

İmza  

     Dayımın bu isteğimi kabul edeceğini düşünerek biraz rahatlıyorum. Oysa dayım, ayağına yer etmeye görsün; kimse ona bir adım bile geri attıramaz. Bir de diş geçiremeyeceği kimselerle iş tutmama gibi bir özelliği var dayımın. Kızını istediği ve akraba olan Asiye Yengeye her istediğini yaptırabileceğinden; eşi Rızman Amcayı da Asiye Yengenin doğrudan olmazsa bile dolaylı yollarla ikna edeceğinden emin olduğu için bu işe girişiyor dayım.

5.3.1955

      Yaşam herkese gülmüyor. Benim gibi kişiler, önüne çıkarılan engellere, kendisine dayatılanlara karşı direnç gösteremiyor, savaşımı göze alamıyor. Saat 22 30 olmuş; yatma zamanı gelmiş, geçiyor, ben hâlâ masa başında bir divane gibi oturuyorum. Öte yanda dersler, ödevler beni bekliyor.

      Cumartesi günü Sosyolojiden test olduk. Bayrak töreninden sonra kooperatife, Kitap Satış Yerine gelerek gelen kitapların sayımını yaptım. Akşam yemek zili çaldığında ancak bitirebildim sayımı. Çok ilgimi çeken kitaplar gördüm gelenler arasında. Birkaçını almak istedim; ancak param sınırlı. Yalnızca Gandi’yi alabildim. Sonra, oraya gelen Musa ve Saffet Ağabeylerle hoş bir zaman geçirdik. Bir de Salim Amcadan satın aldığımız bir çikolatayı paylaştık.

      Yemekten sonra okuma salonuna gittim. Biraz gazete karıştırdıktan sonra Yayın Kolu odasına geldim. Soba iyi yanıyordu. İsabali ve Hüseyin’den birkaç fıkra dinledik, güldük. Ondan sonra seminer ödevimi yazdım. Pazartesi Edebiyattan yazılı var. Yarın revire gitmeyi düşünüyorum. Ancak revire gidersem, Edebiyat ve başka yazılıları kaçıracağım. Bakalım, yarın neler olacak?

      16.3.1955

      Günler çabuk geçiyor. İkinci dönemin son haftasındayız. Bugün, Edebiyattan 6; kompozisyondan da 7 aldığımı öğrenince üzüldüm. Soruları, daha yüksek not alacak kadar iyi yanıtlayamadığımı bilmeme karşın yine de üzüldüm. En çok sevdiğim, en çok çalıştığım ders, Edebiyat. O nedenle elimde değil, üzülmemek. Yine çalışacağım. Ancak kitaba fazla bakınca gözlerim daha çok kaşınıyor, ardından da gözlerimin içinde ince kum taneleri varmışçasına acımaya başlıyor. Geçen hafta revirde yatmam, hayli sarstı beni. Bu nedenle Fiziğin zayıf gelme olasılığı var.

30.3.1955

      Defterime bir şeyler yazmak istiyorum; ancak gözlerim yanıyor. Yazıya zor bakabiliyorum. Lamba ışığında gözlerimdeki yanma, daha da artıyor.

      Yapacak çok işim var; ama gözlerimin rahatsızlığı büyük engel. Teselliyi kitap, gazete okumada buluyordum, canım sıkıldığında. Şimdi onlardan da elimi eteğimi çekmek zorunda mı kalacağım? Gözümün kör olacağını bilsem de okuma salonuna gitmekten kendimi alamıyorum. Gözlerimin birini kapayıp öbürüyle okuyorum; sonra onu kapayıp dinlendirdiğim gözümü açıyorum.

9.4.1955

      Üçüncü dönemdeyiz artık. Her zorluğa karşın kendimi uyarıyorum, çok çalışma konusunda. Ancak insanın kendine bile sözü geçmiyor, kimi zaman. Yarın iki dersten sınav olma olasılığı varken, ders kitaplarını okumak gelmiyor içimden. Çalışmak için kendimi kandıramıyorum. Çalışmamanın sonunun ne olacağını biliyorum oysa.

      Bu zorunlu çalışma konuları beni beklerken benim T. Apaydın’ın Bozkırda Günler’ine başlama isteğime, R. N. Güntekin’in Çalıkuşu’nu bir kez daha okumaya can atmama ne demeli? Gecenin geç saati. Yarın sınavlar varken, gözlerimin ağrısı ortada iken gönlümden geçenlere bakar mısınız?

14.5.1955

      Temelde içedönük bir kişilik yapısına sahibim. İçimi hiç kimseye açmak istemiyorum. Birçok şeyi kendi kendime yaşamayı yeğliyorum. Duygularımı kimseye anlatmıyorum. Okumak, daha çok okumak istiyorum; ne yazık ki ona da yeterince ne zaman ayıramıyorum Gözümün rahatsızlığı da önemli bir engel oluşturuyor. Oysa benim biricik teselli kaynağım, okumak.

      Çalıkuşu’nun İkinci Kısmına gelince bırakmak zorunda kaldım. Çünkü yarın Biyoloji sınavı beni bekliyor. Aklımda hep okumak, okumak; ancak engel çok ve güçlü. Son sığınağım, bu defter oluyor.

22.5.1955

       Kooperatifin Kitap Satış Yerinde Musa Ağabey ve Halit Ağabeyle birlikte söyleşiyoruz. Birden, Ahmet giriyor içeri. “Seni İbrahim Bey çağırıyor” diyor. Heyecanla koşuyorum müdür yardımcısı İbrahim Bey’in odasına.

      “Evladım, diyor İbrahim Bey, senin duvar gazetesindeki bir yazını, senden habersiz, Kars Milli Eğitim Müdürünün isteği üzerine Işık gazetesine göndermiştim. Müdür, bize geldiğinde okuduğu o yazını yazdırıp kendisine vermemi istemişti. Ben de vermiştim. O yazın, orada yayımlanmış. Bilmiyorum, müsaade eder miydin? Aferin! Yine yaz ve bana getir, gönderip yayınlatalım. Yazının yayımlandığı şu gazete de senin!”

      Bundan on beş gün önce, okulumuzun duvar gazetesinde yayımlanan eleştiri yazımı Kars Milli Eğitim Müdürünün istediğini duymuştum. Eleştirdiğim arkadaşın aranıp bulunarak benim yüzümden zarar görmesinden kaygılanırken, olayın böyle gelişmesi, beni sevindiriyor.

26.5.1955

      “Tarih ezeli bir tekerrürdür.” sözü, aklımı kurcalıyor. Tekerrür!.. Gerçekten öyle mi? İnsan da birçok acıyı bir daha, bir daha yaşamak zorunda mı kalıyor? Kalbimde sönmek bilmeyen bir ateş yanıp duruyor, sürekli. Erişemediklerim, içimi yakıyor. Oysa bir de mutlu yaşamak var.

      Birçok arkadaş, parka doğru gidiyor sessiz, dingin, oradaki kanepelere oturuyor. Tepedeki kızgın güneş, boğucu bir sıcak yayıyor ortalığa. Herkesin kulağı hoparlörde. Bir ses işitiyoruz: “1954-1955 Ders Yılı Sınıf Geçme durumlarını okuyorum.” Bu ses, herkeste dehşetli bir heyecan uyandırıyor. Durumlar bildirilmeye başlıyor:

“… geçti. … bütünlemeye kaldı. … sınıfta kaldı.”

      Her tümce, kimisinin yüreğine su serpiyor, kimisi için de acı bir haber oluyor. Ölüm-kalım savaşı gibi, yaşam. Her yeni dakika insana umulmadık, beklenmedik bir üzüntü, kaygı, ıstırap yaşatıyor; kimi de sevinç, mutluluk.

      Sahanın öbür ucundaki kavağın gölgesinde Melahat Hanım, Cahide Hanım ve Nevin Hanım oturuyor. Ben de kulağım hoparlörde, alanda bisikletle dolaşıyorum. Servet’in adını duyar duymaz, bisikleti durduruyor, kulak kesilip söylenecek sonucu bekliyorum. “Geçti” sözcüğünü duyunca geniş bir soluk alıyor ve sevinçle yeniden sürmeye başlıyorum bisikleti.

      Birçok arkadaş, bir haftadır evlerinde. Ben ise hâlâ buradayım. Servet’i ve arkadaşlarını da dört gün önce gönderdim. Servet, hasta yatağından yeni kalkmıştı. Şoförün yanına zar zor bindirebildim, hastalıktan yeni kalkmış çocuğu.

      Nicedir açamadım şu defterimi. 23 Nisan Çocuk Bayramı, Anneler Günü, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı ile ilgili bir şeyler de yazamadım.

      19 Mayıs günü okulumuz, yine inletti Kars’ın caddelerini. Halk yine balkonlarda, pencerelerde, sokaklarda ve bayram yerinde coşkuyla alkışladı bizi.

      Bayram günü akşamında da Akşam Kız Sanat Enstitüsünün salonunda konser verdik. Bütün bir yıl öğrendiğimiz ezgileri, Müzik öğretmenimiz Osman Erdoğan’ın yönetiminde Kars halkına sunduk ve coşkulu alkışlar aldık.

      Öğretmenlerimizden Nihat Dinçer, Nejat Leblebicioğlu ve Adil Şenbaklavacı, okulumuzdan ayrılıyorlar. Ayrılığın hüznünü yaşıyoruz.

      Bir ara Ekrem’le Kars’a gittik. Önce Tükel Kitabevi’ne uğradık. Oradan Buhara’da Bir Bahai Güzeli adlı kitabı, Türk Yurdu ve Türk Düşüncesi adlı dergileri aldım. Bu dergilerde yazınsal coşkumu kamçılayan yeni kalemlerin güncel yazılarını gördüm. Okula döner dönmez okuyacağım onları. Ondan sonra gittiğimiz Genel Kitaplıkta biraz kitap, ansiklopedi karıştırdık. Liseli kızların, kitaplığın okuma salonunda ders çalıştıklarını gördük. 

1.6.1955

      Benim de aralarında olduğum üç öğrenciyi; Midayet ve Ekrem’le beni Rıza Bey, birkaç bayan öğretmenle birlikte sahanın kenarında otururken yanına çağırıyor. Bize Lise bitirme sınavlarını vererek üniversitede okumamızı öneriyor. Bunun için kendimize çalışabileceğimiz bir yer bulmamızı söylüyor. Bir önceki sınıfın önde gelen öğrencileri için de Rıza Bey’in bu tür bir girişimde bulunduğunu duymuştuk.

      Rıza Bey, ikinci bir kez yine çağırdığında, üçümüz de çocuklar gibi heyecanlanıyoruz. Konuşmak için herkes birbirini öne itmeyi düşünürken Ekrem öne geçiyor. Biz de arkasından gidiyoruz. Yanına vardığımızda öğretmenimiz, “Bir yer buldunuz mu kendinize.” diye soruyor. Ekrem, uygun saatlerde Kitap Satış Yerinde ve Yayın Kolu odasında çalışmayı düşündüğümüzü söylüyor.

      Orada yalnızca dinleyici olduğum halde çok heyecanlanıyorum. Bu sıkılganlığımı bir türlü atamamanın rahatsızlığı var içimde.

      Rıza Bey, ne yapacağımızı, nelere, nasıl çalışmamız gerektiğini açıklamaya başlıyor. Lise son sınıf dersleri konusunda uzun uzun bilgi verdikten sonra işe Felsefeden başlamamızı öneriyor. Ertesi gün, Rıza Bey’in verdiği H. A. Yücel’in Felsefe Dersleri adlı kitabıyla felsefe dünyasına giriyoruz. Bakalım, oradan nasıl çıkacağız.

      Evet, bugün, çalışkanlığımız ve başarımız nedeniyle bir atılım yapmaya özendirildik. İçimde bu kümede yer almanın sevinci var. 

2.6.1955

         Bugün, okula gelen Ekrem’in babası İbrahim Amcaya köyde ne var ne yok, diye sorunca İbrahim amca, ”Ahmet Ağa, Mehmet Usta ve Efendigilin Ömer Efendi öldü.” der demez, içime bir ateş düşüyor. Ömer Dayı zaten yıllardır bel ağrısı yaşıyordu. Şimdi de ölümü ile evi barkı perişan oldu. Üç küçük çocuğu babasız, evin tüm işi gücü Hanaslı Yenge ile Vesiye Nenenin omuzlarında kaldı!..” diye derin bir üzüntü yaşıyorum. Ömer Dayı, üstelik, çok sevdiğim bir kişi.

Dördüncü ve Beşinci Sınıfta Aldığım Notlardan Günce defterime Kaydettiklerim

(Eksik de olsa başarımın derecesi konusunda bir fikir veriyor.)

      Dersler                          Dördüncü Sınıf                                          Beşinci Sınıf 

 1.Dönem     2. Dönem     3. Dönem        1.Dönem    2.Dönem    3.Dönem
Türkçe                7  7  7           8  6  10            9      9
Edebiyat Bil.                                                                             8       8          6  7  6         8
Kompozisyon    3  6  5           4   6  5             6  8   7             8       8           7  6  7
Tarih                  6  7  10         8  9   10          10     9              8        8          6  7  6        –   –
Coğrafya           5  7   6           8  8    8                                   7        7          7  7  7            7
Matematik        7  7  7         9         7             8  7   7                       5          5  7  6      4  6
Müzik                                     6    6   5             6  7  7              7   4   6         7  6  7
Beden Eğitimi      6   6                6  7                 7   7              8    9  9         5  6  6
Resim                7  8  7          7   6  7              7  8  7               7    8  4
Yazı                    7  8  7          6   7   7             7  7  7                         7
Tarım                  7  7  7          7        7             7      8                          5                6
Fizik                    8  7  8          10  8  6             7  7  7               7   3   5                4       4  6
Kimya                         9           8       9             9  9  9
İş                         7  2  5           7  7  7           9 10 10                        8                           8  8
Milli Savunma  8  8  8              8  8              8      8                 2  6  4
Psikolojiye G.       9  7                8  8              8      8
Din Dersi                                                         9      9                 8      8          10    10      10
Eğ. Psikolojisi                                                                           4  8  6            8  8  8         8
Eğ. Sosyolojisi                                                                          7      7           8  6  7     7   6
Biyoloji             8  8  8            6     6

Altıncı Sınıflar Okulu Bitirme Törenini Boykot Ediyorlar

      Bitirme sınavları süren son sınıflar dışında, az sayıda öğrenci bulunuyor okulda. Tatile gidemeyenler, ilköğretmen Okulu döneminde de okulda kalabiliyorlar.

      Sınavlarının bitiminde, geçen kalan duyurulmadan önce okulu bitirme töreni yapılıyor. Son sınıflar, öğretmen ve yöneticileriyle birlikte öğle yemeği yiyecek, sonra da yemekhanedeki sahnede veda konuşmaları yapılacak.

      Yemek konusunda, ara sınıf öğrencileri için çok yakışıksız bir uygulamaya tanık oluyoruz. Bize öğle yemeği, yemekhanenin güneyinde, mutfağın arkasında bir yerde hazırlanıyor. Bu onur kırıcı kararı, kimin, hangi akla hizmet ederek aldığını öğrenemiyoruz.

      Ancak, yemek saati yaklaşınca, bunları unutturan bir olay yaşanıyor. Yemekli tören saatine dakikalar kala, son sınıfların, okuldan ayrılıp koruluğa doğru yürüdüğü, töreni boykot ettikleri duyuluyor. Boykota Meslek Dersleri Öğretmeni Rıza Kardaş’ın dersinden çok sayıda öğrencinin kaldığı duyumu neden oluyor.

      Rıza Kardaş, dersine girdiği son sınıflarda çok az öğrenciyi yeterli görüyor. Yıl içinde de büyük çoğunluk, kırık not alıyor, Rıza Kardaş’ın derslerinden. Öğretmenin, öğrencileri aşağılayıcı sözler söylediği söylentisi, bizim kulağımıza dek ulaşıyor. Örneğin yazılı sınav kâğıdına öğrencilerin soruları ve yanıtlarını hangi düzen içinde yazmaları gerektiğini açıklarken bir öğrenci, “Tarihi nereye yazacağız öğretmenim?” diye sorunca Rıza Kardaş, “Tavana yaz, tavana!” diye azarlıyor, son sınıf öğrencisini.

     Boykot, özellikle yöneticilerin elinin ayağının tutuşmasına yol açıyor. Çünkü Cılavuz Eğitmen Kursunun ve Cılavuz Köy Enstitüsü’nün kurucu müdürü, o günlerde ise DP milletvekili olan Halit Ağanoğlu da Cılavuz’dadır. Birkaç öğretmen ve yönetici, telaş içinde öğrencilerin yanına gidiyor ve zar zor ikna ederek onların okula dönmelerini sağlıyor.

      Yemekhanede toplanan öğrencilere önce, bu başkaldırı nedeniyle aşırı derecede öfkelenen Halit Ağanoğlu sesleniyor. Ağanoğlu, Atatürk’ün, sonra Mustafa Necati’nin, köy enstitülerinde de Hasan Ali Yücel’in ve özellikle İsmail Hakkı Tonguç’un hep yücelttiği, koruyup kolladığı yarının öğretmenlerine Rize ağzıyla seslenişinin tüylerimi diken diken eden ilk tümcesi, belleğimden hiçbir zaman silinmiyor: “Siz nesünüz? Hayvan sürüsü müsünüz?”

      Öğrenciler, bu kurumun kurucusunun bu ağır sözlerini çaresiz, başları önlerinde dinliyorlar. Ben de donup kalıyorum, bu kurumun kurucusundan duyduğum bu söz karşısında. Konuşmanın devamında neler söylediği ve sonrasında nelerin yapılıp edildiği konusunda tek bir iz yok belleğimde. Belli ki Ağanoğlu’nun o sözlerine takılıp kalmışım.

      Son sınıflar, bu acı anıyı geride bırakarak ayrılıyorlar okullarından.

Bu Sınıfta Okuduğum Kitaplar

      Boğaziçi Mehtapları (A. Ş. Hisar), Fahim Bey ve Biz (A. Ş. Hisar), Çalıkuşu, (R. N. Güntekin) Yeşil Gece (R. N. Güntekin), Mai ve Siyah (H. Z. Uşaklıgil), Tevfik Fikret ve Şiiri (M. Kaplan), Paydos (C. F. Başkurt), Hıçkırık (K. Nadir), Yaban (Y. K. Karaosmanoğlu), Ankara (Y. K. Karaosmanoğlu). ), Genç Verther’in Acıları (Johann Wolfgang Goethe),  Bozkırda Günler (T. Apaydın), Ezop Masalları, Bir Başka Adam (F. Oursler)

İlk Kez Para Kazanıyorum

      Okulda aylak aylak dolaşırken, son sınıftan sevdiğim ağabeylerden soyadı Yazar olan ve adını unuttuğum, iki üç kişi ile birlikte, Telli Pınar taraflarındaki bir su kanalının yapımında çalıştıklarını; istersem benim de onlarla birlikte çalışabileceğimi söylüyor. Onlara katılarak ben de üç beş kuruş kazanmak üzere çalışmaya başlıyorum. Helva ile ekmekten, bazen de peynir ekmekten oluşan öğle yemeklerimizi orada bir ağaç gölgesinde yedikten sonra mesaimizi sürdürüyoruz.

28.6.1955

      Ben de izne gitmeye hazırlanıyorum. Ancak içimde iki duygu çarpışıyor. Hem gitmek, köy özlemimi gidermek istiyorum hem de okuldan ayrılmanın üzüntüsünü yaşıyorum. Çünkü bu yıl okula daha çok ısındım. Derslerin yanında kitaplığından istediğim kitabı alıp okuyabildiğim, bütün günlük gazetelere göz atabildiğim, ülkemde ve dünyada olup bitenlerden haber alabildiğim, köşe yazarlarının yazılarını okuyabildiğim aydınlık bir yuva burası.

Dayım Kurgusunu Adım Adım Gerçekleştiriyor

      Dayım, adım adım amacına yaklaşmayı koymuş kafasına. Yıllardır özenle ve tüm ayrıntılarıyla kurguladığı anlaşılan oyununu başarıyla sahneye koymak için kimi enginlerde dolaşarak kimi de tehdit ederek sürdürüyor çabasını. Bugün, enginlerde dayım. Yazın iş olmayan günlerinden birinin sabahında, yataktan henüz kalkmadığım; ama uyandığım bir saatte yanıma gelerek bin dereden su getirmeye başlıyor:

      “Bak oğul, diyor, kızı isteyenler var. Eğer bu işi bir an önce bitirmezsek yarın öbür gün kızı kaçırmaya girişen olursa, Allah muhafaza, namusumuz on paralık olur. Kızın annesi Asiye Yenge, bizim akrabamız üstelik. Ben kızı isteyince Asiye Yenge de Rızman Amca da ağzını açmadı. Ne başlık ne de bir şey istediler. ’Sen nasıl istiyorsan, nasıl uygun görüyorsan öyle olsun İsmail Çavuş. Oğlan öğrenci üstelik. Onun için seni hiçbir masrafa sokmayız. Kızı da ne zaman istersen, o zaman götürebilirsin’ dediler, Allah razı olsun onlardan. Onun için bu yaz bu işi bitirelim, gelinimizi getirelim ve rahat edelim oğul!” diyor.

      Dayımın çok yıllar öncesinden istencime vurduğu pranga yüzünden, evlenmeyi hiç istemememe karşın yine ses çıkaramıyorum. Kısa bir süre sonra dayım, Niyazi Dayıyı sağdıç yaptığı düğünsüz derneksiz, davulsuz zurnasız, düğün alayı olmaksızın (makarsız), masrafsız, sessiz sedasız, Hamitgilin mahallede gelini ata bindirerek Cami Mahallesindeki evine getiriyor. Şimdilik imam nikâhı ile işini sağlam kazığa bağlama konusunda çok önemli bir adımını daha atıyor. Böylece benim evlenmemle, eğitim enstitüsü düşüm de başka birçok düşüm de suya düşüyor. O gün günceme yazdıklarım şunlar:

6.7.1955

      Az önce dayımların evinden sessizce ayrıldı, az bir kalabalık. Bir düğün alayıydı bu. Ne davul zurna vardı ne de bir sevinç izi. Köyde birçok arkadaşım, hısım akrabalarımız var, uzak, yakın. Onlar çağrılmış olsaydı, davul zurna eşliğinde gülerek, oynayarak çıksalardı yola, ben de içim kan ağlasa bile benim de eşim dostum, sevenlerim var, diye gurur duysaydım, bu sözde özel günümde! Dayım, bunu da âdet yerini bulsun, diye yapıyor belli ki birçok işi gibi. Bu tutumunun, benim ve gelin olan kızın üzerindeki etkisi, umurunda değil. Çünkü o, amacına öyle yoğunlaşmış ki başka her şeye kapatmış duyularını.

      Benim yapabileceğim tek şey ise, acılarımı bu deftere yazmak, ne işe yarayacaksa… Annem, babam, yerim yurdum, evim barkım, dert dinleyenim, yalnızca bu defterim! Annem babam olsaydı, acaba onlar da böyle bir şey yapar mıydı?..

      Oysa bu yaşta evlenmek, yuva kurmak, ne kadar uzaktı, bana! Dayım, bir kez daha koparıyor tuttuğunu. Amacı doğrultusunda önemli bir adımı daha atıyor.

      Ne yoğun bir acı veriyor insana umarsızlık, istencini (iradesini) kullanamamak, kendi istediklerini dayatana karşı koyamamak, susmak, boyun eğmek zorunda kalmak!.. Bu duygular içinde kapatıyorum dert ortağımı.

      20.7.1955

      On dört gün önceki gibi yine içimdeki acıyla birlikteyim. Yine umarsızlık içinde, can evimden vurulmuş gibiyim. 

      Dünyanın en mutsuz insanlarından birisi olarak görüyorum kendimi. Mutlu olmak, gönlümce bir yaşam sürdürmek, neden bu kadar uzağımda benim? İç erinci olmadan yaşamanın bir anlamı var mı? Şu dünyayı niçin zehir ettin bana Dayı? Bu soruları bile soramamak ne kadar acı, ne kadar yıkıcı!.. “Olayları kendi istediğin gibi değil de olduğu gibi yaşamayı iste ki mutlu olasın.“ diyen Epiktetos’un felsefesine mi sığınsam?..

      Dünya, kimine mutluluk, kimine de karabasanlar yaşatan bir rüya mı?.. Şu anda geleceğe yönelik doğru düzgün bir şey düşünebildiğimi söyleyemem.

23.7.1955

      Cami Kapısını biraz geçince Ömer Dayının mezarı başında gözyaşı döken, ablası Hatice Halayı izliyoruz, onunla birlikte oraya gelenler. Ömer Dayı, benim akrabalarım arasında en çok sevdiğim kişilerden biri. Vesiye Nene, Hanaslı Yenge, Sultan Hala, Niyazi Dayı gibi onu da çok seviyorum. Çünkü onlar, beni sevdiklerini duyumsatıyorlar bana.

      Ölüm! Neden bu denli acılı duygular yaşatıyorsun insana? Hatice Hala, bugün buradan kardeşi için gözyaşı dökerek ayrılıyor. Yanında birkaç kadın var, ona, oğluna ve kızına eşlik eden, bir de ben. Hatice Hala, kardeşiyle vedalaştıktan, bizlere tek tek sarıldıktan sonra yola koyulduğunda, biz de yürüyoruz yine onunla birlikte. Halam bize ağlamaklı sesiyle “Artık dönün!” diyor; ama biz, sanki onu duymuyor, hâlâ yürüyoruz, sessiz.

      Oğlu Yılmaz’la kısa süre içinde kaynaştık. Büyük ve deneyimli adamlar gibi yaşamsal ve insani şeylerden söz ediyor Yılmaz. Gıpta ile dinledim onu günlerce. Gerek okuma tutkumuz gerekse yaşama bakışımız, birbirine oldukça benzerlik gösteriyor. Konuşmalarımız arasında sözü Genç Verther’in Acıları’na getirmişti bir gün Yılmaz. Verther’in özellikle son zamanlarındaki ıstıraplı yaşamını anmıştık birlikte. Ayrılığımızın onu da üzdüğünü görüyorum, benim gibi; ama bunun yaşamın bir gereği olduğunu benimsediğini söylüyor Yılmaz. Yaşamın bu olduğunu, böyle şeylerin doğal olduğunu belirtiyor. Arkadaşlığımızın sonsuza dek süreceğini vurguluyor, ayrılırken.

      Hatice Hala, Berambarlar’a yaklaştığımızda durdu ve “Buradan dönün artık!” dedi. Tek tek bir kez daha sarıldık Hatice Halaya, Yılmaz’a, sevimli küçük Leyla’ya ve onlara iyi yolculuklar diledik.

Yaz İşleri 

      Yaz tatilinde mısırların sulanmasından, tarla çayır biçimine, tarla çayırın kaldırılmasına, ot getirmeye, harman dövmeye ve tığ savurmaya dek her işe koşuyorum, ev halkıyla birlikte. Bu işlerin en kolayı ve sevdiğim, mısır sulamak, çayır sulamak ve çayır kaldırmak. Demkrol’daki çayırımı sulamayı, bir yandan da tümseğindeki köknarların gölgesinde kitap okumayı çok seviyorum.

      Dayımın çayırları, Aşağı Yaylanın altında. Oradan ot getirmek için gecenin yarısında yola çıkıyoruz. Kızağın sakarlarının arka uzantısına dizlerimizi vurduğumuzda, o acıyla, bastıran uykumuz, anında dağılıyor, uyku yeniden bastırıncaya dek.

      Sabah ortalığın ağarmasına kısa bir süre kala çayırdaki ot yığınının yanına ulaşıyoruz. İç kısmı sıcak olan ot yığınının içine girerek bir süre kestiriyoruz. Güneş doğup çevrenin çisesini kuruttuktan sonra biraz uyku, biraz da yorgunluk gidermiş olarak işe girişiyoruz. Kızaklar yüklenip ot, iple sıkı sıkı bağlanıyor. Bu arada öküzler de hem dinlenmiş hem de karınlarını doyurmuş oluyor.

      Öküzleri kızaklara koşarak yola düşüyoruz. Dönüş yolunun çoğu hem iniş olduğu hem de gündüz kat edildiği için dönüşümüz daha kolay oluyor. Köye varıp mereğin önünde öküzleri kızaklardan açıyor, onları dinlenmeye, karınlarını doyurmaya bırakıyoruz. Biz de aynı gereksinimlerimizi giderir gidermez, öküzleri bu kez gemiye (dövene) koşarak harman dövmeye başlıyoruz. Geminin üzerinde, sıcağın gözünde dön babam dön!.. Benim en sevmediğim işlerden birisi, sıcağın gözünde, saman tozuna bulanarak dönüp durulan bu iş. Harmanı çevirmek, tığı savurmak da öyle.

      Yazın bana zor gelen işlerden birisi de öğle sıcağında Cami Kapısından yola çıkıp Kirkiti geçerek Köprübaşı’nın yokuşunu tırmandıktan sonra Sasop’aya gitmek.

Son Sınıf Günlerim

      Altıncı sınıf anılarımı da o günlerdeki duygu ve düşüncelerimi, yapıp ettiklerimi sıcağı sıcağına yazdığım güncelerimden izlemek, daha anlamlı olacak.

27.9.1955

     Yaz tatili bitti ve okula döndüm. Ayrılığın acısı ile sevdiğim okuluma kavuşmanın sevincini birlikte yaşıyorum. Okulda olmak, her şeye karşın büyük sevinç kaynağı, benim için.

30.9.1955

      Akşam yemeğinden sonra sınıfa geldim. Komşu masalardan, çeşitli tondaki sesler geliyor kulağıma. Onlardan birisi, Namık Kemal’in “Ne utanmaz Köpekleriz” şiirini okuyor. Hepimiz, dikkat kesilip dinliyoruz. Bir arkadaş, “Namık Kemal olmak isterdim.” diyor.

      NE UTANMAZ KÖPEKLERİZ

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da yardım bekleriz
Ne utanmaz köpekleriz.

Biz bakmadan sağa sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.

Dalkavuklukla irtikap
İşte etti bizi harap
Sen söyle ey Şevket meab
Ne utanmaz köpekleriz.

İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehiriz ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz

Gitme vatan kavgasına
Yetiş rütbe yağmasına
Daldık dünya sefasına
Ne utanmaz köpekleriz

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Topumuzun bok canına
Ne utanmaz köpekleriz
Kimi görsek etekleriz

                                  Namık KEMAL

      Üç masa ötede bir arkadaş, köyden kentten yeni gelmiş olan birkaç çocuğu okula ısındırmak için dil döküyor. Bir başkası, köşede ciğerlerine çektiği sigara dumanını hafif hafif yukarıya doğru üfleyerek dumanın aldığı biçimi izliyor. Palavrası ile ünlü arkadaşımız ise ipe sapa gelmez şeyler söylüyor, arkasından kendisinin söylediklerine kendisi gülüyor.

Ve       Kendimi yokluyorum: Ne gülmek, ne bir şey söylemek geliyor içimden. Kitap okumak bile istemiyorum. Bir acı çöreklenmiş içime. Derin bir ruhsal acı, bu.

11.10.1955

     İdare binasının önünde toplanarak uygulama dersimizin öğleye kadarki dört saatini Susuz İlkokulunda geçireceğiz. Öğretmen olmanın verdiği duyguyu yaşamaya başlıyoruz. Yakın gelecekte yaşayacaklarımızı ve yaşatacaklarımızı görecek, öğretmenlikle yakından tanışacağız

     Okula yaklaşıyoruz. Okul, sönmüş bir arı kovanı görünümünde. Az sayıda öğrenci var, okulun bahçesinde. Okulun badanası henüz bitirilmemiş. Belli ki bu nedenle çağrılmamış, tüm öğrenciler. İstekli olanlar gelmiş yalnızca. Okulun başöğretmeni, bunun nedenini köylünün ilgisizliğine, bir de kendisinin bu köye yeni gelmiş olmasına bağlıyor. Bütün suç, kendisinden öncekilerde ve köylüde.

12.10.1955

      Kitap Satış Yerinde oyalandığım için sabah çayına biraz geç gitmiştim. Sınıfa geldiğimde, Ahmet ve Turgut’la öbür öğrenciler arasında bir tartışma ile karşılaştım. Bir gün önce Rıza Beyin verdiği ve arkadaşlarımıza uygulamamızı istediği testi yanıtlamaya başlayan arkadaşlar, bu testten işkillenmiş ve bunun vebalini testlerin uygulanmasıyla görevlendirilen Ahmet Biber’e, Turgut Başkan’a ve bana yüklemişler.

      Suçlayanların içinden biri “Hele bir dersten zayıf alayım da o zaman görün siz gününüzü!” diye tehdit savurdu. Sınıfın tama yakını bize, yan yan bakıyordu. “Siz kim oluyorsunuz da bizim zekâmızı ölçüyorsunuz?” gibi bir ses yükselten, “Benim hayatımla, benim mesleğimle oynayan…” diye homurdanan oldu.

      Fena halde rahatsızlık duydum, bu durumdan ve Turgut’un açıklamalarından sonra söze girerek, bu bir suç ise bu konudaki suçumu kabul ettiğimi ve ben bu testi uygulatmaktan vazgeçtiğimi bildirdim. Daha sonra da iki arkadaşla birlikte durumu Rıza Bey’e ileterek bu uygulamayı sonlandırdık.

17.10.1955

      Yorgunum. Amerikan Bord Neşriyat Dairesi’nden ve Şahap Okuturlar’dan gelen kitapları postaneden alıp getirdim, paketleri açtım, sayarak raflara yerleştirdim. Yemek sonrası zamanımın tümü Kitap Satış Yerinde geçti. O arada uğrayan arkadaşlardan, “Bana şu kitabı, bana bu kitabı ayır!” diyen diyene… Bunun zorluğunun düşünülememesi, beni üzüyor ister istemez. Ayıramayınca küsenler, darılanlar oluyor. Bunlar yetmezmiş gibi iki gündür bir de nezle geçiriyorum.

      Bu yıl en çok mesleğimizle ilgili kitapları edinmeye çalışıyor herkes. O nedenle yeni kitaplar geldiğinde, özellikle kitap ilgisi güçlü olan arkadaşlar, soluğu burada alıyorlar.

      Ders çalışamayacağım bu akşam. Öğrenmeye hazır değilim. Bir şeyler okumayı düşünüyorsam da onu da yapamayacağım.

18.10.1955

      Öğleye kadarki uygulama dersimizde öğretmenimiz Mahmut Sümer, köylü üzerinde olumlu etki yaratma konusunda açıklama yaptı ve bizim; bu konudaki düşüncelerimizi sordu. Köylüye modern çiftçiliği aşılamaktan, “az çalışma ile çok iş ortaya koyabilme” ilkesine göre onları eğitmekten söz etti.

      Sümer öğretmenimizin buraya İvriz Köy Enstitüsünden geldiğini onlarca yıl sonra öğrenecek ve enstitüdeki eğitim anlayışına yakın bir anlayışı bize telkin etmeye çalıştığı yargısına varacağım.

      Öğleden sonra Rıza Kardaş, coşkumuzu doruklara tırmandıran iki ders yaptı bizimle. Konumuz, “Yığın Eğitimi ve Gençliğin Boş Zamanlarının Değerlendirilmesi.” idi. Öğretmenimiz, bu bağlamda A.B. Devletlerinde yapılan kimi etkinlikleri, “Amerika’da Yeni Terbiye Cereyanları” adlı kitaptan okudu ve bizi adeta büyüledi.

      Son dersten çıkıp Kitap Satış Yerine gittiğimde, Rıza Bey de oraya geldi. Kitap siparişi ile ilgili Milli Eğitime yazacağım mektubu yazıp yazmadığımı sordu. Yazmadığımı söyleyince Öğretmenler Odasına giderek mektubun müsveddesini hazırladık. Çıkarken “Size verdiğim ödev yapılmadı. Unuttunuz galiba.” dedi. “Hangi ödev?” diye sormayı düşünürken, öğretmenimizin verdiği ödevi anımsayarak unutmadığımızı söyledim. Onun mutlaka yapılması gerektiğini söyledi. Ancak bizde o konuda güçlü bir heves oluşmadı, sanırım.

      Milli Eğitime göndereceğim mektubu daktilo ettirmeye giderken Hafız Meydan bir mektup tutuşturdu elime. Dayımdan geliyordu. Aceleyle okudum. Mektupta beni teselli edecek satırlar aradım; ama yoktu.

21.10.1955

      Sınıfta birkaç kişiyiz. Arkadaşlar, 23 Ekim’de yapılacak seçim için köylerdeler. Yatakhane zili de çaldı. Biraz önce kooperatifte satışa sunduğumuz kitapları birinci sınıflara tanıtmak, onları kooperatife üye olmaya çağırmak için sınıflarda konuşma yaptım. Konuşmalarımı beğenmedim. Daha etkili konuşmayı öğrenmeliyim.

22.10.1955

      Bu akşam, Türk-İtalyan Kültür Mübadelesi kapsamında, okulumuz adına ilköğretmen okulu öğrencileriyle birlikte İtalya’ya gitmek üzere seçilen ve o ülkeyi gezen arkadaşımız Midayet Altun, bütün okul mensuplarına gezi izlenimlerini anlattı. Açış konuşmasını yapan Eğitim Şefi Mahmut Sümer, insanın insan olabilmesi için yalnızca kitap bilgilerinin yetmeyeceğini; onun yanında insanın bir de gezip görmesi gerektiğini belirttikten sonra sözü Midayet’e bıraktı. Midayet, bizi İtalya’ya, oranın kentlerine, müzelerine götürdü; müzelerde gördüklerini, ilgisini çeken kentler konusundaki düşüncelerini dile getirdi.

29 10.1955 

      Bugün Cumhuriyetin 32. yıldönümünü kutladık. Saat 9 00’da idare binasının önünde toplandıktan sonra bayramı kutlamak üzere trampet eşliğinde Susuz köyüne gittik. Köye Harbiye Marşıyla girdik. Arkasından Öğretmen Okulu Marşını ve Eskişehir Marşını söyledik. Marşlar söyleyerek yürüyüşümüz, köyde ayrı bir hava yarattı.

      Köyün ilkokulu ve halkı ile birlikte ve davul zurna eşliğinde Bayramı kutladık. Alanda ilkokul, biz ve izleyenler yerlerimizi aldıktan sonra günün önemimi belirten konuşmalar yapıldı, Cumhuriyetle ilgili şiirler okundu.

      Tören sonrasında, köyün ortasından aşağıya doğru uzanan yola girdik ve uygun adımlarla, marşlar söyleyerek köyün alt başına vardık. Trampet ve marşlarla yaptığımız bu yürüyüş, köyde Cumhuriyet aydınlığının rüzgârını estirdi.

      Köylülerin yüzünden, memnun oldukları, gösterilerimizi beğenerek izledikleri okunuyordu. Aynı coşkuyla, trampet eşliğinde ve maşlar söyleyerek döndük okula.

9.11.1955

     Yaşamakta olduğum duygusal sorunu gidermek için adeta kendimle savaşıyorum. Toplum karşısında sıkılganlığımı, aşırı heyecanlanmamı yenmek için büyük çaba gösteriyorum. Bu amaçla Atatürk’ün anılacağı yarınki törende konuşma görevi aldım.

10.11.1955

           XVII. ölüm yıl dönümü dolayısıyla Atatürk’ü andık. Saat 9’u 5 geçe bir dakikalık saygı duruşundan sonra Ata’nın çeşitli yönleri üzerinde konuşuldu.  Ben de hazırladığım konuşmamı sundum. Sunuşum beğenildi. Ben de beğendim sunuşumu. Atatürk’le, onun ölümüyle ilgili çok anlamlışiirler okundu.

      Törenden sonraki derslerde öğretmenlerimiz, yine Atatürk’ün Kurtuluş ve Kuruluş başarıları ile ilgili konuşma yaptılar.

11.11.1955

      Çok kötü geçti bu günüm. Baba yadigârı cep saatimi çaldırdım dün gece. Benim için eşsiz bir değer taşıyan bir yadigârı koruyamadım. Çok üzgünüm!

      Babamdan bana kalan tek anıyı, gümüş köstekli cep saatini bu yıl okula gelirken yanıma almıştım. Neyse ki kösteğini yanıma almadığım için o, kaybolmadı. Bu olayı kimseciklere duyurmak istemedim; üzüntümü içimde yaşıyorum. Çünkü minareyi çalanın kılıfını da hazırladığını düşündüm. Onu çalanın, yakalanmamak için bütün önlemleri aldığı düşüncesiyle olayı idareye duyurmadım. Bu olayın sonuç vermeyecek olan şamatasını yaşamak istemedim.

      Olayı idareye bildirdiğimde o gece nöbetçi olan günahlı, günahsız bütün arkadaşlar sorgulanacak. Onlardan ya da nöbetçilerden biri almışsa saati ya da nöbetçilerden biri, birkaçı uyumuş, o sırada bir başkası almışsa, görevlilerin tümü töhmet altında kalacak ve bunlar, bana karşı olumsuz bir tutum takınacaklar. Saatimin bulunmaması durumunda o kadar arkadaş ile aramda kırgınlık, öfke yaratmak istemedim.

      Enstitü dönemindeki kucaklayıcı ve ödünsüz disiplin, sorumluluk, daha sonra tavsayınca eli eğriler, meydanı boş bulmakta ve özyapılarının gerektirdiği kötülükleri kolaylıkla yapabilmekteler.

13.11.1955

      Bugün, 1954-1955 Öğrenci Yönetim Kurulunun ikinci ve son toplantısını izledik. Heyecanlı ve neşeli dakikalar yaşadık. Karşılıklı eleştiriler, yanıtlar, heyecanın dozunu artıran etkenler oldu. Bunlar, hem demokrasi deneyimi oluyor bizim için hem de eleştirinin nasıl yapılması ve ona verilecek yanıtların nasıl olması gerektiği konusunda eğitiliyoruz.

      Akşam saatlerinde “Yetimenin Aşkı” adlı filmi izledik.

15.11.1955

      Güncelerimi yazdığım ilk defterin son sayfasındayım. Bu deftere yaşadıklarımla ve yaşananlarla ilgili anlık duygu ve düşüncelerimi yazmaya çalıştım.

      Şu son sayfa bana neleri düşündürüyor? Yazdıklarım, yıllar sonra yok mu olacak acaba? Bir köşede nem alıp okunmaz duruma mı gelecek? Yoksa sapa sağlam, bilinçli bir meraklının eline geçerek ilgiyle mi okunacak? Sonuncu olasılığın gerçekleşmesi durumunda o okuyucu, okuduğu bu acı-tatlı yaşantılar arasında bir döneme ışık tutan bir şeyler bulabilecek mi? Yoksa bu yazdıklarımı üstünde durmaya değer görmeyecek mi? Bunlardan hangisi, güncelerimin yazgısını oluşturacak, kestirmem olası değil elbette.

      Kim kestirebilir, kim bilebilir gelecekte olacakları, bugünden! Belki de birileri, o inanılmaz yaşantılarımın altından nasıl kalkabildiğimin, taşıdığım bu yükün onca ağırlığına karşın nasıl ayakta durabildiğimin nedenleri üzerinde kafa yoracak.

      Yaşadıklarım, başkaları için önemli, değerli görülmese de bunlar, benim için çok değerli ve anlamlıdır. Çünkü bunlar benim kişisel tarihimin yapı taşlarıdır. Ben, yazdıklarımdan, gene de birilerinin işe yarayıcı, düşündürücü sonuçlar çıkarabileceğini ummak istiyorum.

      Mihrali, Ekrem ve ben, gazinoda birer çay içtikten sonra Kooperatifin Kitap Satış Yerine geldik. Orada Karal’ın ve Efrail’in de katılımıyla birkaç kaymaklı bisküvi yerken okulumuzdan, yeni açılan Ernis İlköğretmen Okuluna gidecek gönüllülerin belirlendiğini duyduk. Kendi istekleriyle gitseler de bisküviler zorlukla geçti, boğazımızdan.

      Sonra VI-C’de öğretmenlerimizden Mehmet Ada ve Rıdvan Süer’in de katıldığı toplantıya katıldık.

      Bu ilk günce defterim, bu tümce ile bitmiş. Bu toplantının hangi amaçla gerçekleştiğine ilişkin bir açıklamanın yazılacağı bir satır bile kalmamış defterimde.

Son Sınıflara Lacivert Ceket Pantolon, Patiskadan Gömlek Diktiriliyor

      Son sınıfta kendimize öğretmenlik kimliğini iyiden iyiye yakıştırıyor ve bu kimliği içselleştirme isteğimizi güçlendirmeye çalışıyoruz. Ders konularımız, öğretmen ve yöneticilerimiz de bize her fırsatta bu doğrultuda telkinlerde bulunuyorlar. Bu sınıfta bizim için lacivert kumaştan kruvaze ceket ve pantolon, patiskadan gömlek diktiriliyor. Uygulama İlkokulumuzda ve Susuz köyü ilkokulunda derslere girerken lacivert giysimizin içine, ütü odasında ellerimizle yakasını ve kol ağızlarını kolaladığımız beyaz gömleklerimize kravat takmayı da unutmuyoruz.

Öğretmenlik Deneyimiz Hız Kazanıyor

      Haftada altı saatlik (tam gün) uygulama dersi görüyoruz. Bu derste öğretim yılı başında daha çok İlkokul Programı’ndan derslerin özel öğretim bilgilerini öğreniyor, sonra da bunların uygulanış biçimini gözlemliyoruz. Eğitim Psikolojisi ve Uygulama dersi öğretmenimiz ve eğitim şefimiz Mahmut Sümer, bizimle sıcak ve güven verici bir ilişki kuruyor. Ne ki ders konularını kafamızda somutlaştırabileceğimiz biçimde, ayrıntılamanın yeterince gerçekleştirildiğini söyleyemiyorum.

      Bu iki dersimizle ilgili konuların yalnızca üstünden geçiliyor. Eğitim Psikolojisi kitabında anlatılan konulardan birini bile öğretmenimizin açıklamalarıyla anladığımı anımsamıyorum. Daha önce bize dağıtılan Ö. H. Mart’ın Eğitim Psikolojisi gerek dilinin eskiliği gerekse anlatımının karmaşıklığı nedeniyle çetin ceviz iken Vedide Baha Pars, Mithat Enç, Turan Oğuzkan ve Hüsnü Cırıtlı gibi yurt dışında eğitim görmüş, ülkemizin önde gelen eğitimcilerine hazırlatılan Eğitim Psikolojisi, çok daha iyi anlaşılıyor. O kitap sayesinde son sınavlara hazırlanırken konuları biraz daha derinliğine anlamaya başlıyorum.

Susuz İlkokulunda Verdiğim Hayat Bilgisi Dersi

     Uygulama ilkokulunda dinlediğim derslerin yeterli ya da yetersizliğini belirleyebilmemizde bize ışık tutacak kuramsal bilgilerin yeterince verilmediği günlerde, Susuz köyü ilkokulunda Hayat Bilgisi ünitelerinden biriyle ilgili bir saatlik bir ders vermekle görevlendirildim. Ancak neyi, niçin ve nasıl yapacağım konusunda açık seçik bir bilgim yok. İlkokul Programının Hayat Bilgisi bölümünü okuduğumda anlayabildiklerimden yararlanarak bir plan yapıyorum kendimce. Bu plana göre, konumu en üst düzeyden bir heyecanla sınıfa sunuyorum. Bu aşırı heyecanımda, kişilik yapımın ve ilk kez ders veriyor olmamın payını da belirtmeliyim.

      Savaşmakta olduğum sıkılganlığıma bir de öğretmen olarak öğrenciler karşısına ilk kez çıkacak olmamın yarattığı heyecan da eklenince, deyim yerindeyse elim ayağım birbirine dolaşıyor, ders boyunca sınıfta arkadaşlarımdan bir grup da beni izliyor. Derste öğrencilerin yaşantılarından yola çıkmam, daha çok onları konuşturmam gerekirken konuyu en çok kendim anlatıyorum.

Çamçavuş’ta İki Aylık Köy Stajımız

      Yılın ikinci yarısında, iki aylık köy stajına çıkmak üzere sınıfta staj köyü sayısınca, istediğimiz kişilerle kümeler oluşturmamız isteniyor. Ekrem Altun, Ali Demirci, Murat Kaya ve ben, bir Ardanuçlular kümesi oluşturuyoruz. Hazırlanan mutfak malzemelerimiz ve yiyeceklerimizle birlikte Kars yolu üzerindeki Çamçavuş Köyü İlkokuluna gönderiliyoruz.

      Okulda bir başöğretmen, bir de öğretmen çalışıyor. Her gün, sırayla birimiz, hem mutfak hem de oturma ve çift katlı ranzalarımızla yatak odası işlevi gören, tabanı ve tavanı toprak, okulun bitişiğindeki büyükçe odada nöbetçi kalıyoruz. Nöbetçi, yemekleri pişiriyor, odanın temizlik ve düzeni ile ilgileniyor.

      Stajda yalnız ders vermeyi değil; bir de yemek yapmayı, grup adına sorumluluk üstlenmeyi öğreniyoruz. İlk haftalarımız, burada da ders dinlemekle geçiyor. Ardından, değişik sınıflarda birer, ikişer saat ders veriyoruz. Daha sonra tam gün ders verme denemelerimize başlıyoruz. Bir kişi ders verirken öbürleri, verilen dersi izliyor ve ders bitiminde, okul başöğretmeninin ve öğretmeninin de katılımıyla verilen dersleri değerlendiriyoruz. Uygulama dersimizin olduğu gün, uygulama öğretmenimiz de uğruyor okulumuza.

      Hem bizim hem de okulun Başöğretmeni Ramazan Bey’in ve öğretmen Kaya Bey’in çabalarıyla çok verimli bir staj dönemi geçiriyoruz. Dört kişi, aramızda ve okulda en küçük bir sorun yaşamadan, tamamlıyoruz stajımızı.

      Köyde az sayıda Malakan yaşıyor. Onların evlerinin pencere önlerinde saksıda çiçekler görülüyor. Malakanların çocukları da giyim kuşamları, çalışkanlıkları, üstün sorumluluk duyguları ile öbür çocuklardan ayrılıyorlar.

      Stajın sonuna doğru başöğretmen Ramazan Bey, bizi okulun bitişiğindeki lojmanında bir akşam yemeğine çağırıyor. Geç vakte kadar çok hoş vakit geçiriyoruz bu değerli başöğretmen ağabeyimizle. Bu ilgisi için kendisine çok teşekkür ederek ayrılıyoruz evinden.

     Staja çıkarken her birimize, özenle hazırlanmış birer Staj Yönergesi veriliyor. Bu yönerge, staj süresince neleri nasıl yapacağımız konusunda iyi bir rehber oluyor bize. Staj ilkokulumuzda eğitim öğretimin yanı sıra okul yönetimine ilişkin bilgiler de ediniyor, türlü yazışma, örneklerini uygulama dosyamıza koyuyoruz. Mutlu ve çok yararlı bir staj dönemini ve gönlümüzü Çamçavuş ilkokuluna bağlayarak dönüyoruz okulumuza.

Kitap Satış Görevimin Hesabını Veriyorum.

      Yoğunluk içinde akıp gidiyor günler. Yılın sonuna yaklaşıyoruz. Staj dönemimde kapalı kalan ve dönüşte yine etkinleştirdiğim kitap satış görevimi sonlandırma zamanı. Bu görevim gereği, Sertöz öğretmenimle sık ilişkim bu yıl da sürmüş oldu. Akşam etütlerinde istediğim zaman burada çalışabilme ayrıcalığım vardı. Bu olanak, bana dingin bir çalışma yeri sağlamış oluyordu. Sattığım kitapların parasını her akşam, deftere kaydettirerek kooperatif satış memuru Salim Amca’ya teslim ediyordum.

     Son sınıfın bu son günlerinde Ahmet Sertöz öğretmenim, iki yıllık giriş-çıkış hesaplarını yapıyor. Heyecanla sonucu bekliyorum. Birkaç gün sonra öğretmenime sonucu sorduğumda yalnızca “Tamam canım!” yanıtını veriyor. Bu yanıtla çok rahatlıyorum. Açığımın çıkmaması, beni sevindiriyor.

Sertöz Öğretmenim Eğitim Enstitüsü Sınavlarına Başvurmadığımı Görünce…

      Müdür Başyardımcısı olması nedeniyle Sertöz öğretmenim, eğitim enstitüsü sınavlarına başvuranlar arasında benim dilekçemi göremeyince kooperatifte karşılaştığımız bir anda bunun nedenini soruyor. Öğretmenimin sorusuna karşılık olarak gerçeği söyleyemiyorum. Eğitim enstitüsüne daha sonra başvuracağımı söylemekle yetiniyorum.

Okulu Pekiyi ile Bitirmeyi Amaçlıyorum

      Beşinci sınıfta okuduğumuz Hasip Ahmet Aytuna’nın Genel Öğretim Metodunu ve altıncı sınıfta okuduğumuz Vedide Baha Pars, Mithat Enç, Turhan Oğuzkan ve Hüsnü Cırıtlı’nın Eğitim Psikolojisini (Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, Ruh Sağlığı, Ölçme ve Değerlendirmeyi), Nusret Köymen’in Eğitim Sosyolojisini olabildiğince anlamaya çalışıyorum. Kemal Demiray’ın Çocuk Edebiyatını, Muvaffak Uyanık’ın Teşkilat ve İdaresini, haftada altı saatlik Uygulama dersinde de İlkokul Programını severek, isteyerek kavrama çabasını gösteriyorum. Gerektiğinde ve zamanın elverdiği ölçüde, tam olarak anlayamadığımı düşündüğüm konulara bir kez daha göz atıyorum.

      Bu derslerde öğrendiklerimizin ve bu dersleri okutan öğretmenlerimizin etkisiyle edebiyat sevgime şimdi bir de eğitim ve öğretmenlik sevgisini eklemiş bulunuyorum. Eğitim alanına da edebiyat kadar yoğun bir ilgi duyuyorum. Bu alanlarda öğrenmem ve uygulamam gereken bilgi ve becerilerin, benimsemem gereken değerlerin tümünü kazanamasam da zaman içinde bunları edinmeye çalışmam gerekliliğinin bilincine varıyorum.

      1948’de uygulamaya konulan ve derslerin özel öğretim yöntem ve tekniklerini öğrenmemizi sağlayan İlkokul Programı’nın sonunda bir de iyi özetlenmiş bir Çocuk Gelişiminin Ana Çizgileri eki bulunuyor. Bu çok önemsediğim kaynağa, her fırsatta bir kez daha başvuruyorum. İlkokul Programının, zaman içinde çağının en ileri program bilgi ve bilincinin ışığında hazırlanmış olduğunu anlıyorum.

      Beşinci ve altıncı sınıflarda keşke Eğitime Giriş, Eğitim Tarihi ve Felsefe derslerine de yer verilseydi, diye bir düşünce geçiyor içimden.

      Son sınıfta kendimi sınıfımın iyileri arasında görmem hem özgüvenimi artırıyor hem de beni mutlu ediyor. İkinci bir seçeneğim olmadığı için zorunlu olarak seçmiş olmama karşın, öğretmenliği çok seviyorum; bu alanda yetkinliğimi artırma yolunda yoğun bir istek duyuyorum.

      Okulu bitirme sözlü sınavlarının sonunda, yaz döneminde, üzerinde “Pekiyi” yazılı diplomamı alıyorum.

      Okulu pekiyi derece ile bitirsem de okuduğum meslek kitaplarından edindiğim temel bilgilerle iyi bir öğretmenlik yapamayacağımı ayrımsıyorum. Çünkü bir bilgiyi söyleyecek ya da yazacak kadar öğrenmek, o bilginin uygulanabileceğinin kanıtı olamıyor. Gerçek öğrenme, öğrenilenin yapılabilmesi, uygulanabilmesi gerçekleştirildiğinde anlaşılıyor. Nitekim, öğretmen olarak sınıfa girdiğimde, bunu daha açık seçik görecek ve bu açığımı kapatmak için çabamı öğretmen olarak çalıştığım sürece aralıksız sürdüreceğim.

      Son sınıfın sonuna doğru bir de arkadaşlarıma ve öğretmenlerime Hatıra Defterlerime bir şeyler yazdırma hevesine kapılıyorum. Birçok arkadaşım ve sevgili Matematik öğretmenim Ahmet Sertöz, Müzik öğretmenim Rıdvan Süer, Tarih öğretmenim Ali Haydar Kutlu, Matematik öğretmenim Kemal Başaran, Meslek Dersleri öğretmenim Mahmut Sümer, Meslek Dersleri öğretmeni ve okul müdürümüz Ali Fuat Olgaç ile Fen Bilgisi öğretmeni Hasan Dumlu’ya bir şeyler yazdırıyorum. Daha çok öğretmene yazdırmak istiyorsam da kimilerine ulaşmakta duraksıyorum.

      Öğretmenlerime yazdırdığım “hatıralar” içinde Ahmet Sertöz öğretmenimin yazdıkları, beni bana tanıtan önemli bir belge niteliği taşıyor. Beni bu öğretmenim kadar yakından tanıyan ikinci bir öğretmenim de yok, gerçekten. Sertöz öğretmenim o güzel el yazısı ile şunları yazıyor Hâtıra Defterime:

      “Rasim,

      Senin için bir iki satır karalamak isteyince, hatıralarımı yokladım. Orada tertipli, düzenli, çalışkan, dürüst bir Rasim buluyorum.

      Bildiği veya inandığı bir fikri müdafaa ederken heyecanlanan; sanki hemen söylemez ise aksi kanaate varılıverecekmiş gibi, söylemek istediklerini bir an önce ortaya atabilmek için telaşlanan, acele eden bir karakter.

      Bazan da duvar gazetelerinde yazdıklarını okurdum. Orada ekseriya düşünebilen, ölçülü bir şahsiyet görürdüm.

      Bütün bunlar seni iyi insan olarak yükseltecek unsurlardır. İyi insan olarak meslekte başarılar dilerim.”   İmza (A. Sertöz)

Bu Sınıfta Okuduğum kitaplar

      İntibah (Namık Kemal), Sinekli Bakkal (H. E. Adıvar), Ülkücü Öğretmen (G. Petrov), Köy Hekimi (H.de Balzac) , Hakikat (E. Zola), Gazoz Ağacı (M.C. Anday), On İkiye Bir Var (H. Taner), Son Kuşlar (Sait Faik), Bozkırda Günler (T. Apaydın), Kırık Hayatlar (H. Z. Uşaklıgil), Emil yahut Terbiyeye Dair (J. J. Rousseau), Beyaz Zambaklar Memleketinde Finlandiya (G. Petrof)

CILAVUZ’DAKİ DUYGUSAL, DÜŞÜNSEL VE EDİMSEL KAZANIMLARIM

Türkiye’nin 21 ayrı bölgesine ışık götüren eğitim kurumları arasında yer alan Cılavuz Köy Enstitüsü ve sonraki adıyla İlköğretmen Okulu, yalnızca üç ana yapı ile onların çevresinde yükseltilen öteki yapılardan ibaret değildi. Bu kurum, bu yapıları çevreleyen çiçeklerin, ağaçların; bu yapılardaki kitaplık, okuma salonu, müzik salonu, laboratuvarlar, derslikler, yatakhaneler, atölyeler, toplantı salonu olarak da kullanılan yemekhane, hamam, çamaşırhane ve spor alanının yanı sıra, bitişiğindeki koruluğu süsleyen söğüt ve kavak ağaçlarıyla bir bütündü. Cılavuz, aynı zamanda ortasından Coşkun Pınar ve Telli Pınar sularının da karıştığı derenin iki yanındaki salkım söğütlerin ve ulu kavakların gölgesinde öğrencilerin ders dışı zamanlarda dolaştığı, voleybol oynadığı yerdi. Orada eğitim görenlerin kimlik ve kişiliklerinde bunlar da derin izler bırakıyordu.

      Özgünlüğünü koruduğu ilk atı yılda bu yuvada, öbür derslerin yanı sıra, kız ve erkek öğrencileri gerçek yaşamla, doğa ile buluşturup kaynaştıran Arıcılık, Çiçekçilik, Tarım, Ağaç İşleri, Duvarcılık, Demircilik, Biçki Dikiş dersleri ve öğrencide öğrenme istek ve coşkusu yaratan başka birçok eğitim etkinlikleri gerçekleştirilirken bunlar ve karma eğitim, şimdi artık yoktu. Bu ders ve etkinlikler, bir yandan öğrencileri sürekli geliştirme ve yetkinleştirme işlevini görüyor, bir yandan da köyü canlandırma ülküsüne çıkan yolun taşlarını döşüyordu.

      Bu saydığım özgün yanları budanmış olsa da kitap sayısı yirmi bini bulan kitaplığının bitişiğindeki okuma salonunda, Türkiye’de çıkan bütün gazeteler ve birçok dergi, yine okurunu bekliyordu. Öğrenciler, her ay zengin içerikli duvar gazeteleri çıkarıyor; öykü, makale ve şiir yarışmalarına katılıyor; dereceye girenlerin yapıtları, duvar gazetelerinde yayımlanıyordu. Göstermelikten uzak, müzik yeteneği üstün öğrencilerden oluşan öğrenci korosu bulunuyordu. Kültür ve edebiyat, tiyatro, kitaplık, çiçekçilik, fotoğrafçılık, gezi, temizlik, kooperatifçilik kolu gibi gereksinilen eğitici etkinlikler yine yapılıyordu. Bu alanlar, ilgi duyanların ders dışı zamanlarını en güzel biçimde değerlendirmelerini ve kendilerini geliştirmelerini sağlıyordu. Bunlarla ve bunların benzeri çalışmalarla geleceğin şair ve yazarları, değişik alanların üretici, yapıcı ve yaratıcı insanları yetişiyordu.

Benim İçin Cılavuz

      Şimdiye dek birçok yerde değindiklerimi özetlemem: Cılavuz Köy Enstitüsü ve sonrasındaki İlköğretmen Okulunun, benim için taşıdığı değeri özetlemem gerekirse bu konuda şunları söyleyebilirim Tarlasında, çayırında, bahçesinde, bostanında, arılığında çalışıp “üretim için eğitim, eğitim için üretim” olanağının yok edildiği dönemin öğrencisi olsam da enstitünün özgün değerlerinden birçoğu, benim zamanımda da varlığını koruyor ve yararlanmamıza sunuluyordu.

       Benim için Cılavuz, çok özel ve birçok yanıyla üstün bir eğitim kurumuydu. Türkçe, Edebiyat, Kompozisyon, Tarih, Coğrafya, Tabiat Bilgisi, Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik, Yurttaşlık Bilgisi, Din Bilgisi, Müzik, Resim, Beden Eğitimi, Milli Savunma, Tarım, İş, Genel Öğretim Metodu, Eğitim Psikolojisi, Eğitim Sosyolojisi, Teşkilat ve İdare, Çocuk Edebiyatı, Uygulama derslerini orada okudum. Kimi asık suratlı, sert; kimi de dayak atan öğretmen ve yöneticilerimizin yanında, kendileriyle özdeşleşmek istediğim aydınlanmacı öğretmenlerimiz ve değerli yöneticilerimiz de vardı. Sınıf, yatakhane, yemekhane temizliği gibi sorumlulukları, nöbet sırası geldiğinde yine biz yerine getiriyorduk.

      Cılavuz, öğretmen, öğrenci, memur ve öbür çalışanlarına sabahları bir çeyrek ekmek eşliğinde çay, zeytin, kaşar peyniri, bal; kimi de çorba; öğlen yemeği olarak pirinç pilavı, bulgur pilavı, makarna, etli fasulye, nohut, türlü, hoşaf gibi yiyeceklerden oluşan üç çeşit yemek; akşamları da iki çeşit yemek yediren okuldu. Öğrencilerine iç çamaşırı, gömlek, şapka, ceket pantolon, palto giydiren parasız yatılı eğitim kurumuydu.

      Bu yapısı ile 21 köy enstitüsünün öğrencileri gibi ben de ortaklaşmacı bir anlayış ışığında günlük yaşamın sorumluluklarından payıma düşeni yapmanın kıvancını yaşıyor, onurunu taşıyordum. Kitaplarla, dergi ve gazetelerle dostluğumu daha da bu kurum derinleştirdim. Bugün de el üstünde tutuyorum onları. Biri, ikisi sürekli masamda, cebimde, çantamda bulunuyor.

       Her kitabı kendine özgü özelliklerini göz önünde tutarak okumayı; kimisini su içer gibi bir solukta, çetin ceviz özelliğindekileri ise ağır ağır okumayı; okuduklarımın ana düşüncesini, yan düşüncelerini, beni çok etkileyen tümcelerini belirlemeyi orada öğrendim.

      Kitaplar denizinin sürekli ilgilisi olmak için okumayı sevmek, okumayı alışkanlık durumuna getirmek gerekiyordu. Bir kez alışkanlığa dönüştü mü okuma, gerisini düşünmeye gerek kalmıyordu. Ondan sonra, her gün birbirinden ilginç kitaplarla buluşmanın bir yolu bulunuyordu.

      Okudukça kendimize, başkalarına, dünyaya, evrene daha başka bir gözle bakıyorduk. Her kitap, duygu ve düşünce dünyamıza yeni bir aydınlık kazandırıyor; gücümüze güç katıyordu. Varlık, olay ve olgulara ilişkin, beş duyumuzla alımladığımız duyum ve algılar, okuduklarımızın da etkisiyle genelleşip soyutlanarak içleri dolu sağlam kavramlara dönüşüyordu.

      Kavramlarımızın bir yandan içleri dolgunlaşırken bir yandan da sayıları artıyordu. Bu sürecin sonunda, görmediğimiz, işitmediğimiz, koklamadığımız, tatmadığımız, dokunmadığımız, şeyleri görmüş, işitmiş, koklamış, tatmış, onlara dokunmuş gibi oluyor, düşünmediğimiz şeyleri düşünmeye başlıyorduk. Okudukça, dağın önü gibi ardı da aydınlanıyordu beyninizde.

      Bir noktayı daha açıklığa kavuşturmalıyım: Okuma isteğini ilk kez, “Leçeğimi (yazmamı) satacağım, oğlumu okutacağım.” tümcesi ile daha dört yaşlarımda, ilk öğretmenim olan annem belleğime kazmıştı. Ondan sonra kitaba, okumaya, yazmaya yönelmemde, ilkokul sıralarında, öğretmenim ve başöğretmenim Ahmet Üstündağ etkili oldu. Cılavuz Köy Enstitüsünün üçüncü sınıfında, Türkçe öğretmenim Mehmet Dündar; Cılavuz İlköğretmen Okulu’nda dördüncü sınıfı okurken, Edebiyat öğretmenim Yusuf Ziya Bahadınlı, beşinci sınıfta, edebiyat öğretmenim Nevin Göğsal, Din Bilgisi öğretmenim Cahide Kelekçi, bu yönelimimi besleyen öğretmenlerim oldular.

      Aynı yıl, kooperatif kolu üyesi olarak okul kooperatifinin içindeki Kitap Satış Yerinde görevlendirilmemi sağlayan Matematik öğretmenim ve kooperatif kolu gözetici öğretmenim Ahmet Sertöz, benim her gün kitaplarla birlikte olmama yol açtı. Yapıtlarını okumayı aralıksız sürdürdüğüm şair ve yazarların bu konudaki önemli katkısını da vurgulamalıyım.

      Öğretmenlerimden, okuduğum şair ve yazarlardan etkilenmelerim burada da bitmeyecek, İstanbul Eğitim Enstitüsünde ve A. Ü. Eğitim Fakültesi Psikoloji Bölümünde de sürecektir.

      Cılavuz’u bitirdiğimde Millî Eğitim Bakanlığından donatım bedeli almadım. Geçimimi sağlamak, öğrencilerime ders uygulaması yaptırmak, köydeki tarım işlerini çağın tekniğine uygun biçimde yürütmek için; örnek tarla, bağ bahçe oluşturmam için arazi, üretime yarayıcı aletler, ıslah edilmiş tohum, gelir getiren hayvanlar, fidan gibi üretim araçları bana verilmedi. Sorumluluklarımı başarıyla yerine getirmem, karşılaşacağım sorunları çözmem ve kendimi sürekli geliştirmem için, bitirdiğim enstitü müdürlüğünün, bölgesinde kuracağı ilköğretim kurullarından yararlanma olanağı da kaldırılmıştı.

      Yukarıda saydığım eksikliklerine karşın Cılavuz Köy Enstitüsü sınavlarını kazanmam, benim için yazgımı değiştiren bir dönüm noktası oldu. Çocuk aklımla, bu okula girebilmemin, benim için büyük fırsat olduğunu, bu okulun bana köyümdeki en varsıl ailelerin bile çocuklarına sağlayamadığı olanakları sunduğunu ayrımsıyordum.

     Annem, beni okutmak için yazmasını satmayı göze alsa bile Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı Tonguç’un, Anadolu’nun yirmi yerinde yaktığı aydınlanma ışığından birisi olan Kars Cılavuz Köy Enstitüsü olmasaydı, annemin o özlemi, yalnızca bir düş olarak kalacaktı. 1949–1950 öğretim yılında bu okulun sınavlarını kazanamasaydım, annemin amacı asla gerçekleşemeyecekti.

      Her yıl, bine yakın öğrencisi ile Cılavuz, Kars’ın merkezinde 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramında sunduğu spor gösterileriyle, halk oyunlarıyla Kars halkının hayranlığını kazanmayı, sunumlarıyla birinci olmayı benim öğrencilik dönemimde de sürdürdü.

      İlkokulda ateşlenen okuma ve yazma ilgi ve sevgimi derslerde verilen bilgi ve beceriler, kazandırılan değer duyguları, daha ileriye taşıdı. Baştaki ilgi ve sevgimi kitaplığındaki kitaplardan ve gazetelerden yararlanarak, duvar gazetelerine yazılar yazarak Cılavuz’da da sürdürdüm. Okulun duvar gazeteleri ile yetinmeyip, son sınıfta arkadaşımız Gülali Aydınoğlu’nun aklımıza düşürmesiyle yedi arkadaş, Şafak adlı özel bir duvar gazetesi çıkardık ve şafak vakti, bulunduğumuz binanın girişindeki duvara astık.

      Yazmayı bir de güncelerimle sürdürdüm. Günce yazmak, yazar olmayı düşleyenler için en iyi alıştırma oluyor.

      Cılavuz’da kış ayları, kuruluş yıllarındaki kadar olmasa da bizim dönemimizde de zorlu geçiyordu. Metrelerce yağan kar, oluşan buz, Cılavuz’un ilk öğrencilerinin eseri olan elektrik santralının suyunun kesilmesine ve karanlıkta kalmamıza neden oluyordu. Ama burada kimse, yılgınlık, usanç, bıkkınlık gibi kavramlarla tanışmadığı için önceki yıllarda olduğu gibi gece, gündüz demeden müdürü, öğretmeni ve öğrencisiyle herkes, tek yürek olarak su arkındaki buzu kırmaya, çöken karanlığı yok etmeye girişiyor ve gecelerini yeniden aydınlığa kavuşturuyordu.

       İnsan, düşünmeden edemiyor: “O zamanın Cılavuz’unun ve öbür köy enstitülerinin öğrencileri, bu bilinç ve inancı nereden alıyordu? O gücü yeniden canlandırmak ve o günkü kadar gereksinimimiz olan bu özgeci, ortaklaşmacı insan gücünü yeniden yaşama kazandırmak çok mu zordur? Güçlükler karşısında yılgınlığa düşmek; geri çekilmek! Böyle şeyler yoktu, o zamanlar. Güçlük varsa, onun karşısında direnç, çaba, çözüm ve bunları başarmaktan duyulan kıvanç, bunlarla daha da güçlenen özgüven vardı. Bu bilinci oluşturan öğretmen ve yöneticilerin varlığı karşısında, bundan etkilenmeyecek ve aynı bilinçle davranmayacak kaç kişi çıkar?

      Öğretmeninizi, yöneticinizi o tutum ve davranış içinde görüp de o nitelikleri oluşturan yaşantıların içinde bulunup da o tutum ve davranışların sizin beyninize de yerleşmemesine olanak var mı? O zaman, bu gelişmişliğin onur ve kıvancı ile kendinizi dağı devirip düz yol etmeye hazır duyumsuyorsunuz.

      Daha önce sıraladığım, art arda atılan geri adımlarla enstitüler, kimi özgün amaçlarından uzaklaştırılmış, eğitim büyük ölçüde dört duvar arasına çekilmeye zorlansa da 1954’e dek, kuruluştaki niteliklerinin birçoğunu korudu. Ağaç İşleri, Duvarcılık, Demircilik, Tarım dersleri, Resim, İş atölyeleri, Müzik Salonu, Spor alanı; yani kültür, tarım ve teknik dersleri ile eski benzersiz eğitim kurumu özelliğini önemli ölçüde yaşattı.

      Enstitümüz ve sonrasındaki İlköğretmen Okulumuz, çağdaş bir köy yaratacak etkinliklerin yürütüldüğü bir toplumsal yaşam alanı olmaktan tümüyle uzaklaştırılamamıştı. Canlandırılmakta olan bir köyün günlük yaşamının gerektirdiği iş bölümü ve iş birliğine uygun ortaklaşmacı sorumluluklarımızı bize öğretme işlevini yine yerine getiriyordu. Her yıl, artan sorumluluklarımızı uygulamalı olarak öğrenmemizi sağlayan sınıf, yatakhane, yemekhane ve öbür yaşam alanlarındaki nöbetçiliği ya da başkanlığı biz de sürdürüyorduk. Okul yönetiminde, eskisi kadar değilse de söylem ve eylem sahibi olmanın gururunu biz de yaşıyorduk. Son sınıfa geçince cumartesi günü bayrak töreninde eğitim şefinin gözetiminde yaklaşık bin öğrencinin oyu ile ben de öğrenci başkanı seçilmiş, okulun bir haftalık işleyişinden ve tüm nöbet görevlerinin düzen içinde başarıyla sürdürülmesinden sorumlu olmuştum. Hafta sonundaki bayrak töreninde haftalık çalışma raporumu okumuştum.

      Derslerimizde bilimin ışığında edindiğimiz öğretmenlikle ilgili bilgi, beceri ve değerleri, en az dersler kadar önemli olan ders dışı etkinliklerimizle bütünleştiriyorduk. Çok özel bir görev ve sorumluluk bilinci gerektiren öğretmenliği çocuk denecek yaşımızda öğrenmek ne denli olanaklı ise, var gücümüzle o kadarını öğrenmeye çabalıyorduk. Eğitim öğretim, benim okuduğum yıllarda da başlangıçtaki “aklın, duygunun ve elin iş birliği” temeline tümüyle yabancılaştırılamamıştı.

      21 bölgemizdeki her enstitü, nasıl kendi bölgesindeki köy çocuklarının başına gelen en güzel şey ise, Cılavuz da benim başıma gelen o güzellikte bir şeydi.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN ANLAM, ÖNEM VE DEĞERİNİ ANLATAN YAPITLAR SÜREKLİ ARTIYOR

      Köy enstitülerinin köylere Atatürk aydınlığını götürme ve toplumsal kalkınmayı sağlamada en kapsamlı, çağdaş, özgün ve etkin bir tasarımın ürünü olduğunu, zaman içinde yalnızca biz değil; bütün dünya anladı. Köy enstitüleri, az gelişmiş ülkelerin kalkınmasında en yararlı bir ilk, kaynak örnek (model) olarak gösterildi. Bu kurumlar üstüne, pek çok bilimsel çalışma ve yayın yapıldı, yapılıyor. Örneğin şu yapıtlar, bu konudaki yüzlerce yayından yalnızca birkaçıdır: Canlandırılacak Köy (İ. H. Tonguç), Türkiye’de Köy Enstitüleri (F. Kirby),  Köy Enstitüleri ve Ötesi (M. Makal),  Piramidin Tabanı (H. Arman), Köyün Gücü (F. O. Bayır), Bozkırdaki Çekirdek (K. Tahir), Dönemeç (Ü. Kaftancıoğlu), Tonguç Baba-Ülkeyi Kucaklayan Adam(M. Cimi), Köy Enstitüleri ve Sonrası, Bir Ömrün Öyküsü 1-2 (M. R. İnan), Çağdaş Eğitim ve Köy Enstitüleri (B. Özgen), Köy Enstitülü Delikanlı, Unutulmaz Köy Enstitüleri (F. Baykurt),  Köy Enstitüsü Yılları (T. Apaydın), Köy Enstitüleri-Uyuyan Devin Uyanışı-(M. Saral), Hasanoğlan Hatırası (M. Güneri),  Bir Tonguç Okulu Göl Köy Enstitüsü (M. Saydur ve T. Yılmaz)  , Kısa Süren Hasat (P. Türkoğlu), Sözlü ve Yazılı Belgeler Işığında Cılavuz Köy Enstitüsü (F. Gümüşoğlu) Öncesi ve Sonrasıyla Çifteler Köy Enstitüsü (i. Küçükcan); Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bakış (N. Altunya).

      Söz konusu yayınlar, bu kurumların hangi çağdaş temel değerlere dayandığını, niçin özgün ve etkin kurumlar olduğunu, bütün ayrıntılarıyla ortaya koymaktadır. Gümüşoğlu, Cılavuz’un en parlak döneminden, “imha edildiği” döneme dek geçirdiği aşamaları, belgeleriyle gözler önüne serdi.

John Dewey’nin Köy Enstitülerine Bakışı     

     1926’da ülkemize çağrılan ve Türkiye eğitimini inceleyerek, eğitimimiz konusunda 30 sayfalık Türkiye Maarifi Hakkında Raporu hazırlayan John Dewey, 1945’te Türkiye’ye ikinci gelişinde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki eğitim uygulamalarını görünce, bütün dünyaya şöyle seslenmişti:

      “Benim düşlediğim okullar Türkiye’de “köy enstitüleri” olarak kurulmuş. Tüm dünyanın, bu okulları görüp eğitim sistemlerini, Türklerin kurduğu bu okulları göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırmaları isabetli olacaktır.”

Köy Enstitülerinden Sonra Öğretmen Yetiştirme Süreci

      Bu eşsiz ve özgün kurumlarımızı yaratan Hasan Ali Yücel, 1946’da Millî Eğitim Bakanlığından; ardından da İsmail Hakkı Tonguç, İlköğretim Genel Müdürlüğünden uzaklaştırıldı; köy enstitüsü ülküsüne bağlı 450 üst bürokrat, görevlerinden alınarak onların yerine eğitim enstitülerine karşı kişiler atandı ve göz bebeğimiz olan bu kurumlar adım adım, özünden uzaklaştırılmaya girişildi. 27 Ocak 1954’te de İlköğretmen okuluna dönüştürülerek tümüyle kapatıldı.

      Aradaki gel-gitler sonrasında, 1982’de ise öğretmen yetiştirme, eğitim fakültelerine devredilerek, 150 yıllık öğretmen yetiştirme deneyimimiz, deyim yerindeyse, çöpe atıldı.

      Bu fakültelerde, öğretmen yetiştirme, bu işe yabancı ellere bırakıldı. Buralarda, öğretmenlik deneyimi olmayan kişilerce, söz ve yazı ağırlıklı soyut, kuramsal bilimsel bilgiler verme biçimindeki geleneksel anlayışa dayalı bir eğitim sürdürüldü.

      2005’te Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinin; 2006’da da Yüksek Öğretim Kurulunun gerçekleştirdiği bilimsel araştırma, bu kurumlarımızın öğretmen yetiştirmede başarılı olamadıklarını ortaya koydu. Yetkili kurumlar, bugüne dek, durmadan programları yenilemekle uğraşıyor. Oysa öncelikle eğitimimizi çağdaş dünyada geçerli olan bilimsel (laik), demokratik, üretici ve yaratıcı çağdaş eğitimi gerçekleştirecek; öğretmenlik bilgi, beceri ve değerleri gerçek yaşamın içinde yaptırarak, yaşatarak öğretebilen; yaparak, yaşayarak öğrenmeyi sağlayabilen yetkin eğitim kadrosunu hazırlamak gerekiyor.

      Şu gerçek, sürekli göz ardı ediliyor: Yetersiz öğretmen, en iyi öğretim programını bile başarıyla uygulayamazken, donanımlı, yetkin öğretmen, en kötü öğretim programını bile, başarıyla uygulayabilir. Öyleyse geliştirmeye programdan değil, öğretmenden başlamak ya da programı öğretmenle birlikte geliştirmek, bir zorunluluktur.

      Köy enstitüleri karanlık güçlerin elinden kurtarılabilseydi Türkiye bugün, dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olacaktı.

TOSUNLU KÖYÜ İLKOKULU ÖĞRETMENLİĞİM VE BAŞÖĞRETMENLİĞİM

       Bir rastlantı daha dayımın ekmeğine yağ sürüyor. Okulu bitirenlerin atamalarının yapılacağı günlerden bir süre önce, bir Artvin DP Milletvekili Ardanuç’a uğruyor ve çevresinde toplanan halktan isteklerini soruyor. Kalabalığın içinde bulunan bizim köyün muhtarı Süleyman Amca, o yıl Cılavuz’dan mezun olan oğlu Servet Ertürk’ün, Rasim Bakırcı’nın ve Ekrem Altun’un; bir başkası da Midayet Altun’un Ardanuç’a atanmasını istiyor. Hemen Ankara’ya teller çekiliyor ve Servet Ertürk Yukarı Irmaklar köyüne, Ekrem Altun Anaçlı köyüne, Midayet Altun Zekerya köyüne atanıyor. Ben de Tosunlu köyüne atanıyorum. Böylece bizim köye yaya beş saat uzaklıktaki Tosunlu Köyü İlkokulu Stajyer öğretmeni ve başöğretmeni oluyorum.

      Bu atanmadan çok mutlu olan dayım, atandığım köye gitmeden önce bir gün bana “Oğul, diyor, seni okutmak için bankaya ve insanlara bir hayli borçlandım. Köy yerinde senin bir masrafın olmaz nasıl olsa. Yağı peyniri, unu da evden götürürüz. Mutemede bir dilekçe yaz, maaşının otuz beş lirasını sana harçlık olarak yollasın, kalanını da ben alıp borlarımı ödeyeyim. O otuz beş liranın hepsini de harcama; birazını biriktir.” diyor.

      Dayımın artı bir geliri olmadığını, on iki ay çalışarak elde ettiklerinin on iki aylık yemelerine ancak yettiğini, üst baş ve başka şeyler almaya, başka gereksinimlere harcayacağı parasının olmadığını, Ziraat Bankasından alınan borç paranın da faizi nedeniyle her yıl büyüdüğünü, bu nedenle sıkıntı yaşadığını biliyorum. Ancak benim öğretmen olarak giyime kuşama, kaleme deftere, kitaba gereksinimim olacağını düşünmeden maaşımın tama yakınına el koymak isteyeceği, o güne dek aklımın köşesinden bile geçmiyor.

      Ben ise çok daha başka düşler kuruyorum, dayım ve ev halkı için. Maaş almaya başlayınca, dayıma öncelikle en iyisinden bir palto ve dayımla birlikte bütün ev halkına yine en iyisinden birer çift ayakkabı alacak, en güzelinden giysiler diktireceğim. Bizim köyde iki üç kişi dışında kimse kışın palto giymiyor. Bir de dayım palto giymiş olacak.

      Dayım, bu düşümü de başka birçok düşüm gibi, maaşımın tama yakınına el koymakla suya düşürüyor. Dayımın bu isteğine de karşı çıkamıyor, “Peki” diyorum. Dayımın durumunu bildiğim gibi benim tarlalarımın, çayırlarımın gelirinin ne kadar olduğunu da bildiğim için öğrenimim süresince küçücük harçlıklarla idare etmeye çalışıyorum. Dayım, her mektubunda, “Paraya ihtiyacın olduğunda yaz.” demekle beni çok mutlu etse de o çocuk aklımla harçlığımı son derece hesaplı kullanıyorum. Kalem defter ve ileri sınıflarda birkaç kitap dışında pek bir şey almıyorum. Beşinci sınıfa dek Kars’a bir kez bile gitmiyorum.

      Dayım, ilk üç yıl benim arazilerimin yüzünü veriyor. İlk yıl o paradan 5; ikinci ve üçüncü yıl da on lira daha fazla para harcıyorum. Sonraki üç yıl da benim arazileri de kendisi ekip biçiyor. Ben o yıllarda da aynı tutumluluğumu sürdürüyorum. Yalnız, son sınıfta 150 TL harcıyorum.

      Atanmamızın arkasından verilmeye başlanan yüz elli iki lira tutarındaki maaşımın her ay yüz on yedi lirasını dayım almaya başlıyor. Bu arada dayım işini güvence altına almak için resmi nikâhımızı yaptırmayı da unutmuyor. Ben, sonbaharda tek başıma görev yerime giderek çalışmaya başlıyorum. Okul çağı gelen çocukları okula kaydediyor ve eğitim öğretimi başlatıyorum.

      Güzlükler ekildikten, kışlık odun çekildikten sonra yiyeceklerimiz, eşim, nenem ve dayımın okul çağındaki ikinci oğlu Himmet, okulun açılışından iki ay kadar sonra üç atla Tosunlu köyüne getiriliyor. Himmet, bir yıl önce dayısıyla birlikte bizim köyde okula gide gide okuma yazmayı söktüğü gibi hesaplamaları da öğrendiği için onu sınavla ikinci sınıfa kaydediyorum.

      Öğretmenliği rastlantı sonucu seçmiş olmama karşın, çok seviyorum. O nedenle çok heyecanlıyım. Öğretmen ve yöneticilerimizin telkinleri, okulumuzun bitişiğindeki uygulama ilkokulunda ve Susuz köyündeki ders verme denemelerimiz, iki aylık köy stajımız, beni büsbütün bağlıyor öğretmenliğe.

        Bir dağın eteğindeki Tosunlu köyünde, kısa sürede öğrencilerimle ve velilerle sıcak ilişkiler kurmayı başarıyorum. Velilerle tek tek görüşerek kız-erkek bütün öğrencilerin okula gelmesini sağlıyorum. Okula getirmekte yalnızca bir kız çocuğunda zorlanıyorum.

      Her akşam, beş sınıf için ders planı yapıyorum. Dördüncü, beşinci sınıflarla sesli ders yaparken ikinci, üçüncü ve birinci sınıfa vereceğim ödevi hazırlıyorum. Daha sonra sessiz çalışanlarla sesli dersin planını yapıyorum. Verdiğim ödevleri, teneffüslerde kontrol ediyorum. Böylece sabahları ve öğleden sonraları blok ders yapar gibi çalışıyorum.

      Elli beş kişilik birleştirilmiş sınıftaki on iki birinci sınıf öğrencisinin tümü, şubat sonuna doğru okuma yazmayı öğreniyor. Yıl sonunda, Fatih’in İstanbul’u almasını konu eden piyesi sahneye koyarak, öğrenci korosu oluşturarak, şiirlere, monologlara da yer vererek bir müsamere hazırlıyorum. Müsamerede her öğrenciye görev veriyorum. Hiçbir konuda görev alamamış öğrenciye de perdeyi açma, kapama sorumluluğunu yüklüyorum.

      Kadın-erkek herkes müsamereyi büyük bir ilgi ve coşkuyla izliyor. Çocukları okutmanın ötesinde, köylüyü aydınlatmayı da birincil görev sayıyorum. Çünkü bize bu yönde de telkin yapılmış bulunuyor.

      Yazın köye, dayımlara dönüyor, hep birlikte tarlada, çayırda, harmanda çalışıyoruz. Yazın evde yiyip içtiğimiz için yaz maaşlarımın tümünü dayım alıyor.

      Öğretmenliğimin ilk yılında da okulun son sınıfta verdiği lacivert giysimi giyiyorum. O nedenle pantolonumun dizleri aşınıyor. Okula gitme zamanı yaklaştığı günlerden birinde dayımdan bir pantolon diktirmek için para istemeyi düşünüyorum. Bir sabah kuşluk vakti, ikimiz de evin doğusuna bitişik bacada bulunduğumuzda dayıma, ıkına sıkıla bir pantolon diktirme isteğimi açıyorum. Bunu söyler söylemez dayım, öfkeleniyor ve “Benden büyük adamın oğlu musun? Ben yamalı pantolon giyiyorum. Sen de yama yaptır, giy! Bana olan borçlarını öde de ondan sonra ne diktirirsen diktir, nereye gidersen git!” diye bağırıyor.

      Neye uğradığıma şaşırıyor, başımdan kaynar sular döküldü sanıyorum. Yoldan gelip geçenler, konu komşu duyacak, Rasim, dayısıyla kavga ediyor, diyecekler diye ödüm kopuyor. Sesimi kesiyorum. Ancak yamalı pantolonla da okula gidemeyeceğimi düşünüyorum.

      Ne yapacağımı kestiremezken bir gün, öğretmen olan kayın biraderim Kâzım (Önçeken) Ağabeye rastlıyor ve olan biteni ona açıyorum. O da “Mutemede söyle, maaşını bundan sonra sana ödesin ve ne ihtiyacın varsa karşıla. Sen öğretmensin. Yamalı pantolonla sınıfa giremezsin.” diyor. Öyle yapıyorum. Öğretim yılı başındaki toplantıya gittiğimde mutemede durumu bildiriyorum. İlçede kendime bir de pantolon diktirmek için terziye ölçü veriyorum.

      Okulun açılmasına yakın bir tarihte, yine yalnız başıma gidiyorum okula. Dört kişi, yine güz işleri yoluna konulduktan sonra geliyor. Bu arada dayım, maaşlarımı almak üzere Ardanuç’a indiğinde, maaşları benim aldığımı öğrenince küplere biniyor ve bana faiziyle birlikte iki bin dört yüz liralık bir borç listesi çıkararak bir mektupla birlikte Tosunlu köyü adresime postalıyor. Bu borcun dört yüz lirası ile eşime verdikleri iki altını kendisine hemen getirmezsem, gelip Tosunlu köyünü başıma yıkacağını yazıyor. Bu kez büsbütün telaşa kapılıyorum, dayım buralara gelip köyün içinde bana bağırır çağırırsa, dünyam yıkılır, diye.

      Öğretmenliğimin başında olmama karşın, köydeki büyük, küçük herkesle çok güzel bir iletişim kurmuş, hemen herkesin sevgi ve saygısını kazanmaya başlamış bulunuyorum.  Köyün camisi ile okul bahçesinin arasında yalnızca bir yol var. Biliyorum ki köylü kendi inançlarını, yaşam biçimini yadırgamayan, davetine icabet eden alçak gönüllü öğretmeni baş tacı edecektir. O nedenle dersten erken çıkmamak koşuluyla biraz gecikmeli de olsa cuma namazlarına gitmeye karar veriyorum. İkinci gidişimde, imamın Kuran okumayı uzatarak benim gelmemi beklediğini görüyorum.

      Bu köyde hemen herkesin Mevlit okutma gibi bir geleneği var. Muhtar çağırdığında gitmek zorunda olduğuma göre, çağıran herkesin Mevlidine gitmem gerektiğini düşünüyor ve öyle yapıyorum. Eşimle birlikte, çağıran herkese gidiyorum. Çocukları yaşında olmamıza karşın konak sahipleri, bizi evlerinin baş köşesine oturtuyor, gelişimizden çok memnun kalıyorlar.

      Gençler, hafta sonlarında bir keçi keserek cağ kebabı yapıyor ve beni de çağırıyorlar. Onlara da “Hayır!” dememem ve şenliklerine katılmam, çok hoşlarına gidiyor.

      O yıl köye iki öğretmenli gezici marangozluk kursu açılıyor. Kimi hafta sonlarında da onlarla birlikte şarkı türkü söyleyerek eğleniyoruz.

      Dayımın istediği parayı götürmek üzere hem zengin hem de çok iyi bir insan olan köyün muhtarı Eyüp Çavuştan borç para istemeye karar veriyorum. Eyüp Çavuş, bir sözümü iki etmeden parayı veriyor. Bir at tutarak bir cumartesi günü bizim köye gidiyor ve o para ile iki altını dayıma veriyor, ertesi sabah da geri dönüyorum.

O Zamanlar Öğretmenin Uyandırma Görevi de Vardı

      Daha önce de vurgulamıştım; o zamanın hemen bütün öğretmenleri gibi ben de çalıştığım köyün yalnızca çocuklarını okutmakla görevli olmadığımı; o görevimle birlikte bütün köy halkını da aydınlatmakla görevli olduğuma inanıyorum. Köylüleri, Atatürk Türkiye’sinin çağdaş yurttaşları durumuna getirmeye çalışmanın; yani köyü “canlandırma”nın da benim ana görevim olduğunu ve bunu başarabileceğimi düşünüyorum. Çünkü öğretmen ve yöneticilerimiz, her fırsatta bunun da öz görevimiz olduğunu anımsatmışlardır bize.

      Böyle bir ülküyü, o yaşta ve o sınırlı donanımımla gerçekleştirebilir miydim? Böyle kuşkulu bir soru, o zamanlar aklımın köşesinden bile geçmiyor. Ancak, insanların sevgisini kazanarak, onlarla birlikte azımsanmayacak bir yol kat edilebileceğine olan inancımla bu doğrultudaki eylemlerimden çok olumlu sonuçlar alıyorum.

      Ben, köyümüzün, kentimizin aydınlanmasının bugün de özellikle öğretmenin bilinçli, kararlı ve soluklu çabalarıyla gerçekleştirebileceğine inananlardanım. Ancak bunun için bu eylemi etkin bir biçimde gerçekleştirebilecek nitelikteki yetkin öğretmenin yetiştirilmesi; siyasal erkin de Atatürk’ün ve köy enstitülerinin kurucularının yaptığı gibi, öğretmenin yanında durması, onu koruyup kollayarak yüreklendirmesi gerekiyor.

      Evet; o ilk görev yerimdeki insanların beni neden çok sevdiklerini biliyorum. Çünkü onlara ayrım gözetmeksizin içten bir sevgiyle yaklaştım. Eğer, Tosunlu’dan umulmadık bir anda ayrılmamış olsaydım, köy halkıyla daha çok kaynaşacaktım. Zeki ve çalışkan erkek öğrencilerin yanı sıra, aynı düzeydeki kız öğrencileri de köyde bir ilki gerçekleştirerek yatılı ilköğretmen okuluna göndermek için velileri ikna etmeye çalışacaktım. Bu konuda kendime güvenim tamdı.

      Ne ki Tosunlu köyünün kızlarını, ilkokuldan sonra da okutmak için önlerini açma isteğim kursağımda kalacak; bu isteğimi, oradan sonra görev yaptığım Aşağı Irmaklar köyünde bir kez daha gerçekleştireceğim.

      Geçen yarım yüzyıldan fazla bir süre, çocukluktan henüz kurtulmuşken başladığım ilk öğretmenlik yıllarımın beynimdeki izlerinin zerresini bile silemiyor. O günlerin coşkusu, olduğu gibi duruyor belleğimde. Artvin iline bağlı Ardanuç ilçesinin Tosunlu köyündeki çalışmalarımı dün gibi anımsıyorum.

      O zamanın özellikle köy enstitülü öğretmenleri, Atatürkçü düşüncenin kendilerine kazandırdığı üstün görev ve sorumluluk bilinci ve coşkusu ile çalışıyorlardı. Birtakım kuramsal bilgileri eksik olsa da eğitimde çok gerekli olan sevgi, ilgi, istek, bugünkünden çok yüksekti. O zamanın öğretmenlerinin büyük çoğunluğu gibi ben de severek, isteyerek sürdürdüm. Öğretmen olarak hemen her dersime, ilk derse girerken duyduğum heyecanla girdim. Emekliliğime kadar da aynı heyecanın güdümünde yaptım derslerimi.

      Köyümüzü, kentimizi, ülkemizi, tüm insanlığı, aydınlık ve barış içinde bir yaşama ancak, bunu başarabilecek bilgi, beceri ve değerlerle donatılmış aydınlanmacı öğretmenler kavuşturulabilecektir. Nitelikli öğretmenin bilinçli ve inançlı istek ve çabası olmadıkça ülkelerin ve insanlığın çağdaşlaşması, laik, demokratik bir düzene kavuşması olası değildir. Çünkü her kuşağın her bireyi, belirli yaşlarda öğretmenin “rahle-i tedris”inden geçiyor; yani öğretmenden ders okuyor, feyiz alıyor, esinleniyor; ancak bu yolla yapıcı ve yaratıcı bir kişiliğe kavuşuyor.

      Her alandaki gelişim için eğitim zorunlu olduğuna; eğitim denen uzun süreli, güç ve karmaşık sürecin baş mimarı da öğretmen olduğuna göre, bu sav doğrudur. Bireyin toplumsallaştırılarak insanlaştırılmasında; üretim ve hakça paylaşım bilincini kazanmasında, demokrasinin kavranıp yaşanmasında, eğitim kadar etkili başka bir araç, henüz bulunamamıştır. Öğretmenin bu işlevini yerine getirebilmesi içinse çağdaş eğitimi bütün kurum ve kurallarıyla yaşama geçirme istek ve bilincini taşıyan bir siyasal erkin varlığı gerekmektedir.

Tosunlu Köyüne İlişkin Güncelerimden Birkaçı

      Öğretmenliğimin ilk yılının ilk ayları ile ertesi yıl o köyden ayrılış günlerime ilişkin duygu, düşünce ve kimi yaşantılarımı en iyi, o günlerde yazdığım güncelerim anlatacaktır:

                                                                                                                    26 Eylül 1956

        Tosunlu Köyü İlkokulu öğretmenliği ve başöğretmenliği görevime iki gün önce başladım. Şu anda, okulun bitişiğindeki öğretmen lojmanında yazıyorum bu satırları. Güneş, biraz önce çekildi köyün içinden. Ancak, Bulanık köyünün doğusuna düşen tepelerde hâlâ güneş var. Yalnızlık, tuhaf duygular yaratıyor insanda. Her şey insana küsmüş gibi.

                                                                                                                         30 Eylül 1956

       Yedi gün oluyor, köye geleli. İlk kez bu gece kalıyorum evimde (okulun lojmanında). Bugüne kadarki günlerim, nerde akşam, orda sabah, geçiyor. Birkaç gün, Muhtar Eyüp Çavuşun konuğu oluyorum. Eyüp Çavuş, zeki, atak, iyi bir insan. Karşılaştığımız daha ilk gün, kısa bir hoş beşin ardından, evine götürüyor beni ve annesiyle tanıştırıyor. Evde annesinden başka kimse yok; herkes işinde gücünde.

        “Bak, bu benim annem, Rasim Hoca, diyor. Senin de annen sayılır. Ben, her zaman evde bulunmam. Annemden başka kimse bulunmaz evde. Herkes, işinin gücünün peşindedir, akşamın geç saatlerine kadar. Acıktığında gelir yemeğini yer, akşamları da bu oturduğumuz odada yatarsın.”

        Çevreyi tanımaya başlıyorum yavaş yavaş. Bir akşam, Cılavuz’dan ağabeyimiz olan Nevzat Helvacı’nın annesinin; bir akşam, Resul Dayının, bir akşam da buralı ve okulun eski öğretmenlerinden Süleyman Bey’in konuğu oluyorum. Derken, geçip gidiyor bir hafta.

        Nasıl coşku doluyum, nasıl mutluyum, anlatamam. Stajyer olmama karşın köyün öğretmeni ve başöğretmeniyim!  Birinci sınıfa kayıt zamanı gelen öğrencileri belirliyor ve kayıtlarını yapıyorum Yöneticilikte, yıllar sonra Gazi Eğitim’de birlikte öğretmenlik yapacağım Cavit Binbaşıoğlu’nun “İlkokullarda İdare Rehberi” adlı kitabı çok işime yarıyor. Yazar, neredeyse gün gün yapılacak işleri örnekleriyle birlikte açıklıyor, bu kitapta.                               

                                                                                                                          8 Ekim 1956

          Bu sabahı iple çektim. Yataktan fırladığımda, çevredeki tepelere güneş yeni vurmuştu. İçimde anlatılması zor duygular dolaşıp duruyordu. Tadına doyulmaz duygulardı bunlar. Yüreğim, sözün tam anlamıyla pır pır ediyordu. Okulu açacağım bugün. Yıllardır kendilerine kavuşmak için çalışıp çabaladığım, özlemlerini çektiğim öğrencilerimle buluşacak, onlarla birlikte sınıfa gireceğim. Onlara ilk kez seslenirken söze nasıl başlamam gerektiğinin provasını yaptım içimden. Aklıma gelenleri beğenmedim. “Çok güzel şeyler söylemeliyim onlara bu ilk konuşmamda” dedim.

        Dışarı çıktım. Üç dört çocuk gelmişti daha, elli beş çocuktan. Bayrak direğinin dibinde duruyorlardı. Beni gören biri, bana doğru yaklaştı, arkasından da ötekiler. Adlarını sordum, yanaklarını okşadım. İçlerinden biri, “Öğretmenim, zili çalalım, arkadaşlar duyup gelsinler.” dedi. “Çal bakalım.” dedim. Köy, zil sesi her yerden duyulabilecek kadar küçük ve toplu bir köy. Öğrenci zili çaldı.

      İçimdeki duygu karmaşası dinmek bilmiyor. Gülmeye mi zorluyordu bu duygular beni, ağlamaya mı, kestiremiyordum. Çok geçmeden, gelen çocuk sayısı 40’a yükseldi. Sınıfa girince, biraz yatıştı heyecanım. Öğretmen olarak yaptığım ilk konuşmayı beğendim. Bugünü tanışmakla, neler yapacağımızı, onları nasıl yapacağımızı konuşmakla geçirdik. İşte ilk öğretmenlik günüm benim.

                                                                                                                         12 Ekim 1956

        Artık, beş sınıflı, tek öğretmenli okulumuzda iyiden iyiye dalıyoruz derslere. Ne ki bir sorunu çözemiyorum hâlâ. Bir şey soruyorum, parmak kaldıran yok; bir iki parmak ya kalkıyor ya kalkmıyor. Sanki dut yemiş bülbül, herkes. Oysa sınıfımın gürül gürül olmasını istiyorum. Onlar konuşmadıkça, kendi kendimi yiyorum. Onları ders etkinliklerine katmanın bir yolunu bulmalıyım.                                        

                                                                                                                       01 Kasım 1956

        “Sınıfım iyice kalabalıklaştı. Birkaç süreğen devamsız dışında herkes geliyor. Şimdi sıra, o devamsızları da getirmede. Onları da velilerini ikna ederek okula getirmek kararındayım. Çocuklara okulu sevdirmek için neler yapmam gerektiğinin planlarını tasarlıyorum sürekli. Ancak, bazı çocukların tutumları hoşuma gitmiyor; içten davranışım karşısında şımardıklarını görüyorum. Onları da dengelemenin bir yolunu bulmalıyım. İçten, sıcak; ama şımarıklıktan uzak olmalı öğretmen-öğrenci ilişkileri.

        Bugün öğle arasında, birkaç yıldır sürekli devamsız görünen öğrencilerden Hikmet’in babası Mustafa Yazıcı’yı evinde ziyaret ediyorum. Bana yemek, kahve ikram ediyor Mustafa Ağa. Uzun tartışmalardan sonra, Hikmet’i de öteki zeki çocukları 5. Sınıf öğrencisi Mehmet ve birinci sınıfa yeni gelen Cahit gibi okula gönderme sözünü alarak dönüyorum okula. İki gün önce de Cemal ve Cemile Güneşlerin babasından çocuklarını okula gönderme sözü alıyorum. Baba, iş güç nedeniyle çocuğunu okula gönderemediğini söylüyor; ben de işlerinin olduğu günlerde çocuklarını izinli sayabileceğimin güvencesini veriyorum. Şimdi sıra, Hüseyin’de. Evet, her çocuğu okula getirmeli ve okutmalıyım. Onlar, okumanın yararının farkında değilse, bunu fark ettirmek, benim görevim.

                                                                                                                      26 Kasım 1956

        Odamda yalnızım. Vakit akşam. Odam sıcak ve aydınlık. Bugün Resul Ağa, postanede biriken iki haftalık Cumhuriyet gazetelerimle Varlık dergilerimin 1 Kasım ve 15 Kasım sayılarına kavuşturuyor beni. Gazetelerime şöyle bir göz attıktan sonra, ayrıntılara daha sonra geçmek üzere onları masamın bir köşesine koyuyorum. Dergilerin de tek tek sayfalarını çevirerek kimin hangi yazıyı ve şiiri yazdığına, dergide hangi resimlerin bulunduğuna bakıyorum. İlkinin kapağında Atatürk’ün resmi; içinde ise Atatürk’le ilgili değerli kalemlerin düzyazı ve şiirleri var. İç sayfalarda Atatürk’ün başka resim ve fotoğrafları, bir de yakında yitirdiğimiz değerli şairimiz Tarancı’nın şiirleri ile hakkında yazılanlar yer alıyor. İkinci derginin kapağında Cahit Sıtkı’nın fotoğrafını görüyorum. İçindeki yazıların nerdeyse tama yakını da ölümüyle bizi acıya boğan şairimizle ilgili. Tabii; yerli, yabancı birçok ressamın siyah-beyaz resimleri bu sayılarda da yerlerini almışlar. Bir sonraki postaya dek bir işim de bunları okumak. Benim temel besin kaynaklarımdan ikisi de bunlar.

Bahara Doğru Müfettiş Geliyor

      Müfettiş Avni Memioğlu, bir öğle sonrasında komşumuz olan Bulanık köyünün başöğretmeni Fazlı Bey ve o köyde sağlık memuru olarak çalışan bizim köylü Niyazi (Bayrak) Ağabey ile birlikte çıka geliyor. Onlar, sınıfta çocukların arasında otururken ben dersimi işliyorum. Sonra Memioğlu, bir şey yapmış olmak için, dostlar alışverişte görsün, diye öğrencilerde bit, sirke muayenesi yapıyor ve yanında oturduğu kızda bit görür görmez kaşınmaya başlıyor.

      Meğerse müfettişin bite karşı alerjisi varmış Müfettiş Beyin. Neyse ki sağlık memuru da orada! Kendisine gerekli müdahale yapılıyor. Biraz sonra, gelenlerle birlikte gidiyor. Memioğlu, o yıl stajyerliğimizi tamamlamamız için gerekenleri yapmaması ve yaptırmaması nedeniyle dört stajyer öğretmenin stajyerlikleri, ilk yıl kaldırılmıyor. Ertesi yıl da Avni Bey, Ardanuç ilköğretim müfettişliğinden ayrılıyor.

      Aralık 1956 ve Ocak 1957’den 2 Aralık 1957’ye dek ya günlük yazmamışım ya da henüz ulaşamadım o günlüklerime.

AŞAĞI IRMAKLAR CAMİLİ İLKOKULU ÖĞRETMENLİĞİNE ATANIYORUM

      İlk yılımın sonunda dayım, bizim köye naklim için başvurmamı istiyor. Stajyer olduğumu, o nedenle naklimin yapılamayacağını söylüyorsam da bana dilekçeyi yazdırıyor. Ben, stajyer öğretmenin yer değiştirme isteği işleme konulmaz düşüncesiyle dilekçe verdiğimi bile unutuyorum. Ancak, ikinci yılın aralık ayında, askerden gelen Hakkı Demirel’in Tosunluyu istemesi, Camili İlkokulu öğretmeni İsmail Uygur’un da kendi köyüne atanması sonucu ben de bizim köyün Cami Mahallesindeki tek öğretmenli okula atanıyorum. Aralık ayının karlı bir gününde, çok sevdiğim öğrencilerimden ve köyümden ayrılmak zorunda kalıyorum.

       O günlerde günce defterime şunları yazmışım 3 Aralık 1957, Salı

        “Öğle paydosunda işlikte bir resim çerçevesi yaparken alnının üzerindeki saçları dökülmüş, orta boylu bir bey belirdi, işliğin kapısında. Özgüvenli ve tok bir sesle:

        “Ben, dedi, askerlik dönüşü Tosunlu Köyü İlkokuluna atanan öğretmen Hakkı Demirel.”

        Elimdeki işi bırakarak “Hoş geldiniz!” dedim, gelen konuğa ve birlikte başöğretmen odasına geçtik. Bir kaygıdır sardı beni. Neler oluyordu? Öğretmenlikteki ilk yılımı, acemi yılımı geride bırakıp köy halkıyla kaynaşmayı başarmış; babaları ikna ederek iki üç yıl okula uğramamış öğrencileri bile okula getirmişim. Okulun eksik ve gediklerini bir hayli gidermiş olarak ikinci yılıma başlamıştım. “Tam gönlümce bir eğitim öğretim sürdüreceğim.” derken, bu atama da nerden çıkmıştı? Yoksa okulumuza ikinci bir öğretmen ataması mı yapıldı?

      Hakkı Bey, benim nereye atandığımı sorunca, kendisinin benim yerime geldiği kesinlik kazanmış oldu. Bu konuda bana bir bilgi ulaşmadığını söyledim. “Bana atanma yazısı geldiğine göre sana da yazılmıştır.” dedi.

      Hakkı Bey, “Ben şimdi gidiyorum. Yarın sabah geldiğimde, devir-teslim işlemlerine başlarız.” diyerek yakındaki köyüne (Karlı’ya) gitmek üzere okuldan ayrıldı.

       Öğleden sonra derse girdiğimde, çocuklardan biri, “Öğretmenim, bizim okuldan ayrılıyor musunuz?” diye soruyor. Demek ki çocuklar bile duymuş olanı biteni. “Hayır, diyorum, nerden çıkarıyorsun ayrılmayı?” “Öğretmenim, babam söyledi; sizin yerinize yeni öğretmen atanmış.” “Otur bakalım.” diyorum öğrencime.  Renk vermeden sürdürmeye çalışıyorum derslerimi. Akşamüstü ilk işim, okulun ilçe ile ilgili getirip götürme işlerini yürüten Resul Ağayı aramak oluyor. Yarın İlçeye gitmesini, oradan atanma yazımı getirmesini istiyorum.

4 Aralık 1957, Çarşamba

        Hakkı Bey geldiğinde ders başlamamıştı daha. Zil çalınca Hakkı Bey, “Derse ben gireyim, sen de devir-teslim tutanaklarını hazırlamaya başlarsın. Çocuklar, bir an önce alışsınlar bana.” diyerek sınıfa gitti.

Teneffüste, olağandışı bir heyecanla döndü Hakkı Bey, sınıftan. “Yahu, bu çocuklar, ne kadar çok seviyorlar seni!” diye başladı söze. “Sınıfa girdiğimde, önde oturan bir çocuğun ağladığını gördüm. Ona niçin ağladığını sormaya hazırlanırken bir de baktım ki bütün sınıf ağlıyor. Niçin ağladıklarını anlamıştım. ‘Öğretmeniniz gitmeyecek; birlikte çalışacağız.’ dedimse de kimse inanmadı sözüme. Bu gidişle zor alışacaklar bunlar bana.” dedi.

        “Alışırlar; ne de olsa çocuk bunlar.” diye karşılık verdim.

        Hakkı Bey, hazırlıklı olmadığı için akşamları ev ödevlerini benim vermemi istedi. Ödev vermek üzere sınıfa gittiğimde, bu kez de ben zor anlar yaşadım sınıfta. Herkesin bana, “Gitmeyin!” der gibi baktıklarını gördüm, sulu gözlerle. Birinci sınıfa, ikinci-üçüncü sınıflara ve dördüncü-beşinci sınıflara ayrı ayrı ödevlerini verirken duygularıma yenilmemek için bir hayli güç harcamak zorunda kaldım.

5 Aralık 1957, Perşembe

        Resul Ağa, akşamüstü döndü Ardanuç’tan. Yeni görev yerimin, Aşağı Irmakların Camili ilkokulu öğretmenliği olduğunu öğrendim. İlk yılın sonunda dayımın zoruyla verdiğim ve stajyer öğretmen olmam nedeniyle isteğimin yerine getirilemeyeceğini düşündüğüm için unutup gittiğim dilekçeme dayanılarak, oraya atanmamın gerçekleştirildiğini anladım. Ne ki bu atama, zerre kadar sevindirmedi beni. Bu köye ve buradaki öğrencilerime ne kadar çok alıştığımı, tam olarak o anda ayrımsadım.

6 Aralık 1957, Cuma

        Pazar günü, ilçede öğretmenler toplantısı var. O toplantı dolayısıyla bugün öğleden sonra Hakkı Beyin köyüne, Karlı’ya ineceğiz. Çocuklar, öğleden sonra okula gelmeyecekler. O nedenle son bir kez sınıfta çocuklarla birlikte olmak istiyorum. 

        Sınıfa girdiğimde bütün çocukları, hıçkıra hıçkıra ağlarken buluyorum. Oldukça zor bir durumla karşı karşıyaydım. Duygularımı zor denetlediğimi söylememe gerek yok sanırım. Susmaları için ciddi ciddi uyarılar denemeye başlıyorum. Ağlamanın onlara yakışmadığını, ağlamak için bir neden olmadığını, güçlü çocukların ağlamaması gerektiğini, onların güçlü çocuklar olduklarını söylüyorum. Oysa kendimi bıraksam, ben de onlara katılacağım.

        Nezahat, söz alma gereğini duymadan ayağa kalkıyor. Bir yandan ağlamayı sürdürürken, bir yandan da yeni öğretmenin kendilerine bağırdığını söylüyor. Önce, “Nezahat, ağlamasına neden yaratmak mı istiyor yoksa?” diye geçiriyorum içimden. “Susmazsanız, şimdi ben de bağıracağım!” diyorum, duygularımı olabildiğince dizginlemeye çalışarak ve ekliyorum: “Kim bilir kaç kez beni de sesimi yükseltmeye zorlamışsınızdır!” diyorum, yalancı bir öfke ile. Bu çıkışımla sessizliği sağlamayı başarıyorum. Ancak benim kafam da darmadağınık!..

       Öğretmenliğin öneminden söz ediyorum onlara. “Her yer, öğretmenin görev yeridir” diyorum. Öğretmenlerin değişik yerlere atanmasının doğal olduğunu söylüyorum. Sonra onları çok sevdiğimi, hiç unutmayacağımı söyleyebiliyorum, yutkuna yutkuna. Onlardan, çok çalışmalarını, mutlu olmalarını, başarılı olmalarını istiyorum. Yeni öğretmenlerinin benden daha deneyimli olduğunu, kendilerine benden daha yararlı olacağını ekliyorum, sözlerime.

        Bu kez de Maksut kalkıyor, söz istemeden ve “Siz burada kalın, yeni öğretmen sizin yerinize gitsin.” diyor. Kendisine bunun olanaksızlığını söyledikten sonra “Çocuklar! Size sağlık, mutluluk ve başarı diliyorum; hepinizin ayrı ayrı gözlerinizden öpüyorum.” diyerek kendimi koridora zor atıyorum.

9 Aralık 1957, Pazartesi

      Cuma Akşamı Hakkı Beyin köyüne indik. Geceyi orada geçirdikten sonra, pazar günkü toplantıya katılmak üzere, ertesi gün ilçeye ulaştık. Toplantı bitince yine Hakkı Beylere; bu sabah da okula geldik. Bugün, her işlemi tamamladım ve okulu Hakkı Beye teslim ettim.

      Akşam bizim ev, defalarca dolup, boşalıyor. Kadınlı erkekli güle güle demeye, ayrılışımıza çok üzüldüklerini söylemeye gelenler, bunlar. İstesem de istemesem de yarın, beş saatlik bir yolculuk var, Aşağı Irmaklara doğru. İlk göz ağrım olan bu köyden, okulumdan ve öğrencilerimden ayrılacağım. Acı; ama gerçek!

11 Aralık 1957, Çarşamba

Tosunlu Köyünden Ayrılıyorum

        Salı sabahı (dün), lapa lapa kar yağıyordu, Tosunlu köyünde. Okulun bitişiğindeki lojmanın önünde, ev eşyamız yükleniyordu atlara. Ben de köyü dolaşarak “Allaha ısmarladık” diyordum, rastladıklarıma. Okulun bahçesine geldiğimde, orada biriken kadın ve erkeklerden kimisinin gözlerini yaşlı görünce benim göz pınarlarım da dayanıklılığını yitirme tehlikesiyle burun burunaydı. Ama “Dayanıklı olmalıyım; az sonra öğrencilerim teneffüse çıkacak. Onların, öğretmenlerini ağlarken görmeleri doğru olmaz.” diyordum, kendi kendime. Söyleyecek söz bulamıyorduk birbirimize, orada toplananlarla. Yalnızca buğulu gözlerle bakışıyor ve gülümsemeye çalışıyorduk.

       Bir amca, sessizliği bozdu: “Askerden sonra bizim köyü iste; buraya gel yine.” dedi. İnşallah; çok isterim.” karşılığını verdim. Az sonra teneffüse çıktı çocuklar. Vedalaşmaya Hakkı Beyden başladım. Sonra öğrencilerime sarıldım, öpüp kokladım onları tek tek. Bizi uğurlamaya gelen anne babalarla da vedalaşarak yola koyulduk.

      O da ne? Anne babalar ve çocuklar da yürüyorlar bizimle birlikte. Başta Maksut, Fuat olmak üzere, Âdem, Ulvi, Nezahat ve bir grup kız öğrenci, İkram, Zeki, Fikret, Alinaz ve daha başkaları da arkamıza takılmış, geliyorlar! Köyün en alt yanında durdum ve “Artık dönün ablalar, ağabeyler, çocuklar!” dedim, kendileriyle bir kez daha vedalaşarak. Biraz sonra arkama döndüğümde, hâlâ arkamdan gelmekte olan Maksut’la göz göze gelince bir an durakladık ikimiz de. Sonra onu bir kez daha kucaklayıp öptüm. “Haydi, artık sen de dön ve derslerine çok iyi çalış, olur mu?” diyebildim. Bir daha geriye çeviremedim başımı. Çünkü ben de gözyaşlarımı tutamaz olmuştum

      Maksut, Fuat, Âdem, Ulvi, Nezahat, İkram, Zeki, Fikret, Alinaz ve öbür öğrencilerim! Şu anda neredesiniz, ne yapmaktasınız? Sizi hâlâ çok sevdiğimi biliyor musunuz?

Camili İlkokulu Öğretmenliğim

Aşağı Irmaklar Köyüne Kuyat Mahallesinde yeni okul yapılınca Cami Mahallesinin çocukları için eski ilkokulun üst yanındaki öğretmenevi, merkez ilkokuluna bağlı beş sınıflı bir mahalle okuluna dönüştürülüyor. Dikdörtgen biçimindeki daracık sınıfta beş sınıf bir arada öğrenim görüyor. Yapıya doğudan girişin sol yanında küçücük bir de öğretmen odası var.

      Öğretmenliğimin ikinci yılının devamını bu tıkış tıkış sınıftaki öğrencilerle çalışarak geçireceğim. Bir yandan da uygun zamanlarda, bağlı olduğum merkez ilkokulu başöğretmeni Cafer Çelik’in yanına giderek staj çalışmalarımı sürdüreceğim.

      Okulun çok yakınında Otigilin İlyas Usta’nın yeni yaptırmış olduğu evini kiralayarak göreve başlıyorum.

        Henüz çok deneyimsiz olmam yetmezmiş gibi bir de doğup büyüdüğüm, yakın uzak akrabalarımın, komşularımın çocuklarını okutacağım. O nedenle burada, Tosunlu’dan daha tedirginim. Örneğin, bana çok yakın davranışı, duyarlığı ve ağırbaşlılığı ile çok sevdiğim Ömer Dayımın oğlu Vejdet, çok zeki; ama istediğim düzeyde çalışmıyor. Sıklıkla ödevini yapmadan geliyor. Onu ve onun gibi çocukları, daha çok çalıştırabilmek için Tosunlu’da asla düşünmediğim zorlamalara başvuruyorum.

      Belli ki bu köyde doğup büyüyen ve öğretmen olarak buraya gelen bu acemi öğretmen, çaresiz kaldıkça ağabey, abla, yenge, ağabey ve amcalarına kendini kanıtlamaya çalışırken birtakım yanlış, zararlı yöntemlerden medet umuyor.

      O Vejdet, büyüyecek, okuyup matematik öğretmeni olacak. Emekliliğimin geldiği günlerde onun evine uğradığım bir gün bana, ilkokulda kendisinin ve kendisi gibi ödevlerini yapmadan gelen çocukların parmaklarının ucuna cetvelle vurduğumu söyleyecek. Vejdet, eğitimde asla yeri olmayan, acı vererek cezalandırma gibi bir yöntemi uyguladığımı anımsattığında, bu davranışımdan ötürü çok üzüleceğim.

      Bahara doğru dayım ikide bir, Vesiye Neneyi göndererek alacağını (!) istiyor benden. Benim ise elimde avucumda metelik kalmıyor. Sıfırdan ev kurmaya çalışıyorum.

      Bahar kendini göstermeye başlayınca, toprakla uğraşma sevgimin gereği, yıkılan eski okulun üst yanında, şimdiki okulun da alt yanındaki yamaçta birtakım bitkiler yetiştirmeye çalışıyorum.

Bahar Gezintisi

      Baharın iyice coştuğu günlerin birinde çocukları, baharın görkemini en iyi yansıtmasıyla cennetten bir köşe olan, okulun önündeki tarlaların alt yanındaki Bağ’a götürüyorum. Çocuklarla orada gezip dolaşıyor, oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyoruz. Çok sevdiğim, onlara da öğrettiğim şarkılardan Pınar’ı orada daha bir coşkuyla söylüyoruz. Çünkü biraz önce hep birlikte, Bağ’ın alt yanındaki derenin kıyısında yalnız başına akıp duran pınardan su içmiştik; şimdi onun şarkısını söyler gibiydik.

      PINAR GÖZÜ YAŞLI PINAR

Pınar gözü yaşlı pınar
Ettiklerin az mı pınar
Yoksa yine yasın mı var
Çektiklerin az mı pınar

Haydi artık gül neşelen
Yurdumuza geldi bahar
Haydi artık gül neşelen
Yurdumuza geldi bahar

      Öğle olunca ortaklaşa yuvarlak bir yer sofrası kurarak getirdiğimiz yiyecekleri birlikte yiyor, biraz aşağıda, derenin kıyısındaki pınardan bir daha su içiyoruz. İkindiye dek o güzellikleri yaşadıktan sonra köye dönüyoruz.

Stajyerlik Çalışmalarım

      Öğretmenliğimin ikinci yılında stajımızın kaldırılmasına yönelik çalışmalarımızı, o yıl ve o yıldan sonraki beş yıl boyunca kendisinden çok şey öğrendiğim, çok çalışkan, İlkokul Programının hangi sayfasında nelerin açıklandığını belleğine yazmış olan Denetmen Hesabali Turan yönetiyor. Staj ödevlerimden birisi de Jean Jacques Rousseau’nun Emil yahut Terbiyeye Dair adlı ünlü yapıtının tanıtımıdır.

      Uzun sürede ancak bitirebildiğim eserin özetinin temize çekilmesini sunum gününün öncesindeki gece yarısında ancak bitirebiliyor, sabahın erken saatinde de yola düşüyorum. Beş saatlik yolu yaya yürüyerek Ardanuç’a varıyorum. Bu yapıtın tanıtımını o bahar gününde Hesabali Turan ve Milli Eğitim Müdürümüz Osman Ünsal’ın önünde sunuyorum. Sunumum başarılı bulunuyor. Öbür çalışmalarımın da değerlendirilmesi ile stajyerliğim kaldırıldı ve asıl öğretmen unvanını kazanmış oluyorum.

Bir sonraki sayıda yer alacak bölümüm ilk başlığı;

AŞAĞI IRMAKLAR KÖYÜ İLKOKULU BAŞÖĞRETMENLİĞİNE ATANIYORUM

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir